Mersin‘in Gülnar ilçesindeki Akkuyu Nükleer Güç Santrali inşaatında çalışan işçiler, bir aydır maaşlarını alamadıkları gerekçesiyle bu sabah iş bıraktı.
İnşaat alanında bugün sabah saatlerinde başlayan protesto eyleminde, yüzlerce işçi, hak ettikleri maaşlarını alana kadar çalışmayı durdurma kararı aldı.
Sol Haber‘in aktardığına göre, işçiler, maaşlarının gecikmeden yatırılmasının yanı sıra çalışma koşullarının iyileştirilmesini de talep ediyor.
Ağır iş koşullarının yanı sıra güvenlik önlemlerinin yetersizliğinden de şikayet eden işçiler, talepleri doğrultusunda yetkililerle görüşmeler yapacaklarını, ancak ödenmeyen maaşlarını alana kadar iş bırakma eylemini sürdüreceklerini söyledi.
Eylem alanına jandarmalar giderken, işçiler de maaşları yatmadan mesaiye başlamayacaklarını belirterek, “Yönetim istifa” sloganları attı.
Dün de Akkuyu NGS’de çalışan işçileri taşıyan otobüs, Silifke-Akdere Mahallesi‘nden geçen D-400 karayolunda refüje çarpmıştı.
Çarpmanın etkisiyle kontrolden çıkan otobüs devrilmesi üzerine 23 işçi yaralandı. Yaralılar ilk müdahaleden sonra çevredeki hastanelere kaldırıldı ve kazayla ilgili inceleme başlatıldı.
Mersin’in Gülnar ilçesinde inşasına devam edilen Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nde (NGS) Ocak 2022’de de bir patlama gerçekleşmişti.
Projenin başından itibaren sürecin şeffaf bir şekilde yürütülmediğini belirten nukleer.org Koordinatörü Dr. Pınar Demircan, “Akkuyu’da bilgiler toplumla şeffaf bir şekilde paylaşılmıyor. Santraldeki iş yapma biçimlerinin kendisi güvenlik tehlikesinin kaynağı” demişti.
2019’un yaz aylarında da inşaat temelinde oluşan çatlakların üstüne 2020’de inşaat alanında su sızıntısı tespit edilmişti.
Santral inşaatı, güvenlik sorunlarının yanı sıra defalarca maaşlarını alamadıkları ve kötü çalışma, beslenme koşulları nedeniyle iş bırakan işçilerin eylemlerine sahne olurken, sık sık servis kazaları da yaşandı.
Avrupa Birliği (AB) Konseyi, 25 Mart’ta yayınladığı bildiriyle AB’nin atık ihracatı uygulamalarını düzenleyen Atık Nakli Yönetmeliği‘nde yapılan revizyonu oy birliğiyle onayladı.
Düzenleme, Nisan 2024’te Resmi Gazete’de yayımlanacak ve yayımlandıktan 20 gün sonra yürürlüğe girecek. Bu revizyonla birlikte, AB ülkeleri artık plastik atıklarını OECD üyesi olmayan ülkelere ihraç edemeyecek.
Yeni yasak, OECD dışı ülkelere yönelik plastik atık ihracatını kademeli olarak 2,5 yıl içinde sonlandırıyor ve tüm ülkelere yapılan atık ihracatıyla ilgili artırılmış yükümlülük ve standartlar da getiriyor.
Yeni düzenleme ayrıca, insan sağlığına ve çevreye potansiyel riskler taşıyan ve Basel Sözleşmesi tarafından tehlikeli olarak sınıflandırılan, özellikle Y48 kodu altında belirlenen plastik atıkların ihracatı üzerine daha önce getirilmiş olan yasakları daha da genişletiyor.
BM Comtrade’den 2022 yılında alınan veriler, plastik atık ve plastik hurda net ihracat dengesi açısından seçilmiş ülkeleri gösteriyor. Japonya net ihracatçılar arasında en üst sırada yer alırken, Türkiye en çok net plastik atık ithal eden ülkeler arasında ilk sırada bulunuyor.
Plastik atık ihracatının tamamen yasaklanması bekleniyor
İç AB atık nakillerinin sadece istisnai durumlarda gerçekleşeceğini belirten düzenleme, atık nakli bilgi ve veri alışverişinin dijitalleştirilmesi sürecini de içeriyor.
Son dönemdeki müzakereler, AB’nin tüm AB dışı/EFTA ülkelerine plastik atık ihracatını durdurma kararı almadığını gösterse de, Türkiye gibi OECD üyesi ülkelere yapılan plastik atık ihracatının çevresel ve insan sağlığı üzerindeki zararları konusunda net kanıtlar bulunuyor. Bu bağlamda, AB’nin ve üye devletlerin, düzenlemenin etkili bir şekilde uygulanması, denetlenmesi ve gerektiğinde ihlallerin önlenmesi için gerekli tüm adımları atmaları bekleniyor.
AB’nin Atık Nakli Yönetmeliği’ndeki revizyon, dünya genelinde atık ihracatı konusunda en iddialı kurallardan biri olacak. Çevre örgütleri ve araştırmacılar, bu düzenlemenin yalnızca başlangıç olduğunu ve AB’nin atık sorununu kökten çözme yolunda daha fazla adım atması gerektiğini vurguluyor. Plastik atık ihracatının tamamen yasaklanması, bu yönde atılacak önemli adımlardan biri olarak görülüyor.
Uzmanlar bu adımların yeterli olup olmadığı konusunda farklı görüşlere sahip. Çukurova Üniversitesi‘nden ve Yeşil Gazete yazarlarından Dr. Sedat Gündoğdu, bu anlaşmanın bir öncekinden daha iyi olduğunu ancak OECD üye ülkelerine plastik atık ihracatının devam etmesi durumunda düzenlemenin etkinliğinin ciddi şekilde riske gireceğini belirtiyor.
The Council unanimously adopted the much needed revision of the waste shipment regulation – including a full ban on plastic waste exports to non-OECD countries! #EndWasteColonialism
Gündoğdu, OECD üyeliğinin bir ülkenin plastik atık için güvenli bir destinasyon olduğu anlamına gelmediğini, özellikle Türkiye’de bu atıkların ciddi hava, su ve toprak kirliliğine yol açtığını ve bu atıkları ithal edenlerin yasadışı göçmen işçiliğinden faydalandığını, bu durumun önemli bir insan hakları sorunu oluşturduğunu ifade ediyor. Bu nedenle, AB’nin tüm bu faktörleri göz önünde bulundurarak zarar verdiği açık olan OECD ülkelerine plastik atık sevkiyatlarını askıya alması gerektiğini belirtiyor.
Kırmızı ile işaretlenmiş ülkeler en çok plastik atık ihraç eden ülkeleri temsil ederken, sarı renkli ülkeler en fazla plastik atık ithal eden ülkeler olarak belirtiliyor. Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve Avrupa Birliği gibi gelişmiş ekonomiler başlıca ihraç edenler arasında yer alırken, Malezya, Endonezya ve Türkiye gibi ülkeler ise en çok plastik atık ithal eden ülkeler olarak öne çıkıyor. Kaynak: Plastic Waste Transparency Project, Basel Action Network
Çevre Araştırma Ajansı‘ndan Lauren Weir, AB’nin dünya üzerindeki atık etkisini kabul ettiğini ve bu anlaşma ile sorumluluk ve hesap verebilirliği artırma yolunda adımlar attığını belirtiyor. Weir, AB’nin plastik atık ihracatı yasağının tamamen uygulanması gerektiğini savunarak, bu yeni düzenlemenin uzun yıllardır devam eden çevresel ve insan sağlığına zararları sona erdirmesi konusunda umutlu olduklarını ifade ediyor.
Sahabat Alam Malaysia’dan Mageswari Sangaralingam ise, Avrupa’nın yıllardır kendi atık sorunlarını ihraç ederek alıcı ülkelerdeki topluluklar ve çevre üzerinde riskler oluşturduğunu ifade ediyor.
Sangaralingam, OECD üyesi olmayan ülkelere yapılacak tüm plastik atık ihracatlarının yasaklanmasını memnuniyetle karşıladıklarını ancak bu yasağın tüm ülkelere genişletilmesi gerektiğini belirtiyor. Etkili olabilmesi için Atık Nakli Yönetmeliği’nin, hem ihracat yapan hem de ithalat yapan ülkelerde güçlü, yeterli kaynaklara sahip izleme ve uygulama önlemleri ile desteklenmesi gerektiğini vurguluyor.
Diğer atık akımlarında gizlenen plastiklerin ihracatı gibi boşlukların kapatılması gerektiğini ve Avrupa’nın genelinde yerel geri dönüşüm altyapısının iyileştirilmesinin de önemli bir adım olduğunu ifade eden Sangaralingam, geri dönüşüm ve bertarafın sorunun çözümü olmadığını, plastik üretimi ve yayılmasının kökten ele alınması gerektiğinin altını çiziyor.
2020’de Avrupa Birliği, plastik atık yönetiminde önemli bir adım attı ve çevresel zararları minimize etme hedefiyle, özellikle sürdürülebilir yönetim altyapısına sahip olmayan OECD dışındaki ülkelere plastik atık ihracatını yasakladı.
Bu hareket, Avrupa’nın döngüsel ekonomiye geçişini ve plastik kirliliğiyle mücadelesini destekleyen yasal düzenlemelerin bir parçasıydı. Geri dönüşümü zor ve tehlikeli plastik atıkların ihracatı önemli ölçüde sınırlandırılırken, geri dönüştürülebilir atıkların ihracatı belirli koşullar altında mümkün kalmıştı.
Bu düzenlemeler, atıkların sorumluluğunu daha ciddiye almak ve çevresel etkiyi azaltmak amacını taşıyordu. Bu dönüm noktası, AB’nin Yeşil Anlaşma hedefleri doğrultusunda atık yönetiminde daha katı standartlar getirmesine ön ayak oldu.
Avrupa merkezli sivil toplum örgütü Fosil Yakıtların Ötesi’nin (Beyond Fossil Fuels) yeni analizi, Avrupa ülkelerinin 2035 yılına kadar BM Paris İklim Anlaşması hedefleri ile uyumlu olarak elektrik sistemlerini fosil yakıtlardan uzaklaştırma taahhütleriyle [1] gaz endüstrisinin genişleme planları arasında göze çarpan bir zıtlık oluştuğunu ortaya koyuyor:
Kıtanın mevcut gaz enerji üretim kapasitesinin yüzde 98’i bir bir çıkış planından yoksun. Buna karşın 72 GW’lık yeni gaz çıkarma planları, Avrupa’nın önümüzdeki on yıl içinde gaz kapasitesinde yüzde 27’lik bir artışa doğru ilerlediğini gösteriyor. [2].
Avrupa’da hem kurulu hem de planlanan gaz kapasitesi açısından İtalya, Birleşik Krallık ve Almanya ilk üçte yer alıyor. Oysa her üçü de 2023 yılında, 2035 yılına kadar enerji sektörlerini ‘‘tamamen veya ağırlıklı olarak’’ karbonsuzlaştırmayı kabul eden G7 bildirisini imzalamış durumda. [3].
‘Yenilenebilir’e geçişi gereksiz yere maliyetli hale getirecek
Uluslararası Enerji Ajansı‘na (IEA) göre 2035 yılı, Avrupa ülkelerinin elektrik sistemlerini karbonsuzlaştırmaları ve Paris İklim Anlaşması‘nın hedeflerini yerine getirmeleri için mümkün olan en geç tarih [4]. Bunu başarmak için Avrupa ülkelerinin kömürden çıkışlarını 2030 yılına kadar tamamlamaları ve aynı zamanda on yıldan biraz daha uzun bir süre içinde tamamen yenilenebilir enerjiye dayalı fosil yakıtlardan arınmış bir Avrupa elektrik sistemi kurmak için gazdan uzaklaşmaları gerekiyor.
Fosil Yakıtların Ötesi Kampanyacısı Alexandru Mustață, konuyla ilgili şunları söylüyor:
“Avrupa ülkelerinin 2035 yılına kadar fosil gazı enerji sistemlerinden çıkarmaları gerektiği konusunda bir fikir birliği var, ancak gaz endüstrisinin genişlemeci gündemine bakarak bunu anlamak mümkün değil. Sektör planlarının iklim değişikliğiyle mücadeleyle paralel gitmemesi, yenilenebilir enerjiye dayalı enerjiye geçişi gereksiz yere maliyetli ve kaotik hale getirecek.’’
İklim aktivistlerinin eylemi gaz konferansını iptal ettirdi
Avrupa’nın gaz endüstrisi son haftalarda daha fazla mercek altına alındı. 16 Mart’ta Danimarka, Almanya, Norveç, Hollanda, İsveç ve Birleşik Krallık’taki iklim aktivistleri, hükümetin Kuzey Denizi’nde ilave petrol ve gaz arama izinleri verme kararını protesto etmek amacıyla yollarda, limanlarda ve rafinerilerde blokaj eylemleri düzenledi.
Bu eşgüdümlü eylemler, 26-28 Mart tarihleri arasında Viyana‘da düzenlenecek olan yıllık Avrupa Gaz Konferansı’nın süresiz olarak iptal edilmesinden sadece iki gün sonra gerçekleşti. Organizatörler, iptal kararının arkasında sivil toplum örgütleri tarafından planlanan protestolardan kaynaklanabilecek olası aksaklıklara ilişkin endişeleri gerekçe gösterdi.
Mustață, Avrupa’nın gazın yaygınlaştırılması peşinde koşmasının, sadece iklim çöküşüne doğru yolculuğumuzu hızlandırmakla kalmadığına, aynı zamanda kıtanın “düşmanca rejimler”den fosil yakıt ithalatına olan bağımlılığını da artırdığına dikkat çekiyor:
“Bu durum güvenliğimizi zayıflatmakta, bizi değişken elektrik fiyatlarına ve zehirli emisyonlara maruz bırakmakta ve atıl varlık riskini artırmaktadır. Hükümetlerin görevi, gaz endüstrisine günlerinin sayılı olduğuna dair net bir mesaj göndermek ve 2035 yılına kadar tamamen yenilenebilir enerjiye dayalı bir elektrik sistemine sorunsuz bir geçiş sağlamak için kararlı adımlar atılmasını zorunlu kılmaktır.”
*
[1] Fosil Yakıtların Ötesi’nin yeni ‘‘Hükümetlerin 2035 Taahhüt Sayacı’’, hükümetler tarafından verilen siyasi taahhütleri, 2035 yılına kadar fosil yakıtların Avrupa elektrik sektöründen aşamalı olarak çıkarılması ve yerine yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılması ihtiyacıyla uyumlarına göre değerlendiriyor: Gazdan çıkma taahhüdü veren 12 Avrupa ülkesi: Avusturya, Danimarka, Litvanya, Lüksemburg, İsviçre, Birleşik Krallık, Belçika, Fransa, Almanya, Yunanistan, İtalya, Hollanda. [2] Avrupa’nın gaz santrali filosunun 27 Mart 2024 itibarıyla durumu şöyle:
Emekliye ayrılan + emekliye ayrılacağı duyurulan: 9
Faaliyette olan: 794
Planlanan projeler: 70
[3] İtalya, Birleşik Krallık ve Almanya 2023 yılında bir G7 bildirisi imzalayarak 2035 yılına kadar enerji sektörlerini ‘‘tamamen veya ağırlıklı olarak’’ karbonsuzlaştırmayı kabul etti. Ancak bildiri yeterince güçlü olmadığı gibi, fosil yakıtların tamamen kullanımdan kaldırılıp kaldırılmayacağı ve ne zaman kaldırılacağı konusunda da yeterince açık değil. [4] IEA’nın 1,5°C uyumlu küresel enerji senaryosu, gelişmiş ekonomilerin enerji sektörlerini 2035 yılına kadar karbonsuzlaştırmalarını şiddetle tavsiye ediyor.
Elazığ merkeze bağlı Fatmalı köyü Beşevler mevkiinde ve Keban Barajı üzerinde, Türkiye’nin ilk yüzer güneş enerjisi santrali (GES) inşa edildi.
DHA‘nın aktardığına göre Kuzova Yüzer Güneş Enerji Santrali, yıllık 1 milyon 806 bin kilovatsaat elektrik enerjisi üretecek. 6 dönümlük alana kurulu santral, dört blok halinde, 1840 güneş enerjisi panelinden oluşuyor.
Su üstünde kurulu yüzlerce güneş enerji paneline sahip olan Kuzova Yüzer Güneş Enerji Santralinin karasal GES’lere göre yüzde 10 daha verimli çalıştığı ifade edilirken, panellerin sudan yüksekliğinin ortalama 75-80 santimetre olduğu ve suyla temasının yüzde 75 daha az olduğu açıklandı.
Yüzer GES’i yerinde inceleyen Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı, Elazığ’daki Keban Barajı’nın elektrik üretimi ve sulama için önemli su rezervuarlarından biri olduğunu ifade etti ve sulama projelerinin ülkede yaygınlaştırılması için projeler geliştirmeye devam ettiklerini belirtti.
Yumaklı, şöyle konuştu:
“Türkiye‘de su rezervuarlarının üzerinde güneş enerjisi sistemi kurulumu daha önce bir kaç kez küçük çaplı yapılmış. Ancak sisteme elektrik verecek hale gelmemiş. Bulunduğumuz alan AR-GE çalışması neticesinde sisteme elektrik verecek hale getirilmiş. 1 megavatlık bir elektriği sisteme vererek karadaki 2 megavatlık güneş enerjisi sisteminin de entegre olarak bu alandaki sulamanın yaklaşık yarısının enerjisini sağlar duruma gelmiştir.”
Su rezervuarı üzerinde yapılan güneş enerjisi sisteminin ‘temiz bir enerji’ olduğunu ifade eden Yumaklı, yüzer GES’lerin karada yapılan enerji sistemlerinden yüzde 10 daha verimli olduğunu kaydetti ve “Bu rezervuarlardaki elbette belli bir planlamayla yapılacak. Yapılacak olan güneş enerji sistemleri aynı zamanda karadaki alan ihtiyacı ile ilgili baskıyı da azaltacak” ifadelerini kullandı.
Bakan Yumaklı, bunun bütün ülke çapında yaygınlaştırılmasıyla ilgili Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile koordineli bir çalışma yürüttüklerini söyledi.
“Türkiye’deki bütün içme suyu hariç, su rezervuarlarının, barajların, göletlerin elbette belli bir seviyede olması gerekir. Yüzde 10’unu bile kullandığımızda Türkiye’nin yıllık elektrik ihtiyacının 4’te 1’ini karşılama potansiyeline sahip. Elbette bu konu teorik bir konu” ifadelerini kullanan Yumaklı, pratikte de başarılı örnekten hareketle bunun geliştirilmesi için çalışmaya devam edeceklerini kaydetti.
Yumaklı, konuşmasını şöyle tamamladı:
“Özellikle Kuzova pompaj sulaması için ilave bir 3 megavatlık kurulumla birlikte enerji ihtiyacının tamamını sağlayacağız. Bundan sonraki dönem için özellikle iklim değişikliğinin etkisi yine bu sistemin suyun buharlaşmasıyla alakalı sağlayacağı ciddi katkıyı da düşünerek bu projemizi geliştirmeye devam edeceğiz. Özellikle belli bir aşamadan sonra yaptığımız sulama sistemlerinin tamamını kapalı sulama sistemi yapıyoruz, eğer mümkünse cazibe sulamayla birlikte. Elbette tarım için çok önemli olan suyun verimliliğe olan katkısını sağlayarak üretimimizi artırmaya çalışıyoruz.”
Yüzer güneş enerji santrali projesinin ülke çapında yaygınlaştırılması hedeflendiği ifade ediliyor.
Yüzer güneş enerji santrali, su yüzeyine monte edilmiş güneş paneli sistemlerinden oluşan bir yapı. Bu sistemler, genellikle barajlar, göletler veya sulama kanalları gibi yapay su rezervuarları üzerine kuruluyor ve temel amaç, karadaki değerli araziyi işgal etmeden güneş enerjisinden elektrik üretebilmek.
Yüzer GES’lerde kullanılan güneş panelleri, su yüzeyinde yüzen platformlar üzerine monte ediliyor. Bu platformlar, genellikle HDPE (yüksek yoğunluklu polietilen) gibi hafif ve suya dayanıklı malzemelerden yapılıyor. Paneller, güneş ışığını yakalayıp elektriğe dönüştürmek için fotovoltaik hücreler içeriyor. Elektrik, daha sonra kablo yoluyla karaya taşınıyor ve burada ya doğrudan kullanılıyor ya da elektrik şebekesine aktarılıyor.
Yüzer GES’ler, karasal güneş enerji santrallerine göre birkaç önemli avantaja sahip. İlk olarak, suyun soğutma etkisi panellerin verimliliğini artırır. Güneş panelleri sıcaktan olumsuz etkilendiğinden, su üzerinde olmaları aşırı ısınmayı önler ve enerji üretimini optimize eder. İkincisi, bu sistemler su yüzeyini kaplayarak buharlaşmayı azaltır ve su kaynaklarının korunmasına katkı sağlar. Üçüncü olarak, yüzer GES’ler, arazi kullanımı konusunda esneklik sunar ve özellikle arazi kıtlığı olan bölgelerde tercih ediliyor.
Kagoshima Nanatsujima Yüzer Güneş Enerji Santrali
Yüzer GES teknolojisi dünya genelinde birçok farklı projede uygulanıyor. Öne çıkan örneklerden biri Japonya‘da, Kagoshima‘da yer alan Kagoshima Nanatsujima Mega Güneş Enerji Santrali.
Kasım 2013’te faaliyete geçen bu tesis, Japonya’nın ilk ‘offshore’ güneş enerjisi projesi olarak biliniyor. Kagoshima Nanatsujima, yaklaşık 70 MW kapasite ile bir zamanlar Japonya’nın en büyük güneş enerjisi santraliydi ve 290,000 güneş paneli kullanılarak yaklaşık 127 hektarlık bir alanda kurulu.
Hollanda’da ise, Kuzey Denizi’ndeki bir deniz yosunu çiftliğinde başlatılan pilot bir proje, Hollanda ana karasına 3 yıl içinde temiz yenilenebilir enerji sağlamayı hedefliyor. 2018’de hayata geçirilen ve 30 metrekarelik panellerle 2,500 metrekarelik bir alana genişleyen proje, yaklaşık 500 tipik Hollanda evine elektrik sağlayacak kapasiteye ulaşmayı amaçlıyor.
Türkiye’nin enerji sektörünün gelecekteki potansiyelini ve ülkedeki yenilikçi girişimleri uluslararası arenaya taşıyan Solar+Storage NX Fuarı‘nda, 7-9 Kasım 2024 tarihlerinde Güneş Enerjisi ve Enerji Depolama teknolojilerindeki gelişmeler sunulacak.
Güneş enerjisi, enerji depolama, elektrikli ulaşım ve dijitalleşme gibi alanlarda sektördeki en yeni ürün ve teknolojileri sergilenecek fuarda, 150’den fazla firma ve Amerika,Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında bulunan 80’den fazla ülkeden 10 binden fazla sektör profesyonelinin bir araya getirilmesi hedefleniyor.
Solar+Storage NX Fuarı, 200’den fazla üst düzey yetkiliyi ve satın almacıyı ikili iş görüşmeler yapmak üzere İstanbul‘da ağırlayacağını duyurdu. Ayrıca Balkanlar, Kuzey Afrika ve CIS ülkeleri başta olmak üzere, özel nitelikli alım heyetlerinin fuara katılım sağlaması planlanıyor.
Fuara destek veren Güneş Enerjisi Sanayicileri ve Endüstrisi Derneği‘nin (GENSED) Yönetim Kurulu Başkanı Tolga Murat Özdemir, “Güneş enerjisini artık alternatif bir enerji kaynağı olmaktan çıkartıp depolamanın da desteğiyle bir baz enerji kaynağı haline getirmemiz gerektiğini düşünüyoruz” dedi.
Fuar boyunca konferans, seminer ve yarışmalar düzenlenecek
Etkinlik sürecinde konunun uzmanlarının katılacağı paneller, konferanslar ve seminerlerin yanı sıra yarışmalar ve atölye çalışmaları da yapılacak.
Fuarda Women in Renewable Energy (WiRE), OSGP Alliance (Open Smart Grid Protocol Alliance), AFSEA (African Sustainable Energy Association), AKÜDER (Akümülatör ve Geri Kazanım Sanayicileri Derneği) ve ODTÜ Güneş Enerjisi Araştırma ve Uygulama Merkezi (ODTÜ-GÜNAM) gibi kuruluşlarla birlikte ortak oturumlar da gerçekleştirilecek.
İngiltere‘nin Avrupa Birliği‘nden çıkışı sonrası imzalanan ticaret anlaşmaları ve getirilen yeni kurallar üzerine, Save British Farming ve Fairness for Farmers gibi çiftçilik örgütleri, hükümetin politikalarının İngiliz çiftçilerini ‘katlettiğini’ ve dünyanın en kötü ticaret anlaşmalarından bazılarını müzakere ettiğini iddia ederek, protesto gösterisi düzenledi.
Euronews’in aktardığına göreLondra‘nın güneyinden Parlamento Meydanı‘na yavaşça ilerleyen traktörlerle gerçekleştirilen protestoda, çiftçiler “çiftçi yoksa gıda yok, gelecek yok” sloganlarıyla hükümeti harekete geçmeye çağırdı. Protestocular, İngiltere’nin yasakladığı standartlarda üretilmiş gıdaların ithalatına izin veren ve yerel çiftçileri zarara uğratan ticaret anlaşmalarının sonlandırılmasını talep etti.
Save British Farming’in kurucusu Liz Webster, hükümetin çiftçilere destek verdiği yönündeki iddiaların gerçeği yansıtmadığını ve yapılan ticaret anlaşmalarının İngiltere tarımını olumsuz etkilediğini belirtti. Brexit sonrası yaşanan bu durum, çiftçilerin bürokratik zorluklar, ihracat güçlükleri ve işgücü eksiklikleriyle mücadele etmesine neden oldu. Özellikle Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkelerle yapılan anlaşmalar, ucuz ithalat karşısında rekabet edememelerine yol açtı.
Brexit’in İngiltere tarım sektörüne etkileri, çiftçiler arasında büyük bir memnuniyetsizlik yarattı. Avrupa Birliği’nin ortak tarım politikalarının dışında kalan İngiltere, yeni ticaret anlaşmalarıyla kendini zor bir durumda buldu.
Fotoğraf: Gareth Fuller / PA
Bu anlaşmaların, özellikle gıda güvenliği standartları konusunda, İngiltere’nin katı yasalarına uymayan ürünlerin ülkeye girişine izin vermesi, yerel çiftçiler için adil olmayan bir rekabet ortamı oluşturdu. Yerel çiftçiler, kendi ürünlerini daha yüksek üretim maliyetleriyle yetiştirirken, daha düşük standartlarda ve daha ucuz maliyetle üretilmiş ithal ürünlerle rekabet etmek zorunda kaldılar.
Bu durum, İngiltere’de tarım sektörünün geleceğini belirsizliğe itti. Uzun vadede, bu rekabet koşulları, İngiltere’nin gıda güvenliğini ve tarım sektörünün sürdürülebilirliğini tehdit ediyor. Yerel çiftçilerin üretimini devam ettirebilmesi ve İngiltere’nin kendi gıdasını üretebilme kapasitesini koruyabilmesi için, hükümetin ticaret anlaşmaları üzerinde yeniden düşünmesi ve yerel tarım sektörünü koruyucu önlemler alması gerekiyor.
Protestolar, sadece İngiltere’nin tarım politikalarına yönelik değil, aynı zamanda gıda güvenliği, çevresel sürdürülebilirlik ve yerel ekonomilere destek gibi geniş kapsamlı konulara da dikkat çekiyor.
Avrupa Birliği’nin gıda ve yemde güvenliği hedefleyerek 1979’da oluşturduğu ve 2014’te tüketicinin kullanımına açtığı RASFF sisteminde, Şubat 2024’te Türkiye’den ihraç edilen farklı kategorilerdeki gıdaların 34’ünde yasaklı madde kullanımına veya izin verilen miktarın üstünde kullanımına rastlandı.
Mandalinadan kuru kayısıya, helvadan sumak tozuna kadar birçok farklı ürünün bildirim aldığı listede ürünlerin 18’i sınırda reddedilirken, 16’sı ülkelere giriş sağlayabildi. Sınırda reddedilen ürünlerin ise akıbeti bilinmiyor.
Diğer gıda ürünleri, evcil hayvan maması, kuruyemiş, fındık ve tohumlar, meyve ve sebze, otlar ve baharatlar ve şekerleme gibi altı farklı kategorinin olduğu listeye buradan ulaşabilirsiniz.
En çok bildirim alan gıdalar
21 farklı ürünün bildirim aldığı listede en çok bildirim alan gıda ocak ayında da olduğu gibi kuru incir olurken kuru incire en yakın gıda yine Antep fıstığı oldu. Listede çeşitli tohumların ve mamanın olması da dikkat çekti.
Hangi ülkeler bildirdi?
Şubat ayında toplam 14 ülke bildirim verirken, listenin başında sekiz bildirimle Bulgaristan yer aldı. Bulgaristan’ı altı bildirimle Fransa takip ederken, beş bildirim Almanya’dan, üç bildirim İtalya’dan, 2’şer bildirim Hollanda ve Yunanistan’dan geldi.
Gıdalarla ilgili en çok bildiride bulunan ülkeler
Nedir bu maddeler?
Beslenme Uzmanı Ersin Özdemir, gıdalarda bulunan maddeleri Yeşil Gazete için yorumlamıştı:
Klorpirifos: Klorpirifos Dünya Savaşı sırasında sinir gazı olarak kullanılmıştır. Bu maddeyi gıdalarda kullanmak, tüketicilerin sinir sistemini tahrip eder; diyabet, Alzheimer, Parkinson gibi hastalıkları da tetikleyebilir.
Siyanür: Çok ağır bir metal. Dokularda ve yağ hücrelerinde birikerek birçok hastalığın tetiklenmesine sebebiyet verebilir.
Bupurozin: Kadın rahim yollarında veya erkek üreme sistemlerinde kısırlık sebebidir. Bupurozin kullanımının artması kısırlık vakalarını ciddi oranda arttırabilir.
Mikotoksin: Mikotoksinler, bir gıda ürününde olumsuz küf ve bakteri yoğunluğunun fazla olduğunu ifade eder. Bu da alerji, mide sorunları, hazımsızlık gibi hastalıklara sebebiyet verir. Toplumumuzda bu rahatsızlıkları görmemizin temel nedenlerinden biri de bu tarz ürünlerin kullanımının artmasıdır.
Hidrojen Peroksit: Sinir sistemi ve böbreğe ciddi zararlar veren bir maddedir.
Benzo(a)piren: Petrol türevi maddelerdir. Hücrede toksiklik oluşturur ve birikim yaparak hücrenin kendisini yenileme özelliğini etkiler.
E220: En yalın ifadeyle kükürt dioksittir. Solunum yolları, alerji ve epilepsi ataklarını artırdığı bilinen bir maddedir. Ürünleri albenili göstermek için kullanılır.
Salmonella: İnsan vücuduna ciddi anlamda zarar veren fırsatçı bir türdür. Maruz kalınma miktarı artarsa idrar yolu hastalıkları, mide ağrıları ve krampları gibi hastalıklara yol açabilir.
Trakya‘da çam ağaçlarının sağlığını tehdit eden ve ‘tırtıl’ denilen çam kese böceği popülasyonundaki artış dikkat çekici boyutlara ulaştı. Trakya Üniversitesi Havsa Meslek Yüksekokulu’ndan Prof. Dr. Mustafa Tan, küresel iklim değişikliği ve bölgede yaşanan ılıman kışların, bu zararlı popülasyonun artışında önemli rol oynadığını belirtiyor.
Prof. Dr. Mustafa Tan AA muhabirine yaptığı açıklamada, iklim değişikliğinin, tarımsal faaliyetlerin yanı sıra tüm ekosistemi etkilediğini ve zararlılarla mücadeleyi zorlaştırdığını ifade etti. Trakya bölgesinde, özellikle çam kese böceği olarak bilinen tırtıl türünün popülasyonundaki artışa dikkat çekiliyor.
Kızılçam ağaçlarının dallarına yaptıkları pamuksu yuvalarda çoğalan tırtıl türünün ağacın yeşil yapraklarıyla beslendiğini anlatan Tan, tırtılların gelişimini durdurduğu ağaçların yapraklarını sarartıp kurumasına neden olduğunu belirtti.
Prof. Dr. Tan, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Zararlı böcek larvaları soğuk geçen kış aylarında belirli oranda ölürler ancak kış aylarında düşük sıcaklık yaşanmazsa zararlı popülasyonu artış gösterir. Nitekim son birkaç yıldır Trakya’da uzun ve soğuk geçen bir kış periyodu yaşanmadı. Zaten meteorolojik veriler dünyada son 255 yılın en sıcak şubat ayını yaşadığımızı bildiriyor. Ilıman geçen kış periyodu çam kese böceği popülasyonunun artmasına yol açıyor. Bundan dolayı bölgemizde çam ağaçlarının ölümü ciddi boyutlara ulaştı.”
Bölgedeki çam ağaçları üzerinde yoğun olarak görülen tırtıl popülasyonunun, kış aylarının ılıman geçmesiyle birlikte artış gösterdiği belirtiliyor. Soğuk kış şartlarının zararlı popülasyonunu kontrol altında tuttuğu, ancak son yıllarda yaşanmayan uzun ve soğuk kışların, tırtıl popülasyonunun artmasına zemin hazırladığı vurgulanıyor.
Tırtıllarla mücadelede kimyasal ilaçlama yerine, biyolojik ve fiziksel yöntemlerin tercih edilmesi gerektiği üzerinde duruluyor. Prof. Dr. Tan, küçük alanlarda uygulanabilecek elle toplama ve doğal düşmanların çoğaltılması gibi yöntemlerin etkili olabileceğini belirterek, “Bu duruma mutlaka önlem alınması gerekiyor. Aksi takdirde yıllarca verilen emekler sonucunda büyütülmüş olan çam ağaçlarını büyük oranda kaybetmiş olacağız” dedi.
Tan, ağaçlık alanda yapılacak ilaçlamanın faydalı böceklerin de ölmesine yol açacağını ifade eti ve “Küçük alanlarda ağaçlar üzerindeki pamuksu yuvaların tırtıllar uyanmadan toplanarak imha edilmesi pratik bir yöntemdir. Bu böceklerle beslenen avcı böcekler ve kuş türlerinin çoğaltılması da etkili yöntemlerden biri” diyerek açıkladı.
Artan tırtıl popülasyonunun, çam ağaçlarının sağlığı üzerindeki etkileri ve alınması gereken önlemler konusunda farkındalık yaratılması hedefleniyor. Bölge ormanlarının korunması ve sürdürülebilir bir ekosistem için gerekli adımların atılması gerektiği vurgulanıyor.
Çam kese böceği nedir?
Çam kese böceği (Thaumetopea pityocampa), Thaumetopoeidae familyasına ait bir zararlı böcek türüdür ve çam ağaçlarının alt dallarına sıralar halinde yumurtalarını bırakır. Yumurtadan çıkan tırtıllar, çam ağaçlarının yeşil ibreleri ile beslenirler, bu da ağaçların sağlığını ciddi şekilde tehdit eder.
Çam kese böceği, Avrupa, Asya, Afrika ve Kuzey Amerika gibi geniş bir coğrafyada yayılış gösteriyor. Türkiye‘de ise özellikle Akdeniz, Ege, Marmara ve Karadeniz Bölgesi‘nin sahil kesimlerinde ve Orta Anadolu‘nun güneye bakan kesimlerinde; daha çok kızılçam ormanlarında ve zaman zaman sedir ve karaçam gibi diğer ormanlarda görülebiliyor.
Çam kese böceği ile mücadele, mekaniksel, kimyasal ve biyolojik yöntemlerle yapılıyor. Mekaniksel mücadelede, keselerin ağaçtan toplanıp yok edilmesi, kimyasal mücadelede ise ilaçlama yöntemleri tercih ediliyor ancak kimyasal mücadele, yararlı böceklerin de zarar görmesine neden olduğundan tercih edilmiyor. Biyolojik mücadelede ise doğal düşmanlar kullanılarak tırtılların popülasyonları kontrol altına alınıyor.
Çam kese böceğinin tırtılları, özellikle gece saatlerinde aktif olarak, çam ağaçlarının ibrelerine zarar veriyor. Bu zarar, ağaçların büyümesini yavaşlatıyor ve tırtılların alerjen etkisi, insanlar ve diğer memelilerde de sağlık sorunlarına yol açabiliyor. Tırtıllar, feromon salgılayarak uzun konvoylar oluştururlar ve bu sayede besin kaynaklarına birlikte ulaşıp, hayatta kalma şanslarını artırırlar.
Uzmanlar, çam kese böceği ve tırtıllarının zararlı etkileriyle mücadelenin orman sağlığını korumak ve biyoçeşitliliği sürdürmek için önemli olduğunun altını çiziyor. İklim değişikliğinin etkileriyle daha fazla ısınan bölgelerde erken görülmeye başlanan ve Trakya’daki çam ağaçlarını tehdit eden tırtıl popülasyonundaki artış, iklim değişikliğinin de somut sonuçlarından biri olarak değerlendiriliyor.
Avustralya Pasifik Bakanı Pat Conroy, bugün (26 Mart) parlamentoda yaptığı açıklamada Tuvalu‘nun yeni hükümetinin anlaşmayı değiştirmemeyi kabul etmesinin ardından Avustralya ve Pasifik Adaları ülkesi Tuvalu’nun güvenlik ve iklim göçü anlaşmasını sürdüreceğini söyledi.
İki ülke anlaşmayı Kasım 2023’te duyurmuş ancak deniz seviyesinin yükselmesi nedeniyle tehdit altında olan 11 bin nüfuslu bu uzak mercan adası ülkesindeki seçim kampanyası sırasında anlaşma, şüpheye düşmüştü.
Reuters‘ın Kirsty Needham‘ın aktardığına göre; Feleti Teo, Tayvan, Çin, Amerika Birleşik Devletleri ve Avustralya tarafından yakından izlenen bir genel seçimin ardından, Güney Pasifik‘teki jeopolitik nüfuz mücadelesinin ortasında, Şubat ayında başbakan oldu.
Tuvalu, Nauru‘nun geçen ay bağlarını koparıp Pekin‘e geçmesinin ardından Tayvan‘ın kalan üç Pasifik müttefikinden biri.
Pat Conroy, parlamentoda yaptığı konuşmada “Tuvalu’nun yeni hükümeti Falepili Birliği‘ne devam etme arzusunu teyit etti” dedi ve anlaşmayı onay için masaya koydu. Avustralya’nın egemenliğine saygı gösterilmesini sağlamak için Tuvalu ile yakın işbirliği içinde çalışacağını da sözlerine ekledi. Conroy şunları aktardı:
“Avustralya, Tuvalu’ya büyük bir doğal afet, hastalık salgını ya da askeri saldırıya karşı yardım etmeyi taahhüt ediyor. Bu, Tuvalu’nun böyle bir yardım talebinde bulunmasına bağlı.”
Conroy ayrıca “Tuvalu, Avustralya ile herhangi bir üçüncü taraf güvenlik veya savunma düzenlemesini karşılıklı olarak kabul edecektir” dedi.
Anlaşma her yıl Tuvalu’dan Avustralya’ya 280 kişinin göç etmesine olanak sağlarken, aynı zamanda Tuvalu’nun devlet olma özelliğinin, iklimle ilgili deniz seviyesindeki yükselmeler nedeniyle toprakları sular altında kalsa bile devam edeceğini kabul ediyor.
Dışişleri Bakanı Penny Wong bunun “1975 yılında Papua Yeni Gine‘nin bağımsızlığı için yapılan anlaşmalardan bu yana Avustralya ile Pasifik ortaklarından biri arasındaki en önemli anlaşma” olduğunu söyledi.
Irak hükümeti, iklim değişikliği ve küresel ısınmanın neden olduğu olası kuraklıkla mücadele etmek için Basra kentinde mangrov ormanları oluşturma projesine başladı. Yaz aylarında sıcaklıkların 50 dereceyi aştığı bölgede, mangrov ağaçları dikilerek hem hassas türden bitkilerin korunması hem de iklim değişikliğiyle mücadele amaçlanıyor.
Basra Üniversitesi Araştırma Enstitüsü Üyesi Dr. Cihad Mecid, AA muhabirine yaptığı açıklamada Basra’da yaşanan iklim değişikliğine dikkat çekerken, yüksek sıcaklık ve suyun azalmasının olumsuz etkilerine karşı mangrov dikiminin önemini vurguladı.
Mecid, “Dünya genelinde ve Basra özelinde iklim değişikliği yaşanıyor. Basra’da yeşil alan kıtlığının yanı sıra petrol rafinerilerinden çıkan buhar, sıcak havaya ve suyun azalmasına neden oluyor” diyerek, yaşanan olumsuz şartlara karşı alternatif çözümler üretmek istediklerini belirtti.
Dr. Mecid, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Yüksek sıcaklığa ve nemli ortamlara karşı dayanaklı olan mangrov ağaçlarının dikimine ilk olarak 2018 yılında başladık. Basra’daki Hor ez-Zubayr Kanalı‘na mangrov fideleri dikmeye devam ediyoruz. Buradaki suyun tuz oranı yaklaşık yüzde 43. Mangrovun olumlu özelliklerinin yanı sıra boyu yaklaşık 7 metreye ulaşabiliyor. Bu da güzel bir yeşil alan oluşturuyor. Dolayısıyla aynı zamanda çevre turizmi kapsamında gelir de elde edilebilecek.”
Mangrov ağaçları, tuzlu suda yetişebilen ve karbondioksit gibi kirletici maddeleri emme özelliğine sahip tropikal bitkiler olarak hem doğal bir filtre görevi görüyor, hem de karbon depolayarak küresel ısınmayla mücadelede önemli bir role sahip.
Basra Valiliğine bağlı Mangrov Ormanı Yetiştirme Dairesi başkanı Dr. Eymen Rubayi, mangrov ağaçlarının ekonomik ve çevresel avantajlarını anlatırken, yıllık olarak 500 bin ila 1 milyon arası mangrov ağacı dikme planlarından bahsetti.
Rubayi, “Tropikal bitkilerden olan mangrov ağaçları tuzlu suda yetişiyor ve karbondioksit gibi kirletici maddeleri emme özelliği bulunuyor. Küresel ısınma ve iklim değişikliğine karşı dirençli bir ağaç türü olduğu için mangrov dikimine önem veriyoruz” diyerek açıkladı.
Mangrov ağaçlandırma çalışmalarının, yerel halk için yeni gelir kaynakları oluşturabileceği ve bölgedeki çevre turizmini canlandırabileceği belirtiliyor. Ayrıca, bu çalışmaların yerli ve göçmen kuşlar için barınak oluşturarak biyoçeşitliliği destekleyeceği vurgulanıyor.
Halen 100 bin kilometrekare alana mangrov ağacı dikeceklerini bildiren Rubayi, bu tür bitkilerin fazla suya da ihtiyaç duymayacağını kaydetti. Rubayi, “Mangrov ağaçları Irak’ta tarım alanında devrim yaratabilecek. Yıllık olarak 500 bin ila 1 milyon ağaç dikeceğiz” dedi.
Mangrov ağacı nedir, neden faydalı?
Mangrov ağaçları, tropikal ve subtropikal bölgelerin kıyı şeritlerinde yetişen, tuzlu su koşullarına uyum sağlayabilen benzersiz ağaç ve çalı türleri olarak tanımlanıyor. Yaklaşık 70 farklı mangrov türü bulunuyor ve bu türler, özellikle deniz seviyesinin hemen üstündeki sığ, tuzlu su alanlarında gelişiyor. Mangrov ekosistemleri, deniz ve kara arasında doğal bir geçiş bölgesi oluşturarak, birçok hayvan ve bitki türü için yaşam alanı sağlıyor.
Mangrovlar, atmosferdeki karbondioksiti etkili bir şekilde tutar ve karbon depolar. Bu özellikleriyle, küresel ısınma ve iklim değişikliğiyle mücadelede hayati bir rol oynar. Mangrov ormanlarının toprakları, diğer orman tiplerine göre daha fazla karbon depolama kapasitesine sahip ve bu sayede mangrovlar, “mavi karbon” deposu olarak adlandırılıyor.
Mangrov ağaçlarının yoğun ve iç içe geçmiş kök sistemleri, erozyonu önlemede, kıyı şeridini güçlendirmede ve deniz seviyesi yükselmesi, fırtına dalgalanmaları gibi doğal afetler sırasında doğal bir bariyer görevi görüyor. Bu özellikleriyle bereketli mangrov ormanları, özellikle kasırga ve tropikal fırtınaların sıkça yaşandığı bölgelerde hayati öneme sahip.
Mangrov ekosistemleri, aynı zamanda çok sayıda deniz canlısı, kuş türü ve diğer vahşi yaşam için önemli bir yaşam alanı oluşturarak biyoçeşitliliği koruma ve deniz kaynaklarının sürdürülebilirliğini destekleme açısından da önemli canlılar olarak kabul ediliyor. Balıklar, kabuklular ve çeşitli sucul organizmalar mangrov kökleri arasında korunaklı bir sığınak ve üreme alanı buluyor ve bu da su canlıların yaşam alanları için oldukça önemli.