Brezilya’nın aşırı sağcı yeni Devlet Başkanı Jair Bolsonaro yemin töreninde yaptığı konuşmada, ülkesini “sosyalizmden, ahlaka aykırı değerlerden ve siyaseten doğruculuktan kurtaracağını” söyledi.
Başkent Brasilia’da gerçekleşen yemin töreni etkinliklerine 100 binden fazla insan katıldı. Törenin yapılacağı alana üstü açık bir Rolls Royce ile gelen Bolsonaro yol boyunca halkı selamladı.
Kongre’deki konuşmasında ise ülkeyi “yeniden yapılandırma” fırsatına dikkat çekerek sözlerini şöyle açtı:
“Biz insanları yeniden birleştireceğiz, aile kurumunu kurtaracağız, dinlere saygılı olacağız. Dini geleneğimizi savunurken ve (geleneksel) değerlerimizi koruma altına alırken, cinsiyet eksenli ideolojiyle de savaşacağız”
Jair Bolsonaro konuşmasında, sol siyaset yapan İşçi Partisi’ni de hedef aldı ve Brezilya’nın, suç ve yolsuzluk gibi sıkıntılarının kaynağı olarak bu partiyi gösterdi.
“Sorumsuzluk bizi tarihimizdeki en büyük etik, ahlaki ve ekonomik kriz içine soktu” diyen Bolsonaro konuşmasının tamamlanmasının ardından ABD Başkanı Donald Trump, kutlama mesajını Twitter’dan paylaştı.
Jair Bolsonaro ise bu kutlama mesajına yine Twitter’dan yanıt verdi ve “Cesaretlendirici sözleriniz için teşekkürler Sayın Başkan. Birlikte, Tanrı’nın da koruması ile, insanlarımıza gelişme ve rehaf getireceğiz” dedi.
Yemin törenine katılmak isteyenler üç ayrı arama noktasında geçerek alana girebildi.
Yemin törenine katılan yabancı konuklar arasında ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, Macaristan Başbakanı Viktor Orban ve Portekiz Cumhurbaşkanı Marcelo Rebela de Sousa da vardı.
AB ülkelerinden törene katılan tek lider ise Macar Başbakanı Viktor Orban oldu.
Bolsonaro, Küba, Nikaragua ve Venezuela’nın solcu liderlerini törene davet etmedi.
Büyükada’da ahırlar bölgesinde çıkan yangın ormana da sıçradı. Ahırlarda bulunan 9 at hayatını kaybetti.
İstanbul Büyükada’da yangın çıktı. Yangın noktasına çok sayıda itfaiye ekibi sevk edildi. Ekiplerin yangını söndürme çalışmaları devam ederken, yükselen dumanlar Maltepe Sahili’nden de görüldü. Yangın öğleden sonra kontrol altına alındı.
Yangının ahırların bulunduğu alanda çıktığı daha sonra da ormana sıçradığı, ahırlarda bulunan 9 atın hayatını kaybettiği belirtildi.
Faytoncular Odası Başkanı Hıdır Ünal, yangının çıkış sebebinin henüz belli olmadığını belirterek, “Geldiğimizde yangın çok ciddi manada ilerlemişti, itfaiyenin müdahalesine rağmen söndürülemedi. İki ahırımız kül olmuş durumda. 9 tane yanarak ölen atımız var, itfaiyenin tespiti o yönde. İkisi ağır olmak üzere 3 tane yaralı atımız var. Acımız da zararımız da çok büyük. Çok kötü bir olay” dedi.
Ünal, yaralı atların İstanbul Büyükşehir Belediyesi ekiplerince Sarıyer’deki Kısırkaya Sahipsiz Hayvan Geçici Bakımevi’ne tedavi edileceğini ifade etti.
Selahattin Demirtaş’a verilen 4 yıl 8 aylık hapis cezasının İstinaf Mahkemesi’nce onanması üzerine avukatları Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) başvurdu.
HDP’nin önceki dönem Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, HDP eski Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’le birlikte “örgüt propagandası yapmak” iddiasıyla yargılandığı İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi, 7 Eylül’de Demirtaş’a 4 yıl 8 ay, Önder’e ise 3 yıl 6 ay hapis cezası vermişti. Bu karar üzerine İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesi’ne yapılan itiraz başvurusu reddedilmiş ve cezalar onanmıştı. Demirtaş’ın avukatlarının bu karar üzerine dün Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) başvuruda bulunduğu öğrenildi.
Avukatlar başvurularını Anayasa’nın 36’ncı maddesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 6’ncı maddesinde düzenlenen “Adil Yargılanma Hakkının ve Masumiyet Karinesi İlkesi”, Anayasa’nın 26’ncı maddesi ile AİHS’in 10’uncu maddesinde düzenlenen “İfade Özgürlüğü”, Anayasa’nın 67’nci maddesi ile AİHS’in Ek 1 Numaralı Protokol’ünün 3’üncü maddesinde düzenlenen “Serbest Seçim Hakkı”, yine Anayasa’nın 26. ve 36’ıncı maddeleriyle bağlantılı olarak 13. ve 14’üncü maddeleri ve AİHS’in 6. ve 10’uncu maddeleriyle bağlantılı olarak AİHS’in 18’inci maddesinin ihlaline dayandırdı.
Yuval Noah Harari, kitabı Sapiens’te insanlık tarihinin gelişimini, bilişsel, tarımsal ve bilimsel devrim gibi çeşitli temel dönüm noktalarının detaylı açıklamaları ve analizleriyle anlatıyor (1). Kitabın en dikkat çekici noktalarından biriyse, insanlığın bu devrimsel basamaklardaki yükselişiyle hayvanların sömürüsü ve yaşadıkları zulmün artışı arasındaki ilişkiyi gözler önüne seriyor olması. Sapiens’i okudukça görüyoruz ki, ister endüstriyel, ister tarımsal, ister avcı toplayıcı yaşamda olsun, tarihin her döneminde, insanlığın hayvanlara verdiği zarar ve acı hem niteliksel hem de niceliksel olarak azımsanamayacak boyutlarda.
Bilişsel Devrim’le başlıyor Harari. Bilişsel Devrim bundan 70 ila 30 bin yıl önce ortaya çıkan yeni düşünce ve iletişim biçimleri anlamına geliyor. Bu beceriler o zamana kadar Afrika kıtasında küçük topluluklar halinde yaşamış Homo sapiense, yüksek düzeyde bilgi paylaşımı ve etrafında birleşilecek toplumsal mitler kurgulama şansı veriyor. Bu sayede daha büyük topluluklar halinde koordinasyonlu hareket etmeyi başaran Homo sapiens yüz binlerce yıldır kısılı kaldığı Afrika’dan çıkarak birkaç on bin yılda tüm dünyaya yayılmayı başarıyor. Fakat insanlık için bir başarı hikayesi gibi gözüken bu olayın gezegene etkileri yıkıcı oluyor. Afrika’dan çıkışla, tarımsal yerleşik hayata geçiş arasındaki avcı toplayıcılıkla geçen birkaç on bin yıllık sürede, insanın avcılık yeteneklerine ve bulunduğu habitatı değiştirme gücüne karşı gerekli savunma mekanizmalarını geliştirecek evrimsel süreyi bulamamış yüzlerce hayvan türü gezegenden silinip gidiyor. Şu an bize ilkel gelen aletler ve yöntemlerle bile birçok hayvan türü yok oluyor. Mesela Avustralya’ya Aborjinlerin atalarının ilk ulaşmalarından sonraki birkaç bin yılda, içinde dev sürüngenler ve keseli memelilerin bulunduğu 50 kilodan daha ağır 24 türden 23’ü yok oluyor, geriye sadece kangurular kalıyor. İkinci büyük yıkım da Amerika kıtasında gerçekleşiyor. Amerika’ya ilk insan ayağı değdikten yine birkaç bin yıl içinde Kuzey Amerika büyük memeli cinslerinin 47’sinden 34’ünü, Güney Amerika da 60’tan 50’sini kaybediyor. Avrasya’da da mamutlar gibi birçok tür benzer akibetlere uğruyorlar. Özetle şöyle diyor Harari: “Bilişsel Devrim’in gerçekleştiği dönemde dünyada 50 kilogramdan daha ağır 200 civarında büyük kara memelisi yaşıyordu, Tarım Devrimi döneminde sadece 100 tanesi kalmıştı. Homo sapiens, insanlar tekerleği, yazıyı veya demirden aletleri icat etmeden çok önce gezegendeki büyük hayvanların yarısını yok etmişti.”
Bilişsel Devrim’i takip eden Tarım Devrimi’nde de durum değişmiyor. İnsan yine “biyoloji tarihindeki en ölümcül tür” olma özelliğini koruyor. Fakat avcı toplayıcılıktan tarıma geçerken insanın hayvana ve doğaya bakışı da değişiyor. Avcı toplayıcılıkta insanlar hayvanları öldürse de animist; yani doğa olaylarının, bitkilerin ve hayvanların ruhları, farkındalıkları ve hisleri olduğuna inanıyorlar. Ve hayvanları öldürseler de bunu kendilerini onlardan üstün görmeden yapıyorlar. Fakat yerleşik hayata geçince hayvanları evcilleştirmeye ve tahakküm altına almaya başlayan insanların hayvana bakışı da değişiyor. Hayvan doğanın bir parçası olmaktan çıkıp insanın eşyasına dönüşüyor. Dönüşmek de zorunda. Ne de olsa insan, hayvanları tahakküm altında tutmak ve sömürmek için bu hayvanlara uygulaması gereken zulmü, onları kendiyle eş bir birey görerek değil ancak değersiz ve aşağı bir “öteki” olarak görerek uygulamaya devam edebilir.
Birçok insanın hayvan sömürüsünü rasyonalize etmek için kullandığı, hayvan kullanımının özünde yanlış olmadığı, sıkıntının hayvan kulanımında değil, endüstrileşmede olduğu savını yerle bir eden, çeşitli tarım toplumlarında uygulanmış/uygulanan korkunç pratiklerden örnekler veriyor Harari. Yeni Gine’deki çiftçilerin kokuyla yön bulan domuzlar kaçamasın diye onların burunlarını kesmelerinden ya da gözlerini çıkarmalarından bahsediyor. Anne ineğin sütünü tüketmesin diye buzağının bir süre sonra öldürülmesinin tarihte kullanılan yöntemlerden biri olduğunu söylüyor. Fakat belki de en korkuncu bazı çoban kabilelerinin yavruyu öldürdükten sonra etini yiyip derisini doldurarak anneye göstermeleri örneği. Bu sayede hem yavrunun sütü kullanması engellenmiş hem de annenin yavrusunu görerek süt üretimini artırması sağlanmış oluyor. Yavruyu öldürmeyen kabilelerin yaptıklarına ise daha kabul edilebilir diyemeyiz. Mesela Sahra’da deve yetiştiren bazı kabileler süt tüketimini kontrol altına almak için yavru develerin üst dudağını ve burnunun bir kısmını kesme yöntemini geliştirmiş.
Tarım Devrimi sonrası hayvanların çektiği acı artmış olsa da bilimsel ve teknik yetersizlikler hayvanların yaşadıkları zulmün henüz en uç noktaya çekilebilmesine olanak vermiyordu. Harari’nin başka bir yazısında dediği gibi modern bilim kuşların, virüslerin ve antibiyotiklerin sırlarını çözdükten sonra insanlar hayvanları en uç yaşam koşullarına maruz bırakmaya başlayabildi. Aşılar, ilaçlar, hormonlar, zirai ilaçlar, merkezi havalandırma sistemleri ve otomatik yemlikler yardımıyla on binlerce tavuğu küçük kümeslere tıkmak ve benzeri görülmemiş bir verimlilikle et ve yumurta üretmek mümkün oldu (2).
Hayvanların tam bir üretim makinesi olarak kullanılabilmesi, binlercesinin birden içinde ne ayaklarını ne kanatlarını açabildikleri, ne başlarını kaldırabildikleri daracık kafeslere sıkıştırılıp kapatılması, hem teknik gelişmişlik hem de hayvanların biyolojisinin iyice anlaşılmasını gerektiriyordu. Bilim Devrimi ile bu sağlandı. Fakat insanlar aynı bilimi hayvanların psikolojisini anlamak için kullanmakta aynı derecede hevesli değildi. Sonuç olarak Bilimsel Devrim ve endüstrileşmeyle hayvanların çektiği zulmün psikolojik yanı fiziksel yanından ağır basmaya başladı. Harari kitabında insanın, hayvandaki verimliliği artırmak için onun biyolojik gereksinimlerini en verimli şekilde nasıl karşıladığına fakat bunu yaparken aynı hayvanın psikolojik ihtiyaçlarını nasıl yadsıdığına ve bunun hayvanlarda sebep olduğu psikolojik acıya özellikle değinmiş.
Elbette Bilimsel Devrim’in hayvanlar üzerinde başlattığı yeni bir zulüm alanı da var: Hayvan deneyleri. Ölümsüzlüğe ulaşmaya çalışan insanlık gerek genlere hükmederek, gerek insanla bilgisayarı daha entegre hale getirerek git gide üst insana, Harari’nin deyimiyle “tanrıya” dönüşmeye başlıyor. Ve elbette bunu yaparken yine ilk denemeleri hayvanlar üstünde yaparak yaratıcılığımızın sınırlarını zorlayacak şekilde onlara acı vermeye devam ediyor. Fakat insanlık, yükselmek için hayvanların omuzlarına, onların acılarını umursamadan basmakta bir sıkıntı görmezken kendisi de ne yöne gittiğinin pek farkında değil. İnsanlığın gücünün sınırları yok gibi. Fakat bu kontrolsüz gücün nereye gittiği de meçhul.
Peki ne yapmalıyız? Nasıl bir yön seçmeliyiz kendimize? Belki de sorunun cevabı insanlığın yükselişi sırasında hayvanların başına gelenlerin benzerlerinin insanın da başına geliyor olduğunu fark etmekte geçiyor. Harari kitabında toplum olarak insanlığın bu devrimlerle yükselişi sırasında birey olarak insanın çektiği sıkıntılara da değinmiş. Mesela Tarım Devrimi sadece hayvanı köleleştirmemiş, insanı da avcı toplayıcı hayatına nazaran çok daha uzun süreler, doğasından kopuk bir şekilde çalışmak zorunda bırakmış. Ayrıca yerleşik hayatta ortaya çıkan otoriteler ve üst sınıflar tarafından tıpkı kendisinin hayvanlara yaptığı gibi köleleştirilmiş. Bilim Devrimi ve endüstrileşme hayvanın psikolojisine vermediği önemi insanın psikolojisine de vermemiş. Hayvanı nasıl bir makine olarak görmüşse insanı da üretim zincirinin bir halkası olarak görmüş. Belki daracık hücrelerde yaşamak zorunda olan birer yumurta ya da süt makinesi değiliz ama çoğumuz dar ofislerde bir masa başında ya da fabrikalarda bir bantın önünde emek üreten makineleriz. Ve verimimize odaklanmış olan sistem tıpkı hayvanlara yaptığı gibi psikolojik ihtiyaçlarımızı çok gerilere atmış durumda.
Mutsuzuz çünkü hayvanlar da mutsuz. Acı çekiyoruz çünkü hayvanlara da acı çektiriyoruz. Hayvanları önemsemeyen bir insanlığın bilincinden bahsedemeyiz. Ve elbette bu bilinçsizlik insanı da önemseyemez. Etrafında sebep olduğu yıkımı göremeyen bir umursamazlık kendine yaptığı yıkımı da görecek gözlere sahip değildir. Bu yüzden gözlerimizi açmamız ve etrafımıza bakmamız lazım. Tıpkı Harari gibi. Harari insanlığın tarihini araştırıken insanın hayvana yaptığı zulüm karşısında dehşete düşüp vegan olmuş. Ve şimdi gözlerini tekrar kendine yani insanlığa çevirip nereye doğru gittiğimizi görmeye çalışıyor. Belki bizim de ilk yapmamız gereken budur.
Birkaç gün sonra Silivri’de ikinci yılbaşını geçirmiş olacağım. Yılbaşı öncesi, geçen yılın muhasebesini yapmak ve yeni yılla ilgili kararlar almak adettendir. 2018’in tamamını odamda geçirmiş olduğumdan ve önümüzdeki yıl ne zaman normal hayatıma döneceğimi bilemediğimden, burada bunları yapamıyorum. Ancak, odamda tek başıma kalmanın yarattığı sükunet ortamı, daha uzun zaman kesitleri için, böyle bir bilanço ve hayat planı yapmaya uygun. Gözaltına alındığım zaman 60’ncı yaşımı tamamlamıştım; geçen yılların bir hesabını yapsam diyordum…
İddianamemin hazırlanmamış olması belirsizlik yaratıyor, ama
iddianamenin yokluğunda başıma gelenle kafamı fazla meşgul etmemeye
çalışıyorum; kendimi sanki inzivaya çekilmiş gibi hissetmeye gayret
ediyorum. Gene de, cezaevi ortamında, bir kısmını tanıdığım tutuklu ve
hükümlüleri görmek, hastaneye gidiş gelişlerde tanımadıklarımın
hikayelerini dinlemek, insanları mağdur eden bu sistemin nasıl
çalıştığını, ağır suçlamaların, tutuklama kararlarının, müebbet hapis
cezalarının nasıl bu kadar kolay verildiğini daha fazla merak etmeme
neden oluyor.
Yargıdaki
vahim sorunlar ve bunların nedenleri çeşitli vesilelerle dile
getirildi. Orhan Gazi Ertekin, Cumhuriyet’te 5 Nisan 2018 tarihinde
yayınlanan yazısında, ‘herkesin bir gün ‘terörist’ olarak kolaylıkla yargılanabileceğini tuhaf bir ‘terör hukuku’ uygulamasının bir ‘kara delik’ haline gelmiş olduğunu’ söylemişti.
Taha Akyol, 4 Temmuz 2018 tarihli Hürriyet’te çıkan yazısında -ne
yazık ki artık Hürriyet’te yazamıyor- Anayasa Mahkemesi’nin Şahin Alpay
ve Mehmet Altan’ın tahliyeleri yönündeki kararlarına mahkemelerin
uymamasını eleştirirken, haksız tutuklanan yazar ve gazetecilerin
örneğinde olduğu gibi tutuksuz yargılama gerektiren pek çok dosya
olduğunu belirtmiş, “Artık yargı da OHAL psikolojisinden çıkmalı” çağrısını yapmıştı.
Ahmet Taşgetiren, 11 Aralık 2018 tarihinde Karar’da yayınlanan
yazısında, Prof. Dr. Kemal Gözler’in, hukuk dışı faktörlerin davalarda
uygulanacak normlarla ilgili hukuk bilgisini değersizleştirdiği
kanaatinde olduğunu aktarmış, Gözler’in “Hiçbir yorum teorisi,
hakimler üzerinde siyasal çevrelerden aldıkları sinyallerin yarattığı
etkinin yarısı kadar bile etki yaratmıyor” şeklindeki sözlerini alıntılamıştı. Taşgetiren, “normun
işlemediği yerde başka şeyler işliyor demektir. O zaman da normun
anlamı kalmaz. Bir şekilde gücü yetenin hukuku geçerli olur” uyarısında bulunmuştu.
Terör suçu ve kavramının genişletilmesi, OHAL psikolojisi ve siyasi
çevrelerden gelen sinyaller gibi unsurların yanı sıra, siyasi davaların
on yılı aşkın bir süredir yargıyı meşgul ediyor olmasının da normların
erozyona uğramasının önemli bir nedeni olduğu düşünülebilir. Siyasi
davalardan kastettiğim, belli bir siyasi gücün tasfiyesine, etkisiz
kılınmasına hizmet eden, bu işlevi de gören davalar. Yargı
bağımsızlığının güçlü olmadığı durumlarda ve dönemlerde, siyasi davalar
hukuk normlarına uymayan tavır ve davranışlar için uygun bir iklim
yaratıyor. Çatışmalı iktidar mücadelelerinden sonra başa gelenlerin,
önceki dönemde iktidarda olanları yargılamaları ile iktidarı ele
geçirmek için düzenlenen komplolarla ilgili davalar önemli siyasi dava
örnekleri. Devri sabık yaratıldığında, siyasi sorumluluk temel suçluluk
kriterleri olarak değerlendirildiğinden genellikle en yetkili kişiler,
en ağır cezalara çarptırılabiliyor. Yassıada mahkemeleri, bu tür
davaların ve bu davalardaki hukuksuzluğun çarpıcı bir örneği. Yeni
iktidar olanların toplumdan aldığı destek, iktidar değişikliğinin
istikrarı, bu davaların kapsamını belirleyen faktörler.
Komplolara karşı yürütülen davaların farklı çeşitleri oluyor.
İktidardakilere karşı düzenlenen komploların bir kısmı teşebbüs
safhasında kaldığı için, bunlarla ilgili davalar daha karmaşık süreçler
izleyebiliyor. Devri sabık dönemlerinde kimlerin yetkili olduğu alenen
bilindiği halde, hazırlık aşamasındaki komplolar gizlilik içinde
yürütülmüş olduklarından, bunlara karışanların ortaya çıkartılması
yargıya verilen ilave bir görev haline geliyor. İktidardakilerin
muhalifleri tasfiye etmek için bu tür davaları kullanmaları da, sık
rastlanan bir olgu. Bu tür davalarla ilgili en çarpıcı örnek, Stalin
döneminde yürütülenler. O dönemde Sovyetler Birliği’ndeki anlayışa göre,
aralarında amaç birliği tespit edildiğinde, birbirlerini tanımayan,
aralarında örgüt bağı olmayan insanların aynı komplonun içinde oldukları
kabul edilebiliyor ve her biri diğerinin fiilinden sorumlu
tutulabiliyordu.
1926 yılında Atatürk’e karşı İzmir’de düzenlenmesi planlanan
suikastın failleri İttihat ve Terakki Teşkilatı’ndandı. Ancak bu eylemin
İttihat ve Terakki Teşkilatı içerisinde hangi düzeyde planlanmış olduğu
ve kişisel sorumlulukların ne olup ne olmadığı tartışmalı bir konu.
Özellikle Osmanlı Maliye Nazırı Cavid Bey gibi saygın bir siyasetçinin
suikast ile ilişkilendirilerek idama mahkum edilmesi, yargılamanın
siyasi bir dava niteliğine dönüştüğü yönündeki görüşlerin güçlenmesine
neden olmuştur.
Son yıllarda ülkemizde yürütülen iki büyük siyasi dava, Ergenekon ve
Balyoz davalarıdır. Her ikisinin arkasındaki irade, o dönemde iktidara
yakın olan bir oluşumdan kaynaklanmıştı. Bu davalarda darbe teşebbüsü
suçlaması, iktidardan destek almak ve tasfiyeleri meşrulaştırmak için
kullanıldı. Balyoz ve Ergenekon davalarında, suçsuz insanların suçla
ilişkilendirilmelerine ve cezalandırılmalarına yol açan kurgunun
özellikleri daha yeni ortaya çıktığı sırada, Türkiye gerçek bir darbe
teşebbüsü yaşadı. Ülkemizde gerçekleşmiş olan önceki darbelerden farklı
olarak, bu teşebbüsün motor gücü ordu hiyerarşisi değil, ana gövdesi ve
beyni ordu dışında olan bir örgütlenmeydi. Bu örgütlenmenin özellikleri,
yargının karşı karşıya kaldığı sorunu daha karmaşık bir hale getirdi.
Ergenekon ve Balyoz davalarından çıkan dersleri henüz içselleştirmemiş
durumdaki yargı, 15 Temmuz darbe teşebbüsüne katılanları tespit etme ve
cezalandırma görevini üstlenmek durumunda kaldı.
Darbe teşebbüsünde rol oynayanların önemli kısmının ilişkili
oldukları Fethullah Gülen çevresindeki örgütlenme ve yapılanmalar, uzun
süre güçlü bir meşruluğa sahip olarak gelişmişti. Sivil toplum ve iş
çevrelerindeki örgütlenmelerin yanı sıra, benim gibi insanları endişeye
sevk eden, Emniyet Teşkilatı başta olmak üzere stratejik devlet
kurumlarında Gülenci nüfuz alanının genişlemesi sorun olarak görülmedi;
hatta cemaatle ilişki, olumlu bir referans yerine geçti. Bu süreçte,
birbirleriyle ilişkileri hiyerarşik bir düzen içinde olmayan çeşitli
Gülen yanlısı kuruluşlar, çevreler oluştu; kendisine ‘Hizmet Hareketi’
adını veren Gülen örgütlenmesinin sınırları genişlerken, Fethullah
Gülen’e ve bu ‘harekete’ sempati besleyenlerle, gücü
ele geçirme hedefine tam manasıyla angaje olan örgüt mensupları
arasındaki fark muğlaklaştı. Çoğu zaman da örgüt, özellikle yurt
dışındaki örgütlenmelerde, Gülenci kimliğin geri planda kalmasına, bazen
hiç görünür olmamasına özen gösteren bir strateji izledi. Oldukça uzun
bir süre boyunca gizlilik içinde çalışan Gülenci yapının
gerçekleştirdiği, Kamu Personeli Seçme Sınavı (KPSS) sorularının
çalınması, Çağdaş Eğitim Vakfı’na ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne
karşı komplolar, Balyoz davasında sahte delil üretme gibi kriminal
aktiviteler, Gülen sempatizanları tarafından görülmedi. Fethullah Gülen,
‘mutasavvıf bir din alimi’, ‘barışsever ve hümanist bir kanaat önderi’ olarak algılandığından, kendisiyle ilişkili olanların böyle şeyler yapacağına inanılmadı.
15 Temmuz’a gelindiğinde Gülenci çevrelerdeki insanların büyük
çoğunluğu darbe hazırlığından habersizdi. Örgütün kriminal aktivitelere
karıştığına inanmamış olanlar arasında, Nazlı Ilıcak, örneğinde olduğu
gibi, hayatı boyunca darbelere karşı çıkmış olan düşünce insanları
vardı.
Yargı, bütün bu farklı insanlardan oluşan ağların ilmiklerini teker
teker çözmek yerine, kişisel eylemlerin suç teşkil edip etmediğini ciddi
bir şekilde incelemeden, tüm Gülen çevreleriyle ‘iltisaklı’
olanları FETÖ mensubu kabul ederek terör suçuyla ilişkilendirerek,
İskender’in Gordion düğümüne yaptığına benzer bir çözüm bulmuş gibi
görünüyor.
Bu türden yaklaşımlar, suçun şahsiliği normunu hırpalıyor, masumiyet
karinesinin değerini düşürüyor. Bu norm erozyonunun, tüm ceza hukuku
uygulamalarına sirayet etmesi de kaçınılmaz oluyor.
Kanaatimce, darbe girişimi üzerinden bu kadar zaman geçtikten sonra,
yeni yılda, yargının önceliğinin gerçek suçlu ile suç işlememiş insanlar
arasındaki ayrımı yapmak ve masumiyet karinesinin, yani insan
özgürlüğüne saygının, norm olarak güçlenmesine öncelik vermek
olmalıdır.
Son 200 yılda insan faaliyetleri nedeniyle pek çok canlının nesli tükendi. Sadece son 40 yılda, dünya üzerindeki yaban hayvan nüfusundaki azalma yüzde 60.
Bugün dünya üzerindeki memelilerin yüzde 96’sını insanlar ve çiftlik hayvanları oluşturuyor. Bu kötü haber. Zira, insanın geleceği de dünyanın biyolojik canlılığını korumasına bağlı.
Bilim insanları içinde bulunduğumuz çağı 6. Büyük Kitlesel Yok Oluş diye nitelendiriyor.
2015’te Science Advances’da yayımlanan bir araştırmaya göre, insanoğlunun dünya üzerindeki faaliyetleri nedeniyle başlayan bu yok oluş çağında soyu tükenecek olan canlılar listesinin ilk sıralarında yine insanlar yer alıyor. Yani insanlık diğer canlıları yok ederken aslında kendi sonunu hazırlıyor.
Dünyadaki 7.6 milyar insan tüm canlıların sadece yüzde 0.01’ini oluştursa da medeniyetin başlangıcından itibaren insanlık yaban hayvanların yüzde 83’ünün, bitkilerin ise yarısının yok olmasına neden oldu. Bu arada eti, sütü için yetiştirilen çiftlik hayvanlarının sayısı arttıkça arttı. Küresel insan nüfusunu doyurabilmek için endüstriyel tarımın yaygınlaşması ve doğal kaynakları sömürme hızının artması neticesinde doğadaki insan etkisi onarılması çok zor bir yere geldi.
WWF’in Yaşayan Gezegen 2018 raporuna göre, tatlı sularda yaşayan canlı nüfusu 1970’lerden bu yana yüzde 80 oranında azaldı. 1950’lerden bu yana okyanus, deniz ve nehirlerde 6 milyar ton balık ve diğer deniz canlısı avlandı. Küresel balık ve su ürünlerinin av hacmi 1950’de 19 milyon ton iken, 2005’te 87 milyon tona çıkarak 5 kat arttı. Bu artış, birçok balıkçılık sahasının aşırı kullanımına ve tahribatına neden oldu.
BİZ ET YİYELİM DİYE HAYAT BİTİYOR Dünya genelinde yaban hayatın yok olmasının, canlıların neslinin tükenmesinin en önemli nedeni, doğal yaşam alanlarının hayvancılık için kullanılması. Son araştırmalar gösteriyor ki, et ve hayvansal ürünler tüketilmese dünyada bu amaçla kullanılan tarım arazilerinin yüzde 75’i ‘kurtulur’. ABD, Çin, AB ve Avustralya’nın tamamı büyüklüğünde bir alanda doğal yaşam yok ediliyor. Ne için? İhtiyacımız olan kalori miktarının yüzde 18’i, protein miktarının yüzde 37’si karşılansın diye. Bunun bedeli de yok olan yaban hayatın yanı sıra, tarım sektöründeki karbon emisyonunun yüzde 60’ı, su kirliliğinin yüzde 57’si, hava kirliliğinin ise yüzde 56’sı.
Yani biz et ve hayvansal ürünleri tüketebilelim diye, ormanlar katledilip tarım arazisine çevriliyor; yaban hayat yok edilirken yüzlerce, binlerce canlının nesli tükeniyor, karalar ve denizler kirletiliyor, iklim krizi tırmanıyor.
Çözüm ortada; et yememek / et tüketimini azaltmak.
2018’de Science dergisinde yayımlanan Yiyeceklerin Çevresel Etkilerini Üreticiler ve Tüketiciler Aracılığıyla Azaltmak adlı araştırmayı yürüten Oxford Üniversitesi’nden Joseph Poore bireysel olarak dünya için ne yapabileceğimizi şöyle dillendiriyor: “Etsiz beslenme gezegene etkimizi azaltmanın en büyük yolu. Karbon ayak izimizi azaltmanın yanı sıra, arazi ve su kullanımını düşürmenin tek yolu da bu. Et yememek, uçağa binmemek ya da elektrikli araç kullanmaktan çok daha etkili.”
TEK ÇÖZÜM BESLENME ŞEKLİMİZİ DEĞİŞTİRMEK Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın 2010 tarihli raporu da aynı mesajı veriyordu. Gezegenin yaşam destek ünitesini korumanın yolu iki alanda değişimden geçiyordu: Et ve hayvansal gıda başta olmak üzere tarımsal ürünler ve fosil yakıtlar.
Raporda, dünyanın tamamında elde edilen mahsullerin yarısından fazlasının ve su tüketiminin yüzde 70’inin hayvancılıkta kullanıldığı belirtiliyordu.
“Nüfus artışıyla beraber hayvancılığın etkilerinin de giderek artması bekleniyor. Fosil yakıtlardan farklı olarak burada alternatif bulmak zor: İnsanlar yemek zorunda” denen raporda fosil yakıtların tüketimi azaltılabilirken gıda tüketiminin azaltılamayacağı, tek sürdürülebilir seçeneğin yediğimiz gıdaları değiştirmek olduğu anlatılıyordu.
Birkaç ay önce Nature dergisinde yayımlanan başka bir araştırma, nüfus ve gelirde beklenen değişikliklerle 2010-2050 yılları arasında gıda sisteminin çevreye etkilerinin yüzde 50-90 oranında artarak gezegenin kaldırabileceğinin çok daha ötesine geçebileceğini ve insanlığın güvenliğini tehlikeye atabileceğini savunuyor. Bunun olmaması için Batı’da sığır eti tüketiminin yüzde 90 oranında azalması, yerine baklagillerin geçmesi gerektiği vurgulanıyor.
2050’de dünya nüfusunun 10 milyarı bulması bekleniyor. Bu nüfusu doyurabilmenin tek yolu beslenme ve gıda üretme şeklimizi değiştirmek.
Ya bitkisel ağırlıklı besleneceğiz ya da gezegeni yiyip bitireceğiz.
Sırbistan’da binlerce kişi bir kez daha Cumhurbaşkanı Vucic ve lideri olduğu İlerici Sırp Partisi’ni protesto etti. Protestolarda Vucic’in ve İçişleri Bakanı Nebojsa Stefanovic’in istifası istendi.
Sırbistan’da Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic’e karşı düzenlenen protesto gösterileri dördüncü haftasında da devam etti.
25 bin gösterici, Vucic yönetimi altında azaldığını belirttikleri demokratik özgürlükler için yürüdü.
Başkent Belgrad’da bir araya gelen binlerce protestocu “Hırsız Vucic” sloganı attı, “Yalanlara son” pankartları taşıdı.
Gösteriye katılanlar basın özgürlüğü talep ederken, gazetecilere ve muhalif siyasetçilere yapılan saldırıların da son bulmasını istedi.
Paris’te Kasım ayı ortasında başlayan “Sarı Yelekler”in protestoları şimdiden 1968’den sonraki en kararlı sokak hareketi oldu. Eylemciler 7. haftada yılbaşı gecesinde de sokakta olacaklarını duyurdu.
1968 protestolarından 50 yıl sonra Fransa tarihinin gördüğü en istikrarlı protesto dalgası Sarı Yelekler’in 7. haftada da sokağa çıkmasıyla sürüyor.
AFP’nin haberine göre Paris’in kuzeyindeki Amiens bölgesinde en az 10 kişi gözaltına alındı.
Paris’teki gösterilerin üst üste yedinci haftası Macron’un akaryakıt zamlarını geri çekmesine rağmen sürüyor. Protestocular ekonomik koşulların iyileşmesini talep ediyor, akaryakıt zammının çekilmesini yeterli bulmuyor.
Yılbaşı gecesinde de protestoya devam
Fransa’nın 2019 cari açığı artarken, Fransa Merkez Bankası ve Insee istatistik ajansı dördüncü çeyrek ekonomik büyüme tahminlerini yarıya indirdi.
Fransız perakende dernekleri Noel’de 2 milyar Euro (2.3 milyar $) değerinde kayıpları olduğunu açıkladı.
Kasım ayı ortasında başlayan gösterilerin yedinci haftasında protestocular yeni yıl gecesi de sokaklarda olacaklarını duyurdu.
Dünyada 2018 iklim değişikliğinin ve karbon emisyonlarının hızlandığı, Trump gibi gezegen düşmanlarının güçlendiği, ekoloji aktivistlerine yönelik saldırıların devam ettiği bir yıl oldu. Ama aynı zamanda bilimsel gelişmeler ve direniş de güçlendi.
İşte 2018’de dünyada yaşanan en önemli 10 iyi gelişme ve 10 kayıp ya da felaket. Unuttuklarımız vardır, ama unutmamak önemli. Liste sıralı değildir.
Polonya’nın Katowice şehrinde düzenlenen ve IPCC’nin 1,5 Derece Özel Raporu’nun damga vurduğu 24. İklim Değişikliği Taraflar Konferansı’nda Paris Kural Kitabı eksiklerle de olsa kabul edildi. Böylece 2015’de kabul edilen Paris Anlaşması işlerlik kazandı.
Küresel karbon emisyonları 2018’de hızlanarak artmaya devam etti. 2014-2016 arasında artış duraklamıştı. Geçen sene artış tekrar başlamış ve 2017’de 2016’ya göre yüzde 1,6 artış görülmüştü. 2018’de ise 2017’ye göre yüzde 2,7 daha fazla karbondioksit atmosfere salındı.
Türkiye 2018’de yeşil gündem açısından hızlı bir yıl geçirdi. Doğaya saldırılar durmadı, olmayacak yatırımlar hız kesmedi, ama direnişler de durmadı, ekoloji hareketleri çok sayıda önemli başarı kazandı.
İşte 2018’de Türkiye’de yaşanan en önemli 10 kazanç ve 10 kayıp. Unuttuklarımız vardır, ama unutmamak önemli. Liste sıralı değildir.
Çanakkale’nin tek içme ve sulama havzası Atikhisar’da altın madeni çalışması yürüten Kanadalı Alamos Gold Şirketi’ne bağlı Doğu Biga Madencilik şirketinin halkın büyük tepki göstermesinin ardından faaliyetlerini durdurduğu açıklandı.
Türkiye Barolar Birliği tarafından 2011 yılından bu yana faaliyette bulunan Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu’nda Akkuyu’dan Bergama’ya, Cerattepe’den Gerze’ye açılan ekoloji davalarına hukuki destek veren avukat grubu gerekçe göstermeden tasfiye edildi.