Ordu‘nun Ulubey ilçesinde yapılmak istenen bentonit madeni ve Gölköy ve Mesudiye ilçelerinde yapılmak istenen Rüzgar Enerjisi Santralleri (RES) için verilen Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) kararlarına karşı açılan davalar için bilirkişi heyeti incelemelerini tamamladı.
Ordu Çevre Derneği (ORÇEV) ve mahalle halkından 60 kişi, Ulubey’deki Yeni Sayaca, Yenimahalle ve Çatallı köylerini de içine alan madencilik projesi için verilen “ÇED Gerekli Değildir” kararının iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle davacı oldu.
ORÇEV ile Mesudiye Çevre Derneği de Gölköy-Mesudiye’de RES yapımı için verilen “ÇED Olumlu” kararının iptali ve yürütmenin durdurulması için dava açtı.
Ordu İdare Mahkemesi, davalar için bir Bilirkişi Heyeti görevlendirdi. Heyet, yerinde incelemeleri tamamladı. İnceleme sonunda hazırlanacak rapor, Ordu İdare Mahkemesine sunulacak. Hakim, rapor sonrası duruşmalı mahkemenin gününü belirleyecek.
Ulubey’de yapılan bilirkişi incelemesine yöre halkı da katıldım gösterdi. Sabah cami önünde toplanan yüzlerce köylü heyeti karşıladı. Halk, incelemeler sırasında bentonit madenini neden istemediğini ve beklenen zararları dile getirdi. ORÇEV de ÇED dosyasındaki çelişkili görüşleri aktardı.
ORÇEV Başkanı Ertuğrul Gazi Gönül, “Bilirkişi Heyetiyle birlikte mahkeme süreci gereği yerinde inceleme yaptık. Dosyadaki iddiaların gerçekçi olmadığını yerinde göstererek anlattık. Özellikle Ulubey’de halkın katılımı çok iyiydi. Düşüncelerini ve kaygılarını anlattılar” dedi.
Mahkeme ve bilirkişi heyeti Gölköy-Mesudiye arasında Harçbeli Geçiti mevkiinde RES inşaatının başladığı yerde de incelemeler yaptı.
ORÇEV Başkanı Gönül ile Yönetim Kurulu üyeleri Avukat Haluk Türkmen ve Coşkun Özbucak da inceleme sırasında sahada bulunarak heyeti ÇED dosyası hakkında bilgilendirdi.
Ertuğrul Gazi Gönül, “Mesudiye’de gittiğimiz yerin yerleşim yerine uzak olması, kar yağması nedeniyle muhtar katılımıyla incelemeyi gerçekleştirdik. Çalışmaya başlamışlar. RES çalışmasının başlatıldığını tespit edilmesini istedik. Her iki incelemede de halkın lehine bir rapor çıkacağını umuyoruz” diye konuştu.
Davanın avukatı ve dernek yönetim kurulu üyesi Haluk Türkmen de, “Dava dosyasını bölgeyi inceleyerek hazırladığımız için ÇED dosyasının eksikliklerini biliyorduk. Bunları Bilirkişi Heyetine de anlattık. Davanın lehimize sonuçlanacağını umuyorum. Halk ormanına, suyuna, tarım alanına sahip çıkıyor” ifadelerini kullandı.
İklim krizini durdurmak için ne yapmalıyız? Bu soruya 140 karakter ile cevap vermeye çalıştığınız zaman mutlaka bir şeyi eksik bırakıyorsunuz, hatta belki de sadece bir şeye yüklenip geri kalan çoğu şeyi eksik bırakıyorsunuz. O nedenle uzunca yazıp, sonra soranlara da bu yazıyı referans vermeye karar verdim.Sizlerin de eklemeleri olursa gelecekte daha da düzeltilmiş ve genişletilmiş bir sürümünü yayımlayabiliriz.
Şimdi başlayalım sıralamaya… Bu, benim aklıma gelen sıralama, önem sırası değil çünkü bunların tümünü yapmak zorundayız:
1. Hayatımızda iklim krizini en üst sıraya koyup geri kalan her şeyi buna göre değerlendirmek zorundayız. Attığımız her adımda, aldığımız her kararda aklımızın bir köşesinde o adımın ya da kararın iklim krizine yapacağı etkiyi de bulundurmalıyız. Aslında sadece bu maddeyi yazmak bile yeter ama gelin bu maddenin neleri kapsadığına da bakalım.
2. Satın aldığımız her şeyde iki soru sormalıyız: “Buna gerek var mı?” ve “Bu ne kadar sera gazı salımına neden oldu?” Almanıza gerek yoksa ama fazla salıma da yol açmadıysa kararı sosyal faydasına bırakın. Yalnız bu sadece şu anlama gelmiyor: “Benim satın alma kararlarım aslında iklim krizinin tetikleyicisi oluyor.” Sizin satın alma kararlarınız iklim krizine kısmen neden oluyor, ama diğer kısmın sorumluluğu da o nesneleri üretenlerin ya da üretilmesine neden olanların sorumluluğudur. Bu kısma aşağıda değineceğiz, fakat unutmayın, siz satın almazsanız onlar da üretemezler.
3.“Biz satın almazsak, onlar da üretemezler.” olmuyor çoğu zaman, çünkü biz almasak da başkaları alıyor. Haklısınız, o zaman bir sonraki madde, satın aldığımız her şeydeki doğru davranışımızı olabildiğince çok kişiye yaymaya çalışmak. Yani içinde yaşadığımız krizin temelinde bir üretim ve tüketim çılgınlığının yattığını elimizden geldiğince anlatmak zorundayız.
4. “Ama biz satın almazsak, onlar da üretmezlerse çalışanlar aç kalır.” Hayır, kalmaz, yeter ki bu üretim ve tüketim hakkaniyetli biçimde yapılsın. Dolayısıyla bir ürün ya da hizmeti alırken sadece ne kadar sera gazı saldığına değil, aynı zamanda ne kadar adaletli üretildiğine de bakmamız gerekiyor. Paranın çoğunu patron ve hissedarlar alıyor, işçiler de parasız geziyorlarsa siz satın alarak patronu ve hissedarları zengin ediyorsunuz demektir. Ancak tüm bunların bilinebilmesi için de sistemin şeffaf olması gerekir, dolayısıyla en başta yapmamız gereken tüm üretim süreçlerinde şeffaf olan kurumları elden geldiğince desteklemektir, yoksa sistem kapalı kapılar ardında bildiğini okumaya devam eder.
‘Değişmezsek, yolun sonuna geldik’
5. Hayat tarzımızı değiştirmek zorundayız. Son yirmi senede yaşadığımız gibi gelecek on senede de yaşayacak olursak yeryüzündeki yaşam bizimle birlikte bir uçurumdan aşağıya yuvarlanacak. Dikkat edin lütfen, “gelecek yirmi senede” demedim, çünkü önümüzde o kadar zaman kalmadı. Büyük değişiklikleri şimdiden görmeye başladık, yirmi seneye başka bir dünyada yaşıyor olacağız. O dünyayı istemiyorsak şimdi harekete geçmek zorundayız. Peki “hayat tarzımızı değiştirmek” ne anlama geliyor? Bir sabah kalktınız, birçok şey yaptınız, gece yattınız ve bunu bir sene boyunca devam ettirdiniz. İşte bu süredeki pek çok şey değişmek zorunda. Sabah kahvaltıda ne yiyip, ne içtiniz, üzerinize ne giydiniz, odanızın sıcaklığı neydi, işe ya da okula neyle gittiniz, okul ya da iş ne kadar uzaktı, hatta o işi olduğunuz yerden de yapamaz mıydınız, öğlende ya da akşam ne yediniz, gün boyu neler satın aldınız, bulunduğunuz ortamda kaç lamba yanıyordu, tatile gittiniz mi, ne kadar uzağa gittiniz, yediğiniz şeyler ne kadar ayak izine sahipti, ne kadar uzaktan gelmişti, üzerinizdekini neyle yıkadınız, nasıl kuruttunuz, neden o kadar sık yıkadınız, şart mı o kadar uzun süre duşta kalmanız, bunlara benzer günlük yaşamla ilgili binlerce soru sorabiliriz ve o soruların önemli bir kısmı oldukça sıkıcı olacaktır. Değişmemek için de neredeyse tümü için çoğumuzun güzel sebepleri var ve olmaya da devam edecek. Ama değişmezsek yolun sonuna geldik.
6.Sadece bizim değişmemiz yetmiyor, hepimizin değişmesi gerekiyor. O nedenle bir kez daha, bu değişim için herkesi zorlamak zorundasınız. Bıktırana kadar konuşmak zorundasınız. Gerekiyorsa en sevilmeyen kişi olun, hiç önemli değil, önemli olan bu krizi olabildiğince zayıflatmamız, hatta mümkünse engellememiz.
7. İklim krizini çözebilmenin tek yolu sistemin değişmesidir. Gelişme herkesin özel arabasıyla istediği yere gitmesi değil herkesin toplu taşıma ile istediği yere gidebilmesidir. Bazılarımız metrobüse mahkumken diğerleri dev gibi araçlarıyla benzin tüketerek aynı yolda gidiyorsa, metrobüstekine “ama sen para kazanırsan o araçlardan alma metrobüse devam et” denilemez. O nedenle de gerek ülkeler içinde gerekse de ülkeler arasındaki gelir ve sınıf eşitsizliğini azaltmamız gerekiyor.
8. İklim krizi bir sıfır-bir problemi değildir. Başımıza gelebilecek felaketlerin de dereceleri vardır. “Nasılsa yeryüzü bir felakete gidiyor, boş ver o zaman yansın!” demek kolaydır. Ama bilelim ki hepimizin taşıdığı bir damla su yangını söndürmese de etkisini azaltabilir, onun için umutsuzluğa kapılmadan çaba sarf etmeye devam etmemiz gerekiyor.
9. Son olarak da, eğer devletler iklim krizinin önemine inanmazlarsa çözüm bulmak imkansızlaşır. Devletlerin bu konuya önem vermeleri de kendi öz bilgilerinden kaynaklanmaz. Halk neyi ısrarla isterse devletler de onu “genelde” ön plana çıkartırlar. Biz devletten ve hangi partiden olursa olsun siyasetçilerden ağırlıklı olarak iklim krizini ön plana çıkartmalarını istersek onlar da bunu konuşmaya mecbur kalacaklardır. Dolayısıyla her ortamda ve her şartta iklim krizini ve siyasetçilerin buna karşı harekete geçmeleri gerektiğini bolca dile getirmek, bu yönde oy kullanmak ve hesap sormak zorundayız, devletleri harekete geçirmenin başka çaresi de yok.
Hepimiz aynı fırtınadayız, ama hepimiz aynı gemide değiliz. Bazılarımız daha sağlam gemilerde, bazılarımız da kayıklarda hayatta kalmaya çalışıyor, ama fırtına kötüleştikçe herkesin şansı azalacak, o nedenle de birlikte çalışarak bu sorunu çözmemiz, çözemezsek de olabildiğince hafifletmemiz gerekiyor. Başka dünya yok.
Önce birkaç soruyla başlayalım: Bir ülkede Anayasa dahil herhangi bir yazılı kurala ya da tapu dahil herhangi bir edinilmiş hakka güvenemezseniz nasıl yaşarsınız? Yaşam hakkınız dahil tüm haklarınız tehlike altındayken ve bu haklar ihlal edildiğinde, ihlal eden(ler)in başına bir şey gelmediğinde nasıl yaşarsınız? Sizi koruyan yasalar yok sayılırken ve evrensel haklara karşı yasalar çıkartılmaya çalışılırken nasıl yaşarsınız? Haklarınızı diğer güç odaklarına karşı koruması gereken araçlar ele geçirilirse ya da ele geçirilmek için hedef gösterilirse nasıl yaşarsınız? Bir ülkede güven ve tahmin edilebilirlik ortadan kalkarsa nasıl yaşarsınız? Güvene ve tahmin edilebilirliğe saldıranlara tüm kapılar açılıyorsa nasıl yaşarsınız?
Bu sorulara belki derli toplu bir yanıtımız yok ama hepimizin yaşamları bu soruya birer canlı örnek aslında: Bugün Türkiye’de nasıl yaşarsak, öyle yaşarız. Ekonomik, siyasal ve toplumsal krizler içinde debelenerek yaşarız. Sadece son bir aydan, o da araştırma yaparak değil, sadece akılda kaldığı kadarıyla üç adet örnek vermek istiyorum.
Darbe, öğrenci ölümleri, özel mülkü gasp…
Yargıtay’ın, Anayasa Mahkemesi üzerinden Anayasal düzene darbe girişiminde bulunması ve iktidarın küçük ortağının Anayasa Mahkemesi Başkanı’nı (ki iktidarın büyük ortağı tarafından Anayasa Mahkemesi’ne atanmıştır kendisi) Kandil’e gitmeye davet etmesi. Mevcut Anayasa’ya uyanların hükümetin bir bölümü tarafından PKK üyesi olarak görülmesi.
Anadolu’da önemli bir anlam ifade eden şekilde söylersek “devlete emanet edilen” üniversite öğrencilerinin sürekli yemeklerden zehirlenmesi, bakımı yapılmayan asansörlerde ölmesi, Avrupa’nın çoğu hapishanesinde mahkumlara sunulan şartlardan daha kötü şartlarda öğrenim hayatlarını sürdürmeleri.
“Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun İle Bazı Kanunlarda ve 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” gibi adından hiçbir şey anlaşılmayan ve biraz da bilerek böyle yapılan teklif ile mülkiyet hakkının zedelenmesi (aslında daha net söylersek ortadan kaldırılması) ve bu zedelenmeye karşı da hak arayışının mümkün olabildiğince kısıtlanması.
Bakın üç örnek. Çok kısa bir süre içerisinde yaşanan ve tüm ömrümüzü bir şekilde etkileyecek üç örnek. Anayasa’ya uyulmuyor. Yaşam hakkımız ihlal ediliyor. Tapu vb. evrensel haklar karşısında bir anda güvencesiz hale gelebiliyoruz. Hepsinde dönüp dolaşacağımız yer yargı ama yargının da durumu ortada. En güvenilmeyen kurumlardan bir tanesi olarak her ankette başa oynuyor. Hatta bir örnekte göreceğimiz gibi bırakın güven vermeyi, güvensizliği yaratmakta rol oynuyor.
Katı olan her şey buharlaşıyor
Çürüme artıyor, kokuşmuşluk yayılıyor, ulusal ve evrensel güven mercileri ortadan kalkınca herkes kendi başının çaresine bakmaya çalışıyor ve aslında birlikte yaşamanın temeli sarsılıyor. “Türkiye’nin en büyük sorunu nedir” dediğimizde herkes başka başlık sayabilir. Bana da yarın sorsanız başka bir başlık söyleyebilirim Türkiye bu açıdan insanı hiç düşünmeye sevk etmiyor ama bugün için Türkiye’nin en büyük sorunu güvensizlik ve belirsizlik ortamıdır. En büyük sorunumuz hiçbir şeye güvenememe ve şimdiye kadar iyi kötü öngörülebilen bir ülkede yaşarken bir anda tamamen belirsizlikler içerisinde kalmış olma halidir.
Siyasetin görevi işte bu durumla da mücadele etmektir. Topluma güven verecek, toplumun kendisine güven vermesini sağlayacak ve bir zincir oluşturarak her parçanın diğerini tutacağı bir yapıyı hedefleyecek siyasi yapılar oluşturmalıyız. Madem bize çocukluğumuzdan beri anlatılan her kurum, her ideal, her norm katıyken bir anda buharlaşabiliyor o zaman biz de kendi katılarımızı yaratmalıyız. Bir ülkede toplum, hükümete karşı anayasayı savunmak zorunda kalmamalı. Bir ülkede toplum, devlet yurtlarına yerleştirdiği öğrenciler zehirlendi mi yoksa asansörde öldü mü diye düşünmemeli. Bir ülkede toplum sabah uyandığında ülkede satacak bir şey bırakmayan hükümet sağlam binaya el koymuş, içindekini de şehrin öbür ucuna sürmüş olarak bulmamalı kendisini. Bunun güvencesini, bunun rahatlığını, bunun tahmin edilebilirliğini sağlamalıyız.
Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleri, bugün de atanmış rektör ve üniversite yönetimine karşı 1048’inci kez bir araya geldi.
Bugün Boğaziçi Üniversitesi’nde direnişin 35’inci ayı, 150’nci haftasına girildi. Direnişlerini sürdüren akademisyenler 713’üncü kez rektörlük binasına sırt çevirdi.
Basının hâlen alınmadığı, çevresinde polisin ağır silahlarla devriye gezdiği, her köşesinin kameralarla, özel güvenlik güçleri ve sivil polislerce denetlenmeye çalışıldığı, girişlerine yüksek demir parmaklıkların yerleştirildiği kampüsten seslenen akademisyenler tarafından ortak basın açıklamasında bulunuldu.
Fotoğraf: Boğaziçi Üniversitesi Akademisyenleri
‘Yayım İşleri Şube Müdürlüğü’nün başındaki isim personeli fişledi’
Direnişin 150’nci haftasında yaşananlar şöyle aktarıldı:
“Boğaziçi yönetiminin usulsüz bir şekilde Yayım İşleri Şube Müdürlüğü’nün başına atadığı Osman Baran Kaplan’ın kendi birimindeki personeli fişlediği öğrenildi. Kaplan, birimde çalışan personele dair aldığı notları içeren bir listeyi Yayım İşleri’nin tüm çalışanlarına e-posta ile gönderdi. Notlar arasında personelin sendika üyelik bilgileri, psikolojik ve sağlık durumları gibi kişisel verileriyle birlikte kişiler hakkındaki özel izlenimler yer alıyor. Eğitim-Sen üyesi çalışanların özel olarak belirtildiği listede şu anda AKP’ye yakın Eğitim-Bir-Sen’e üye olan bir çalışan hakkında ise “Daha önce Eğitim-Senli oluşu güvenilir bir izlenim bırakmadı” yorumuna yer veriliyor. Paylaştığı liste ile Eğitim-Sen’e üye olan personel üzerinde baskı oluşturmayı amaçlayan Kaplan’ın birimin başına atanması da usullere aykırı bir şekilde yapılmıştı.
Sözleşmeli büro personeli olarak Ocak 2023 yılında üniversitede çalışmaya başlayan Kaplan, kısa süre içerisinde Yayım İşleri Şube Müdürlüğü’nün başına getirildi. Ancak sözleşmeli bir personelin kadrolu çalışanların üstüne amir olarak atanması ilgili mevzuata aykırı.Naci İnci’nin Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atanmasından bu yana üniversite kadrolarında yaşanan büyük değişim sendikalaşma faaliyetlerine de yansıyor. Eğitim-Sen’e üye olan personel sendikadan ayrılmaları yönünde baskıyla karşılaşırken yeni işe başlayan personele işe giriş evraklarının yanı sıra Eğitim-Bir-Sen üyelik formu imzalatılıyor.”
Fotoğraf: Boğaziçi Üniversitesi Akademisyenleri
‘Bu yanlışın bir an önce düzeltilmesini talep ediyoruz’
“Boğaziçi Üniversitesi’nin en büyük araştırma merkezi TETAM’ın binasının yarısı rektörlüğe bağlı bir idari hizmet birimi olan Bilgi İşlem Merkezine tahsis edildi. Kalkınma Bakanlığının desteklediği ve ‘TAM’ olarak bilinen Teleiletişim ve Enformatik Alanlarında Araştırmacı ve Akademisyen Yetiştirme Projesi kapsamında kurulan TETAM, 2013 yılından bu yana çok sayıda sanayi temsilcisinin ve 70 akademisyenin üye olduğu bir araştırma merkezi olarak faaliyet gösteriyor.
Fotoğraf: Boğaziçi Üniversitesi Akademisyenleri
Araştırma merkezinin idari birime tahsis edilen iki katında konferans odaları, Faraday kafesi ile yalıtılmış kablosuz ağlar ve uydu iletişimi araştırma laboratuvarı, sensörlerle donatılmış akıllı ortam laboratuvarı ve araştırmacı bilgisayarları yer alıyor. TAM projesinin yanı sıra merkezdeki demirbaşların satın alımları için hibe sağlayan TÜBİTAK ve AB projelerinin birçoğu ise hala devam ediyor. Araştırma amacı ile tahsis edilmiş altyapı ve demirbaşların akademisyen üyelere haber bile verilmeden idari bir birime tahsis edilmesi, bir araştırma üniversitesinin temel varlık amaçlarına aykırıdır. Bu yanlışın bir an önce düzeltilmesini talep ediyoruz.”
‘Disiplin kurulunun kuruluş şeklinin hukuksuz olduğu mahkeme tarafından tescillendi’
“Bu hafta kararlılıkla sürdürdüğümüz hukuk mücadelemizde olumlu gelişmeler yaşandı.
Bilgisayar Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Cem Ersoy hakkında, yönetmeliklere aykırı bir intibak işlemine karşı yaptığı itirazdan dolayı 2021 yılında rektörlükçe soruşturma açılmıştı. O dönemde bölüm başkanı olan Ersoy’un usulsüz intibak işlemine dair yaptığı yasal itiraz Danıştay 8. Dairesi tarafından değerlendirilmiş ve söz konusu işlemin hukuksuz olduğu yargı mercii tarafından tescillenmişti. Ancak ilerleyen günlerde Naci İnci yönetiminin konuyla ilgili soruşturmayı sürdürdüğü, bu kapsamda Ersoy için ‘görevi kötüye kullanmak‘ gerekçesiyle altı aydan iki yıla kadar hapis cezası istemi içeren bir dava başvurusu yaptığı anlaşıldı. Geçen hafta ise Danıştay 1. Dairesi’nin konuyu değerlendirerek dava açılması istemini oybirliğiyle reddettiğini, ilgili işlemde bölüm yönetiminin gerekçeli işleyişini doğru bulduğunu öğrendik.
Fotoğraf: Boğaziçi Üniversitesi Akademisyenleri
Benzer şekilde Ekonomi Bölümü öğretim üyesi Ünal Zenginobuz için de kayyım yönetimi ‘görevi kötüye kullandığı‘ iddiasıyla iki yıldan beş yıla kadar hapis istemi içeren iki ayrı ceza soruşturması başvurusu yapmıştı. Mesnetsiz gerekçelerle açılmış disiplin soruşturmalarına dayanarak yapılan bu iki dava başvurusu Danıştay tarafından değerlendirildi. Yargı, Zenginobuz’un dava konusu dönemde bölüm başkanı olarak aldığı kararlarda herhangi bir hukuksuzluk olmadığına karar verdi. Diğer taraftan dört seçilmiş senatörümüzün açtığı bir dava sonucunda da Zenginobuz’a değişik soruşturmalarda disiplin cezaları veren disiplin kurulunun kuruluş şeklinin hukuksuz olduğu mahkeme tarafından tescillendi.
Sonuçlanan bu davalar, hocamızın altı ay görevden uzaklaştırılmasına, kampüslere alınmamasına yol açan karar mekanizmalarının nasıl yürütülmüş olduğunu, kayyım idaresinin işleyişindeki derin hukuksuzlukları bir kez daha ortaya çıkarmış oldu.”
“Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Ayfer Bartu Candan, üniversiteye girişine izin verilmeyen Batı Dilleri ve Edebiyatları öğretim görevlisi CanCandan’ın refakatçi statüsüyle kampüse alınmamasına itiraz ederek konuyu yargıya taşımıştı.
Mahkeme, Boğaziçi Üniversitesi Güvenlik Görevlileri Yönergesinin 13.maddesinde yer alan ‘Boğaziçi Üniversitesi akademik veya idari personeli refakatinde gelenler içeri alınır‘ hükmüne dayanarak Candan’a refakatçi izni verilmemesini hukuksuz buldu, tüm dava masraflarının Rektörlük tarafından karşılanmasına hükmetti.”
Fotoğraf: Boğaziçi Üniversitesi Akademisyenleri
‘Kararın ardından güvenlik görevlileri yönergesi değiştirildi’
“Ancak Can Hocamız için cüzi bir esneklik tanıyan bu kararın açıklanmasının hemen ardından, Üniversite Yönetim Kurulunca 8 Kasım 2023 tarihinde alınan bir kararla Güvenlik Görevlileri Yönergesinin ilgili maddesinin değiştirildiğini, refakat hallerinde de kampüse girişi kısıtlanan kişilere ilişkin hükümlerin saklı tutulacağını öğrendik. Son ÜYK kararı, kayyım yönetimi tarafından yerleşkeye giriş kısıtlaması uygulanan kişileri içeren bir ‘kara liste‘ oluşturduğunu da kanıtlıyor.
Kayyım yönetiminin hukuksuz uygulamalarına karşı yürüttüğümüz yasal mücadele aynı kararlılıkla devam edecek. Naci İnci yönetiminin bizleri görevden almak, kampüslerden uzaklaştırmak, yıldırmak veya gözdağı vermek amacıyla başvurduğu birçok yöntemin hukuksuzluğu yargı organları tarafından tescilleniyor. Ancak bu olumlu kararların hiçbiri söz konusu gözdağı politikasının yarattığı ciddi kamu zararını ortadan kaldırmıyor.”
Fotoğraf: Boğaziçi Üniversitesi Akademisyenleri
‘Tüm disiplin soruşturmaları geri alınsın’
“Üniversitemizde artarak devam eden gayrimeşru ve hukuksuz uygulamalar bir an önce sona ermelidir. Fakülte ve bölüm kararları yok sayılarak işine son verilen ve dersleri iptal edilen meslektaşlarımızın haksızca uzaklaştırıldıkları işlerine iade edilmelerini, ayrıca öğrencilerimiz, akademik ve idari personelimiz hakkında mesnetsiz gerekçelerle açılmış tüm disiplin soruşturmalarının geri alınmasını bir kez daha talep ediyoruz.
Fotoğraf: Boğaziçi Üniversitesi Akademisyenleri
Bizler her iş günü her öğlen bu meydanda toplanıyor, rektörlüğe sırtımızı dönüyor, gayrimeşru yönetimin demokratik olmayan uygulamalarının hiçbirini kabul etmediğimizi, ilkelerimizden vazgeçmeyeceğimizi söylüyoruz.
Kamuoyuna ilkelerimizin arkasında olduğumuzu, insan haklarına, bilimsel düşünceye saygılı, demokratik bir üniversite ortamı kurulana kadar bu direnişten vazgeçmeyeceğimizi yeniden ve ilk günkü kararlılığımızla duyurur, bu mücadeleyi öğrencilerimize, mezunlarımıza, tüm topluma olan borcumuz olarak gördüğümüzü ifade etmek isteriz.
Türkiye’de özgür, özerk, demokratik ve katılımcı ilkelere dayalı bir üniversite ideali gerçekleşene kadar, kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz.”
Since the early 2000s, there has been a discourse circulated by right-wing populist politicians that the climate crisis is a hoax, a lie invented to “restrict the freedoms” of ordinary people. This trend, which has spread to dictatorships in South America, including former US President Donald Trump, Jair Bolsonaro in Brazil, the far-right AfP in Germany, Rishi Sunak, the prime minister of the Conservative government in the UK, and even to Europe, has begun to have an impact in Turkey with the introduction of the Climate Law.
After the draft Climate Law, which was frequently criticized by climate scientists and activists, was released on the website of various chambers of commerce in October 2023, we started to observe the climate science-denialist discourse fueled by conspiracy theories.
On the social media platform X (formerly Twitter), a campaign against the draft climate law was also launched. The petition demanding ‘one million signatures‘ included a number of highly incoherent statements ranging from climate denialism to the rights of future generations, and called on MPs.
Source: X (formerly Twitter) – Photo from a demonstration organized by a climate denialist group against climate legislation.
The denial was not only on social media but also on the streets. Some said that human beings are already made out of carbon and that limiting the carbon footprint is against ‘nature’, while others said that they would be put on a quota and therefore would not even be able to go to weddings.
The petition stated that the term “Climate Change” should be removed from the Ministry of Environment, Urbanization and Climate Change. In addition to opposition to vaccination, behind this denial, which is fueled by many conspiracy theories, there were clearly far-right, homophobic, science-denying discourses and groups and names such as Plandemi Büyük Buluşma Platformu and Abdurrahman Dilipak who produced these rhetoric. We will discuss the content of the draft climate law, which has been widely debated by experts and activists, and the profiles of people who deny the climate in the next articles of the series, but first we went after the reasons for this climate denialism. We asked this question to Yaşar University Psychology Department Faculty Member Assoc. Prof. Dr. Sinan Alper, Sociologist Koray Doğan Urbarlı and Climate Scientist Dr. Ümit Şahin.
First of all, let’s take a look at the motives and the rhetoric coming out of the mouths of those who deny climate change themselves:
“This law will lay the groundwork for quotas on what you eat and drink.”
“A play is currently being staged over the climate. With the perception of global warming, we are experiencing a process of perception and manipulation that human activities and living species harm the nature, that these movements are restricted and that they increase global warming, that they increase carbon gas and carbon emissions.”
“Genderless society will come into play, digital identities will come into play”
“Carbon reductions will be done in your lives, in what you eat, in everything you do together”
“The climate crisis is a perception for these people”
“Social scoring to be introduced”
Foreign powers are striking”
‘Their arguments are utterly meaningless’
Ümit Şahin, IPM Climate Change Studies Coordinator, said: “First of all, their criticisms have nothing to do with this climate law. Using the agenda created by the Climate Law coming to the Parliament as an excuse, they launched a climate denialist campaign on a scale never seen before in Turkey. One can criticize the content of the climate law, but their concern is not the content of the climate law. Those arguments they say are utterly meaningless. It’s all rubbish,” he says.
‘Different kinds of conspiracy beliefs are always interrelated’
We ask psychologist Assoc. Prof. Dr. Sinan Alper what triggered this denial package that combines conspiracy theories and climate denialism, and what kind of psychological state this points to in society:
“There are many conspiracy theories about the climate crisis, and we can expect them to increase in number and diversity in the near future. The social psychology literature on conspiracy theories is very clear: Different types of conspiracy beliefs are always interrelated and mutually reinforcing. You can more easily convince someone who believes in conspiracy theories about COVID-19 to believe in conspiracy theories about the climate crisis or some other unrelated issue. These beliefs often come as a package because they are based on similar ways of thinking.”
“There are many conspiracy theories about the climate crisis, and we can expect them to increase in number and diversity in the near future. The social psychology literature on conspiracy theories is very clear: Different types of conspiracy beliefs are always interrelated and mutually reinforcing. InAlper, who has studied conspiracy theories about COVID-19, notes that there are two different psychological dimensions to supporting such conspiracy theories:
“One is related to cognitive processes. Factors such as education, science literacy, analytical thinking skills. There is a large amount of data showing that people who believe in conspiracy theories are weaker in these areas compared to non-believers. The second dimension is the social context. People are more alarmed in countries where corruption, inequality and poverty are widespread, and conspiracy theories seem to be more plausible and realistic explanations.” You can more easily convince someone who believes in conspiracy theories about the climate crisis or some other unrelated issue. These beliefs often come as a package because they are based on similar ways of thinking.”
A bottomless pit: Globalists
Sociologist Koray Doğan Urbarlı states that this group believes that there is a structure called “globalists” and says, “By the way, it is not clear who this structure called globalists is.”
Urbarlı points out that the so-called globalists communicate through the covers of certain magazines such as Newsweek, that they want to reduce the human population, and that they want to desexualize life as a method of reducing the population:
“On the one hand, they believe that they will play with people’s lives by saying ‘we will reduce carbon, we will create a carbon-free society’, and on the other hand, they believe that they will control people both through population control and through chips through vaccination. There is such a structure. They believe in a global theory and they believe that there is a power called the globalists, which is not clear what it is.”
Washington DC, June 15, 2015. -Photo: Shawn Thew/EPA
‘People are looking for something; a force that compels them to live this life…’
Stating that there are various reasons for the search for this unknown power, Urbarlı explains the importance of approaching these people with examples from Turkey as follows:
“If we only look at them as people whose numbers are increasing and who are detached from reality, after a while there will be more and more people who are detached from reality, because ten years ago, if we had this conversation with you, we could have talked about how the sex writings on the back of Disney cartoons push children towards sexuality, because those were the theories in vogue at the time. Now this is becoming more and more popular, and the parties that the people who say this vote for – and in Turkey, in fact, the Yeniden Refah Partisi (New Welfare Party) getting 2.7 percent of the vote shows this. One of the most important theses of the Yeniden Refah Partisi was that there was a queue of people who got vaccinated. It got 2.7 percent of the vote. Much more than one and a half million votes, if it had gotten a little more votes, it would have received electoral aid with our taxes.
First of all, we need to note the collapse of classical center politics at this point. Whether it is the Christian Democrats, Social Democrats or Socialists in Europe, the collapse of this center politics and people being left without politics is an important point. On top of that, the economic crisis, the fact that the industrial society has been replaced by the precarity economy and precarious jobs, where people go to the factories and live off their labor…
People are looking for something; they are looking for a great power that they cannot see that compels them to live this life. On the one hand, they look at politics; the center-left or center-right party that their mothers and fathers followed is nowhere to be seen. They cannot say anything about their lives. But on the other hand, life is getting harder and harder. Their economic situation, their living conditions are declining. There are other people in the media; they see them; they are rich. On the one hand, immigrants are coming. I wonder if immigrants are stealing their jobs, if they should be hostile to them or something else… Finally, there is this as a reason; it is very easy to believe in conspiracies. You can use conspiracies more easily, like painkillers.”
Illustration: Piotr Szyhalski
Beyond the excuse: The fabrication of anti-science conspiracy theorists
Beyond the excuse: The fabrication of anti-science conspiracy theorists
Ümit Şahin says that these people are using the Climate Law as an excuse to launch a campaign. Stating that this is not very surprising, Şahin says that it is understood that the content published by climate deniers in Europe and the US is also followed by those in Turkey:
“This ‘they are taking away our sovereignty’ Trump had a campaign of protectionism and protecting the American industry, coal mine workers, before he was elected in 2016, and he opposed the climate agenda based on that. A national rhetoric that said ‘we will put America forward against the Chinese’ had already been carried out through protectionist economic discourse and China-hostility. Their argument was, ‘the climate crisis discourse is actually invented to take our jobs away from us; the Chinese are taking our jobs away from us so…’. In fact, they are probably replicating this in Turkey by spreading various speeches. The 5G, the chip in the vaccine and the carbon report card conspiracy theories are all mixed together. These are actually the fabrications of anti-science conspiracy theorists.”
Illustration: Yevgenia Nayberg
How does climate denialism affect Turkey?
At this point, pointing to examples of climate denialism around the world, we ask Sinan Alper how the emergence of such a climate denialist group will affect other people in Turkey. His answer is as follows:
“In the West, especially in the US, climate change is a highly politicized issue. Studies show that one of the most important factors determining people’s attitudes on this issue is their political orientation. While people closer to the right-wing ideology do not accept the climate crisis or see it as an important problem, people closer to the left-wing ideology care more. I foresee that climate crisis denialism will spread in our country in the future. At the moment, we are not very aware of the economic and social transformation brought about by the climate crisis, as the agenda of our country is very different. When these issues start to touch our lives in a more concrete way, I predict that the issue will become politicized in Turkey.”
So how do people believe in these conspiracy theories?
Şahin, stating that mostly uninformed people fall for these conspiracy theories, says the following:
“First of all, of course, people who are uninformed fall for these conspiracy theories to a great extent, or some people like such things. It has become a form of behavior to claim superiority in order to contradict, to contradict common sense; to say ‘you know wrong, I know the right thing’ when everyone else knows right. People like this. That’s one reason, but I think another reason is that now, beyond the United States, this kind of anti-climate, anti-climate policy or climate denialism used to be absent in Europe, but today, both in the UK and Germany and in different countries, the populist far-right parties there have started to use and feed this climate denialist agenda.”
Copy-paste as a form of denial
Lastly, Şahin also stated that the fact that the current governments have started to implement climate policies in a serious way is also effective in this, giving the example of the AfD [far-right Alternative for Germany Party] in Germany, which criticized the heat pump transition policies very harshly and cornered the government by taking the public behind it, and added:
“The far right, which is getting stronger in Europe, especially the far right, which uses the masses who actually react to the government due to the energy issue, the increase in energy prices, the increase in inflation, especially with the effect of the Ukraine war, has started to use anti-climate as a policy because xenophobia alone is not enough. I think our far right is also adopting, using and copying the discourses they produce. Because Ümit Özdağ said similar things. It seems to me that not only the Yeniden Refah Partisi, but all these far-right parties, secularists and Islamists, are being fed from a similar source. It is such a chaotic situation.”
Lisans dayatmasına karşı çıktığı için Haziran 2022’de erişime engellenen Deutsche Welle (DW) Türkçe‘ye, Radyo Televizyon Üst Kurulunun (RTÜK) talebiyle ve Ankara 9. Sulh Ceza Hakimliği‘nin kararıyla yeniden erişim engeli getirildi.
Medya organı, sonradan açtığı ‘dwturkce.com’ ve ‘inspiredminds.de’ alan adlarıyla yayınlarına devam ediyordu. Deutsche Welle’nin alternatif olarak kullanmaya başladığı adresler için de lisans başvurusu yapması gerektiğine oy çokluğuyla karar veren RTÜK, medya organına, 72 saat süre verildiğini, aksi halde alternatif adresler için de mahkemeden erişim yasağı talep edileceğini kaydetmişti. Verilen kararla birlikte DW Türkçe yeniden erişime engellendi.
RTÜK 9 Şubat 2022’de lisans kararı almış, görüntülü haberleriyle ilgili lisans başvurusu yapmaması durumunda DW Türkçe’ye kısıtlama getireceğini bildirmişti. RTÜK daha önce Türkçe yayın yapan uluslararası haber sitelerinin denetleneceğini bildirmişti. Erişim engeli 30 Haziran’da Ankara 1. Sulh Ceza Hakimliği’nin kararıyla hayata geçirilmişti.
DW Türkçe farklı adres ismi ve/veya VPN’le Türkiye yayınlarını sürdürmeye devam etmişti.
Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, DW Türkçe’nin çalışma lisansı ‘faaliyet alanını yanlış seçmesi’ gerekçesiyle yenilememişti. Medya organının Türkiye’deki ofisi kapatılmış ve çalışanlar telifli pozisyonuna geçirilmişti.
‘Mide Bulandıran Öykü‘ başlıklı yazısnı gerekçe göstererek Yargıtay üyesi Ömer Faruk Aydıner‘in şikayet ettiği ve bunun üzerine hakkında dava açılan gazeteci Barış Pehlivan, tahliye edildi. Pehlivan, denetimli serbestlik hakkından faydalanamadı.
İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi’ne dilekçe veren Aydıner, üç aydır cezaevinde bulunan Barış Pehlivan hakkındaki şikayetinden vazgeçti, bunun üzerine dün (16 Kasım) davanın düşmesine karar verildi. Pehlivan’ın avukatı Hüseyin Ersöz ise denetimli serbestlik kararı talep etti. İnfaz Hakimliği’nin kararı doğrultusunda Barış Pehlivan hakkında denetimli serbestlik kararı verildi.
Pehlivan saat 15.00’da Maltepe Açık Ceza Cezaevi Kurumu’ndan tahliye edildi. Barış Pehlivan cezaevi çıkışında şunları söyledi:
“Hiç olmaması gereken bir süreç yaşadım üç aydır. Hiç girmemem gerekirken maalesef bu iktidar, yargı sistemi beni üç aylığına cezaevine soktu. Hak ettiğim denetimli serbestlik hakkını, Meclise çıkan bir madde hakkını bana çok gördüler.
Bu hakkımı savunmak için ciddi mücadele verdik. En sonunda davanın düşmesiyle birlikte denetimli serbestliğe ayrıldım. Ancak benim yaşadığım bu adaletsizlik yargıdaki çürümüşlüğün yanında okyanusta kum tanesi kadar kalıyor. Türkiye’de gazetecilere olan baskıları çözmüyor. Benimki sadece küçük bir simge.
Umarım böyle süreçleri daha az yaşadığımız Türkiye’ye kavuşuruz. Dün nasıl gazetecilik yaptıysam yine aynı gazeteciliği yapmaya devam edeceğim.”
Ne olmuştu?
Gazeteci Barış Pehlivan, 31 Temmuz’da çıkarılan COVID-19 izinlisi hükümlülerin cezaevine dönüşünü engelleyen yasadan yararlanamadığı için cezaevine girdi.
Daha önceden cezaevine gireceğini duyuran ve “denetimli serbestlik” talebi yanıtlanmayan Cumhuriyet gazetesi yazarı Barış Pehlivan, 15 Ağustos saat 16:00’da cezaevine teslim oldu.
Yazdığı haberler sonucu 3 yıl 9 ay ceza alan ve altı ay boyunca cezaevinde yatan Pehlivan, avukatları aracılığıyla cezaevine dönüşüne itiraz etmişti fakat “denetimli serbestlik”le çıktıktan sonra hakkında tekrardan bir dava açıldığı için bu itiraz talebi reddedildi.
Pehlivan, 2 Ağustos tarihinde, 1-15 Ağustos tarihleri arasında cezaevine dönmesi gerektiğine dair aldığı bir mesajı paylaşmıştı ve kendisine haksızlık yapıldığını “Çıkan yeni yasayla hükmü kesinleşmiş çok ağır suçları işleyenler cezaevinden çıkabiliyorken, ben hüküm verilmeyen bir dava gerekçe gösterilerek cezaevine atılıyorum” şeklinde açıklamıştı.
Toplamda iki yıldan fazla cezaevinde kalan ve beşinci kez cezaevine giren Barış Pehlivan, suçunun sadece gazetecilik yapmak olduğunu belirtirken tutukluluk halleri için şunları söylemişti:
Ben daha öncesinde bir kez 19 ay kapalı cezaevinde tutuklu kaldım. Daha sonra 6 ay ve daha sonra birer gün hapiste yattım. Bu beşinci olacak. Açık cezaevine ilk kez giriyorum. Gönül isterdi ki ben bu kadar haber öznesi olmayayım. Ben herhangi bir kişiyi öldürmekten, uyuşturucu satmaktan, tecavüzden cezaevine girmiyorum. Sadece kitaplarım ve Cumhuriyet gazetesindeki yazılarım gerekçe gösterilerek tekrar cezaevi yüzü görmem isteniyor.”
Gazeteci Barış Pehlivan’a “kamu görevlisine görevinden dolayı hakaret” suçlamasıyla açılan davanın duruşması 10 Kasım’da Çağlayan Adliyesi 2. Asliye Ceza Mahkemesinde görüldü. Denetimli serbestlik hakkından yararlandırılmayan Barış Pehlivan üç aydır Maltepe Açık Cezaevi’nde tutuluyordu.
Rusya‘nın devlete ait nükleer enerji şirketi Rosenergoatom, bir tesiste türbin kanatlarının kırıldığını bildirdi. Söz konusu arızaya ilişkin değerlendirmede bulunan Nükleer Fizikçi Andrey Ozharovsky, nükleer enerjinin ne kadar güvensiz olduğuna dikkat çekerek “Ekonomik açıdan bakıldığında nükleer enerjinin, özellikle de Rosatom’un ekipman sağlayıcısı olması halinde, hiçbir anlamı yok” dedi.
Bu tip üniteler aynı şirket tarafından iki reaktörün kurulduğu Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nde (NGS) de inşa ediliyor. Ayrıca Macaristan’da da inşa edilmesi planlanıyor.
Rusya’nın nükleer enerji santrallerini işleten Rosenergoatom, 12 Kasım Pazar günü St Petersburg‘un batısındaki Leningrad nükleer enerji santralinde türbin kanatlarının kırılması sonrası bir ünitenin kapatıldığını bildirdi. Türbin kanatlarının kırılmasının nedeninin ise henüz net olmadığı aktarıldı. Rosenergoatom şirketinin yöneticisi Alexander Shutikov, tesisteki onarımların 22 Aralık’a kadar tamamlanması gerektiğini belirterek “Şu anda asıl önemli olan kanatların tahrip olmasının nedenini anlamak. Bu yeni bir olgu” dedi.
Fotoğraf: energynews
Sorunun meydana geldiği ünite 2018 yılında yeni nesil basınçlı su reaktörü VVER 1200 ile inşa edildi. Bu tip üniteler ayrıca Rusya tarafından Mersin’deki Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nde de inşa ediliyor. Ek olarak bu üniteler Macaristan’daki Paks-2 santrali için de planlanıyor. Rusya bu reaktörleri daha önce Belarus‘a da tedarik etmişti.
Reuters’ın aktardığına göre; Shutikov arızalanan kanatların 1.200 megavatlık yüksek hızlı buhar türbininin bir parçası olduğunu söyledi. Türbinler iş insanı Alexei Mordashov‘un Power Machines şirketi tarafından üretiliyor. Power Machines, aynı tip türbinlerin 2016’dan bu yana dört güç ünitesinde sorunsuz çalıştığını bildirdi. Şirket tarafından yapılan açıklamada arızanın gerçekleştiği üniteyi mümkün olan en kısa sürede yeniden çalıştırmak için tüm adımların atıldığı ve nedenlerini araştırmak, kusurları tespit etmek için santraldeki uzmanlarla birlikte çalışıldığı bildirildi. Şirket tarafından yapılan açıklamada “Bulgulara dayanarak, sonuçlar çıkarılacak ve telafi edici önlemler belirlenecek” denildi.
Rosatom güvenlik açısından bir sorun olmadığını açıkladı
Rosenergoatom’un bağlı olduğu şirket olan Rosatom ise benzer türbin modellerinin Leningrad tesisinin başka bir ünitesinde ve güney Voronezh bölgesinde faaliyette olduğunu söyledi. Şirket her türlü arızayı her zaman araştırdığını ve düzelttiğini de bildirdi. Açıklamada şu ifadelere yer verildi:
“Türbinler santralin ‘nükleer adasının’ bir parçası olmadığından, tüm reaktör ekipmanları amaçlandığı gibi çalıştığından, arızalanmalarının nükleer güvenlik üzerinde hiçbir etkisi yoktur.”
Akkuyu Nükleer Güç Santrali
‘Nükleer enerji güvenilmezdir’
Ancak Çernobil’in 31. yıl dönümünde Türkiye’ye gelerek Akkuyu’da atıkların Rusya tarafından alınmayacağını, Rusya anayasasının 12. maddesinin böyle bir imkan tanımadığı açıklamalarında bulunmuş olanNükleer Fizikçi ve nükleer karşıtı aktivist Andrey Ozharovsky‘nin açıklamaları çok daha farklı ve nükleer enerjinin güvenilir olmadığına ilişkin. Ozharovsky söz konusu arızaya ilişkin şu açıklamada bulundu:
“Nükleer enerji güvenilmezdir, ancak Rosatom tarafından inşa edilen VVER1200’lü nükleer enerji santralleri bu alanda şampiyon konumundadır. Yakın zamanda Belarus’ta inşa edilen VVER1200 ünitesinin yük faktörü yaklaşık yüzde 50’dir – reaktör çoğu zaman elektrik üretmez, bunun başlıca nedeni de bakımdır. Ekonomik açıdan bakıldığında nükleer enerjinin, özellikle de Rosatom’un ekipman sağlayıcısı olması halinde, hiçbir anlamı yok.”
Ostravets Nükleer Santrali, Belarus
Belarus’ta da benzer arıza meydana gelmişti
Belarus’taki Ostravets Nükleer Santrali‘nde de 2020’de arıza meydana gelmişti. O süreçte Türkiye’de Rosatom tarafından inşa edilen Mersin Akkuyu Nükleer Güç Santrali‘nde kullanılan VVER1200 reaktör tipinde de meydana gelmesi ihtimalinin yüksek olduğu bildirilmişti. Belarus’taki santralde meydana gelen arıza 50 kilometre mesafedeki komşusu Litvanya‘da hükümet yetkililerince halka acil gıda, su ve şeker stoğu yapmasına neden olmuştu.
Meteoroloji, İstanbul ve çevre illerde hafta sonu rüzgarın fırtına şeklinde eseceği uyarısı yaptı. İstanbul Valiliği de Meteoroloji’nin açıklamasını paylaşarak, kentte yaşayan vatandaşlardan yaşanacak olumsuzluklara karşı dikkatli olmalarını istedi.
Meteoroloji 1. Bölge Müdürlüğü İstanbul Bölge Tahmin ve Erken Uyarı Merkezi’nden yapılan açıklamaya göre, İstanbul, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Kocaeli, Sakarya ve Yalova‘da yarın sabah saatlerinden itibaren rüzgarın kuzey ve kuzeybatı yönlerden fırtına şeklinde eseceği tahmin ediliyor.
Pazar sabahından itibaren de İstanbul, Kocaeli, Sakarya ve Yalova’da yer yer fırtınanın etkili olması bekleniyor. Ulaşımda aksamalar, çatı uçması, ağaç ve direk devrilmesi gibi olumsuzluklara karşı dikkatli ve tedbirli olunması gerekiyor.
Valilikten uyarı
İstanbul Valiliği de kentte yaşayan vatandaşları uyararak şunları söyledi:
“18.11.2023 Cumartesi sabah saatlerinden itibaren İstanbul’da rüzgârların kuzey ve kuzeybatı yönlerden fırtına (50-70 km/saat), 19.11.2023 Pazar günü sabah saatlerinde itibaren kuvvetli fırtına (70-90 km/saat), yer yer tam fırtına (90-110 km/saat) şeklinde eseceği tahmin edilmektedir.
Ani sel, su baskını ve ulaşımda aksamalar gibi olumsuzluklara karşı dikkatli ve tedbirli olunması gerekmektedir.
Hava durumu potansiyel tehlikelidir: Tahmin edilen meteorolojik hadise olağandışı olmamakla birlikte, meteorolojik şartlardan etkilenebilecek faaliyetler konusunda dikkatli olunmalıdır.”
İstanbul Havalimanı’ndan 40 uçuşa iptal
Türk Hava Yolları (THY) da yarın İstanbul’da beklenen olumsuz hava koşulları dolayısıyla İstanbul Havalimanı’ndan planlanan toplam 40 tarifeli seferi iptal ettiğini duyurdu.
THY Basın Müşavirliği, İstanbul’da beklenen olumsuz hava koşulları nedeniyle MADKOM (Meteorolojik Acil Durum Komitesi) kararı uyarınca iç ve dış hatlarda toplam 40 seferin karşılıklı olarak iptal edildiği bildirdi.
Yarın uçuşu olan yolcuların THY’nin internet sitesinden uçuşlarını kontrol etmeleri gerekiyor.
‘Meteorolojik parametrelere uygun yapılmadı’
Tüm itirazlara karşı 29 Ekim 29 Ekim 2018’de açılan İstanbul Havalimanı, inşaatı sırasında yarattığı eko-kırımın yanı sıra yer seçimi dolayısıyla da çok eleştirilmiş, uzmanlar kuş göç yollarının üzerinde olması, rüzgarlara açık bir alana yapıldığı için iniş-kalkışlarda sorun yaşanacağını dile getirmişti. Geçen yıllarda da kuvvetli, rüzgar, fırtına veya yoğun kar yağışı nedeniyle yoğun kar yağışı nedeniyle, havalimanı kullanılamadı, çok sayıda sefer iptal edildi.
ÇED Raporu’nda göre yılın 107 günü fırtınalı, 65 günü ise yoğun bulutlu olan bu kıyı bölgesinde hava taşımacılığı ve piste iniş ve kalkışların fiziksel çevre şartları bakımından sorun yaratabilir ifadelerine yer verilmesine rağmen ÇED raporu bile beklenmeden inşaat başlamıştı. Pistler, dünyanın en sisli yerlerinden Karadeniz kıyılarına komşu olarak inşa edildi. Bunun yanında kentin iki ana rüzgârı olan Lodos ve Poyraz’ı yandan alarak yağmurlu ve fırtınalı havalarda iniş yaparken kanat katlanması ve türbülans ile savrulmalara maruz kalma ihtimalleri uçuş güvenliği açısından ciddi riskler teşkil ediyordu.
Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB), 2014 yılında hazırladığı raporda şunları ifade etmişti:
“Proje alanı doğrudan deniz üzerinden gelen rüzgarlara açıktır. Uçuş için uçağın gelen rüzgârı önden alması gerekir, yandan ya da arkadan alması tehlikelidir. Ayrıca Türk Hava Kurumu Teknik Birimi’nin, Karadeniz tarafından gelen rüzgarlar nedeniyle projeye onay veremediği bilinmektedir. Bu nedenlerle raporda kullanılan meteoroloji istasyonlarının verileri proje alanındaki değerleri yansıtmamaktadır. Yılda 150 milyon kişinin taşınacağı bir havalimanında meteorolojik parametrelerin gerçekliğe uygun olarak ölçülebilmesi için proje alanında bir meteoroloji istasyonu kurulmalı ve en az 5 yıllık bir ölçümden sonra projenin yapılıp yapılmayacağına karar verilmelidir. Raporda ayrıca iklim değişikliğinden kaynaklanan riskler (hortum, aşırı sağanak yağışlar ve fırtınalar) de değerlendirilmemiştir. İklim modelleri ile bu riskler değerlendirilebilmektedir.”
Her yıl meydana gelen meteor yağmurlarının en gösterişlilerinden biri olan Leonid Meteor Yağmuru, bu hafta sonu Kuzey Yarımküre‘nin büyük kısmından izlenebilecek.
Aslan Takımyıldızı‘nda yer aldığı için Leonid ismi verilen bu meteor yağmuru Türkiye’den de görülebilecek. Leonidleri görmek için en iyi zaman ise gece yarısından sonra.
Meteor yağmurunu çıplak gözle izleyebilmek mümkün ancak şehir ışıklarından uzaklaşmak ve bulunduğunuz yerdeki hava durumunun yağmurlu ve bulutlu olmaması önemli.
Ateş topları da görülebilir
Leonid’in Güneş’in etrafındaki yolunu izlerken arkasında bıraktığı döküntülerden oluşan bir yol bırakan Tempel-Tuttle Kuyruklu Yıldızı ile ilişkili olduğu belirtiliyor. Bazıları bir kum tanesi kadar küçük olan bu döküntüler saniyede 70 kilometre hızla Dünya’nın atmosferine girdiğinde buharlaşıyor ve meteor olarak bilinen muhteşem ışık çizgileri oluşturuyor.
Çok hızlı hareket eden Leonidler, bu nedenle çok parlak olabiliyor ve biraz yeşil veya mavi görünebiliyor. Leonid yağmuru sırasında bazen ateş toplarının da görülebileceği kaydediliyor.
Nasıl izlemeliyiz?
Göktaşı yağmuru Kuzey Yarımküre’nin büyük kısmında, gökyüzünün bulutsuz olduğu yerlerde görülebilecek.
Greenwich Kraliyet Gözlemevi‘nden astronom Dr. Affelia Wibisono,Ay‘ın cuma akşamı erken saatlerde batacağını, yani gökyüzünün karanlık olacağını, böylece hava izin verdiği sürece meteorları görme şansının daha yüksek olacağını söyledi:
“Şehir ışıklarından uzakta, tercihen yüksek binaların da olmadığı, geniş ve açık bir manzaraya sahip, karanlık bir nokta bulmaya çalışın. İzlemesi oldukça eğlenceli ve dışarı çıkıp aramaya gerçekten değer bir an olacak. Bence meteor yağmurlarının en güzel yanı, onları görmenin kolay olması, ekipmana ihtiyacınız olmaması, tek yapmanız gereken yukarı bakmak.”
Bu görsel şöleni hafta sonu izleyemeyenler üzülmesin. En iyi zamanı bu ama meteor yağmurunu 30 Kasım’a kadar yakalamak mümkün.