İstanbul Üniversitesi (İÜ) Su Bilimleri Fakültesi bilim insanları tarafından yürütülen ve Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ile iş birliği içinde gerçekleştirilen “Marmara Denizi’nde Denizanası Artışları Sebep ve Sonuçları” başlıklı projede, denizanası popülasyonunun özellikle İstanbul kıyıları ve körfez bölgesinde yoğun şekilde arttığı belirlendi.
Araştırma kapsamında, “R/V Yunus-S” gemisiyle yapılan deniz seferlerinde ve dalgıçlar tarafından su altında yapılan gözlemlerle, denizanası örnekleri toplandı. Farklı derinliklerden alınan bu örnekler incelendiğinde, denizanası sayısındaki artışın yanı sıra, bu canlıların ekosistem üzerindeki etkileri de detaylı bir şekilde araştırıldı.
AA’ya konuşan İÜ Su Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Melek İşinibilir Okyar, yaptığı açıklamada, denizanalarının ekosistemdeki olumsuz değişikliklere uyum sağlama yetenekleri sayesinde hayatta kalmada başarılı olduklarını ve sayılarını artırdıklarını belirtti.
İstanbul Üniversitesi (İÜ) Su Bilimleri Fakültesince Marmara Denizi’nde yapılan çalışmalarda, küresel ısınma nedeniyle her yıl balık stoklarında, balık türlerinde ve oksijen seviyesinde azalma olduğu tespit edildi. İÜ Su Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Melek İşinibilir Okyar, konuya ilişkin açıklamalarda bulundu. ( Hikmet Faruk Başer – Anadolu Ajansı )
Marmara Denizi’nde denizanası neden artıyor?
Prof. Dr. Okyar, Marmara Denizi üzerindeki yoğun insan baskısının ve kirliliğin, denizanası popülasyonundaki artışa zemin hazırladığını ifade etti.
Sıcaklık artışlarının da denizanası üreme kapasitesini artırdığına dikkat çeken Okyar, Marmara Denizi’nde kış aylarında bile su sıcaklığının yaklaşık 20 derece olarak ölçüldüğünü ve bu durumun denizanası üremesini teşvik ettiğini vurguladı.
Ayrıca, denizanalarının aşırı çoğaldığı zamanlarda ölümlerinin su kalitesini bozduğu ve ekosistemin işleyişinde değişikliklere neden olduğu belirtildi.
Marmara Denizi’nin ekosistemi, insan eliyle kirletiliyor olmasının yanı sıra iklim krizi nedeniyle de tehdit altında. Yine insan eliyle körüklenen iklim krizi, yalnızca karanın değil, denizlerin de aşırı ısınmasına neden olarak tehdit oluşturuyor.
2024 yılının ocak ayı, Türkiye genelinde sıcaklık değerlerinde dikkate değer bir artışa tanık oldu. Kırklareli’nden Gazipaşa’ya, Yozgat’tan Trabzon’a kadar bazı bölgeler mevsim normallerine yakın sıcaklıklar yaşanırken, ülkenin büyük bir kısmı ortalama sıcaklık değerlerinde normallerin üzerine çıktı.
1991-2020 dönemine ait ocak ayı sıcaklık ortalaması 2,9°C iken, 2024 ocak ayında bu değer 5,7°C’ye ulaşarak neredeyse iki katına çıktı. Bu durum, son 53 yılın en sıcak ocak ayı olarak kaydedildi.
Avukat Feyza Altun için, sosyal medya üzerinden yaptığı şeriat içerikli paylaşım sonrası ‘halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme’ suçlamasıyla, hapis cezası istendi.
Avukat Feyza Altun hakkında, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımın ardından Beykoz Cumhuriyet Başsavcılığı‘nca ‘Halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme’ suçundan soruşturma başlatılmıştı. Soruşturma kapsamında Feyza Altun’un Beykoz’taki evinde arama yapıldı. 20 Şubat Salı günü savcılıkta ifadesinin ardından tutuklama talebiyle sulh ceza hakimliğine sevk edilen Altun, yurt dışı çıkış yasağı ve haftada iki gün karakola imza atma şeklinde adli kontrol ile serbest bırakılmıştı.
Fotoğraf: DHA
Altun, ifadesinde söz konusu paylaşımı kendisinin yaptığını doğrularken, şeriatın din olarak değil, siyasi bir rejim olarak görülmesi gerektiğini ve dini bir inanca hakaret amacı taşımadığını belirtti. İddianamede Türk Dil Kurumu’na göre şeriatın kelime anlamının, “Kur’an’daki ayetlerde Hz. Muhammed’in sözlerine dayanan islam kanunu, islam hukuku” olduğuna da değinildi.
İddianamede, Altun’un paylaşımının binlerce kullanıcının dini değerlerine yönelik ağır bir saldırı olarak algılandığı ve kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlike oluşturduğu da belirtiliyor. Altun’un “din bakımından farklı özelliklere sahip halkın bir kesimini diğer kesiminin aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrikte bulunmak” suçunu işlediği iddia ediliyor.
Feyza Altun ne demişti?
Avukat Feyza Altun, sosyal medya hesabından yayınladığı Farsça şiirin altına yapılan yoruma verdiği yanıtta, şeriatla ilgili bir ifade kullandı. Altun, tepkilerin ardından paylaşımını sildi.
Soruşturma kapsamında 19 Şubat’ta gözaltına alınan Altun, emniyetteki işlemlerinin ardından ertesi gün sevk edildiği Beykoz Adliyesi’nde tutuklanması talebiyle Sulh Ceza Hakimliği’ne gönderilmişti. Hakimlik, Altun’un “yurt dışına çıkış yasağı” ve “haftada 2 gün karakola imza atma” şartını içeren adli kontrol tedbirleri kapsamında serbest bırakılmasına karar vermişti.
Feyza Altun’un gözaltı sürecine tepki yağıyor
BBC‘nin aktardığına göre Avukat Feyza Altun’un gözaltı sürecine Türkiye‘de kadın hakları alanında çalışan örgütlerden hukukçulara farklı kesimler de tepki gösterdi.
Hukukçu Gönenç Gürkaynak, laik devletlerin şeriatı korunacak kutsal bir değer olarak tanıyamayacağını açıkladı, “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası‘nın 2. maddesi, zaten şeriati doğrudan dışlar. ‘Türkiye Cumhuriyeti…insan haklarına saygılı…demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” diye hatırlattı.
Avukat Feyza Altun sosyal medyada şeriat aleyhinde sert söylem geliştirdiği için onun hakkında adli kolluk tedbiri uygulanması konusuna dair hukuki değerlendirmem şudur:
Vatandaşın, bir söyleminin zarif olması yükümlülüğü yoktur. Kaldı ki, şeriate karşı sert söylem…
Kadın Meclisleri Genel Sekreteri Fidan Ataselim, Feyza Altun ile yaptığı basın açıklamasında, “Şeriat sloganları adliyelerden meydanlara yankılanıyor, kadınlar tehdit ediliyor. Laik yaşamlarımızdan asla vazgeçmeyeceğiz. Karşılarında dimdik duran kadınları görecekler” dedi.
Serbest Gazeteci Nur Doğan ise sosyal medya platformu X hesabından, “Şeriatle yönetilen ülkelere bakın; İran, Afganistan, Arabistan… kadınların hiçbir söz hakkının olmadığı, ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüğü dahası acımasızca öldüresiye cezalandırıldığı bir sistem. Bir kadın olarak neden bunu tercih edelim! Üslubu ise Feyza Altun’un kendisini bağlar beni de ilgilendirmez ama şeriat istememek islama hakaret değildir. Çünkü şeriat politik bir rejimdir” dedi.
Hukuçu Kerem Altıparmak ise konuyu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi‘nin (AİHM), Refah Partisi ve Zehra Vakfının kapatılmasına ilişkin davalardaki yaklaşımını esas alarak yorumladı. Altıparmak AİHM’nin “şeriatı getirmeyi amaçlayan parti ve tüzel kişinin kapatılmasını meşru gördüğünü” hatırlatak, “Anayasa’daki temel ilkeler ve Avrupa Konseyi standartları böyleyken; laikliği, demokrasiyi, eşitliği ve demokrasiyi doğrudan hedef alan bir dini düşünceye salt halkın bir kesimi inandığı için mevcut hukuk düzeninde hukuki koruma sağlanamaz” dedi.
Amasya Taşova’ya bağlı Çambükü köylülerinin OSB çilesi bitmiyor.
Geçtiğimiz yıl kararlı direnişleri sonucu projeyi iptal ettiren Çambükü köylüleri projenin tekrar gündeme geldiğini mahkeme sonucuna göre tekrar topraklarını savunacaklarını söylüyor.
OSB’nin yapılacağı daha uygun alanlar olduğunu söyleyen Çambükü köyü sakinleri “İki köy arasına sanayi bölgesi yapma kararı almışlar, OSB’nin büyümesi halinde köylerimiz de tehlike altında” diyor.
Köylerinin geçim kaynağının bamya ekimi ve hayvancılık olduğunu söyleyen yöre halkı, tarlalarına el konulduğunu, ne vali ne kaymakam ne de belediye başkanlarının kendilerini muhatap aldığından yakınıyor.
Mahkeme sonucunu beklediklerini belirten köylüler, sonuca göre topraklarını savunacaklarını anlatıyor.
Ne olmuştu?
Çambükü’nde OSB yapılmak istenen bölge 1995’te Taşova Kaymakamlığınca “Tarımı İyileştirme Projesi” kapsamında köylülere verilmişti. Sahada parselleme yapılmıştı. Devlet Su İşleri de bölgede teraslama ve su kanalı inşa etmişti ve bunların sonucunda topraklar tarım yapılmaya uygun hale gelmiş ve köylülere verilmişti.
Köylüler bu alanı yıllarca ekmiş, hayvanlarını otlatmıştı. 2021’de Amasya Valiliği aynı bölgeyi OSB yapmak için tahsis etti. Köylüler üç ayrı dava açtı.
Keşif köylünün lehine sonuçlandı ve ardından iptal edildi. Keşif öncesi köye gönderilen jandarma ve polisler iş makinalarıyla köye girdi. Birçok vatandaş toprağını korumaya çalışırken kolluk kuvvetlerinin sert müdahalesiyle karşılaştı.
Köyün kadınları ellerinde dallar tutarak toprağı işaret etti; işaret ettikleri iş makinalarıyla ezilmiş topraktan bitkilerin yeniden yeşerdiği görülüyordu. Birçok ağaç bu iş makinaları nedeniyle yok edildi.
Şubat’ta Çambükü köyünde, halkın mera ve tarlalarının üzerine yapılmak istenen Organize Sanayi Bölgesi (OSB) için mahkeme yürütmeyi durdurma kararı verdi. Mahkeme kararında OSB’nin yapılması durumunda telafisi güç zararlar meydana geleceğinin açık olduğu belirtilmişti.
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki, Erzincan İliç’teki facianın meydana geldiği altın madeninin fay hattı üzerinde bulunduğu ifadesine ilişkin, “Bu konuda ilk defa bilgi sahibi oluyorum. İddiaları ciddiye alıyorum ve araştıracağım” dedi.
Bakan Özhaseki, Işık’ın “İliç’teki madenin Kuzey Anadolu fay hattı üzerinde bulunduğu doğru mu?” sorusunu, “İlk defa duyuyorum ben de. Erzincan bir deprem bölgesi ve 1939’da yaşanan afette neredeyse yarısı yok olmuş. Ancak madenin bulunduğu bölge, Erzincan Merkez’e 100-120 km mesafede bir yer” diyerek cevapladı ve “ihbar kabul edip araştıracağım” dedi.
Az Önce KonuştumprogramındaCandaş Tolga Işık’ın sorularını yanıtlayan Bakan Özhaseki, geçirdiği sağlık sorunları nedeniyle olay yerine hemen gidemediğini anlattı. İliç’teki madenin 135 kez denetlendiğini vurgulayan Özhaseki, özellikle 2022’de yaşanan siyanür borusu patlaması sonrası madene en yüksek para cezasının verildiğini hatırlattı.
Bakan Özhaseki, madenin 5 Ocak’ta yapılan son denetiminde herhangi bir olumsuzluk tespit edilmediğini belirtti. Ayrıca, bakanlık ekiplerinin maden çevresindeki toprak, su ve hava kalitesini sürekli olarak denetlediğini ve şu ana kadar herhangi bir risk tespit edilmediğini de tekrarladı.
Işık’ın “Kamuoyunda çok tartışılan raporlarla ilgili yeniden bir denetleme sürecinin başlatılması söz konusu mu?” sorusuna Özhaseki, “Şu anda almış olduğumuz bir karar yok. Tehlikeli vasfı yüksek olan madenlerin ÇED’i bakanlıktan çıktığı için bizim de bu konuda ilgili genel müdürlüklerimiz var. Oradaki bütün ekipleri teyakkuz halinde baştan sona hepsine göndereceğiz” yanıtını verdi.
İliç’teki fay hattı haritadan çıkarıldı mı?
Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü‘nün (MTA), aynı bölgedeki Anagold maden sahasının altından geçen Ovacık fay hattı-Munzur segmentini resmi fay haritasından çıkardığı iddiaları ise gündemde.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Deniz Yavuzyılmaz’ın paylaştığı belgelere göre, 2013’te fay hattının yer aldığı harita, 2023’te güncellenen versiyonda fay hattı olmadan yayımlandı.
Yavuzyılmaz’ın paylaşımında belirttiği gibi, bu değişiklik, maden sahasının altından geçen fay hattının varlığının önceden bilindiğini ancak sonraki dönemde bu önemli jeolojik özelliğin göz ardı edildiğini öne sürüyor.
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Ankara Milletvekili Semra Dinçer, Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı tarafından cevaplanması istemiyle verdiği soru önergesinde, Atatürk Orman Çiftliği’ne (AOÇ) ait bir arazinin Adıyaman’daki bir belediyeye kiralanmasını eleştirdi.
Dinçer, “Söz konusu 3 dönümlük arazinin kiralanmasının gerekçesini anlamak mümkün değildir. Bu arazi hangi amaçla kullanılacaktır bilinmiyor. Ankara’da onca belediye dururken, 870 kilometre uzaklıktaki bir belediyenin buraya bir tesis kurma hevesi birçok şüpheyi beraberinde getirmektedir. 6 bin nüfuslu bir ilçeden kim gelip de bu tesisi kullanacaktır?” diye sordu.
Samsat Belediyesi tarafından kiralandığı iddia edilen bu arazinin bir tarikata devredileceği yönünde duyumlar aldığını ifade eden Dinçer, bölgedeki ticari amaçla kullanılan arazilerin çok yüksek meblağlara kiraya verilmesine rağmen bu arazinin 6 bin 500 lira gibi çok düşük bir meblağ ile kiralanmasının, “ayrıcalıklı bir guruba iltimas geçildiği şüphesini uyandırdığını” söyledi.
Söz konusu arazinin tüm bakım masraflarının AOÇ idaresi tarafından karşılanacağını söyleyen Dinçer, “Bu alana sosyal tesis yapacağı iddia edilmektedir. Bu belediye bırakın kendi şehrini, çevresinde 6 Şubat depreminden etkilenen onca şehir varken, neden Ankara’yı kendisine hedef belirlemiştir. Atamızın mirasının parça parça ranta ve talana açılmasına, tarikatlara peşkeş çekilmesine izin vermeyecek, bu konunu takipçisi olacağız. AKP iktidarının rant hırsıyla her geçen gün talan ettiği AOÇ’yi tarikatlardan ve her türlü pis elden koruyacak, AKP’nin insafına bırakmayacağız” dedi.
CHP’li Dinçer TBMM’ye verdiği soru önergesinde Tarım ve Orman Bakanı’na şu soruları yöneltti,
1. Bahsi geçen ve AOÇ arazisi üzerinde bulunan 3 dönümlük arazi Adıyaman Samsat Belediyesi’ne kiralanmış mıdır?
2. Kiralandıysa hangi gerekçeyle ve kaç yıllığına kiralanmıştır?
3. Bu alanın kiralanması için herhangi bir ihale yapılmış mıdır? Yapılmadıysa bu alan hangi mevzuata göre kiraya verilmiştir?
4. Çeşitli işletmelerin bulunduğu bu alanda ortalama kira bedelleri ne kadardır?
5. Bu arazinin 6 bin 500 lira bedelle kiraya verildiği doğru mudur? Kira bedeli neye göre belirlenmiştir?
6. Bu alanın daha sonra bir tarikata tahsis edileceği iddiaları doğru mudur?
AKP‘nin İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkan adayı Murat Kurum, Çevre Bakanı olduğu dönemde İliç‘teki Çöpler Altın Madeni için Anagold firmasına Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) olumlu raporu verilmesiyle ilgili eleştirilere yanıt verdi. Kurum, “Faaliyet iznini biz vermiyoruz. ÇED raporuyla, toprak kaymasının ne ilgisi var?” dedi.
KanalD‘de yayınlanan Neler Oluyor Hayatta programında açıklamalarda bulunan Kurum, şunları söyledi:
“İliç’teki kaza sonrasında dönemin çevre bakanı ÇED raporu verdi, bundan oldu diyorlar. Çevre bakanlığı çevre faaliyetini, çevreye olan etkisi var mı yok mu buna bakar. Her şey kuralına göre olur, bozan varsa da gereği yapılır. Bakanlık bu işletmenin sorunu var mı yok mu buna bakar. Faaliyet izni veremez. 135 kez denetlemişiz ve bu işletmeyi de kapatmışız üç ay. 2008’den beri ÇED’i var buranın. Birim artırmak istiyorum demiş, sorun olup olmadığının bildirilmesini istemiş. 21 kuruldan görüş aldık ve şu tedbirleri alırsanız çevresel açıdan sorunu yoktur demişiz. İlgili bakanlıktan da faaliyet izni almış. Şimdi oraya siz ÇED verdiğiniz için burası kaydı diyorlar ÇED raporu ile toprak kaymasının ne ilgisi var.”
Şimdiki Çevre Bakanı Mehmet Özhaseki, dün İliç’i ziyaretinde, “ÇED raporunu elbette Çevre Bakanlığı” verir demişti.
İSTANBUL’UN EN ÖNEMLİ SORUNLARI DEPREM VE ULAŞIM: Sahaya çıkmadan önce aylardır İstanbul’un sorunları ne diye takip ediyorduk. Öne çıkan 3 sorun var, biri deprem endişesi. Depremlerde acı tecrübelerimiz oldu. İstanbul’da 1.5 milyon konutun riskli olduğu söyleniyor. Deprem en önemli gündem olmalı. Ardından da ulaşım geliyor. Ömrünüzden zaman alan bir sıkıntı. Otopark sorunu var, sokak hayvanları sorunu, taksi sorunu var.
‘Evimizi bir an önce dönüştürün, deprem korkusu yaşamak istemiyoruz’ diyor vatandaş. İstanbul’da riskli yapı kalmasın istiyoruz. İş yerleri, sanayi üniteleri var. Depremin sizi nerede yakalayacağını bilmiyoruz. Bütün olarak, sanayi alanı, meydan ihyasına kadar, konutların dönüşümünü bütün olarak alan proje hazırladık. 650 bin konutun dönüşümü hedefledik.
Tuzla‘da 5 bin konutun temelini attık. Bir taraftan bakanlığımız bir taraftan İBB olarak elimizi taşın altına koyacağız. Kimseyi evinden mahallesinden etmeden o dönüşümü gerçekleştireceğiz. Yarısı bizden kampanyasını devam ettirirken bir taraftan 100 bin de kiralık konut yapacağız. Bu projeye entegre olacak. Sürekli İstanbul’un dönüşümü için bu konutları kullanacağız. Keşke İBB 5-10 bin konut yapsaydı da kullansaydık.
İMAMOĞLU’NA: SEN NE YAPACAKSIN? Bu konutların dönüşmesi gerekiyor diyoruz. Mevcut İBB yönetiminin danışman hocaları da söylüyor bunu. Alkışlıyoruz bunu da. Ekrem Bey şimdi ‘aha bizi alkışladılar’ diyecek. Bilim insanları bunu söylerken İBB yönetimi 650 bin konut yapımını doğru bulmuyoruz diyor. İstanbul’da deprem riskini herkes söylüyor. Bilim insanları söylerken buna rağmen yönetim, Ekrem bey çıkıp diyor ki gülerek yapılmaması konusunda net duruş sergiliyor. Sen ne yapacaksın? Bu insanlar depremin olmasını mı beklesin?
Milletin beklediği süslü laflar, kavga, ayrıştırma değil. Bir taraftan cemevi temeli atarken öbür taraftan esnafla buluştuk. Biz kimin dili, dini nedir diye bakmadık. Bizi biz yapan değerler budur. Bizim Alevi komşumuz da var, Kürt komşumuz da vardı, Laz komşumuz da vardı. Sevincimizi de hüznümüzü de beraber yaşadık. Birileri bu değerler üzerinden siyaset yapmayı meslek edinmiş. Şu anki anlayış maalesef İstanbul’u konuşmak yerine polemik siyasetinden medet umuyorlar. Proje yok, hayal yok.
SOKAKTA YAŞAYAN HAYVANLAR: Maalesef mevcut İBB yönetimi her soruna duyarsız kaldı. Sorunu görmezlikten gelmiş. Soruna karşı çaba göstermemiş. Sokak hayvanları var, kötülükleri görmüyorum diye insanların aklı ile dalga geçen cevaplar verilmiş. Bu anlayış bizi bir yere götürmez. Kadınların çocukların endişe ile gezdiği sorun haline gelmiş. Sokak hayvanlarına yapacağımız rehabilitasyon merkezlerinde bakımını üstleneceğiz. 39 ilçede rehabilitasyon merkezi kurup hayvanların her türlü bakımı yapılacak. 350-400 bin sahipsiz hayvandan bahsediyoruz ve sürekli ürüyorlar. Kontrol altına alamazsak sokakta bambaşka boyutu göreceğiz. Bu sorun var, ne yapalım görmezden mi gelelim?”
Irak‘ın bir zamanlar güçlü akarsuları olan Dicle ve Fırat nehirleri, kuraklık ve üst havzadaki barajlar nedeniyle güçsüzleşirken, kanalizasyondan tıbbi atıklara kadar birçok kirletici maddenin yükü altında can çekişiyor.
Birleşmiş Milletlerverilerine göre, nüfusun yarısının güvenli içme suyuna erişimi olmayan Irak’ta, devlet kurumları, nehirleri çöplüğe dönüştüren insan yapımı bir felaketten sorumlu tutuluyor. Su kaynakları bakanlığı sözcüsü Khaled Shamal, “Irak’taki su kirliliğinin tuhaf yanı, çoğu hükümet kurumunun buna neden olması” diyor.
Shamal, Irak’ın kanalizasyon ağının, iki büyük su yoluna, yüzeysel bir arıtma yapıldıktan sonra ya da hiç arıtma yapılmadan “büyük miktarlarda” atık su boşalttığı konusunda uyarıda bulunuyor ve “Bir nehrin yakınındaki çoğu hastane, tıbbi atıklarını ve kanalizasyonunu doğrudan nehire boşaltıyor, bu durum tehlikeli bir felaket” diyerek uyarıyor.
Dicle ve Fırat’taki kirlilik gözle görülür boyutta
France24‘ün aktardığına göre on yıllardır süren çatışmalar, kötü yönetim ve yolsuzluğun altyapıya ağır bir darbe vurduğu Irak’ta su kirliliği, birinci derecede sağlık tehdidi olarak görülüyor. Petrokimya fabrikaları, enerji santralleri ve gübreler ile diğer toksinleri taşıyan tarımsal drenaj, Irak’ın sularını daha da kirletiyor.
Bağdat’ın doğu banliyölerinde, Diyala nehrine kötü kokulu yeşil renkli su boşaltan bir boru, AFP tarafından görüntülenmişti.
Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu‘ndan (UNICEF) su uzmanı Ali Ayoub, Bağdat‘ın iki ana su arıtma tesisinin, tasarlandıkları kapasitenin iki katı bir yükle çalıştığı konusunda uyarıda bulunuyor. Tesisler, üç ila dört milyon nüfus için inşa edilmişken, bugün en az dokuz milyon kişi Bağdat’ta yaşıyor.
Ayoub, “Yetersiz altyapı, sınırlı düzenlemeler ve yetersiz kamu farkındalığı, Irak’ta su kalitesinin önemli ölçüde bozulmasına katkıda bulunan ana faktörler. Sanayi ve evsel atık suların üçte ikisi, günde altı milyon metreküp miktarında, nehirlerimize arıtılmadan boşaltılıyor” diyerek açıklıyor.
Ancak Ayoub’a göre Irak hükümeti su kalitesini iyileştirmek için adımlar da atıyor. Hükümet artık kirlilik kaynağı olabilecek projeleri, su arıtma sağlamadıkça onaylamıyor. “En savunmasız topluluklara özellikle güvenli içme suyu sağlamak” amacıyla “su ve sanitasyon sistemini güçlendirmek” için üç yıllık bir plan geliştirildiği ifade ediliyor.
Bağdat’ın merkezindeki Dicle kıyısı. Fotoğraf: Ahmad Al-Rubaye / AFP
Irak, kavurucu yaz sıcaklarına ve düzenli kum fırtınalarına maruz kalırken Birleşmiş Milletler’e göre iklim değişikliğinin bazı etkilerinden en çok etkilenen beş ülkeden biri olmaya devam ediyor.
43 milyon nüfuslu ülke, dört yıl üst üste şiddetli kuraklık çekti ve su kıtlığı aşırı seviyelere ulaştı. Su akışının önemli ölçüde azalması, kirlilik oranlarında artışa yol açtı ve yetkililer su kirliliğiyle mücadele için çeşitli önlemler alıyor. Irak’ın güneyinde durum daha da kötü; bölge halkı artık günlük ihtiyaçları için nehir suyuna güvenemiyor ve içme suyunu satın almak zorunda kalıyor.
Irak’ta su kirliliği uluslararası bir soruna dönüşmüş durumda
Irak’taki su kirliliği ve kıtlığıyla ilgili durum giderek daha ciddi bir hal alıyor. Al-Hamra köyündeki araziler birkaç yıl içinde çölleşmiş, bir zamanlar canlı akarsu yatakları kurumuş durumda. Yedi milyon insan, artan sıcaklıklar, yağış miktarındaki azalma ve nehir suyuna erişim eksikliği nedeniyle su kıtlığı riski altında. Ayrıca, Türkiye ve İran’daki baraj projeleri, Dicle ve Fırat nehirlerinin su seviyelerinin azalmasına katkıda bulunuyor ve bu durum Irak’ta su kıtlığını daha da kötüleştiriyor.
Irak’ta birçok insan, içme ve pişirme suyu için haftada 50 bin Irak dinarı (yaklaşık 37 dolar) harcamak zorunda. Çalışmak için Ramadi‘ye gitmeye çalışan ancak iş bulamayan aileler su kıtlığından ciddi şekilde etkileniyor. Ayrıca, su kıtlığı nedeniyle tarım sektörü de büyük zarar görüyor. Örneğin, Maysan vilayetindeki bir çiftçi, bu yılın kış aylarının, azalan yağmur miktarları ve nehirlerdeki su seviyelerinin düşmesi nedeniyle özellikle zor geçtiğini belirtiyor.
Fotoğraf: EPA
UNICEF tarafından yayımlanan bir rapora göre, Orta Doğu ve Kuzey Afrika (MENA) bölgesi, dünyanın en su fakiri bölgelerinden biri. Yaklaşık 66 milyon insan temel sanitasyon hizmetlerinden yoksun ve bölgedeki atık suyun çok düşük bir oranı uygun şekilde arıtılıyor. Irak’ta, çocukların gelişimi ve gelecekteki yaşam şartları üzerinde ciddi etkiler oluşturacak şekilde, yaklaşık 3 çocuktan 2’si güvenli su hizmetlerine erişemiyor.
Irak’ta su kıtlığı, tarımsal talebin artması, arazi kullanımındaki genişlemeler ve iklim değişikliği gibi faktörlerle daha da kötüleşiyor. Ülkede, 2020-2021 yağış mevsimi son 40 yılın ikinci en kurak dönemi oldu ve bu durum Dicle ve Fırat nehirlerindeki su akışında sırasıyla yüzde 29 ve yüzde 73’lük bir azalmaya neden oldu.
Düşünce kuruluşu Ember‘in bugün (22 Şubat’ta) yayınlanan analizine göre, 2024 itibarıyla Türkiye’deki hibrit santrallerde bulunan toplam güneş enerjisi kapasitesi, rüzgar enerjisi kapasitesini geride bırakıyor.
2023 yılı sonu itibarıyla güneş enerjisi, Türkiye’de üretim yapan ve planlama aşamasında olan 240 hibrit santralin tamamını yardımcı enerji kaynağı olarak öne çekiyor.
2024 itibarıyla hibrit santrallerdeki toplam 510 MW’lık güneş enerjisi kapasitesi, Türkiye’nin toplam güneş kapasitesini 12,2 GW’a ulaştırdı ve rüzgar enerjisi kapasitesini geride bıraktı.
Hibrit santrallerde ana kaynak olarak rüzgar enerjisi ön plana çıkıyor; 14 rüzgar enerjisi santrali Türkiye’deki tüm hibrit santral kapasitesinin yüzde 63’ünü oluşturuyor.
Yayınlanan rapora göre hidroelektrik, 80 MW’lık yardımcı kaynak güneş enerjisi santrali (GES) ile rüzgarın ardından ikinci sırada geliyor ve bu kapasitenin tamamı ülkedeki tek hidroelektrik-güneş hibrit santrali olan Aşağı Kaleköy Hidroelektrik Santrali‘nde yer alıyor. Geriye kalan 110 MW’lık hibrit güneş kapasitesi ise diğer ana enerji kaynaklarına sahip santrallerde bulunuyor.
‘Dünyanın en büyük yüzer güneş enerji santrali Türkiye’de kurulabilir’
Türkiye’nin 80 GW’lık yüzer GES potansiyeli olmasına rağmen, henüz herhangi bir yüzer GES’in devreye alınmadığı bildiriliyor.
Tesiste halihazırda şebeke altyapısının bulunması ve barajlı santrallerde uygun arazi gereksinimi olmaksızın rezervuar üzerine yüzer GES kurulabilmesi, yüzer GES’lerin en büyük avantajları olarak öne çıkıyor. Bununla birlikte, su yüzeyine kurulan paneller buharlaşmayı azalttığından, depolanan su hidroelektrik üretimi için daha verimli kullanılabiliyor. Suyun soğutucu etkisi ise panellerin üretim verimliliğini artırıyor.
Ember Bölge Lideri Ufuk Alparslan, “Hibrit santraller güneş kapasitesinde önemli bir paya ulaştı, bu nedenle artık resmi istatistiklerde de yer almaları gerekiyor. Bunun yanında devlete ait çok sayıda barajlı hidroelektrik santrali güneş potansiyeli yüksek illerimizde yer alıyor. Yalnızca Atatürk Barajı’nın yüzde 3’lük bir kısmına panel kurulması halinde bile 2 GW’lık yüzer GES potansiyeli ortaya çıkıyor. Dünyanın en büyük yüzer GES’i Türkiye’de kurulabilir. Özellikle devlete ait barajlı HES’lerde büyük ölçekli yüzer güneş santrallerinin kurulabilmesi için YEKA benzeri ihalelerin düzenlenmesi gerekiyor” diyerek açıkladı.
Ember’in belirttiğine göre, kapasite tahsis sürecinin daha şeffaf bir şekilde yürütülmesi ve yüzer GES’lerin de dahil edildiği, hibrit santral kurulumları hakkında öngörüler içeren bir planlama yapılması Türkiye’nin enerji hedeflerini gerçekleştirmesinde bir itici güç olacak. Hibrit santralleri de göz önüne alan bir enerji stratejisi, Türkiye’nin 2035 yılına kadar 53 GW güneş kapasitesi hedefine ulaşmayı kolaylaştıracak.
Yüzen güneş enerjisi santrali nedir?
Yüzen güneş enerjisi santrali, su üzerine kurulan ve fotovoltaik paneller kullanarak güneş ışığını elektriğe dönüştüren bir enerji üretim sistemi olarak tanımlanıyor.
Bu tür santraller, genellikle göller, barajlar veya deniz yüzeyleri gibi büyük su kütleleri üzerinde yerleştiriliyor. Yüzen güneş santralleri, kara tabanlı sistemlere göre bazı avantajlar da sunuyor. Suyun soğutma etkisi panellerin verimliliğini artırabilir, kara kullanımı gerektirmez ve su buharlaşmasını azaltarak su kaynaklarını korur, gibi. Bu özellikler, yüzen güneş enerji santrallerini özellikle su kaynaklarına yakın bölgelerde cazip kılan faktörler.
Ancak yüzen güneş enerji santralleri çevre üzerinde olumsuz etkilere de neden olabilir. Bu tür santraller yapıları gereği su ekosistemlerinin dengesini bozarak, suyun buharlaşma hızını etkileyerek, su altı canlıları için yaşam alanlarını azaltarak ve su sıcaklıklarında değişikliklere neden olarak çevreye zarar verebilir.
Ayrıca, bu tesislerin kurulumu ve bakımı sırasında, çevredeki diğer su kaynaklarının kirlenme riski de bulunuyor. Bu nedenle, tüm enerji sistemleri üretiminde olduğu gibi, yüzer GES projeleri planlanırken de çevresel etkilerin dikkatlice değerlendirilmesi ve olası zararların en aza indirilmesi için önlemler alınması önemli.
Dünyanın en büyük yüzer güneş enerji santralleri arasında Güney Kore‘de geliştirilmekte olan 2,1GW kapasiteli Saemangeum yüzer güneş enerji projesi ilk sırada yer alıyor. Hindistan‘daki Omkareshwar Barajı‘nda bulunan 600MW kapasiteli ve Çin‘deki Hangzhou Fengling Electricity Science Technology tarafından geliştirilen 320MW kapasiteli yüzer güneş enerji santrali gibi dev projeler de listeye dahil.
İklim değişikliğiyle ilgili güvenilir bilgileri yaygınlaştırmayı hedefleyen İklim Masası‘yla olan işbirliğimiz çerçevesinde, Dr. Nazan An ve Dr. Tufan Turp‘un yazdığı ve iklim değişikliğinin turizm üzerindeki etkilerini ele aldığı makalesini yayımlıyoruz.
*
İklim değişikliğinin etkileri bölgesel olarak değişkenlik gösterirken, bu etkilerin sektörel yansımaları da farklı oluyor. İklim değişikliğinin turizm sektörü üzerindeki mevcut etkilerinin de yakın gelecekte daha da belirginleşeceğini öngörüyoruz.
Bunun önemli bir örneği, ülke gelirine doğrudan katkı sunan yaz turizmi destinasyonlarında beklenen değişiklikler. İklim projeksiyonları, Akdeniz’deki popüler kıyı destinasyonlarının çekiciliğinin, yüzyıl ortasına kadar azalabileceğini ortaya koyuyor. Bu durum, özellikle yaz aylarındaki sıcak iklim koşullarında öngörülen artış ve buna bağlı olarak termal konfordaki azalmayla ilgili.
Yazarları arasında bulunduğumuz yeni bir makale, Karadeniz kıyılarının Akdeniz’e alternatif bir turizm destinasyonu olarak potansiyelini değerlendiriyor. Çalışmaya göre Karadeniz Bölgesi, plaj turizmi için gerekli konfor düzeyini sağlayabilir. Özellikle Sakarya, Ordu, Samsun, Trabzon’da ve Rize’de bazı bölgelerin, Tatil İklim Endeksi (Holiday Climate Index, HCI) sınıflandırmasındaki en ideal koşullara ulaşabileceği öngörülüyor.
Uygun yaz koşulları kuşağı kuzeye kayıyor
İklim değişikliği, bir yandan turizm sektörü nedeniyle şiddetlenirken, bir yandan da iklim koşullarının dağılımında değişiklikler yaratarak turizmin mevsimselliğini, turizme olan talebi ve seyahat modellerini etkiliyor. Bu durum, ortalama sıcaklıklar, güneşlenme süresi, yağış, nem ve rüzgar hızı gibi iklim özelliklerinin iklim değişikliğine bağlı değişmesinden kaynaklanıyor.
Bugüne kadar yapılan birçok çalışma, turistlerin karar verme süreçlerinde iklimin önemli bir faktör olduğunu kanıtlar nitelikte. Bu da hem bugün hem de gelecekte, iklim değişikliğinin turizm talebi üzerinde etkili olacağını ortaya koyuyor.
Araştırmalar ayrıca, uygun yaz koşullarıyla karakterize edilen bölgelerin coğrafi konum ve özelliklerinin, iklim değişikliği nedeniyle değişebileceğini öngörüyor. Bu çalışmalara göre ‘uygun yaz koşulları’ olarak tarif edilen bu kuşak, muhtemelen, bugün yer aldığı Akdeniz Bölgesi’nden, daha yüksek enlem ve rakımlara doğru hareket edecek. Mevcutta Türkiye’nin güney-güneybatı bölgelerini popüler destinasyonlar haline getiren uygun yaz koşullarının zamanla ülkenin kuzey bölgelerine ulaşması mümkün.
İklim projeksiyonlarına göre, yaz aylarındaki sıcak iklim koşullarının artması ve insan vücudu için gerekli olan termal konforun azalması, önümüzdeki çeyrek asırda Akdeniz kıyılarının daha az çekici hale gelmesine neden olabilecek. Fotoğraf: Antalya, Victoria Kos / Unsplash
Kıyı turizminde ‘termal konfor’ ne anlama geliyor?
İnsan konforunu belirlemede öne çıkan bir gösterge olan Tatil İklim Endeksi (HCI), belirlenen lokasyonlarda insan konforunun nasıl etkileneceğini göstermeye veya konfor seviyesinin uygunluğunu ölçmeye yarıyor. HCI’den faydalanılan mevcut çalışmada da, iklim değişikliği ile mücadelenin bugünkü gibi zayıf olduğu kötümser senaryoda (RCP8,5), önümüzdeki yarım asırlık süreçte Karadeniz’de termal konforun ne şekilde etkileneceği araştırıldı.
Çalışmada, bağıl nem ve sıcaklık değerlerinden faydalanılarak hesaplanan termal konforun yanı sıra, bulut örtüsü, günlük yağış miktarı, günlük ortalama rüzgar hızı gibi ilgili başka parametreler de dikkate alındı. Tüm bu hesaplamalar sonucunda, 2026-2050 yılları arasında Karadeniz’de hem plajların hem de kentlerin insan konforu için ne derece uygun olduğu incelendi.
Çalışmada ayrıca plaj ve kent skorları, bu ortamlarda farklı faktörlerin görece daha önemli olması dolayısıyla, ayrı ayrı hesaplandı. Örneğin plaj skorunda plajlarda sıcaktan bunalan insanların denize girip serinleme imkanı olduğundan termal konforun ağırlığı düşük tutulurken bu, kentlerde çok mümkün değil. Öte yandan, bulutlu havalarda denize girmek yerine kent gezileri tercih edilebileceği için, plaj skorunda bulut örtüsünün ağırlığı daha yüksek.
Karadeniz kıyıları turistler için cazip hale gelebilir
Günümüz iklim koşullarında Karadeniz bölgesi, kış mevsiminde ılıman bir iklime sahip. Ancak yaz ve kış mevsimleri birbirinden farklılık gösteriyor. Orta ve Batı Karadeniz’de en sıcak ay sıcaklık ortalamaları 22°C’leri aşıyor. Doğu Karadeniz ise Türkiye’nin en çok yağış alan coğrafi bölgesi. Her mevsim düzenli yağış alan Doğu Karadeniz’de yaz mevsimleri de yağışlı geçiyor; hatta yıllık toplam yağışın beşte biri, yaz aylarında gerçekleşiyor.
Çok sıcak yazların gözlemlendiği ılıman yazı kurak Akdeniz ikliminin hakim olduğu Akdeniz ve Ege bölgelerinin iklim değişikliğinden çok daha fazla olumsuz etkilenecek olması, ılıman nemli Karadeniz bölgesinin kıyı ve iç kesimlerini avantajlı duruma getiriyor.
Çalışmanın bulguları, yüzyıl ortasına doğru Karadeniz kıyılarının yaz sezonunda plaj turizmi için gerekli konfor düzeyine sahip olabileceğini gösteriyor. Sakarya, Ordu, Samsun, Trabzon ve Rize’deki bazı bölgelerin ise, sınıflandırmada en yüksek aralık olan ideal koşullara ulaşabileceği görülüyor. Araştırmanın sonuçlarına göre, iklim değişikliğiyle yeterli seviyede mücadele edilmeyen bir yakın gelecekte Karadeniz kıyıları, bugünkü popüler destinasyonlara kıyasla daha iyi bir termal konfor sunabilir. Böyle bir durumda Karadeniz Bölgesi, turistler için cazip bir kıyı lokasyonu haline gelebilir.
Turizm sektörü, ülkelerin gelirlerine doğrudan katkı sunan bir sektör. Dolayısıyla, Türkiye gibi, turizm gelirlerinin ekonomik açıdan fark yarattığı ülkelerin, iklim değişikliğinin turizm üzerindeki etkilerini ve zarar görebilirliklerini kapsamlı şekilde incelemeleri gerekiyor. Bu etkiler hem çok yönlü olabilir hem de lokasyonun özelliklerine göre farklılık gösterebilir. Turistik destinasyonların konumu, popülaritesi ve turizm sezonunun zamanlaması, turizm destinasyonlarının iklim değişikliğinden ne şekilde etkileneceğinin belirlenmesi açısından oldukça önemli.
Öte yandan, iklim değişikliğinden olumsuz etkilenmesi beklenen popüler kıyı destinasyonları, eğer uyum sürecini doğru yürütemez, yani iklim değişikliğinin sonuçlarına etkili bir şekilde yanıt veremezlerse, finansal kayıplarla karşı karşıya kalmaları kaçınılmaz olur. Bu noktada, bir uyum stratejisi olarak, alternatif turizm destinasyonlarını öne çıkarmak gerekebilir.
İklim değişikliğine uyum, iklim etkilerini uygun stratejilerle hafifletmeyi, bu etkilerle başa çıkmayı hatta mümkün olduğunca faydalanmayı hedefleyen bir süreç. Oysa piyasalar sürekli değişiyor, destinasyonlar ve turistik tesisler ise iklim değişikliğine uyum sağlamakta zorlanıyor. Nitekim turizm destinasyonlarının sürdürülebilirliği, uzun vadeli bakış açısı gerektiriyor: Bu noktada en belirgin uyum seçeneklerinden bazıları alternatif lokasyonların tespit edilmesi, mevcut popüler lokasyonların korunması ve uzun vadede bunlara bağlı ekolojik yapıya ve çevreye duyarlı planlamalar yapılması olacaktır.
Uyum stratejileri yerel olarak farklılık gösterebildiği için iklim değişikliğine yönelik planlamaları belli bir şablon doğrultusunda gerçekleştirmek pek de mümkün değil. Örneğin Avrupa’nın iklim değişikliği karşısında en acil hassasiyetleri sel ve su kıtlığı olduğundan, uyum planlamaları da selden korunmaya ve su yönetimine odaklanıyor. Ancak farklı bir bölgede, tamamen farklı bir uyum planlaması gerekebilir. Bu bağlamda alternatif bir turizm destinasyonunun ortaya çıkma potansiyelinin bölgenin iklim değişikliğinin etkilerine açık olma durumuna bağlı duyarlılığı dikkate alınarak incelenmesi bu çabalar kapsamında oldukça kıymetli.
Venezuela‘nın Bolivar eyaletinde yasa dışı işletilen bir altın madeninde toprağın çökmesi sonucu en az 23 kişinin hayatını kaybettiği öğrenildi.
Al Jazeera’nın aktardığına göreBulla Loca olarak bilinen açık çukur madende toprak duvarı çöktü, kayıtsız bir şekilde çalışan onlarca kişi madendeyken meydana gelen facianın ardından, topraktan 23 kişinin cesedi çıkarıldı.
Sivil Koruma Bakan Yardımcısı Carlos Perez Ampueda, X’te olayın videosunu yayınladı ve “büyük” bir kayıptan bahsetti, ancak sayı vermedi. Video, açık çukur bir madende çalışan insanların üzerine yavaşça çöken bir toprak duvarını gösteriyordu. Bazı işçilerin kaçmayı başardığı, kaçamayanların ise toprağın altında kaldığı görülüyor.
#21Feb | Cumpliendo instrucciones del Vicepdte. Sectorial AJ. @ceballosichaso1 y en coordinación con el Gob. del Edo. Bolívar Ángel Marcano, funcionarios del SNGR junto a Organismos de Seguridad ciudadana y efectivos de la ZODI Bolívar, realizan Operaciones de Salvamento… pic.twitter.com/6FWE5SiE22
Yetkililere göre, madende çalıştığı düşünülen yaklaşık 200 kişi, en yakın kasaba La Paragua‘ya yedi saatlik bir bot yolculuğu mesafesinde bulunuyordu.
Bolivar eyaletinin vatandaş güvenliği sekreteri Edgar Colina Reyes, yaralıların bölge başkenti Ciudad Bolivar‘daki bir hastaneye taşındığını ifade etti. Ciudad Bolivar, La Paragua’ya dört saat mesafede ve başkent Caracas‘ın 750 kilometre güneydoğusunda yer alıyor.
Reyes, askerin, itfaiyecilerin ve diğer kuruluşların “durumu değerlendirmek üzere havadan bölgeye hareket ettiğini” belirtti. Arama kurtarma ekipleri de aramalara yardımcı olmak için Caracas’tan uçakla gönderildi.
Bolivar bölgesi, altın, elmas, demir, boksit, kuvars ve koltran açısından zengin bir bölge olarak biliniyor. Bölgede yasal olarak işletilen devlet madenlerinin yanı sıra; yasa dışı çıkarma işlemlerinin de yoğun bir şekilde yapıldığı bir endüstri bulunuyor.
Fotoğraf: Juan Barreto / AFP
Kaçak madenlerde çalışma koşullarının güvensizliği hakkında konuşan Venezuelalı vatandaş Robinson Basanta, AFP‘ye yaptığı açıklamada “Bu olması beklenen bir şeydi. Çoğunluğu aşırı yoksulluk içinde yaşayan madenciler, çok fazla altın veren bu madenlere geçimlerini sağlamak için gidiyor” dedi.
2023 Aralık’ta da aynı bölgedeki İkabaru yerli topluluğunda bir madenin çökmesi sonucu en az 12 kişi hayatını kaybetmişti.
Venezuela’da kaçak altın madenciliği yaygın
Human Rights Watch‘ın 2022’de yayınladığı rapora göre, Venezuela’nın güney eyaletlerinde, özellikle Bolivar ve Amazonas‘ta, altın, elmas ve koltran gibi değerli kaynaklar bakımından zengin olan ve yasa dışı madencilik faaliyetlerinin hüküm sürdüğü alanlar mevcut.
Fotoğraf: Meridith Kohut / The New York Times
Bu yasa dışı operasyonlar, sadece çevreye ciddi zararlar vermekle kalmayıp, aynı zamanda insan hakları ihlallerini de körüklüyor. İlgili madencilik faaliyetleri büyük ölçüde, Kolombiyalı çeteler ve yerel ‘sendikalar’ dahil olmak üzere silahlı gruplar tarafından kontrol ediliyor ve bu gruplar, yerel toplulukları ve işçileri, çocukları da içerecek şekilde koruyucu ekipman olmadan altın çıkarmak için tehlikeli koşullar altında sömürüyor ve kötüye kullanıyor.
Aynı rapora göre Venezuela’daki altın çıkarma işlemlerinde düzensiz cıva kullanımı nedeniyle çevresel etki de felaket boyutlarda. Yok olan ormanlar, su kirliliği ve cıva zehirlenmesi bölgede oldukça yaygın. Bu durum, ekosistemi tahrip etmekle kalmıyor, aynı zamanda yerel topluluklar ve özellikle atalarının topraklarında yaşayan ve sıklıkla yerinden edilen Yerli halkların sağlığını da tehlikeye atıyor.