Ana Sayfa Blog Sayfa 2636

Kaşıkçı davasında 5 idam istendi!

Suudi Arabistan Devlet Haber Ajansı, Cemal Kaşıkçı cinayetiyle ilgili 11 şüphelinin ilk duruşmasının başladığını ve Suudi Arabistan Savcılığı’nın 5 şüpheli için idam cezası istediği duyurdu.

Suudi Arabistan Başsavcılığı, Kasım ayında Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı ile ilgili açıklamalarda bulunmuş, basın açıklaması yapan Başsavcılık Sözcüsü soruşturmada 21 kişinin isminin geçtiğini kaydederek, ancak 11 kişinin cinayetle suçlandığını kaydetmişti.

Al Watan gazetesine ve Washington Post gazetesine yazılar yazan Cemal Kaşıkçı’dan, 2 Ekim Salı günü resmi işlemler için Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğuna gittikten sonra bir daha haber alınamamıştı. Emniyet kaynaklarınca yapılan değerlendirmede, Kaşıkçı’nın gittiği başkonsolosluktan bir daha çıkmadığı teyit edilirken, başkonsolosluk binasında aynı saatlerde, 2 uçakla İstanbul’a gelen, aralarında yetkililerin de yer aldığı 15 Suudi vatandaşının bulunduğu, bu kişilerin daha sonra geldikleri ülkelere döndüklerinin belirlendiği kaydedilmişti.

Konuyla ilgili Türkiye ve Suudi Arabistanlı yetkililerden oluşan ortak çalışma kurulmuştu. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülen soruşturma kapsamında görevlendirilen bir başsavcı vekili ile bir savcı koordinesinde konsolosluk binası ile Türkiye’den ayrılan Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosu Muhammed el Uteybi’nin konutunda inceleme yapılmıştı.

.

(Gazete Duvar)

Yeni yılda az, öz, daha kısa vakayinamaler – Ömer Madra

Bu yazı acikradyo.com.tr/ den alınmıştır

Efsanevi tiyatro oyuncusu Gülriz Sururi 90 yaşında olanca zerafetiyle dimdik, adeta ayakta öldü. Sessiz bir defin istemişti, ölümü, vasiyetine uygun olarak defninden sonra duyuruldu. Açık Radyo’ya da daha bir buçuk ay önce onun zarif elinden Sanatsever Kurum Ödülü alma onurunun güzel anısı kaldı.


Açık Radyo’ya da daha bir buçuk ay önce onun zarif elinden Sanatsever Kurum Ödülü alma onurunun güzel anısı kaldı.

Brezilya’nın askeri diktatörlük, işkence ve cinayet savunucusu, köleci, dinbaz, ırkçı, eşcinsellerin, kadınların ve doğanın can düşmanı, ordudan atılma faşist yüzbaşı Jair Bolsonaro, görkemli bir törenle Devlet Başkanlığı’na resmen başlarken ülkesini sosyalizmden, ahlaksızlıktan ve siyasi doğruculaktan kurtaracağını söyledi.

BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü UNESCO Yeni Yıl mesajında 2019 için sadece barış dilerken Yeni Yıla girişin kutlandığı gece yarısı, saatler 12’yi vururken ABD ve İsrail, “İsrail düşmanı” olduğu gerekçesiyle örgütten ayrıldılar. UNESCO, Filistin topraklarındaki El Halil şehrini “tehlike altındaki dünya mirası” listesine almıştı.

Yeni yılın başlangıcında savaş rüzgârları da daha güçlü esmeye başladı: Suriye sınırındaki birliklere takviye amacıyla gönderilen; obüs, tank, ZPT (zırhlı personel taşıyıcı) ve mühimmat yüklü tırlardan oluşan konvoy Şanlıurfa’ya ulaştı. Araçların, Suriye sınırında konuşlu askerî birliklere takviye amacıyla gönderildiği öğrenildi.

Yeni yıla girilirken ABD’de zenginlerin 2018’de servetlerine servet kattığı, vergi indirimlerinin % 20’den fazlasının en zengin yüzde 1’in cebine gittiği, vergi indirimi projesinin tam olarak yürürlüğe gireceği 2028’e gelindiğinde en tepedeki yüzde 1’e gidecek servet payının % 83’e ulaşacağı, 2018’de işçilerin gene ayazda kaldığı belirtildi.

Yeni yılda yeni dönem başlatıldı ve plastik poşetler 25 kuruştan satılmaya başladı. Edirne Çevre ve Şehircilik müdürü gelecek nesillere daha yaşanabilir bir ortam bırakmak için yılın ilk gününden itibaren yeni uygulamayı başlattıklarını söyledi. Yalnız, yeni yılda Türkiye, İngiltere’den en fazla plastik çöp alan ikinci ülke konumuna da yükseldi.

Sudan’da yıl başında maaşlara zam yapılacağı açıklandığı sırada, BM’nin “İnsanlığın en büyük krizi” dediği Yemen savaşında Suudi Arabistan’ın 14 – 17 yaşlarında Sudanlı çocukları 480-530 $ aylıklarla savaştırdığı, emirleri de telefon & GPS aletleriyle ulaştırdığı öğrenildi. Sudan ise iddiaları reddetti: “Barış & istikrar için ordayız” dedi.

Hindistan’da yeni yıl dünyanın belki de en görkemli eylemi ile taçlandı. Kerala eyaletinde bir araya gelen 5 milyon kadın, adet gören ve “kirli” kabul edilen 10-50 yaş arası kadınların en büyük tapınaklardan birine girebilmesi ve cinsiyet eşitliği çağrısı yapmak için 620 kilometrelik insan zinciri oluşturdu. Yeni yılın belki en iyi haberiydi.

Bu yazı acikradyo.com.tr/ den alınmıştır

.

Ömer Madra

Hindistan’da kadınlar cinsiyet eşitliği için 600 kilometrelik etten duvar ördü

Hindistan’da, iki kadının yüzyıllardır uygulanan geleneği delerek bir tapınağa girmesinin ardından cinsiyet ayrımıyla mücadele için kadınlar ayaklandı.

Olayın yaşandığı Kerala eyaletinde toplanan binlerce kadın, etten duvar örerek kadınlara yapılan ayrımcılığı protesto etti. ‘Kadın Duvarı’ olarak adlandırılan insan zinciri 600 kilometreyi buldu.

Dev protesto gösterisi, kadınların tapınaklara girmemesi gerektiğini savunanların eylemlerine karşılık olarak düzenlendi.

Cinsiyet eşitliği tartışmalarını hararetlendiren olay

Adet görme yaşlarındaki kadınların girmesinin yasak olduğu Sabarimala Tapınağı’nı çarşamba günü iki kadın ziyaret etmiş, yasağın delinmesi muhafazakar kesimi öfkelendirmişti. Geleneğin bozulmasına tepki gösterenlerin eylemlerinde polis göz yaşartıcı bomba kullandı.

Yerel basın kadınların ziyaretinin ardından görevli rahibin tapınağı kapatarak arındırma töreni yaptığını duyurdu.

Kadınların tapınak girişinde bekleyen gönüllü korumaları aşarak nasıl içeri girdikleri bilinmiyor, ancak herhangi bir engelle karşılaşmadıkları belirtiliyor. Ele geçirilen video kayıtlarında kırklı yaşlardaki iki kadının başları örtülü şekilde tapınakta dolaştığı görülüyor. Yetkililerin yaptığı açıklamaya göre kadınlar daha önce de tapınağa girmeye çalışırken engellenmişti.

Taraflardan protesto çağrıları

İktidar partisinin eyalet kolu başkanı olayın ardındın halka protesto çağrısında bulundu. Kadınların tapınağa girmesinin vatandaşlık hakkı olduğunu belirten Kerala eyalet bakanı hükümetin tapınağa girmek isteyen kadınların güvenliğini sağlamaya devam edeceğini duyurdu. Tapınak çevresine polis güçleri yerleştirildi.

Eyalet yönetimindeki muhalifler ise bu durumu bir ihanet olarak değerlendirdi ve yönetimin geleneği ihlal etmenin cezasını çekmesi gerektiğini vurguladı. Hindistan Başbakanı Nerendra Modi’nin partisi BJP’nin Kerala eyalat başkanı ise ateist yönetimin Hindu tapınaklarını yok etme komplosu olduğunu söyleyerek müritleri protestoya çağırdı.

Yüksek Mahkeme’den yasağı bozan karar

Sabarimala tepesindeki Hindu tapınağında uygulanan adet yaşındaki kadınların girmesinin yasağı geçtiğimiz Eylül ayında Yüksek Mahkeme’nin aldığı bir kararla kaldırıldı. Karara karşı ekim ayında yapılan protesto gösterilerinde yüzlerce Hindu ile polis arasında arbede yaşanmıştı.

.

(Euronews)

İklim değişikliğini ciddiye almanın zamanı gelmedi mi?- Ali Ekber Yıldırım

Bu yazı tarimdunyasi.net sitesinden alındı

Tarım ve gıda üretimi, iklim değişikliğine neden olan ve aynı zamanda iklim değişikliğinden en çok olumsuz etkilenen sektörlerin başında gelir.

Türkiye’de kaderci yaşam tarzının da etkisi ile iklim değişikliği yeterince ciddiye alınmıyor. Günlük tartışmalar,çekişmeler,seçim çalışmaları içerisinde iklim değişikliği yeterince gündeme gelmiyor. Siyasiler bu konulara ilgi göstermiyor. Medyanın büyük bölümü iklim değişikliği haberlerine yer vermiyor.

Bu konuda duyarlı, dünyadaki gelişmeleri izleyenlerin de çalışmaları, sesi yeterince duyurulmuyor.

İstanbul Politikalar Merkezi (İPM)-Sabancı Üniversitesi-Stiftung Mercator Girişimi, TEMA Vakfı başta olmak üzere bir çok kuruluş iklim değişikliğine dikkat çekiyor. Dünyadaki gelişmeleri yakından izleyerek Türkiye’ye aktarmaya çalışıyor.

Geçen Aralık ayı başında Polonya’nın Katowice kentinde Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 24. Taraflar Toplantısı(COP24) yapıldı.Bu toplantıyı izleyen uzmanların katılımı ile 18 Aralık 2018’de “2018 Katowice İklim Zirvesi-COP24’ten İzlenimler” paneli İstanbul Politikalar Merkezi’nde düzenlendi.

Radikal önlemler alınmalı

Moderatörlüğünü İstanbul Politikalar Merkezi Kıdemli Uzmanı ve İklim Çalışmaları Koordinatörü Dr.Ümit Şahin’in yaptığı, Mercator-İPM Araştırmacıları Pınar Ertör Akyazı ve Cem İskender Aydın ile Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Semra Cerit Mazlum’un katıldığı panelde dile getirilen son gelişmeler özetle şöyle:

1- Bütün ülkeler kömür, petrol, doğalgaz yakarak her yıl atmosfere milyarlarca ton seragazı salıyorlar. Bu gazların yaklaşık dörtte üçü karbondioksit. 2014-2016 arası her yıl aşağı yukarı aynı miktarda seragazı salınıyordu, yani artış duraklamış gibiydi. Oysa geçen sene artış tekrar başladı ve 2017’de 2016’ya göre yüzde 1,6 artış görüldü. Bu yıl artış daha da hızlandı ve 2018’de 2017’ye göre yüzde 2.7 daha fazla karbondioksiti atmosfere salındı.

2- Yirminci yüzyılda, 1980’lere kadar insanlar havaya daha fazla karbondioksit saldıkça, okyanuslar ve ormanlar daha fazla karbon tutarak dengelemeye çalıştılar. Ancak son 30-40 yıldır, salımlar o kadar hızlı artıyor ki, okyanus ve bitkilerin karbon tutma kapasitesi daha fazla artamıyor, atmosferde biriken karbondioksit miktarı giderek fazlalaşıyor.

3- 2018’deki salımlardaki yüzde 2.7’lik artışta en yüksek pay üç ülkeden; birinci sırada Hindistan ( yüzde 6.3 artış), ikinci sırada Çin ( yüzde 4.7 artış), üçüncü sırada Amerika Birleşik Devletleri( yüzde 2.5 artış) kaynaklı. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu çoğu hızlı büyüyen veya gelişmekte olan diğer ülkelerin salımlarındaki artış oranı yüzde 1,8 olarak gerçekleşti. Avrupa Birliği ise, toplam salımlarını yüzde 0.7 oranında düşürdü.

4- Birleşmiş Milletler Çevre Programı(UNEP)’nın Emisyon Açığı Raporu, bu artışın nasıl vahim bir durum olduğunu net rakamlarla ortaya koyuyor. Şu anda 1 derece olan küresel ısınma 2 dereceye çıkarsa bütün mercan yatakları ölüyor. Kuzey Kutbu’ndaki ve Alplerin tepelerindeki buzullar tamamen eriyor, deniz seviyeleri en az 1 metre yükseliyor. Dünyayı 2 dereceden de fazla ısıtırsak Grönland ve önce Batı sonra Doğu Antarktika buzulları eriyor, okyanus iyice asitleniyor, Amazon yağmur ormanları ve Boreal ormanlar yok oluyor, Gulf Stream akıntısı duruyor, Sibirya’daki donmuş toprak eriyor. Bunlar tabii gezegen ölçeğindeki etkiler. Buna iklim değişikliğinin çığırından çıkması deniyor ve bu yüzyıl sonuna kadar en kötü olasılıkların hepsi olabilir. Salım artışı sürerse 2 derece de olacak etkiler için en fazla 30 yıl var. Bunlardan kaçınmanın tek yolu ısınmayı 1.5 dereceye gelmeden durdurmak. Bunun yolu ise küresel seragazı salımlarını 2030’a kadar yarı yarıya azaltmak ve 2050’de net sıfıra indirmek.

Tarım ve gıdanın önemi

Başta da belirttiğimiz gibi, tarım ve gıda üretimi hem iklim değişikliğinin nedenlerinden biri hem de en büyük mağdurlarından.Özelikle ;İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana küresel olarak kurulan gıda üretimi modeli; gübrelerin, ziari ilaçların üretimi için kimyasal ürünlerin ve petrol türevlerinin artan kullanımı,tarım makinelerinde kullanılan yakıt, mono kültüre dayalı yüksek verimli tohumlar ve genetiği değiştirilmiş bitkilerin yayılması, toprağın doğal verimliliğini koruma amaçlı ürün rotasyonu, yeşil gübre uygulamalarının bırakılması, tarımsal işlemlerin yoğunlaştırılmış mekanizasyonu,sulama için aşırı su tüketimine dayanıyor.

Toplam sera gazı emisyonlarının yaklaşık beşte birinin hayvan yetiştiriciliğinden kaynaklandığını ileri süren Slow Food Hareketi’nin önerileri ise özetle şöyle:

— Pestisitlerden, bitki öldürücülerden ve kimyasal gübrelerden kaçınan agroekolojik uygulamaların yanı sıra, enerji üretimi için alternatif, yenilenebilir kaynakların kullanılması.

— Et tüketimini azaltmak, küçük ve orta ölçekli tarımı ve hayvan refahına saygılı olan geniş üremeyi desteklemek önemlidir.

— Farklı üretken ortamlara daha dayanıklı ve adapte olan yerel sebze çeşitlerinin ve hayvan ırklarının tercih edilmesi.

— Genetiği değiştirilmiş ürünlerin reddedilmesi.

— Geleneksel bilginin korunması, aktarılması ve sahada uygulanması.

— Emisyonlarda belirgin bir düşüşe izin veren daha kısa değer zincirleri ve üreticiler ile tüketiciler arasında doğrudan bir ilişki kuran çözümler.

Özetle; yeni bir yıla girerken çağımızın en önemli sorunu olan iklim değişikliği konusunda, kişisel yaşamımızdan başlayarak herkesin duyarlı olması, önlemler alması, mücadele etmesi gezegenin geleceği için büyük önem taşıyor.

Ali Ekber Yıldırım – Tarım Dünyası

30 yılın ardından: Büzüşen bir gezegende yaşam – Bill McKibben


Bu yazı acikradyo.com.tr/ den alınmıştır

New Yorker’da 26 Kasım’da yayınlanan yazı Açık Radyo için 
Tanyeli Demirer tarafından çevrilmiştir. Editör: Ömer Madra

I)

30 yıl önce bu dergide, o zamanlar sera etkisi olarak adlandırdığımız kavramla ilgili “Doğanın Sonu” isminde uzun bir makale yayınlandı. Bu makaleyi yazdığımda 20’li yaşlarımdaydım ve yeterli entelektüel birikimim yoktu: o zamanlar iklim bilimi henüz genç bir bilim dalıydı. Fakat eldeki veriler hem ikna edici, hem de hüzün vericiydi. Atmosfere o kadar çok karbon salıyorduk ki doğa artık bizim etkimizin dışında bir güç olmaktan çıkmıştı – ve insanlık sahip olduğu sanayi ve umursamazlık kapasitesi ile gezegenin havasının her metreküpünü, yüzeyinin her metrekaresini, suyunun her damlasını etkilemeye başlamıştı. Bilim insanları 10 yıl sonra çağımıza Antroposen (insanın yaptığı dünya) ismini vererek bu kavramın önemini ortaya koydular.

Yaptığım haber beni korkutmuştu, fakat o dönemde toplum olarak, en kötü olasılığın gerçekleşmesini önlemek için elimizden geleni yapacak gibi görünüyorduk. 1988’de başkan adayı olan George H. W. Bush, “sera etkisi (greenhouse) ile mücadelede Beyaz Ev (White House) etkisini kullanacağına” söz vermişti. Bu sözünü tutmadı; halefleri de, dünyanın her yerinde iktidar koltuklarında oturan meslekdaşları da sözlerini tutmadı. Ardından geçen onlarca yılda, başta kuramsal bir tehdit olan şey, amansız bir gündelik gerçeğe dönüştü. Bu makale basıma girdiği sırada Kaliforniya alevler içinde. Los Angeles yakınlarındaki büyük bir yangın Malibu’nun tahliye edilmesini zorunlu kıldı; Sierra Nevada eteklerinde daha da büyük bir yangın Kaliforniya tarihindeki en yıkıcı yangın halini aldı. Eşi benzeri görülmemiş yükseklikte sıcaklarla geçen bir yazdan ve normal yağış miktarının yarısından az yağmurun yağdığı bir “yağmur mevsimi”nden sonra kuzeydeki ateş fırtınası, bir saat içinde 10 binden fazla binayı yakıp yıkarak, en az 63 kişiyi öldürerek, Paradise (Cennet) isimli bir kenti cehenneme çevirdi. 600’den fazla kişi hâlâ kayıp. Yetkililer ceset arama köpekleriyle geldiler, tahliye edilenlerin DNA’larını cesetlerden alınan DNA’larla karşılaştırmak üzere bir laboratuvar kurdular, ve kömürleşmiş kemik kesitlerinden kimlik tespiti konusunda yardımcı olması için Chico’daki California Eyalet Üniversitesinden bir antropolog getirdiler.

Geçtiğimiz birkaç yılda, tüm dünyada insanlar için koşulların iyiye gitmekte olduğuna yönelik iyimser bir düşünce dalgası ortaya çıktı. Savaşlar azalıyor, daha az yoksulluk ve açlık var, geniş ölçekli okur-yazarlık ve eğitim için de daha fazla umut olduğu düşünülüyor. Fakat insan ilerlemesinin duraklamaya başladığını gösteren daha yeni işaretler de var. Çevre konularının durumu karşısında insanlığın oynadığı oyunun artık aksamaya başladığını, hatta belki de sonunun geldiğini söylemek yanlış olmaz. 2017 yılı sonunda Birleşmiş Milletler kuruluşlarından biri, dünyada kronik şekilde yetersiz beslenen insan sayısının 10 yıllık düşüşten sonra yeniden artmaya başladığını – 38 milyon artışla 815 milyona ulaştığını – açıkladı. Bunun “büyük ölçüde, şiddetli çatışmaların yaygınlaşmasına ve iklime bağlı şoklardan kaynaklı” olduğunu da açıklamasına ekledi. Haziran 2018’de BM Gıda ve Tarım Örgütü, çocuk işçi sayısının yıllarca düşüş gösterdikten sonra yeniden yükselmeye başladığını ortaya koydu. Bu, “kısmen, çatışma sayısının artmasından ve iklimin yol açtığı afetlerden” kaynaklanıyordu.

2015’te BM Paris İklim Değişikliği Konferansı’nda dünyanın sanayi öncesi döneme göre 1 dereceden (Celsius) biraz daha fazla ısındığını belirten dünya devletleri, bu yüzyıldaki artışı 1,5ºC ile sınırlayarak 2ºC derecelik bir düşüş hedefi koydular. Geçtiğimiz Ekim ayında BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) yayınladığı özel raporda küresel ısınmanın, “mevcut oranda artmaya devam ederse 2030-2052 yılları arasında 1,5 dereceye ulaşma olasılığının yüksek olduğunu belirtti. Bu önce kuma bir çizgi çizip, sonra da yükselen dalgaların onu silmesini izlemeye benziyor. Raporda belirtilmeyen bir konu ise, Paris’te ülkelerin ilk başta verdikleri emisyon azaltma taahhütlerinin, ısınmayı bu yüzyılın sonuna dek ancak 3,5ºC ile sınırlamaya yeteceği. Fakat bu değişikliğin ölçeği ve hızı öylesine büyük ki, halihazırdaki toplumların bu değişimi aşıp hayatta kalabileceği tartışmalı.

Bilim insanları onyıllardır iklim değişikliğinin aşırı hava olaylarına neden olacağı konusunda uyarılar yaptılar. IPCC raporunun yayınlanmasından hemen önce, Florida Panhandle’ını (“Tavasapı”/Florida’nın kuzeybatısı) vuran en güçlü kasırga olan Michael, 30 milyar dolar tutarında maddi zarar verdi ve 45 kişinin ölümüne yol açtı. Küresel ısınmanın“Çok pahalı ve tam bir aldatmaca” olduğunu iddia eden Başkan Trump, yıkımı gözlemlemek için Florida’yı ziyaret etti, ama gazetecilere bu kasırganın ABD’nin Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesi kararını yeniden düşünmesine yol açmadığını söyledi. IPCC raporuna ise “kim yazmış” demenin ötesinde bir ilgi belirtisi göstermedi. (Bu sorunun yanıtı: 40 ülkeden 91 araştırmacı.) Daha sonra da bilim konusundaki “doğal içgüdülerinin” ona, iklimin yakında eski haline geleceğini söylediğini ekledi. Trump bundan bir ay sonra Kaliforniya’daki yangınların “ormanların yanlış yönetilmesinden” kaynaklandığını söyleyecekti.

İnsanlık tarihi boyunca daima savaşlar ve ateşkesler, çöküşler ve toparlanmalar, kıtlıklar ve terörizm olmuştur. Bizler zalim yöneticilere, sapkın ideolojilere dayandık ve onları aşmasını bildik. İklim değişikliği ise hepsinden farklı. Bir grup bilim insanının Nature Climate Change dergisinde belirttiği gibi, gezegende oluşturduğumuz fiziksel değişimler “Şu ana kadar yaşanmış tüm insanlık medeniyeti tarihinden daha uzun ömürlü olacak.”

En yoksul ve en hassas durumda olanlar en büyük bedeli ödeyecek. Daha şimdiden en varlıklı bölgelerde bile çoğumuz çimenlerin üzerinde yürümeye çekiniyoruz, çünkü sıcak hava ile beraber Lyme hastalığı taşıyan kenelerin sayısı çok arttı; ısınan denizlerde deniz canlılarının ölmesiyle ortaya çıkan ve denizleri işgal eden denizanaları nedeniyle sahillerde yüzememeye başladık. Gezegenin çapı hep 12,900 kilometre, yüzölçümü ise 520 milyon kilometrekare olacak. Fakat, yeryüzü, insanlar açısından bakıldığında, ayaklarımızın altında ve zihinlerimizde büzüşmeye başladı.

“İklim değişikliği” tıpkı “çarpık kentleşme”, ya da “silahlı şiddet” gibi öylesine yaygın bir terim haline geldi ki hepimizin gözünden kaçmaya başladı. Aslında, yaptığımız şeyler bizleri hayrete düşürmeli. Geçtiğimiz 200 yıl boyunca, araç motorlarında, bodrumlara koyulan fırınlarda, enerji santrallerinde, çelikhanelerde muazzam miktarlarda kömür, gaz, ve petrol yaktık; ve biz buna devam ettikçe karbon atomları havadaki oksijen atomları ile birleşerek karbondioksit üretti. Metan gibi başka gazlarla birlikte bu da, normal şartlarda uzaya geri yansıyacak olan ısıyı dünyaya hapsetti.

Yeryüzünün yarım milyar yıllık canlılar tarihi boyunca, en az dört kez daha, atmosfere büyük hacimde CO2 yayıldığı oldu; ama herhalde hiçbiri asla bu kadar hızlı olmamıştı. Hatta, Permian Çağının sonunda, volkan indifalarından çıkan lavların kömür rezervlerini baştan başa tutuşturmasından kaynaklanan devasa miktarlarda CO2 yayılımı “Büyük Ölüm” ile sonuçlandığı zamanda bile, atmosferdeki CO2 artışı şu anki artış hızının ancak onda biri kadardı. İki yüzyıl önce atmosferdeki CO2 yoğunluğu milyonda 275 parçacık (ppm) oranında idi; oysa şu anda milyonda 400 parçacık (ppm) oranını aşmış durumda, ve her yıl milyonda 2 parçacıktan fazla bir oranda da artıyor. Her gün gezegenin çevresine hapsettiğimiz ekstra ısı miktarı, Hiroşima’ya atılan bombadan 400 bin tane atılsa, o bombaların çıkaracağı ısıya eşit.

Sonuç olarak, şu ana kadar kaydedilmiş en sıcak 20 yılın tümünü son 30 yıl içinde gördük. Buz örtülerinin ve buzulların erimesi, okyanuslarla denizlerimizin seviyesinin yükselmesi olayı, başlarda yüzyıl sonunda olacak diye tahmin edilirken, çok daha erken bir tarihte gerçekleşti. Yeni Zelandalı iklimbilimci Christina Hulbe, Grist internet gazetesi muhabirine verdiği demeçte: “Katıldığım hiçbir iklim konferansında insanların ‘tahminimden daha yavaş oldu’ dediğine rastlamadım” diyordu. Geçen Mayıs ayında Illinois Üniversitesi’nden bir grup bilim insanının bildirdiğine göre, B.M.’nin “en kötü küresel ısınma senaryosu” da, şaşırtıcı yükseklikteki ekonomik büyüme nedeniyle % 35 olasılıkla fazla iyimser kalacak. 2017 baharında Dünya Meteoroloji Örgütü eski başkanı David Carlson, eldeki yeni verilere göre bir önceki yılın tüm küresel ısı rekorlarının kırıldığını görünce: “Şu anda gerçekten hiç alışılmadık bir durumla karşı karşıyayız” demişti.

Tüm çizelge ve göstergelerin de dışına fırlamış durumdayız. Ağustos’ta Grönland’a gittim. Orada küçük bir grup bilim insanı ve aktivistle birlikte Narsaq köyünden bir tekneye binip yakın bir fiyord üzerindeki buzulu görmeye gittik. Biz geniş körfezin sularında yol alırken kaptan köprüsünde dümenin üzerindeki elektronik gösterge tablosuna gözüm takıldı. Sayaçta yanıp sönen ışık, denizden bir mil kadar içeride, karada olduğumuzu gösteriyordu. Kaptan sayacın 5 yıl önceden kaldığını ve şu an etrafımızdaki su kütlesinin o tarihte donmuş halde olduğunu açıkladı. Bu seyahati organize eden Amerikalı buzulbilimci Jason Box da, yanaşacağımız yeri seçerken: “Buraya şeklinden dolayı Kartal Buzulu adını vermiştik” dedi. Bu isim de 5 yıl önce verilmiş. Box “kuşun kafasıyla kanatları eridi. Şimdi ne isim vermeliyiz bilmiyorum, ama kartal sizlere ömür” diye ekledi.

Mürettebat içinde iki de şairimiz vardı: Biri Grönlandlı Aka Niviana, öteki de Marshall Adalarından Kathy Jetnil-Kijiner. Düşük irtifada yer alan Marshall Adalarında kısa bir süre önce, “kral dalgaları” olarak da bilinen dev dalgalar oturma odalarını basmış, mezarları tersyüz etmişti. Marshall Adaları resiflerinde yaşam binyıllardır küçük bir tatlı su kaynağından besleniyor. Fakat tuzlu su buraları bastıkça ekmek ağaçları ve muz palmiyeleri kuruyup ölüyor. Yolculukta gözlerimizin önünde alabildiğine uzanan Grönland buzları erimeye devam ettikçe, yükselen sular Jetnil-Kijiner’in anayurdunu da boğacak. Bu değişimlerin sebebi olan karbonun yaklaşık üçte biri ABD’den kaynaklanıyor.

Tekne gezisinden birkaç gün sonra iki şairle ben, başka bir fiyorda gittiklerinde bilim insanlarına eşlik ettik. Burada buz örtüsündeki gerilemeyi ölçmek için kullanılan bir kameranın hafıza kartını değiştirmeleri gerekiyordu. İstasyona dönüş için uçuşumuza hazırlanırken dev bir buzul kütlesinin yüzeyinden 8 katlı bina büyüklüğünde bir parça koptu ve okyanus sularına gömüldü. Hiç böylesine güçlü bir olay görmemiştim: dev buz kütlesi karanlık sulara gömülürken dalgalar 6 metre yüksekliğe ulaştı. Aynı dalgaların Marshall Adalarının üstünden aştığını hayal edebilirsiniz. Hatta, buzların koca okyanusu kıl payı da olsa yükselttiğini – fırtınalı günlerde zaten sular altında kalan Mumbai sahillerinde veya Manhattan adasının güney ucunda, denizle arasında 50-60 santimetrelik bir duvardan başka hiçbir şey olmayan Battery Park’ta – hissedebilirsiniz neredeyse.

Dünya büzüşmeye başladı dediğimde işte tam da bunu anlatmaya çalışıyorum. Şimdiye dek insanlar, Afrika’da ilk ortaya çıkmalarından itibaren, önce yavaş yavaş, sonra da çok daha hızlı bir şekilde tüm dünyaya yayıldılar. Fakat şimdi, yaşanabilir topraklarımızı kısmen kaybetmeye başladığımız için, bir büzülme dönemine girmiş bulunuyoruz. Bu gerileme ve/ya ricat, zaman zaman hızlı ve şiddetli olacak. Yanan Kaliforniya kentlerini daracık yollar üzerinden tahliye etme çabası o kadar kargaşalı ve kaotikti ki birçok insan otomobillerinin içinde can verdi. Fakat bu çekilmenin büyük kısmı Yerkürenin sahil kesimleri boyunca başlayacak ve daha yavaş bir seyir izleyecek. Hasat tuzlanmadan dolayı yandığı için, her yıl 24 bin kişi Vietnam’ın o müthiş verimli Mekong Delta’sını terk ediyor. Alaska kıyıları boyunca deniz buzları eridiği için kasabaları, kentleri ve yerlilerin köylerini dalgalardan koruyacak hiçbir şey kalmıyor. Florida’da Michael Kasırgasının yerle bir ettiği Mexico Beach’de, bölge sakinlerinden biri Washington Post’a şunları söyledi:“Yaşlılar evlerini yeniden inşa edemezler, yaşları bu iş için çok ileri. Peki geriye kim kalacak? Kim onlara bakacak?”

Geçen yılın sonunda bir hafta boyunca dünyanın çeşitli yerlerinden gelen haberleri okudum: Louisiana’da devlet yetkilileri Meksika Körfezi’nin yükselen sularının tehdidi altındaki binlerce kişiye yeni yer bulma planının son hazırlıklarını yapmaktaydı (ve bir yetkili: “Herkes şu an bulunduğu yerde ve aynı şekilde yaşamaya devam edemeyecek, bu da yüzleşmesi çok zor ve sarsıcı bir gerçek” diyordu); Hawaii’de, yeni bir araştırmaya göre 60 kilometre uzunluğunda sahil yolu önümüzdeki birkaç onyıl içinde kullanılamaz hale gelecekti; ve 10 milyon nüfuslu Jakarta’da yükselen Java Denizi caddeleri sular altında bırakmıştı. 2018’in ilk günlerinde ise bir kuzeydoğulu fırtınası (nor’easter) Boston şehir merkezini sular altında bıraktı; çöp bidonları ve arabalar şehrin finans merkezinin caddelerinde yüzüyordu. Boston Belediye Başkanı Marty Walsh gazetecilere: “Eğer küresel ısınmadan şüphesi olan varsa, buyursun, su baskınlarının olduğu bölgeleri görsün” dedi ve ekledi: “Bu bölgeleri 30 yıl önce su basmıyordu.”

Birleşik Krallık Ulusal Oşinografi Merkezi’nin geçen yaz yaptığı bir araştırmaya göre, BM hedefleri tutturulamazsa, yükselen deniz seviyelerinin dünyaya vereceği zararın maliyeti 2100 yılına kadar 14 trilyon dolar olacak. Duke Üniversitesi’nden deniz seviyeleri uzmanı Orrin Pilkey’in, “Yükselen Denizden Kaçış” (Retreat from a Rising Sea) isimli kitabında yazdığı gibi: “Çok da uzak olmayan bir gelecekte, istesek de istemesek de dünyanın şehir dışındaki sahil şeritlerinin pek çoğundan geri çekilmek zorunda kalacağız. Ya hemen şimdi planlamaya girişir, bu geri çekilmeyi stratejik ve hesaplı bir şekilde gerçekleştirebiliriz, ya da bu konuda endişelenmeyi başka bir bahara bırakır, yıkıcı fırtınalara cevap olarak başıbozuk bir şekilde ricat ederiz. Başka bir deyişle, hesaplı kitaplı bir şekilde, metodik olarak olay mahallinden uzaklaşabilir, ya da panik halinde, darmadağın kaçışabiliriz.”

Geri çekileceğiz çekilmesine de, nereye gideceğimiz belli değil. Yükselen denizlerin yaptığı gibi, yükselen hararet de, yaşanabilir alanların sınırlarını daraltmaya başladı. Burada bu sefer, sahil şeritleri değil de, kıtaların ısınan iç kısımları söz konusu. 2000 yılından bu yana insanlık tarihinin en ölümcül 10 sıcak dalgasından 9’u buralarda gerçekleşti. Hindistan’da 1960’tan beri gerçekleşen hararet artışı (yaklaşık 0.55ºC ), ülkede sıcaklıktan kaynaklanan kitlesel ölümler görülmesi olasılığını % 150 artırdı. 2018 yazı, bazı yerlerde, şimdiye kadar ölçülmüş en yüksek sıcaklıkların görüldüğü yaz oldu. Haziran ayında birkaç gün boyunca Pakistan’ın ve İran’ın bazı kentlerinde sıcaklıklar 54ºC derecenin az üstünde seyretti ki bu, o zamana kadar güvenilir şekilde ölçülmüş en yüksek sıcaklıktı. Basra Körfezi ve Umman Körfezi kıyılarında, 37-38ºC olarak ölçülen harareti yüksek nem seviyeleri ile birleştiren aynı sıcak dalgası sonucunda oluşan sıcaklık endeksi (hissedilen sıcaklık) 60ºC idi. 26 Haziran, bir Umman şehrinde termometrelerin sabaha kadar 43ºC derecenin altına düşmeyen cıva seviyesi ile tarihin en sıcak gecesi oldu. Temmuz ayında Montreal’de bir sıcak dalgası 70’ten fazla kişinin ölümüne yol açtı, ve zaten her zaman ABD rekorlarını kıran Ölüm Vadisi, gezegenimizde görülmüş en sıcak ayı kaydetti. En yüksek sıcaklığı Afrika Haziran’da, Kore Yarımadası Temmuz’da, Avrupa ise Ağustos’ta gördü. The Times gazetesi, Cezayir’de bir petrol tesisi çalışanlarının sıcaklık 51ºC’ye yaklaştığında işi terk ettiğini bildirdi. İşçilerden biri gazetenin muhabirine: “Artık dayanamıyorduk, o sıcakta çalışmak imkânsızdı” dedi.

Burada bir yanılgı filan yok. Dünyanın bir kısmı artık insanlar için fazla sıcak hale geliyor. ABD’nin Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi’ne (NOAA) göre artan ısı ve nem, insanların açık havada yapabileceği iş miktarını %10 azaltmış durumda. 2050’ye kadar bu rakamın iki katına çıkması bekleniyor. On yıl kadar önce, hayatta kalınabilecek en yüksek “yaş termometre” (“wet bulb”) sıcaklığını belirlemeye çalışan Avustralyalı ve Amerikalı araştırmacılar, hararet 35º C’yi geçtiğinde, rutubet de % 90’ın üzerine çıktığında, “iyi havalandırılan gölgeliklerde” bile terlemenin yavaşladığını ve bu ortamda insanların en fazla “birkaç saat” hayatta kalabileceğini kanıtladılar – “kesin süre ise her bireyin kendi fizyolojisine bağlı olarak belirlenebiliyor”du.

Gezegen ısındıkça, 1,5 milyar kişinin (yani tüm insan nüfusunun beşte birinin) yaşadığı Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Kuzey Çin Ovası’nı içine alan hilal şeklindeki bölgenin önümüzdeki yarım yüzyıl içinde böyle sıcaklıklar görme riski yüksek. Bu bölgeyi kapsayan kuşakta, her nesilde ancak bir kez olan aşırı sıcak dalgalarının, yüzyıl sonunda “eşik değerlere birkaç hafta boyunca yaklaşan yıllık olaylar haline gelebileceği” ve bunun da “kıtlık ve kitlesel göçlere yol açabileceği” belirtiliyor. Eğer sera gazı salımları mevcut seviyelerinde seyretmeye devam ederse, şu anda yılda bir gün çok ağır rutubet ve hararet yaşayan tropik bölgeler, 2070 yılına doğru bu sorunu yılda 100 ilâ 250 gün boyunca yaşamayı bekleyebilir. Lamont – Doherty Dünya Gözlemevi’nde görev yapan iklim bilimci Radley Horton, daha o yıla gelmeden çoğu insanın “feci sorunlarla karşılaşacak” olduğunu söylüyor. Ve bu olayların etkilerinin “insan uğraşılarının tüm alanlarında – yani ekonomi, tarım, askeriye, eğlence ve dinlence faaliyetlerinde – büyük dönüşümler yaratacağını sözlerine ekliyor.

II)

İnsanlar gezegeni pek çok diğer canlıyla paylaşıyor elbette. Yaşam alanlarını yok etmek suretiyle 1970’den bu yana dünya üzerindeki yaban hayatının % 60’ını ortadan kaldırmayı başardık; şimdi de yüksek sıcaklıklar durumu büsbütün kötüleştirmekte. Yeni bir araştırmanın sonuçlarına göre, zirvelerde yaşayan kuşların nesli tükeniyor; çünkü sıcaklıklar yükseldikçe bu kuşlar yüksek irtifalarda kendilerine uygun yaşama ortamı bulamaz hale geliyor. Biyolojik çeşitlilik açısından çok zengin olan mercan kayalıkları yakında şu andaki boyutlarının onda biri kadar kalabilir.

Bazı insanlar nemden ve yükselen deniz seviyelerinden kaçarken, bazıları da yaşamalarına yetecek suyu bulabilmek için yer değiştirmek zorunda kalacak. 2017’nin sonlarında East Anglia Üniversitesi’nden Manoj Joshi’nin öncülüğünde yürütülen bir araştırma, sıcaklıkların 2050’ye kadar 2ºC artması halinde dünyanın dörtte birinin ciddi kuraklık ve çölleşme yaşayacağını ortaya koydu. İlk işaretler ortaya çıktı bile: Geçen yıl São Paulo’nun suyunun tükenmesine birkaç gün kalmıştı; aynı şey bu baharda Cape Town’da oldu. Almanya’da sonbaharda görülen rekor düzeydeki kuraklık Elbe nehrinin seviyesini 50 – 51 cm’nin altına düşürdü ve mısır rekoltesini % 40 azalttı. Potsdam İklim Etkilerini Araştırma Enstitüsü’nün yakın geçmişte yaptığı bir çalışma, ABD’nin tahıl kuşağında sıcaklığın 30ºC derece ve üzerinde gerçekleştiği gün sayısı arttıkça, mısır ve soya fasulyesi hasatının % 22 ilâ % 49 oranında azalacağını gösterdi. Dünyanın ekmek sepetlerinin (tahıl ambarlarının) altındaki yeraltı sularının çoğunu pompalama yoluyla zaten tüketmiş bulunuyoruz. Sulama olanakları da ortadan kalkınca, 1930’larda kuraklığın ve pullukla tarlaları derinden sürmenin yol açtığı “Dust Bowl” (Toz Çanağı) fenomeninin tekrarını yaşayabiliriz – üstelik bu kez çözüm olanağı da bulunmaksızın. 1930’larda bu olaydan mağdur olan yoksul Oklahomalılar (Okies) yerlerinden yurtlarından kaçıp kapağı Kaliforniya’ya atmışlardı, ama artık Kaliforniya da yemyeşil bir vaha değil. İçinde bulunduğumuz onyıl boyunca Altın Eyaleti kıskıvrak yakalayan rekor kuraklıkta 100 milyon ağaç öldü. Bilim insanlarının bu yılın başında uyardığı gibi, kurumuş dallar yangında alev dalgalarının hızla yayılmasına neden oluyor.

30 yıl önce bazıları, yükselen sıcaklıkların kutupları ABD’nin “Ortabatı”sına (Midwest) çevireceğini ve böylelikle insanlara yeni oyun alanları açacağına inanıyordu. 2012’de o zaman Exxon CEO’su olan Rex Tillerson’un şen şakrak bir havada söylediği gibi: “Hava olaylarındaki değişimler tarım mahsullerinin dünyada yer değiştirmesine neden olacak – bizler buna uyum sağlayabiliriz.” Fakat uzak Kuzey bölgelerinde zengin üst toprak yok; onun yerine toprak altı tabakasında sürekli don (permafrost) olayı var; bu duruma Kuzey Yarıkürenin beşte birinde raslanıyor. Permafrost eridikçe atmosfere daha da fazla karbon salıyor. Eriyen katman yolları çatlatıyor, evleri yana yatırıyor, ve ağaçların köklerini açığa çıkararak bilim insanlarının “sarhoş orman” dediği olgunun gerçekleşmesine neden oluyor. 2017’de ortak bir rapor yayınlayan 90 bilim insanı kutupların ısınmasının, içinde bulunduğumuz yüzyılda, 90 trilyon dolarlık ekonomik zarara neden olacağını açıkladı. Bu, Kuzeybatı Geçidi’nde buzların erimesi sonucu kısalacak deniz yollarının getirebileceği maddi tasarruf ve kazancın çok üstünde bir rakam.

Kanada’da Hudson Körfezi kıyısındaki Manitoba bölgesinin Churchill kasabası, ülkenin geri kalanına yalnızca tek bir tren hattı ile bağlanır. 2017 baharında rekor düzeyde sel baskınları olunca demiryolunun büyük bölümünü sular aldı götürdü. Tren hattının sahibi OmniTrax şirketi, hukukçuların “mücbir sebep” (“force majeure”) dediği durumun, yani kendi sorumluluk alanının dışında beklenmedik bir olayın gerçekleştiğini bildirerek devletle sözleşmesini iptal etmeye çalıştı. Temmuz ayında düzenlenen bir basın toplantısında firma mühendislerinden biri: “Bu iklim değişikliği çağında birşeyleri tamir etmek—evet aslında tamir ediliyor tabii, ama ne kadar dayanır onu bilemiyorsunuz işte” diyordu. Bu yaz Kanada hükümeti demiryolunu 117 milyon dolar – Churchill’in her sakini için yaklaşık 190 bin dolar – harcayarak yeniden açtı. Bu düzelmenin kalıcı olacağını düşünmek için hiçbir sebep yok. Dünyamızın daralmaya devam edeceğini düşünmek içinse sürüyle geçerli nedenimiz var.

Bütün bunlar tam da bilim insanlarının uyarılarına uygun biçimde, sadece onların söylediklerinden biraz daha hızlı gerçekleşti. Beklentileri karşılamayan en önemli şey, felakete verilen yanıtın yavaşlığı idi. İklim bilimci James Hansen 30 yıl önce ABD Kongresi’nde verdiği ifadede insan eliyle gerçekleşen iklim değişikliğinin tehlikelerine değinmişti. O zamandan bu yana karbon salımları (küresel resesyonun en kötü yılı olan 2009 dışında) her yıl arttı, ve son gelen verilere göre 2018’de de yeni bir rekor kırılacak. Basit atalet ve insanların kısa vadeli kazanımlara öncelik verme eğilimi bunda rol oynadıysa da asıl en yıkıcı katkı, açık ara ile fosil yakıt sektöründen geldi. Çevre yazarı Alex Steffen, “sürdürülemez ve adil olmayan sistemlerden arada para kazanabilmek için, gerçekte ihtiyaç duyulan değişimleri engelleme ya da yavaşlatma” edimini tarif etmek için “yağmacı geciktirme” deyimini icat etti. İnsanlık tarihinin en ağır sonuçlar veren aldatmacasını yapan petrol şirketlerinin davranışları, bunun başlıca örneği.

InsideClimate News ve Los Angeles Times muhabirlerinin 2015’ten bu yana yazdıkları gibi, dünyanın en büyük petrol şirketi Exxon, ürünlerinin iklim değişikliğine neden olduğunu Hansen’in ifadesinden 10 yıl önce anlamıştı. 1977 Temmuz ayında, Exxon’un kıdemli bilim insanlarından James F. Black, New York’ta şirketin üst düzey yöneticilerine sera etkisi ile ilgili ilk araştırmaları açıklayan bir konuşma yaptı. InsideClimate News’un ele geçirdiği konuşma kaydının yazılı versiyonunda Black şöyle demişti: “İnsanlığın küresel iklimi etkilemesinde en çok rol oynayan yöntemin, fosil yakıtların yanması ile karbondioksit yayılması olduğu konusunda genel bir bilimsel kanı var”. 1978’de şirket yöneticileri ile konuşan Black, tahminlerine göre atmosferdeki karbondioksit konsantrasyonunun iki katına çıkmasının, ortalama küresel sıcaklıkları 2 – 3º C derece (5.4 F) artıracağını, bu artışın kutup bölgelerinde 10ºC’ye (18ºF) kadar çıkabileceğini belirtmişti.

Exxon bu sorunu araştırmak için milyonlarca dolar harcadı. Okyanusların karbon fazlasını ne hızla emebileceğini ölçmek için Esso Atlantic isimli petrol tankerini CO2 detektörleri ile donattı, ve sofistike iklim modellemeleri hazırlamaları için matematikçiler tuttu. 1982’ye gelindiğinde şirketin ilk tahminlerinin bile muhtemelen çok düşük kalacağını gördüler. Yazdıkları özel şirket kitapçığında küresel ısınmayı ve “olası felaketleri” savuşturmak için “fosil yakıt yakılmasının ciddi ölçüde azaltılmasının gerekli” olduğunu yazdılar.

L.A. Times’ın yaptığı bir araştırma Exxon yöneticilerinin bu uyarıları ciddiye aldığını gösteriyor. Şirketin Kanada kolunda üst düzey bir araştırmacı olan Ken Croasdale, ısınmanın Exxon’un kutup operasyonları üzerindeki olumlu ve olumsuz etkilerini araştırmak için bir ekip kurdu. 1991’de sera gazlarının fosil yakıt tüketimi nedeniyle artmakta olduğunu gördüler. “Bu konuda kimsenin şüphesi yok” dedi Croasdale. Bir sonraki yıl “Küresel ısınma Beaufort Denizinde sondaj ve geliştirme maliyetini düşürmeye yarayacaktır ancak” diye yazdı. Kuzey Kutup bölgesinde petrol çıkartmak için sondaj yapılabilecek mevsimin 2 aydan 5 aya kadar uzayabileceği yolundaki öngörüsünde haklı çıktı. Aynı zamanda deniz seviyesindeki yükselmenin kıyı altyapılarını tehdit edeceğini ve açık denizdeki sondaj yapılarına zarar verecek büyük dalgalar oluşturacağını da belirtti. Çözülen permafrost tabakası bina ve boru hatlarının altındaki toprağın gevşeyip kaymasına sebep olabilirdi. Bu bulguların sonucunda, Exxon ve diğer büyük petrol şirketleri Kuzey Kutup bölgesinin iç kısımlarına ilerlemek üzere planlar yapmaya ve yükselen deniz seviyesinden korunmak için sondaj platformlarını daha yüksek güverteli olacak şekilde inşa etmeye başladılar.

Yapılan bu sunumların sonuçları çok şaşırtıcıydı. Exxon ve diğer şirketler Hansen gibi bilim insanlarının haklı olduğunu kabul etmekle kalmadılar; kutuplardaki sondaj maliyetlerinin ne kadar düşeceğini hesaplamak için Hansen’ın NASA iklim modellerini de kullandılar. Exxon ve onun akranı olan şirketler bildiklerini diğer insanlarla paylaşmış olsalardı, bugün jeoloji tarihinin manzarası bambaşka olurdu. İklim değişikliği sorunu çözülmüş olmazdı, ama kriz büyük olasılıkla şu an geriletilmekte olurdu. Dünyanın ozon tabakasını erozyona uğratan klor içerikli insan yapımı kimyasalları uluslararası alanda yasaklayan sözleşme 1989’da yürürlüğe girdi. Geçen ay araştırmacılar ozon tabakasının 2060 yılına kadar tamamen iyileşme yolunda olduğunu bildirdiler. Ama bu, kazanılması göreli olarak daha kolay bir mücadeleydi, zira söz konusu kimyasallar dünya ekonomisi açısından canalıcı önem taşımıyordu, ayrıca üreticilerin elinde bunları ikame edecek ürünler vardı. Küresel ısınmada ise suçlu, fosil yakıtlardı; yani dünyanın en fazla kazanç getiren nesneleri. O zaman, sorumlu şirketlerin yetkilileri de bambaşka bir yol izleyecekti.

L.A. Times gazetesinin ortaya çıkarttığı bir belge gösteriyor ki, Hansen’in ifadesinden bir ay sonra, 1988’de, Exxon’dan ismi açıklanmayan “bir halkla ilişkiler müdürü” şirket içi bir andıç yayınlayarak, şirketin iklim değişikliği ile ilgili bilimsel verilerdeki “belirsizliğe vurgu” yapmasını öneriyordu. Bunu takip eden birkaç yıl içinde Exxon, Chevron, Shell, Amoco ve diğerleri, küresel ısınma konusunda “uluslararası politika tartışmalarına şirketlerin katılımını koordine etmek” için oluşturulan Küresel İklim Koalisyonuna (Global Climate Coalition/GCC) katıldılar. GCC, Ulusal Kömür Birliği ve Amerika Petrol Enstitüsü ile birlikte, mektuplar ve telefon görüşmeleri yoluyla yürütülen bir kampanyaya girişti: Hedef, fosil yakıtlara vergi konmasını engellemekti. Koalisyon, ayrıca hazırladığı bir videoda daha fazla karbondioksitin bitkilerin büyümesini artırarak “dünyada açlığa son vereceğini” ısrarla belirtiyordu. Koalisyon, iklim değişikliğine yönelik ilk küresel girişim olan Kyoto Protokolüne karşı muhalefeti de bu tür çabalarla güçlendirdi.

Ekim 1997’de, Kyoto toplantısından iki ay önce, 1980’lerde iklim değişikliği bulgularını ortaya koyan bilimsel birimin yöneticiliğini yapmış olan Exxon’un başkanı ve CEO’su Lee Raymond, Pekin’deki Dünya Petrol Kongresinde, dünyanın aslında soğumakta olduğunu savunduğu bir konuşma yaptı. “Fosil yakıt salımlarını azaltmanın iklim üzerinde bir etki yaratabileceği fikri, aklıselime aykırı” dedi ve ekledi: “Politikaların şimdi veya 20 yıl sonra uygulanmasının, gelecek yüzyıl ortasındaki sıcaklıklara etki etmesi hayli olasılık dışı”. Oysa Exxon’un kendi bilim insanları bu önermelerin her birinin yanlış olduğunu kanıtlamıştı.

1997’de bir Aralık sabahı, Kyoto Kongre Merkezi’nde, bütün gece boyunca süren uzun müzakerelerden sonra, gelişmiş devletler iklim değişikliği üzerinde geçici bir anlaşmaya vardılar. Yorgun takım elbiseli delegeler koridorda koltuklara uzanmış ya da yerlere serilmiş uyukluyorlardı, ama çoğunun yüzü gülüyordu. Varılan anlaşma her ne kadar eksik ve sınırlı da olsa, iklim değişikliği ile mücadele ivme kazanmış gibi görünüyordu. Ama ben sevinç içinde tezahürat yapan, el çırpan delegeleri izlerken, işin başından beri anlaşmaya karşı hareketin büyük kısmını koordine etmiş olan Amerikalı bir lobici bana döndü ve şöyle dedi: “Washington’a dönmeyi sabırsızlıkla bekliyorum, orada bu konu kontrolümüz altında.”

Haklıydı. 29 Ocak 2001’de, George W. Bush başkanlık yeminini ettikten dokuz gün sonra, Lee Raymond, dev petrol sondaj şirketi Halliburton’un CEO’luğundan yeni ayrılmış olan eski dostu, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’i ziyaret etti. Cheney de Bush’u, seçim kampanyasında ilan ettiği karbondioksiti çevre kirletici bir madde olarak kabul etme taahhüdünden vazgeçmeye ikna etti. Bir yıl içinde, Bush’un Cumhuriyetçi danışmanlarından Frank Luntz, Küresel İklim Koalisyonu’nun (GCC) on yıl önce başlattığı stratejiyi doktrin haline getiren hükümet içi bir andıç yayınlamakta gecikmedi. Merkezi Washington’da bulunan Çevre Çalışma Grubu adlı sivil toplum kuruluşunun ele geçirdiği bu andıçta Luntz şöyle diyordu: “Oy verenler, bilim camiasında küresel ısınma hakkında bir fikir birliği olmadığına inanıyor. Eğer halk bilimsel meseleler üzerinde anlaşma sağlandığına inanırsa, küresel ısınma ile ilgili görüşleri değişecektir. Dolayısıyla, bilimsel kesinlik olmadığını, bu tartışmanın başlıca dayanağı yapmaya devam etmelisiniz.”

Halkın iklim bilimi ile ilgili izlenimlerini bulandırma stratejisi son derece etkili oldu. 2017’de yapılan kamuoyu araştırmaları, Amerikalıların neredeyse % 90’ının, küresel ısınma konusunda bilim dünyasında fikir birliği olduğunu bilmediğini gösterdi. Raymond 2006’da şirket tarihinin en büyük kârını açıkladıktan sonra emekli olduğunda, kendisinin nihai yıllık ücreti 400 milyon dolardı. Halefi Rex Tillerson, buzları hızla çözülen Rusya Kutup bölgesinde petrol aramak için 500 milyar dolar tutarında bir anlaşma imzalamakta gecikmedi ve 2012’de Rusya’nın Dostu Nişanı’nı aldı. Tillerson, 2016’da Dışişleri Bakanı olarak kısa bir süreliğine Trump’ın kabinesine katılmadan önce şirketin son hissedarlar toplantısında şöyle demişti: “İnsanlar ister istesin, ister istemesin, dünya fosil yakıt kullanmaya devam etmek zorunda.”

Exxon’un bu aldatmacasının ve gerçekleri karartmasının yasadışı olup olmadığı belli değil. Şirket uzun süredir “iklim değişikliği ile ilgili bilimsel fikir birliğinin izinden gittiğini, bu konuda yaptırdığı araştırmalarının da halka açık hakemli dergilerde yayınlandığını” ifade ediyor. ABD Anayasası’nın Birinci Düzenlemesi (First Amendment) kişilerin yalan söyleme hakkını koruma altına almış olsa da, bu yılın Ekim ayında New York Eyaleti Başsavcısı Barbara D. Underwood, yatırımcılara yalan söyleme suçundan Exxon’a dava açtı – ve evet, bu bir suç teşkil eder. Kesin olan şu ki petrol endüstrisinin bu kampanyası, bütün bir neslin iklim değişikliği ile mücadelede canalıcı fark yaratabilecek emeklerinin heba olmasına yol açtı.

Exxon’un tavrı her ne kadar şoke edici olsa da tamamen şaşırtıcı sayılmaz.. Philip Morris de, dev tütün şirketlerine (Big Tobacco) karşı devlet tavır almadan önce, sigara içmenin etkileri hakkında yalan söylemişti. Tarihçilerin açığa çıkartması gereken asıl muamma ise şu olacak: Acaba yönetişim ve kültürümüzde nasıl büyük bir arıza var ki, fosil yakıt endüstrisine karşı çıkmak için esasında parmağımızı bile kıpırdatmadık.

Ataletimizin arkasında şüphesiz yüzlerce zihinsel, psikolojik ve politik sebep yatıyor; ama yine de Rusya göçmeni romancı Ayn Rand’in etkisinin bunda bir rol oynamış olabileceğini düşünmeden edemiyorum doğrusu. Paul Ryan, Tillerson, Mike Pompeo, Andrew Puzder ve Donald Trump gibi pek çok Amerikalı politikacı ve ayrıca pek çok ekonomist, Rand’in savunduğu şu “bencilliğin erdemi” ve dizginlenmemiş kapitalizm kavramlarına hayran. Trump, en sevdiği kitabın “The Fountainhead” (“Hayatın Kaynağı”) olduğunu, bu kitabın “şirketlere ve güzelliğe ve hayata ve derin duygulara ilişkin” olduğunu söylemiş ve eklemişti: “O kitap … herşeye ilişkindir.” Rand’in 1982’deki ölümünün üzerinden uzun zaman geçse de, romanın liberter söylemi ve libertaryenlik methiyeleri günümüz politikaları üzerindeki hükümranlığını sürdürüyor. Devlet kötüdür. Dayanışma bir tuzaktır. Vergi hırsızlıktır. Devasa zenginliğini büyük ölçüde madenciliğe, petrol ve doğal gaz rafineri faaliyetlerine borçlu olan Koch biraderler de benzer bir mesajın tellallığını yaptılar, Exxon’un fonladığı Küresel İklim Koalisyonu gibi kuruluşların 1980’li yılların sonlarında giriştiği hakikati karartma uğraşılarını iyice yaygınlaştırdılar.

Çoğu Koch’larla bağlantılı grupların başını çektiği fosil yakıt ve elektrik altyapı şirketleri değişime büyük direnç gösterdi. Kansas’ta Koch yandaşları yenilenebilir enerji konusunda belirlenmiş hedeflerin zorunlu olmaktan çıkarılıp gönüllü taahhütlere dönüştürülmesi çabalarına destek verdi. Wisconsin’de vali Scott Walker yönetimi eyalet tapu ve kadastro yetkililerinin iklim değişikliği hakkında konuşmasını yasakladı. Kuzey Carolina’da eyalet yasama organı, gayrimenkul piyasası menfaatleri ile elbirliği yaptı, sahil planlama sürecinde politika yapıcıların deniz seviyesinin yükselmesine ilişkin bilimsel öngörü ve tahminleri kullanmasını fiilen yasakladı. Bu yılın başında Koch cephesinin en önemli gruplarından Americans for Prosperity (Refah İçin Amerikalılar), Tennessee’de yeni otobüs güzergâhları ve hafif raylı sistem yapılması planlarına karşı kampanya başlatırken kullandığı gerekçe, bu planların insanların özgürlüklerini kısıtladığı idi. Grup sözcüsü hanımefendi kampanyanın hedefini açıklarken: “Eğer kişi istediği yere gitmekte, istediği şeyi yapmakta özgürse, toplu taşımayı tercih etmeyecektir” diyordu. Florida’da yenilenebilir enerjiye teşvik verilmesine karşı verilen bir önergede itirazın gerekçesi olarak da “Elektrik Tüketicilerinin Güneş Enerjisi Tercihine İlişkin İtiraz Hakları”nı dile getiriyordu.

Bu tür çabalar, Amerika’da konut tipi güneş paneli kullanımının, Başkan Trump 2018 Mart’ında güneş panellerine %30 vergi uygulamaya başlamadan önce, daha 2017’den itibaren neden durma noktasına geldiğini ve ABD’de güneş enerjisi sektöründe istihdamın, sektörün gelişmeye başladığı on yıl öncesinden bu yana neden ilk kez düştüğünü açıklıyor. Bu yılın Şubat ayında – bir zamanlar iki ayrı suçtan yargılandığı ve sonunda serbest bırakıldığı davada kendi duruşmasını sırf Koch biraderlerin düzenlediği bir etkinliğe katılabilmek için kaçırmış birisi olan – Rick Perry, Enerji Bakanı olarak kendi bakanlığında yayınladığı genelgede ABD’nin mevcut seviyelerde karbon salımı yapmaya 2050 yılına kadar devam edeceği öngörüsünde bulundu; bu da, eğer 1.5°C hedefine uyum sağlamayı planlıyorsak, gezegenin geriye kalan karbon bütçesinin tamamını ABD’nin tek başına kullanacağı anlamına gelir. Perry 2017’de basına yaptığı bir açıklamada: “Bilim dünyasında fikir birliği varsa, bundan şüphe duymamız, entelektüel sorumluluğa sahip bilge bireyler olduğumuzu gösterir” demişti zaten.

Çevre konusunda Trump yönetiminin gerçekleştirdiği tüm geriye gidişler arasında en yıkıcı olanı, yönetimin geçen yıl Paris İklim anlaşmasından çekilme kararı alması oldu. Bu karar, tarihsel açıdan ele alındığında en büyük tek karbon salım kaynağı olan ABD’yi, aynı zamanda uluslararası karbon salım kontrolü çabalarına katılmayan yegâne ülke durumuna da getirmiş oldu. Washington Post’un bildirdiği gibi, bu karar ortaklaşa yapılmış bir girişimin sonucuydu. Karardan sorumlu hükümet karşıtı ideologlar ve fosil yakıt lobicileri arasında Myron Ebell de vardı ve kendisi, geri çekilme kararı açıklanırken Beyaz Ev’deki Gül Bahçesi’nde Trump’ın yanı başındaydı. Ebell ayrıca Cumhuriyetçiler tarafından kurulmuş olan Frontiers of Freedom (Özgürlüğün Sınırları) adlı kuruluşta tütün endüstrisini desteklemek amacıyla “karmaşık bir etki kampanyası” yürütülmesine de yardımcı olmuştu. Ebell, “sınırlı hükümet, serbest girişim, ve bireysel özgürlük” ilkelerini desteklemek amacıyla 1984’te kurulmuş olan Rekabetçi Girişim Enstitüsü’nün (Competitive Enterprise Institute/CEI) bir direktörü. Bu kurum aynı zamanda Ebell’in yönetim kurulu başkanı olduğu ve “küresel ısınma hakkındaki gerçekleri ortaya çıkartmak amacıyla gayrıresmi ve geçici biçimde” kurulmuş olan Cooler Heads Coalition (Soğukanlılar Koalisyonu) adlı kuruluşu da destekliyor. Yine önemli iki kuruluş Heartland Institute (Anayurt Enstitüsü) ve Koch biraderlere ait Americans for Prosperity (Refah İçin Amerikalılar) adlı gruplar da Paris Anlaşması’ndan çekilme kararında rol oynamıştı. Bu gruplar, Trump seçildikten sonra ona bir mektup yollayarak, kampanyasında verdiği sözü, ABD’yi anlaşmadan çıkartma sözünü hatırlattılar. CEI, hazırladığı bir TV spotunda: “Sayın Başkan bataklığa kulak asma. Sözünü tut!” dedi – ve Trump da danışmanlarının birçoğundan gelen itirazlara rağmen, bunu yaptı. Koalisyon tam da ülke olarak küresel ısınmaya karşı çabalarımızı hızlandırmamız gereken anda gücünü bizi yavaşlatmak için kullandı. Bunun sonucunda, bir ülkenin yarım yüzyıldır yürüttüğü kendine özgü politikaları, yeryüzünün jeolojik tarihini değiştirmiş olacak.

Kendi kendimizi yok etme yoluna girmiş bulunuyoruz; yine de kaderimiz asla kaçınılmaz değil. Güneş panelleri ve rüzgâr türbinleri şu anda enerji üretmenin en düşük maliyetli yöntemleri. Enerji depolayan akümülatörler eskisinden çok daha ucuz ve verimli. İstesek gayet hızlı hareket edebiliriz; yeter ki küresel ölçekte dayanışma ve işbirliğine girmeye karar verelim. Bunun gerçekleşme olasılığı düşük görünüyor. ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük petrol devleti olan Rusya’da, Vladimir Putin “iklim değişikliğinin yeryüzündeki bazı küresel döngülere, hatta gezegen boyutunda döngülere bağlı olabileceğine” inanıyor. Dünyanın üçüncü büyük petrol devleti olan Suudi Arabistan, son IPCC raporunu sulandırmak için çok uğraştı. Brezilya’nın yeni seçilen Başkanı Jair Bolsonaro, dünyanın en büyük yağmur ormanı olan Amazon Ormanlarının yok oluşunu çarpıcı biçimde hızlandıracak kurumsal politikaları yürürlüğe koyacağına and içti. Bu sırada Exxon da yakın zaman önce bir açıklama yaparak, ton başına 40 dolar tutarında bir karbon vergisini engellemek için bir milyon dolar harcayacağını duyurdu – ki bu rakam şirketin her ay yeni petrol ve gaz aramak için ayırdığı bütçenin yaklaşık yüzde biri. – Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporunu yazan bilim insanlarından bazıları, bir basın toplantısında, bu kadar geç bir aşamaya gelinmişken bu verginin yeterli etki yapacağının düşünülmüş olmasına yüksek sesle güldüler.

Hızlı değişim, ancak ve ancak, insanlar Zeitgeist’ı (zamanın ruhunu) değiştirecek kadar büyük çaplı hareketler içinde bir araya gelebilirlerse sağlanabilir. Son birkaç yıl içinde, kaydedilen ilerlemenin yavaşlığından ben de ümitsizliğe kapıldım ve, Büyük Petrol aldatmacasına dikkat çekmek ve boru hatlarını protesto etmek isteyen pek çok insanla birlikte eylemlere katıldım. Hareket büyüyor. Paris iklim görüşmelerinden önce 400.000 kişinin New York sokaklarında yürüdüğü 2015’ten bu yana, – sıklıkla yerli gruplarının ve iklim değişikliğinin cephe hattında yaşayan halk topluluklarının başını çektiği – aktivistler boru hatlarını bloke etti, yeni kömür madenlerinin açılmasını durdurmaya girişti, büyük petrol şirketlerinin ABD’nin Kutup Bölgesinden uzak tutulmasına yardımcı oldu, ve düzinelerce kenti yüzde yüz yenilenebilir enerjiye geçme taahhüdünde bulunmaya ikna etti.

Bu mücadelelerin hepsi, endüstrinin kendi kârlarını azami kılma ve değişimi engelleme yolundaki bitmez tükenmez kampanyalarının gölgesinde verildi. Geçen ay Washington Eyaletinde seçimlere katılanlar, işin başında, ülkenin ilk karbon vergisini yürürlüğe koyacak olan kanun tasarısını onaylamaya hazırdı – hatta bu küçük vergi Bill Gates gibi şahıslardan da destek görmüştü. Ne var ki, büyük petrol şirketleri rekor miktarda paralar harcayarak bu kanunun geçmesini engelledi. Colorado’da yine ufak bir referandum, hidrolik kırma ile petrol elde eden şirketleri ev ve okulların yakınında kuyu açmaktan vazgeçmeye zorlayacaktı; fakat petrol endüstrisi yurttaş gruplarına kıyasla 40 kat fazla para harcayarak bunu da engelledi. Geçtiğimiz sonbaharda California’da eyalet meclisindeki yasa yapıcılar 2045 itibarıyla sadece yenilenebilir enerji kullanma taahhüdü verdiler. Bu, dünyanın 5. büyük ekonomisi olan bu eyalet için büyük bir zaferdi. Fakat vali, eyaletin astım oranları yüksek büyük şehirlerinde bile yeni petrol kuyularına ruhsat vermekten vazgeçmeyi kabul etmedi.

Bu arada yeni aktivizm türleri pıtrak gibi ortaya çıkmaya devam ediyor. Sonbaharda İsveç’te Greta Thunberg isimli 15 yaşında bir kız çocuğunun başlattığı tek kişilik okul boykotu, tüm İskandinavya’da konuya dikkat çekmeyi başardı. Ekim sonunda Extinction Rebellion (Yokoluş İsyanı) adlı yeni bir Britanyalı grup, bir sivil itaatsizlik kampanyası için planlarını açıkladı. Grubun ismi hem karanlık bilimsel bulguları, hem de potansiyel olarak cesur ve canlı bir karşı koyuşu içeriyor. Kasım sonlarında [ABD Temsilciler Meclisi Başkanı] Nancy Pelosi’nin ofisinde oturma eylemi düzenleyen aktivistler Demokratların yenilenebilir enerji sektöründe istihdam yaratacak şekilde iklim değişikliğini ele alacak bir “Yeni Yeşil Düzen”i (New Green Deal) kabul etmesini talep ediyorlardı. Aktivistlerden 51’i gözaltına alındı. Bu gençler siyasi başarı potansiyeli yüksek bir konu seçmiş olabilirler: Birçok kamuoyu araştırmasının sonucuna göre Cumhuriyetçiler bile güneş panellerine daha fazla devlet desteği verilmesini destekliyor. Bu destansı bir mücadele ve kimin kazanacağı belli değil. Eğer 2 derece hedefini ıskalarsak, sıcaklığın önce 3, sonra da 4 derece artmasını önlemek için mücadele etmemiz gerekecek. Cehenneme doğru inen yürüyen merdiven uzun mu uzun.

Geçen Haziran’da, Elon Musk’ın Falcon 9 (Şahin 9) roketinin fırlatılmasını izlemek için Cape Canaveral’a gittim. Fırlatma ânı geldiğinde herşey tam da hayal ettiğim gibi oldu: roketin kalkışına birkaç dakika kala buhar bulutları çıkmaya başladı, son derece parlak bir alev sütunu fışkırdı. Roket dikkat çekecek yavaşlıkla yükselmeye başladı; yer çekiminin kuvveti roketin motorlarının gücüne yenik düşüyordu. Bu, insanlığın ürettiği en hayranlık uyandırıcı teknolojik gösteri.

Musk, Jeff Bezos ve Richard Branson, insanların barınabileceği alanları genişletme konusunda son bir gayretle servetlerinin bir kısmını uzay yolculuğuna harcayan milyarderlerden bazıları. Stephen Hawking 2016 Kasım’ında, insanlığa Yeryüzünü terk etmek için bin yıllık bir mühlet vermişti. Bundan altı ay sonra, bu süreyi yüz yıl olarak revize etti. Haziran 2017’de hitap ettiği bir gruba, uzaya yayılmanın bizi kendimizden kurtarabilecek tek şey olabileceğini söyledi ve şöyle devam etti: “Yeryüzü o kadar çok yönden tehdit altında bulunuyor ki benim için iyimser olmak çok zor.”

Ama enkazdan çıkmak, neredeyse tamamen ham bir hayalden ibaret. Astronotlar Mars’a kadar olan 55 milyon kilometrelik mesafeyi aşabilseler bile, orada hayatta kalabilmek için yeraltına inmek zorunda kalacaklar. Peki hangi amaca hizmet için? 1991’de ABD’nin Güneybatı çöllerinde bir “canküre” (biyosfer) oluşturmak için harcanan mülti milyon dolarlık çabalar tam bir hüsranla sonuçlandı. Mars’ta insanların koloniler kurması üzerine bir roman üçlemesi yazmış olan Kim Stanley Robinson, geçtiğimiz günlerde bu tür projeleri birer “ahlaki tehlike” olarak nitelendirdi ve şöyle dedi: “İnsanlar burada yani Yeryüzünde işleri berbat edersek, her zaman Mars’a veya yıldızlara kaçabiliriz diye düşünüyor. Bu, habis bir düşünce.”

Gezegenler arası kolonileşme rüyası, bizi şu an üstünde yaşamakta olduğumuz gezegenin dayanılmaz güzelliğini takdir etmekten de alıkoyuyor. Roketin fırlatılmasından önceki gün, NASA’nın halkla ilişkiler yetkilisi Greg Harland ve biyolog Don Dankert ile birlikte, Kennedy Uzay Merkezi’nin geniş arazisinde bir tura katıldım. Diğer NASA yetkilileri, küresel ısınma konusunu açmamam konusunda beni daha önce uyarmışlardı; ama zaten Ay’a giden Apollo misyonlarının fırlatıldığı, ve gelecekteki muhtemel Mars misyonlarının da başlayacağı yer olan 39 numaralı fırlatma merkezine bakan bir kum tepesinin üzerine tırmandığımızda, NASA’nın durumunun vahameti de tabak gibi ortaya çıkıverdi. Fırlatma rampası okyanusa çeyrek mil (400 – 500 metre) uzaklıkta – burası birşeylerin ters gitmesi halinde roketlerin denize düşmesi için seçilmiş mükemmel bir konum. Ama şimdi artık o kadar da mükemmel sayılmaz doğrusu; çünkü deniz seviyesi yükselmekte. NASA yüzyılın başından itibaren bu konuda endişelenmeye başlamış ve bir Kumul Kırılganlık Ekibi (Dune Vulnerability Team) kurmuş.

2011’de, birkaç yüz mil uzakta olsa bile, Sandy Kasırgası, Uzay Merkezinin Atlas Okyanusu kıyı şeridindeki kumulların oluşturduğu bariyeri aşacak büyüklükte dalgalar oluşturmuş, roket fırlatma tesislerini suların basmasına da ramak kalmıştı. Dankert, yakınlardaki bir Hava Kuvvetleri üssünden milyonlarca metreküp kum getirtmiş ve kumu yerinde tutmak için de oraya 180 bin yerel bodur ağaç dikilmesini sağlamış. Şu ana kadar yeni kum tepeleri fırtına ve kasırgalara pek boyun eğmemiş görünüyor. Fakat beni kum tepelerinden daha fazla etkileyen şey, insanların içinde bulundukları araziye duydukları derin saygı ve takdir hisleri oldu. Harland: “Kennedy Uzay Merkezi, bu araziyi Merritt Adası Vahşi Yaşam Barınağı ile paylaşıyor, biz kendi endüstriyel amaçlarımız için arazinin yüzde 10’dan daha az bir bölümünü kullanıyoruz” diyor.

Dankert: “Sahile baktığınızda 1870’lerin Florida’sını görüyorsunuz; burası Atlantik Sahil şeridindeki en uzun el değmemiş alan” diyor. Ve ekliyor: “Biz bir yaban hayat barınağının ortalık yerinden uzaya insan gönderiyoruz. Bu inanılmaz bir şey.”

Harland’la Dankert uzun uzadıya en sevdikleri yerel canlı türlerini anlatıyorlar bana: Okyanus yüzeyinde seke seke gezen kahverengi pelikanlar, Florida çalı kargaları… Kum tepelerini yeniden inşa ederken düzinelerce gopher kaplumbağasını dikkatli bir şekilde kova tuzaklarla yakalayıp özenle yeni yerlerine taşınmalarını sağlamışlar. Oradan ayrılmadan önce beni arabayla yarım saatlik bir yolda bataklıktan geçirerek Uzay Merkezi’nin ana binası yakınlarında bir gölete götürdüler; sırf oradaki timsahları bana göstermek için. Hayvanların tehditkâr burunları suyun altından görünüyordu. Ama asıl ilgimi çeken şey, timsahların bir evcil hayvan değil, yerel bir canlı türü olduğunu açıklayan tabelalar oldu. Göletin her köşesine koydukları tabelalarda şöyle yazıyordu: “Suya herhangi bir sebeple yiyecek atmak, timsahların insanlara alışmasına, ve muhtemelen tehlikeli hale gelmesine neden olur. Bunun sonucunda da timsahların buradan alınıp yok edilmeleri gerekir.”

Tabela olayındaki birşey beni derinden etkiledi. Aslında bu göleti zehirlemek çok kolay bir iş olurdu; aynı şekilde, kaplumbağaları zerrece dikkate almadan kum tepelerini buldozerle dümdüz etmek de gayet kolay olurdu. Ama NASA böyle yapmamıştı. Bizi biz yapan, kim olduğumuzu gittikçe daha iyi kavramamızı sağlayan upuzun bir dizi yasa nedeniyle bunu yapmamışlardı. Batı dünyasının yetiştirdiği ilk çevrecilerden biri olan John Muir, 1867’de Kentucky eyaletinin Louisville kentinden yola çıkıp Florida’ya kadar yürümüştü. Bu yolculuk onun, insan olmanın anlamına dair o ezber bozan zındıkça düşüncelerinin ilham kaynağı oldu. Muir günlüğüne şöyle yazmıştı: “Bize öğretilen, dünyanın özellikle insanoğlu için yaratıldığı. Ama bu varsayım tüm olgular tarafından desteklenmiyor. Birçok insan, Tanrı’nın evreninde, yiyemeyeceği, ya da bir şekilde kendine fayda çıkaramayacağı, canlı ya da ölü herhangi bir şey bulduğunda neye uğradığını şaşırıyor.” Bu benmerkezciliğin yanlış bir düşünce olduğuna dair Muir’in gösterdiği kanıt, Florida bataklıklarında kamp yaparken yakınlarda kükremelerini duyduğu, ve insanlara genellikle sorun çıkardığı besbelli olan timsahlardı. Muir aslında bu hayvanların harika yaratıklar olduğuna karar verdi – araziye mükemmelen uyum sağlamış muhteşem canlılardı onlar. “Onları kendi evlerinde gördüğümden beri timsahlar hakkında artık çok daha iyi şeyler düşünüyorum” diye yazdığı günlüğünde bu yaratıklara doğrudan hitap ederek şöyle sesleniyordu: “Ey, kadim neslin büyük kertenkele atasının saygıdeğer temsilcileri, nilüferlerden ve suya dalışlarınızdan aldığınız keyif, ömrü hayatınızda bir an bile eksik olmasın. Arada sırada da, bir ağız dolusu korkudan ödü patlamış leziz insan etiyle kendinizi kutsayın, e mi?”

O akşam Harland ve Dankert, plajı bulabilmem için bana kabataslak bir harita çizdiler. Bu plaj Patrick Hava Kuvvetleri Üssü’nün kuzeyinde ve 1965’te Barbara Eden’in “I Dream Of Jeannie” (Jeannie’yi Düşlüyorum) dizisinin giriş bölümünde şişesinden çıkıp astronotunu selamladığı noktanın da güneyindeydi. Orada roketin fırlatılışına kadar beklersem, şafak sökmeden önceki saatlerde, sahile yumurtalarını bırakmaya gelen bir caretta caretta kaplumbağası görebileceğimi söylediler. Ben de gidip onların dedikleri gibi yaptım ve kuma oturdum. Plajda in cin top oynuyordu, ve orada, neredeyse dolunay olmuş bir ayın ışığında, bir kaplumbağanın denizden çıkıp lambur lumbur yürüyerek kum tepesinin yanına gelişini izledim. Kaplumbağa orada güçlü bacaklarıyla bir çukur kazdı. Bir saat boyunca çabalayıp yumurtalarını bıraktı. Ağır solukları, dalgaların fısıltısı arasında otuz metre uzaktan bile duyuluyordu. Kablumbağa, yumurtalarının üstünü örttü ve sonra da, kendisinden öncekilerin 120 milyon yıldır yaptığı gibi, ağır ve emin adımlarla okyanusa döndü. 

(The New Yorker dergisinin 26 kasım 2018 tarihli sayısında “Life on a Shrinking Planet” başlığıyla yayınlanmıştır)

Çeviren: Tanyeli Demirer, İntegris Çeviri

Editör: Ömer Madra

Bu yazı acikradyo.com.tr/ den alınmıştır

Bill McKibben

.

.

Bill Mckibben

Bülent Şık’a 12 yıl hapis istemi ile dava: Gerekçe, Sağlık Bakanlığı’nca gizlenen kanser raporunu halka açıklamak!

Kocaeli, Ergene Çayı havzasında yer alan Kırklareli, Edirne, Tekirdağ ile Antalya’da yapılan, Sağlık Bakanlığı’nca sonuçları kamuoyuna açıklanmayan araştırmayı halka duyuran bilim insanı Bülent Şık hakkında 5 yıldan 12 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldığı ortaya çıktı.

T24’den Gökçer Tahincioğlu’nun haberine göre 8 milyona yakın insanın yaşadığı bu bölgelerde kanserden ölüm oranlarının yüksek çıkması üzerine Sağlık Bakanlığı, 2011-2015 yılları arasında Kocaeli, Ergeneke çayı havzasındaki Kırklareli, Edirne, Tekirdağ ve Antalya’da bir araştırma yapma kararı aldı. Bu kapsamda Şık’ın da o dönem görev yaptığı Akdeniz Üniversitesi ile protokol yapıldı. Protokole, yetkili makamın izni olmadıkça araştırmanın sonuçlarının açıklanamayacağı hükmü de konuldu.

Araştırma kapsamında Şık’ın da aralarında olduğu bilim insanları tarafından binlerce gıda, su örnekleri tarandı, atıkların insan sağlığına zararları araştırıldı.

Araştırmanın sonuçları vahimdi.  Çalışmalar, Kocaeli ili ve Ergene Çayı havzasında yer alan Kırklareli, Tekirdağ ve Edirne’de insan sağlığına zarar verecek ölçüde çevre kirliliği olduğunu gösteriyordu. Çeşitli gıdalarda ve içme suyu olarak kullanılan bazı su kaynaklarında pestisitler, ağır metaller, poliaromatik hidrokarbonlar vb. gibi toksik bileşiklerin yüksek düzeyde kalıntıları tespit edildi. Bazı yerleşim bölgelerindeki suların kurşun, alüminyum, krom ve arsenik kirliliği nedeniyle içilemez durumda olduğu belirlendi.

Rapor, halk bir yana, önlem alması için kamu kurumlarına bile gönderilmemişti. Şık, çalışmanın elindeki mevcut kısımları üzerinden hareketle bölgeyi araştırmayı sürdürdü ve etik olarak bu bilgilerin gizli kalamayacağını kanaat getirerek, Cumhuriyet gazetesinde, 4 günlük bir yazısı dizisi ile kamuoyunu bilgilendirdi.

Nisan 2018’deki bu yazı dizisinin ardından Sağlık Bakanlığı’nın suç duyurusu üzerine Şık hakkında soruşturma başlatıldı. Bakanlık, gizli bilgilerin açıklanmasının halkta infiale yol açacağı ve dış alımları etkileyeceği gibi gerekçeleri savcılığa bildirdi.

İstanbul Başsavcılığı da Şık hakkında iddianame düzenledi. İlk iddianame, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Suçları Soruşturma Bürosu tarafından hazırlandı. Şık, iddianamede, 5 yıldan 12 yıla kadar hapis cezası öngören, TCK’nın 258/1, 334/1, 336/1  maddeleri uyarınca, “Açıklanması yasaklanan gizli bilgileri açıklama, temin etme, göreve ilişkin sırrın açıklanması” ile suçlandı. Ancak bu iddianame mahkemeden savcılığa geri gönderildi ve aynı iddianame bu kez terör suçları bürosunca hazırlanarak mahkemeye iletildi.

Halkı infiale sevk edecek şekilde yayımlanan yazı sebebiyle suç duyurusunda bulunulduğunun anlatıldığı iddianamede, “Bülent Şık’ın, görevi nedeniyle kendisine verilen veya aynı nedenle bilgi edindiği, gizli kalması gereken belgeleri, kararları ve emirleri ve diğer tebligatı açıklayan veya yayınlayan veya ne suretle olursa olsun başkalarının bilgi edinmesini kolaylaştıran, yetkili makamların açıklanmasını yasakladığı, niteliği bakımından gizli kalması gereken bilgileri temin ederek, Cumhuriyet gazetesinde yayımladığı, bu nedenle atılı suçları işlediği anlaşılmaktadır” denildi.

Şık hakkındaki davanın görülmesine Şubat ayında başlanacak.

.

(T24)

Doğa savunucuları ve hukukçular ekoloji davalarındaki kazanımları değerlendirdi

Ekoloji alanında verilen mücadele son aylarda daha da önem kazandı. Doğanın ve canlıların yaşam alanlarının korunması açısından arka arkaya çıkan “olumlu” mahkeme kararları dikkat çekti. Bu bağlamda çıkan kararların nasıl okunması gerektiğini, ekoloji hareketlerinin bu gelişmelerden hareketle ne gibi dersler çıkarabileceğini ekoloji hareketi avukatlarından İsmail Hakkı Atal ve Diren Cevahir Şen; doğa savunucularından Yeşil Artvin Derneği Başkanı Neşe Karahan ve Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) bileşeni olan Akdeniz Yeşilleri Derneği Eş Sözcüsü Mustafa Tuncaelli Yeşil Gazete’ye anlattı.

Son aylarda öne çıkan bazı davalar

İzmir Körfez Geçiş Projesi 

Flamingolar başta olmak üzere çok sayıda kuş türünün dünyadaki en önemli yaşama alanlarından biri olan İzmir’in Gediz Deltası ile ilgili, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından verilen 4 Nisan 2017 tarih ve 4586 sayılı “Çevresel Etki Değerlendirmesi Olumlu” kararı İzmir 3. İdare Mahkemesi tarafından iptal edildi.

Fotoğraf: Kemal Özer

Munzur Vadisi Milli Parkı 

Ankara 3. İdare Mahkemesi, Munzur Vadisi Milli Parkı’nda planlanan tüm baraj ve HES projeleri ile 2003 yılında işletmeye alınan Mercan HES projesini “üstün kamu yararı” gözetilerek iptal etti.

Kısacık Altın Madeni Projesi 

Ankara’da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda gerçekleştirilen 2. İnceleme Değerlendirme Komisyonu (İDK) toplantısında, Pumice Madencilik A.Ş. tarafından Çanakkale’nin Ayvacık İlçesi’nde gerçekleştirilmek istenen Kısacık Altın Madeni Projesi için ikinci kez “ÇED süreci durdurulmuştur.” kararı çıktı. 

Cenal Termik Santrali 

Çanakkale’nin Biga ilçesine bağlı Karabiga beldesine inşa edilen Cengiz Holding’e ait Cenal Entegre Enerji Santrali projesinin “Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Olumlu Kararı” Çanakkale İdare Mahkemesi tarafından hukuka aykırı bulunarak iptal edildi.

Adana ve Hatay’daki termik santraller 

Doğu Akdeniz Bölgesi’nde lisans almış 8 termik santralin çevreye ve halk sağlığına kümülatif (toplam) etkisinin belirlenmesi gerektiği için 2011 yılında Doğu Akdeniz Çevre Dernekleri, Adana Barosu ile çeşitli dernek ve meslek örgütleri EPDK aleyhine lisans iptal davaları açmıştı. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, Adana’nın Yumurtalık, Hatay’ın İskenderun ve Erzin ilçelerinde bulunan üç termik santralin etkilerinin bütüncül olarak değerlendirilebilmesi amacıyla üçüncü kez yürütmeyi durdurma kararı verdi.

İzdemir Enerji Elektrik Üretim A.Ş.’nin termik santrali

İzmir’in Aliağa ilçesinde faaliyet gösteren termik santralin genişletilmesi talebi doğrultusunda, 2010 ile 2016 yıllarında verilen “ÇED olumlu” kararı, çevrecilerin açtığı davaların ardından iptal edildi.

Cerattepe ve Genya’daki madencilik faaliyetleri

Artvin Cerattepe’de madencilik faaliyeti için ÇED olumlu raporunda 22 hektar gösterilen alana verilen işletme izninin 240 hektara çıkarılmasına karşı açılan davada, mahkeme işletme izni kararını iptal etti. Madencilik faaliyeti Cengiz Holding’e bağlı Eti Madencilik şirketi tarafından başlatılmıştı. 

Kozak Yaylası Çukuralan Altın Madeni 

“Ekolojik hassas bölge” olarak tanımlanan Kozak Yaylası sınırındaki Çukuralan Altın Madeni için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın verdiği ÇED olumlu raporuna karşı EGEÇEP ve Bergama Belediyesi’nin yanı sıra 21 yurttaş tarafından dava açılmıştı. İzmir 6. İdare Mahkemesi kapasite artırımı projesinin canlı sağlığı açısından riskli olduğu ve yer seçiminin yanlışlığına vurgu yaparak önce yürütmeyi durdurma kararı verdi, ardından da ÇED olumlu raporunu iptal etti. Ancak bir hafta içinde mahkemece iptal edilen ÇED’inin yerine yenisi verildi. 

Dedegöl Dağları

Türkiye’nin en önemli uzun duvar tırmanış rotalarının bulunduğu ve maden arama tehdidi altında olan Dedegöl Dağları’nın tamamı doğa sporcularının mücadelesinin ardından Kızıldağ Milli Parkı sınırları içerisine dahil edildi. Dedegöl Dağları ve Kuzukulağı Yaylası için maden arama ruhsatı verilmişti.

Şavşat’ta HES projesi 

Şavşat’ta Arpalı Deresi üzerinde kurulan Susuz Regülatörü Susuz Regülatörü ve Hidroelektrik Santrali  (HES) projesi için zaman aşımını gerekçe göstererek dava başvurusunu reddeden Rize İdare Mahkemesi’nin kararı, Danıştay İdari Dava Genel Kurulu tarafından bozuldu. 7 yıldır süren hukuk mücadelesi sırasında HES projesi tamamlandı. 

Tekirdağ’da taşocağı

Tekirdağ Saray’da Güngörmez Mahallesi’ndeki ormanlık alanda taşocağı projesine mahkeme “dur” dedi. Tekirdağ İdare Mahkemesi ders niteliğinde verdiği kararda taşocağının binlerce yılda oluşmuş ekosistemi yok edeceğine ve bu etkinin taş ocağının üretim süresi olarak hesaplanan 136 yıl boyunca devam edeceğine dikkat çekildi.

Doğa savunucuları ve hukukçular ekoloji davalarındaki kazanımları nasıl yorumluyor? 

Avukat İsmail Hakkı Atal‘a göre çoğunlukla gönüllü yürütülen çevre-ekoloji davalarının sürdürülebilirliğinin sağlanabilmesi için yeni istihdam alanları yaratılması şart. 

“Türkiye’de 140 bin avukatın içinde çevre-ekoloji davalarında kamu yararına davacı vekilliği görevini üstlenen avukatlar 50 kişi civarında” 

“Hukuk mücadelesindeki olumlu gelişmeler, mücadelenin bu alanının yoğunluk kazanarak sürmesi gerektiğini gösteriyor. Ancak çevre-ekoloji davaları avukatlar tarafından çoğunlukla gönüllü yürütülen davalar. Bu davalardan davalı şirket avukatları mesleki kazanç elde ediyorlar. Bu nedenle de Türkiye’de 140 bin avukatın içinde çevre-ekoloji davalarında kamu yararına davacı vekilliği görevini üstlenen avukatlar 50 kişi civarında.

Çevre-ekoloji davalarının sürdürülebilir bir sistem içinde etkisi ve yoğunluğu artarak sürebilmesi için Türkiye’de her baronun bünyesinde, bizim bilgi ve tecrübelerimizi aktarabileceğimiz genç-idealist avukat arkadaşlarımızı istihdam etmesi gerektiğini düşünüyorum. 

Şu anda Türkiye Barolar Birliği bu ihtiyacı karşılayabilecek veya Türkiye’deki barolara bu doğrultuda önderlik edecek düzeyde ve istekte değil. Türkiye Barolar Birliği’nin çevre-ekoloji hukuku alanında yarattığı boşluğu dolduracak bir sürecin Barolar tarafından fiilen doldurulacağını tahmin ediyorum. Doğa gibi sosyal sistemler de boşluk kabul etmez. Toplumun ihtiyaç duyduğu bir konuda boşluk yaratırsanız, bu boşluk doldurulur.

İsmail Hakkı Atal

“Sadece kendi çocuklarımızı değil, dava açtığımız şirketlerin sahiplerinin çocuklarını da kendi ebeveynlerinin yarattığı yıkımdan korumaya çalışıyoruz”

Çevre-ekoloji davalarının ve bu konuda yürütülen mücadelenin diğer toplumsal mücadelelerden şöyle bir farkı var: Biz açtığımız davalar ve yürüttüğümüz mücadeleyle, sadece kendi yaşam hakkımızı değil; siyasilerin, bürokratların, hakimlerin, davalıların, şirketler sahiplerinin de yaşama hakkını savunuyoruz. Sadece kendi çocuklarımızı değil , dava açtığımız şirketlerin sahiplerinin çocuklarını da kendi ebeveynlerinin yarattığı yıkımdan korumaya çalışıyoruz.

Nükleer kirlilik, termik santral, partikül madde kirliliği, hava-su-topraktaki ağır metaller, kanserojen maddeler davacı-davalı ayırt etmez. Türkiye’deki ekolojik yıkım öyle bir boyuta ulaştı ki artık herkes sağlıklı yaşama hakkının tehlikede olduğunun farkında. Diğer yandan kapitalizmin dünya üzerinde yaşadığı krizin boyutu da, şirketlerin yarattığı ekolojik yıkımın şiddetini azaltmaya başladı diye düşünüyorum.” 

“Çevre-ekoloji mücadelesi bizim kısa hayatımızla sınırlı bir süreç değil”

Avukat Atal, ekoloji hareketinin ve mücadelesinin amaç odaklı değil, süreç odaklı değerlendirilmesi gerektiğine dikkat çekiyor .

“Ekoloji hareketi ve mücadelesi  ‘amaç odaklı değil’, ‘süreç odaklı’ değerlendirilebilir. İnsanlık tarihinde çok sıra dışı süreçlere, değişim ve dönüşüme tanıklık ettiğimiz bir dönemi yaşıyoruz. İklim değişikliği sürecinde insanlığın bir değişim-dönüşüm dönemine girdiğini düşünüyorum. Sosyal, siyasal sistemler de değişmek dönüşmek zorunda kalacak. Çevre-ekoloji koruma odaklı yaptığımız her olumlu çaba gelecekte çok büyük değişim ve dönüşüm süreçlerinin altyapısını oluşturacak. Bu bağlamda çevre-ekoloji mücadelesi bizim kısa hayatımızla sınırlı bir süreç değil. Ve yaptıklarımızla kısa vadedeki amaçlarımız gerçekleşmese dahi; uzun vadede belki de bizim göremeyeceğimiz değişimin-dönüşümün altyapısını hazırlayan bir süreç olarak bakılması gerektiğini, bu bağlamda düşünüldüğünde umutsuzluğa kapılmak için de bir neden olmadığını düşünüyorum.” 

“Elde edilen kazanımlar çok sevindirici ve ileriye dönük de umut verici nitelikte” 

Ekoloji hareketi avukatlarından Diren Cevahir Şen ise, davalardan çıkan sonuçların umut verici ve doğa korumacıların zor koşullara rağmen ısrarlı ve inançlı mücadelesinin sonucu olduğunu söylüyor.

“Son dönemde doğa-çevre davaları mücadelelerinde elde edilen kazanımlar çok sevindirici ve ileriye dönük de umut verici nitelikte. Doğanın hakları bakımından çok önemli buluyorum. KHK hukuku ve OHAL döneminde daha da budanan haklar ve çıkarılan ihlal edici yasalara rağmen böyle sonuçların alınması bir yanda da şaşırtıcı. Doğanın hakları bakımından çok çok gerideyiz ve son zamanlarda çıkarılan yasalar ya da yapılan yasa değişiklikleri aslında bir tehlikeye de işaret ediyor. Bu kararlara rağmen mevcut yasalar eliyle ileride doğaya ciddi müdahaleler gündeme gelebilir. Doğa korumacı hareketler bu hususu göz önünde bulundurmalılar.

Bu kazanımlar elbette çok sevindirici ve heyecan verici. Yaşam savunucularının, doğa korumacıların zor koşullara rağmen ısrarlı ve inançlı mücadelesinin sonucudur. Çünkü doğa için mücadele sadece hukuk yolu ile olmuyor. Bizler bir yandan hukuki mücadeleyi yürütürken, bir yanda da meşru olan doğa hakları mücadelesini ve gezegenin geleceği için aktivizm de yürütmeliyiz. Bu ikili bir mücadele. Herkese, her yerde doğanın haklarını ve gezegenin geleceğini anlatmalıyız. Kazanımların da uzun süren ve artık Türkiye’de görünür olan doğa mücadelesinin bir başarısı olarak görülmesi gerekiyor.”

Diren Cevahir Şen

“Mahkeme keşiflerinde yargıçlar bu mücadeleyi veren, köyüne, toprağına, havasına, suyuna sahip çıkan insanları dinliyor, onlara sorular soruyor”

“Mahkemeler doğanın hakları mücadelesini görmeye başladılar. Yeterli düzeyde değil elbette ama örneğin mahkeme keşiflerinde yargıçlar bu mücadeleyi veren, köyüne, toprağına, havasına, suyuna sahip çıkan insanları dinliyor, onlara sorular soruyor, onlarla sohbet de ediyor. En önemlisi bu keşiflerde doğanın nasıl bir tehlike ile karşı karşıya olduğu ile yüzleşiyorlar. Bu bence onlar açısında da öğretici bir şey. Ancak karşımızda da çok büyük şirketler var.

Türkiye’de şirketlerin ne denli güçlü olduğu ve doğanın bizzat devlet ve iktidar eliyle sömürüye açıldığı da düşünülürse işimiz kolay değil, mahkemeler de etkiden uzak değil. Ancak şunu da söylemeden geçmemek lazım, çevre davası dediğimiz davaları inceleyecek mahkeme heyetlerinin, yargıçların bu konuda biraz olsun ihtisas yapmış, biraz bu konulara duyarlı kişilerden seçilmesi gerekir. Böylelikle şirketler ve devlet eliyle sömürülen doğadan yana çok daha fazla karar tesis edilsin.”

“Hukuki mücadele de çok önemli bir alan ancak doğaya sahip çıkmak için yeterli değil”

Avukat Şen, ekoloji mücadelesinin ancak ısrarlı, kararlı, dayanışma içinde ve kolektif bir uğraşı ile sonuç verdiğini sözlerine ekliyor: 

“Daha örgütlü, daha birlikte, kaybettiğimizde bırakmadan, daha çok dayanışan bir mücadele kurmalıyız. Çünkü biz ağaçları, ormanları, akarsuları, balıkları, ayıları, domuzları, kuşları da savunmak durumundayız. Yeniden başlayarak, birbirimize dokunarak, doğaya dokunarak ayağa kalkmalıyız. Hukuki mücadele de çok önemli bir alan ancak doğaya sahip çıkmak için yeterli değil. Kazanımlar bir yandan hukuku işleterek ve adaletin gelmesi için çalışarak bir yanda da doğanın içinde ona sahip çıkarak geldi ve böyle gelecek. Kızılcaköy’de de olmak, orada bulunmak, o feryada sahip çıkmak, köylülere el vermek zorundayız. Mahkemeler ise zaten hak arayalım diye bizi bekliyor.” 

Neşe Karahan

“Umudumuz ekoloji konusunda herkesin aklını başına toplayıp doğru kararlar vermesi”

Yeşil Artvin Derneği Başkanı Neşe Karahan, yurttaşların yanında olması gereken güvenlik güçlerinin şirketlerin yanına verilmesinden vazgeçilmesi gerektiği görüşünde.

“Son dönemde enteresan bir şekilde davalarda kazanımlar yaşanıyor. Umudumuz ekoloji konusunda herkesin aklını başına toplayıp doğru kararlar vermesi ve doğru uygulamalar yapması. Yoksa hem dünyada hem ülkemizde hem de yöremizde her yerde büyük sıkıntılar var. Yaşanacak dünyamız kalmayacak. O yüzden bu herkesi ilgilendiriyor. O yüzden bu kararların devamının gelmesini diliyoruz. Biz yanlış olan şeyleri söylüyoruz. Onların bir an önce durdurulmasını istiyoruz.

Bizimki yaşamsal bir mücadeledir. Olmaması gereken şeyleri yapıyorlar. Bunların doğrularını yıllardır bilimsel verilerle anlatmaya, kanıtlamaya çalışıyoruz. Ne yazık ki inanılmaz kararlar çıkıyor. Halkın yanında olması gereken güvenlik güçlerinin şirketlerin yanına verilmesiyle halkın üzerine yollanmasıyla alanlara çıkıyorlar. Şirketlerin emrindeler. Onların orada çalışmalarını sağlıyorlar. Diliyoruz bir an önce uygulamalardan vazgeçsinler. Dileğimiz bir an önce yapılan tüm yanlışlardan geri dönülmesi.”

“Bu ülkede hâlâ yasalar var ve hâlâ işini doğru yapmaya çalışan hakimler var”

Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) bileşeni olan Akdeniz Yeşilleri Derneği Eş Sözcüsü Mustafa Tuncaelli, davalardan çıkan olumlu sonuçların artışının açılan dava sayının artışıyla orantılı olduğunu söylüyor.

“Ekoloji alanındaki hukuki kazanımlar yeni değil. Hükümet yasalardaki koruyucu kanunları sulandırmak ya da kaldırmak için elinden geleni yapsa da yine bu girişimler mevcut yasalara dayanarak tamamı olmasa bile bir çoğu engellenebiliyor. Bunda tabii ki en önemli faktör önlerine maddi manevi birçok engel çıkarılsa da bıkmadan, yılmadan uğraşarak sonuna kadar işin takipçisi olan ekoloji örgütlerinin varlığıdır. Bu kıssadan çıkarılacak hisse, yılgınlığa düşmeden işin takipçisi olmaya devam etmeliyiz. Bu ülkede hâlâ yasalar var ve hâlâ işini doğru yapmaya çalışan hakimler var.

Davalardan olumlu sonuçların artışı, açılan dava sayının artışıyla orantılı bence. Artık Türkiye’nin her yeri tüm korunan alanları, milli parkları, sit alanları, koyları, ormanları, meraları, su kaynakları aklınıza ne gelirse her yer saldırı altında. Her yer, her şey, doğamız, suyumuz, toprağımız satışa çıkarılmış vaziyette. Bu saldırı doğasını, ülkesini sevenleri de ayağa kaldırıyor, her yerde ranta karşı davalar açılıyor. Yaptıkları işte hukuksuzluk o kadar açık ki, her türlü siyasi baskıya rağmen mızrak çuvala sığmıyor ve birçok dava kazanılıyor.”

Mustafa Tuncaelli

“Davaları kazanmak önemli ama yeterli değil. Çünkü davayı açmış olmak, saldırıyı durdurmaya yetmiyor”

Tuncaelli, ekoloji mücadelesi veren herkesin kazanılan davaların rehavetine düşmeden kamuoyu baskısı yaratmasının gerekli olduğunu ekliyor. 

“Davaları kazanmak önemli ama yeterli değil. Çünkü davayı açmış olmak, saldırıyı durdurmaya yetmiyor. Davayı kazanıyorsunuz ama o zamana kadar atı alan Üsküdar’ı  geçmiş oluyor. Hukuka aykırı bir şekilde binlerce ağacı keserek yol yapacaksa, yolunu yapıyor, HES yapacaksa, dereyi yok ederek HES’ini yapıyor, maden ocağı açacaksa dava devam ederken ocaklarını açıp dava sonuçlanana kadar doğanın canına okuyor, çalışmaya devam ediyor. Sen davayı kazanıyorsun ama korunacak bir alan kalmıyor elde.

Yürütmeyi durdurma talepli davalarda idare, mahkeme yürütmeyi durdurma kararı vermiş olsa bile çoğu yerde mahkemeyi dinlemiyor, hukuka aykırı idari işlemini yürütüyor ve katmerli hukuksuzluk yapıyor. Çözüm bir yandan hukuk mücadelesi yaparken, diğer yandan da idarenin bunu dinlemeyebileceğini bilerek idareye karşı kamuoyu baskısını arttırmak için elimizden geleni yapmak ve davayı kazandık diye rehavete düşmemek.”

Haber: Merve Damcı

(Yeşil Gazete)

Türkiye Kadın Buluşması bu hafta sonu Beşiktaş Fulya Sanat Merkezi’nde

Kadınlar Birlikte Güçlü’nün “Haklarımıza, hayatlarımıza, kazanımlarımıza sahip çıkıyoruz” mottosuyla harekete geçen kadınlar, 5-6 Ocak 2019’da İstanbul’da düzenlenecek olan Türkiye Kadın Buluşması’na geliyor. İstanbul’da Beşiktaş’taki Fulya Sanat Merkezi’nde gerçekleşecek olan Türkiye Kadın Buluşması’na 30’dan fazla ilden 700’ü aşkın kadının katılması bekleniyor.

5-6 Ocak tarihinde İstanbul Beşiktaş Fulya Sanat Merkezi’nde gerçekleşecek Türkiye Kadın Buluşması için hazırlıklar tamamlanmak üzere. Buluşmayı omuzlayan Feminist hareket, Kürt Kadın hareketi ve içlerinde Yeni Demokrat Kadın’ın da olduğu onlarca kadın örgütü Kadınlar Birlikte Güçlü olarak bu buluşma ile Türkiye genelinde sesini dayanışmasını bir kez daha “Haklarımız, Hayatlarımız, Kazanımlarımız Bizim!” diyerek bir araya getiriyor.

Özgür Gelecek.net buluşma öncesinde Kadınlar Birlikte Güçlü adına Çağla Akdere bir röportaj gerçekleştirdi. 

Kadınlar Birlikte Güçlü olarak planladıkları bu büyük buluşmanın ortak bir ihtiyaçtan doğduğunu belirten Çağla Akdere, “Seçimlerin ardından değişen rejimle birlikte yaşamlarımıza ve haklarımıza yönelik daha da artan saldırılara karşı ancak birlikte güçlü durabiliriz. Cinsiyet eşitliğini temel alan politikalar üretmek şöyle dursun doğrudan kadın-erkek eşitliğini reddeden bir iktidar var karşımızda.” diye konuştu.

Gündelik olarak yaşadıkları erkek şiddetinin iktidarın savaş ve baskı politikalarından payını alarak biçim değiştirdiğini de vurgulayan Akdere, “Tüm bu saldırıların ortasında haklarımız, kazanımlarımız ve yaşamlarımız için birlikte mücadele zeminlerimizi güçlendirme ihtiyacı çok açık bir şekilde ortaya çıkıyor.” dedi.

Röportajın tamamını Özgür Gelecek.net’den okuyabilirsiniz.

.

(Özgür Gelecek.net, Bianet)

Alkollü içkiye ÖTV düzenlemesi

Alkollü içkilerden alınan özel tüketim vergisi tutarları belirlendi. Resmi Gazete’de yayınlanan karara göre vergi yüzde 13.48 oranında arttı. Yabancı sigara üretiminde kullanılan yabancı tütün ithalatında alınan ton başına 150 dolar vergi ise sıfırlandı.

Resmi Gazete’nin mükerrer sayısında yer alan Cumhurbaşkanı Kararı ile alkollü içkilerden alınan özel tüketim vergisi (ÖTV) tutarları yüzde 13.48 oranında artırıldı.


Rakı, viski, cin, votka yüzde 40 alkol derecesi üzerinden, tüm içkiler 70’lik şişeye göre hesaplanmıştır.

Karar uyarınca, 50’lik bir kutu biradan alınan ÖTV ve KDV toplamı 4.59 liradan 5.21 liraya çıktı. 70’lik rakının ÖTV’si 59.64 TL’den 67.68 TL’ye, KDV ile birlikte toplam vergisi de 70.37 TL’den 79.86 TL’ye yükseldi.

Yabancı sigara üretiminde kullanılan yabancı tütün ithalatında alınan ton başına 150 dolar vergi ise sıfırlandı.

.

(Haber Türk)

Osmangazi Köprüsü’nden otomobil ile geçişe yüzde 45 zam

Yeni yılla birlikte zam dalgası devam ediyor. Osmangazi Köprüsü’nden otomobil geçiş ücreti 71 TL’den 103 liraya yükseltildi.  5.5 TL olan Altınova- Orhangazi arası 11.5 lira oldu. Pasaport ve ehliyet ücretlerinden alkollü içkiye kadar birçok kalemde yeni yıl zamlı fiyatlarla başladı.

İşletmesi özel şirkette olan Osmangazi Köprüsü ve Gebze-Orhangazi-İzmir Otoyolu geçiş ücretleri, yeni yılla birlikte zamlandı. Geçen yıl 71,75 TL olan 1. sınıf aracın (otomobil) geçiş ücreti, 103.05 TL’ye çıkarıldı.

Ayrıca Gebze-Orhangazi-İzmir Otoyol ücretlerine de zam yapıldı. Gebze-Orhangazi- İzmir otoyolunda daha önce 5,5 TL olan Altınova- Orhangazi arası yeni zamla birlikte 11,5 TL’ye, daha önce 7,40 TL olan Gemlik-Bursa Kuzey gişeleri arası da 15,65 liraya yükseltildi.

Yeni yılda değerli kağıt (pasaport, ehliyet, kimlik, noter belgeleri) ücretlerine de zam yapıldı.

Alkollü içkilerde ise ÖTV yüzde 13,4 oranında arttırıldı. 70’lik rakının vergisi 80 lira oldu.

.

(Gazete Duvar)