Ana Sayfa Blog Sayfa 2638

‘İklim kahrı’nda müziğe sığınmak: 2018’in iyi albümleri

Geçen gün telefonum çaldı. Baktım Yeşil Gazete’den arıyorlar. Açmadım önce. Bob Dylan’ın Nobel almasına ilişkin yazımdan sonra gazeteyle ilişiğim kesilmiş, kapının önüne konmuştum. 

Neyse, uyanınca Gazete’yi aradım. Telefona cevap veren olmadı ama ben yine de yazayım dedim. Sonuçta iyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir demişler. Her neyse, Yeşil Gazete’nin kendinden menkul fiili müzik yazarlarından biri olarak, sizler için geçtiğimiz yıl çıkan iyi albümlerden bazılarını derledim.

2018 müzik açısından hayli verimli bir yıl olmuş. Zaten hem pop müzik çıktısının ivmesi hem de müziğe ilginin dünyanın kahrıyla doğru orantılı bir şekilde artması bilim insanlarının %98,6’sı tarafından sürekli dile getiriliyor. Malum, 2018’e de damgasını vuran en önemli kavramlardan biri ‘iklim kahrı’ olduğu için aramızda müziğe sığınanların sayısı hayli yüksek. 

Bu listelere fazla itibar etmeyiniz!

Başlamadan önce birkaç küçük uyarı: Bu liste, diğer tüm benzer listeler gibi, tümüyle özneldir. Haliyle bu liste ‘yılın en iyi albümleri’ listesi olmaktan hayli uzaktır. Bu da dâhil olmak üzere genel olarak bu gibi listelere fazla itibar etmeyiniz. Listelerin sizin üzerinizde baskı oluşturmasına izin vermeyiniz. Sadece dinleyecek yeni bir şeyler arıyorsanız bunlar da olur gibi düşünebilirsiniz. 20 albüm arasında sıralama yapmadık, sonra Fener-Galatasaray taraftarları gibi darlıyorsunuz. (Yeni Türkiye’de bu Başakşehir-Kasımpaşa mı oluyor?)

Neyse fazla uzatmadan başlayalım:

Radiohead’in The Bends, OK Computer, Kid A arası sada değişiminden bu yana pop müzik böyle dümen kırma görmemiştir kardeşim (görmüştür de bu kadar konuşulanı görmemiştir). Neyse, Arctic Monkeys, Tranquility Base Hotel & Casino ile öncesine göre bir yerlere dönmüş. Bu albümü listeye soktuk ama seneye dinler miyiz emin değiliz. Bu millenial müziğinin en önemli sorunu bu. Tembeller. Çalışmıyorlar. Eski albümler öyle miydi?

Buraya bir yerlere Jeff Tweedy yazmak zorundayız. Bunun iki sebebi var. Birincisi, Wilco ve Jeff Tweedy çok severim ve Warm albümü gerçekten güzel bir albüm. İnanmayan gece 3’te çalışırken arkaya koysun bakalım nasıl oluyor? İkincisi, Jeff Tweedy bu sene epey iyi gözüken bir biyografi çıkardı. Naçizane bu yazarınızın en sevdiği çakma edebiyat türü Rock biyografileridir. Jeff Bey’in biyografisinin de ilk on sayfası çok iyi. (Kitap yeni çıktı ve pahalı. Haliyle kitapçıda ayaküstü ilk on sayfayı okudu.)

Listede The Breeders’dan ‘All Nerve’ de var. The Breeders’a sanki Pixies’den Kim Deal’in yan projesi gibi bakan bir kesim var. Bu kesim yanlıştır. Görüşleri küfürdür.

Pixies, Kim Deal’in Breeders’dan önceki projesidir. Her neyse, 75-85 arası doğanlar, bu albümü çevresindeki Milleniallara zorla dinletene sevap yazılıyormuş, endüljans veriliyormuş. İnanmayanlar Diyanet’in sitesindeki fetvaya bakabilir.

Pixies demişken, Mitski’nin ‘Be The Cowboy’ albümünden Pixies çağrışımları aldım. O kadar kalıplaşmış değil elbette ama yaşlı ve yeni numaralar öğrenmekte zorlanan bu köpeğe olta atıp çekti resmen. Hem Mitski, bir dönem liseye Türkiye’de gitmiş. Dolayısıyla toprağımız sayılır. Haliyle albümün ideal dinlenme yeri dolmuştur, minibüstür.

Albümleri dinleyin geçin!

Bu sırayı izninizle ikisi bir arada kartımızı kullanarak geçiyoruz. Lucy Dacus, ‘Historian’ albümü ve kadrosunda Lucy Dacus’u da bulunduran indie süper grup Boygenius’un EP’si yedinci sırayı paylaşıyor. Arkadaşlar, albümleri dinleyin geçin. Şikâyetiniz varsa yönetime. Hem ayrıca memlekette İzmir’i Karadeniz bölgesinden sanan ÇED’lere olur verilir sizi gidip ilk yirmi listesinde yaptığımız hileye mi takıldınız?

Half Man Half Biscuit’ın ‘No-one Cares About Your Creative Hub So Get Your Fuckin’ Hedge Cut’ isimli albümü listemize girdi çünkü her listenin bir tane de bisiklet albümü kotası vardır (kanıtı burada). Bu albümü bisiklet üzerinde dinlemelisiniz. Belediye otobüsü ve hafriyat kamyonunun egzozunu bir buçuk metreden tam surata yemenin etkisini azalttığı bilimsel olarak kanıtlanmıştır.*

Milleniallar bilmez, eskiden, kadim zamanlar demeli belki, öğrenciler böbrek satmadan dışarıda iki bira yuvarlayabiliyordu. Öyle akşamların gecelerinde, eve çakırkeyifin iki üstü seviye varılıp halıya sırtüstü serilip dinlenilen albümler olurdu. Double Negative – ‘Low’ tam olarak bu amaçla yapılmış bir albüm gibi. İnsana rüyada gelen ilham gibi güzel.

Beach House’un ‘7’ isimli albümü de tarif etmesi zor albümlerden. Dream Pop diyorlarmış bu türe. Sadece şunu söylemeli belki: Müzik tüketiminin günlük olduğu günümüz streaming dünyasında fark ettirmeden haftalarca dinletti kendini.

Parquet Courts zaten hip piyasasına hâkim, benim diyen manbun’lının sakal altından gülerek tasdik ettiği bir grup. Fakat 2018 hasatı ‘Wide Awake!’ ekstra güzel. Bir kere her biri twitter nüktesi olabilecek isimleri var şarkıların. Daha ne?

Cat Power olduk olası sevdiğimiz biri oldu. Chan Marshall’ın yansıttığı dünyadan yorulmuşluk zamanın ruhuna uyuyor. Yakın zamanda son albümü ‘Wanderer’ı bir Robert Johnson toplamasıyla ard arda dinledik de aradaki 90 seneye rağmen sırıtmadı.

https://www.youtube.com/watch?v=vRylJMdnY5s

Cat Power’dan Neko Case’e gelmek zor olmadı. Kadının evi albümün kaydı sırasında yanmış, ertesi gün stüdyoya girip ‘Bad Luck’ isimli parçayı söylemiş. Bu insanlar cevher cevher.

Sırada bir nesil yeni bir kadın sanatçı var. Portland’lı Katherine Paul veya yeni ismiyle Black Belt Eagle Scout, ‘Mother of My Children’ ile senenin en teklifsizce ‘woke’ albümlerinden birini kaydetmiş (Bunların teklifli olanları hiç çekilmiyo). Ayrıca bol gitar var. Beş başparmak.

2018 çok sayıda ‘politik’ albüm gördü

O iyi bu kötü diye sallamak yakışmaz ama New Jersey ürünü Manchester aşılaması BC Camplight isteyerek veya istemeyerek senenin en iyi politik albümlerinden birini yapmış. Brexit mrexit, topu var. Albüm kafa büken cinsten. Hararetle tavsiye olunur.

Bakın arkadaşlar iyi bir gitar riff’inin pop müzikteki ağırlığını tartışamayız. Yani iklim inkârcısı olun gelin sizinle uzun uzun tartışalım ama bana Keith Richards, Johnny Marr, The Edge, John Frusciente ve sayısız başka gitaristin riff meselesindeki ustalığını küçümseyen görüşlerle gelirseniz üzerim. Neyse, son yıllarda iyi gitarist diyorum bana Joe Bonamassa diyorlar çok bozuluyorum. Bonamassa’yla bir alıp veremediğim yok. Sevenine iyidir eminim. Fakat şöyle tatlı bir gitar pop albümü dinlemeyeli epey oluyordu. Neyse ki The Orielles ‘Silver Dollar Moment’ ile o boşluğu doldurdular sağ olsunlar.

Foxwarren, Kanadalı Andy Shauf’un projesi. Böyle gösterişsiz, rahat bir koltuk gibi bir albüm istiyorsanız ki neden istemeyesiniz, bu aynı adlı albümü sevebilirsiniz. Zaten herkes bilir, grubun adını albüme verdiği albümler hep bir adım öndedir. Bu böyle. Yerçekimi gibi bişey.

Bu teoriyi kanıtlayan bir başka albüm ise Forth Wanderers’ın ilk albümü. Gitarlı mitarlı. 2 yaşında çocuğa air gitar başlatmak için ideal. Ben denedim.

Bazılarımız country müziği hala ‘köpeğim öldü, kamyonetim bozuldu, karım beni evden attı’ sanıyoruz. Gerçek aslında çok daha kötü. En azından o kısmen samimiydi. Şu anki ana akım country müzik ise böyle ne etliye ne sütlüye cinsinden bir bulamaç. Neyse ki Sarah Shook gibi yüz akları da çıkıyor. Grubu The Disarmers ile birlikte kaydettiği ‘Years’i dinleyin bakın, sevmeyene ansiklopedi kuponu veriyoruz.

Geçen senenin en güzel albümlerinden birini yapan Big Thief’in vokalisti/gitaristi Adrianne Lenker şimdi de ‘abysskiss’ adıyla gerçekten güzel bir solo albüm yapmış. Dönüp bir veya iki şarkıyı baştan dinleyip diğerlerini görmezden gelmek yerine tüm parçaları sırayla döndürmeye itiyor. Albüm gibi albüm.

Müzik piyasasının emekçilerinden Marc Ribot’un toplama albümü ’Songs of Resistance: 1942-2018 ise bunun tam tersi. Elbette meşrebinize göre bu şarkılardan size yakışanını giyeceksiniz. Fakat albümün tümü değerli. Benim favorilerim ’The Militant Ecologist’ ve ‘John Brown’.

Şarkı yazarı olarak Bob Dylan’la karşılaştırılmak bir yana eğer Bob Dylan açıkça size hayranlık belirtiyorsa en azından ciddiye alınan bir şarkı yazarı olduğunuz tescillenmiştir herhalde. John Prine bundan çok ötesi. Amerikan şarkı geleneğinin temel direklerinden. Son albümü ‘The Tree of Forgiveness’ ise gerçekten dinlenilmeli. Bunu biz değil Diyanet söylüyor.

Mansiyon:

Elvis Costello – Look Now
Wild Pink – Yolk in the Fur
The Spirit of the Beehive – Hypnic Jerks
Kurt Vile – Bottle it In
David Crosby – Here if you listen
Amen Dunes – Freedom
Haley Heynderickx – I Need to Start a Garden
Father John Misty – God’s Favorite Customer
Willie Nelson – Last Man Standing
Stephen Malkmus and the Jicks – Sparkle Hard
Bob Dylan – More Blood, More Tracks: The Bootleg Series Vol. 14
Shopping – The Official Body
Courtney Barnett – Tell Me How You Really Feel

*Yalan söylüyoruz.

Mahir Ilgaz – Yeşil Gazete

[Hermit] Çok yaşa kabare! – Ayşegül Özünal Sağlam

“Sistem eleştirisinin, düzene karşı çıkışın; yaratıcılık, zekâ, mizah ve biraz da küstahlıkla yoğrulduğu bir tiyatro türüdür.” diye tanımlar kabareyi Dikmen Gürün, “KABARE TİYATROSU ve HALDUN TANER” adlı makalesinde.

Fransa ve Almanya’da başlayan kabare kültürü, oradan Rusya’ya ve sonrasında tüm Avrupa’ya sıçramış ve kitlesini kısa sürede oluşturmuştur. Klasik tiyatro kavramının karşısında duran ve dev sahneler yerine küçük mekânlarda da sahnelenebilen bir tür olması sebebiyle kısa sürede sevilmiş kabare. Bir karşı duruşla ortaya çıkması sebebiyle olsa gerek; 19.yy’ın sonlarından itibaren Avrupa’dan dünyaya yayılan bütün sanat akımları; kendi muhalif tavırlarına uyarlamışlar kabareyi.Böylelikle kabare yazını oluşmaya başlamış. Özellikle İkinci Dünya Savaşı dönemi, sosyal değişimleri ve yarattığı kaos ortamıyla çok fazla malzeme vermiş kabareye. Yazarları ve oyuncuları belli dönemlerde sansür uygulamalarıyla karşılaşmış muhakkak ama bu durumu ince espri anlayışları ve zekice hazırlanmış mizahi metinleriyle atlatmasını da bilmişler. Kabare seyircisi de bu üslubu benimsemiş; böylelikle belli bir alt kültüre sahip kabare seyircisi oluşmuştur.

Devekuşu Kabare’nin kurucusu Haldun Taner ve ilk kadrosu, 1967

Türk tiyatrosunda kabare denince akla gelen ilk isim olan Haldun Taner, Abdi İpekçi ile yaptığı bir söyleşide aynı şeyi vurgular; “Kabare tiyatrosuna gidip de onun oynadığı oyunlardan zevk alabilmek için insanın önceden bazı şeyleri öğrenmiş olması gerekiyor. Yazar, duyarlığı ve bilinci gereği, içinde yaşadığı toplumun bir sismografı olarak toplumsal haksızlıklardan herkesten fazla etkilenir. Tedirgin olur” der ve devam eder, “Ne var ki, bunlara karşı tepkisini bir politikacıdan, bir sosyologdan, bir gazeteciden çok farklı gösterir. Sırf bunları eleştiren bir polemik yazmak istiyorsa makale, köşe yazısı gibi yerler daha uygun olur. Mizah ve ironi, olaylara belli bir felsefi mesafeden bakmanın avantajını taşıyor. Taze ve vurucu bir bakış alternatifi sağlıyor. O kadar işimin gücümün arasında Gen-Ar, Kulüp 12, Gala Kulüp’te üç kabare tiyatrosu başlatmam sanır mısınız işgüzarlıktan oldu?”

Kabare kültürünün oluşma sürecinde emeği göz ardı edilemez Haldun Taner’in. Onun sayesinde tiyatro seyircisi kabareyi sevmiş, benimsemiştir. Ülkenin en sıkıntılı dönemlerinde dahi kabarenin eğlenceli yüzü; insanlara nefes aldırmış, adeta toplumda sibop görevi görmüştür.

Alıntılardan oluşan yazılarda, yazarı kolaya kaçmakla suçlamışımdır hep ama kusuruma bakmayın Haldun Taner’in kabare için söylediği şu sözleri eklemesem olmazdı: “Kabare bir hücum tiyatrosudur aslında.Bir taşlama tiyatrosudur. Dalkavuk bir adam kabareci olamaz. Kabareci yürekli olacak, karşı olacak, ama karşı olmak için karşı olmayacak… Genel bozukluklara, ölçüsüzlüklere karşı, sosyal adaletsizliklere ölçüyü getiren bir alay mesafesi kor kabare. Yani bir hadiseye gülerek bakmak, alayla bakmak, o hadiseye mesafeli bakmak demektir. O hadisenin içinde haşır neşir olmuş, o hadisenin içinden dışarı çıkamayan insanlara başka açıları hatırlatmak demektir. Yani uyarı demektir…”Kabarenin muhalif duruşu ve toplum içindeki işlevi bu kadar güzel anlatılabilirdi…

“Kabare hakkında yazdı yazdı… Ne zaman bağlayacak Metin Akpınar’a Müjdat Gezen’e?” diyeceksiniz. Ne yazık ki bu yazıyı yazma sebebim onlar değil. Ama beklentinizi boşa çıkarmamak ve vicdan azabı çekmemek adına birkaç şey söylemek isterim. Kabare kültürüne yıllarca katkı sağlamış; politik mizah yapma cesaretine sahip olan ve yıllarca sahnelerden binlerce insana dertlerini anlatan ustalarımın son günlerde yaşadığı durum karşısında, ne yazık ki kelimelerim kifayetsiz kalıyor. Ama onların yelkeni öyle fırtınalar atlatmıştır ki bu rüzgârlar onlara zarar vermez; aksine halkın gözündeki, gönlündeki yerlerini derinleştirir. Genel seçim öncesi gündem kargaşasına meze edilmelerinden büyük huzursuzluk duysam da bu günlerin çabuk geçmesini ve üzerilerindeki bu baskının en kısa sürede bertaraf olmasını ümit ediyorum.

Kabare hakkında yazı yazma sebebim, pazartesi akşamı izlediğim oyun, ‘Düşperest’ ti. Büyük bir özveriyle tasarlandığı her ayrıntısından belli olan Taşra Kabare’de yerime geçtim ve heyecanla oyunu beklemeye koyuldum. Kapıdan içeri girdiğim andan itibaren sanki zaman makinesi tarafından 40 yıl öncesine bırakılmış biri gibi hissettim kendimi. Duvarlardaki afişler, fotoğraflar, ışıklandırma… Birçok etken vardı böyle hissetmemi sağlayan. Yıllardır annemden gıptayla dinlediğim ‘Kulüp12’ler, ‘Gala Kulüp’ler, Devekuşu Kabareler… Hepsi bir olmuş, fotoğraflarıyla Yeşilçam film efekti gibi etrafımda dönüyorlardı sanki…

Ve oyun ‘Düş Bandosu’yla başladı. Sonraki 1.5 saat nasıl geçti hatırlamıyorum. Şaka bir yana uzun zamandır bu kadar eğlenmemiştim. Musikiden arabeske, popa uzanan müzikal bir hikâye izledik. Ustaca hazırlanmış oyun metni sayesinde, kahkahalar atarken burnumuzun direğinin sızlamasına de engel olamadık. Nergis Öztürk ve Cemal Toktaş tarafından 2015’te kurulan Taşra Kabare bir kültür ve sanat yapım merkezi olarak tasarlandı ve 2016’da kendi mekânına kavuştu. Şehrin kalbinde bir kabarenin isminin taşra olmasıysa manidar.Küçümsenen ‘taşra’ kavramını yüceltmek amacıyla konduğu ise aşikâr. Kabare kültürünün karşı duruşuna uygun bir isim olmuş bence.

Velhasıl kelam siz de benim gibi “Çok yaşa kabare!” diyenlerdenseniz kaçırmamanızı öneririm. Taşra Kabare 3. sezonunda Düşperest’le ve geçenlerde prömiyerini yaptıkları yeni oyunları ‘Sultana’ ile kabare perverleri bekliyor.

Ayşegül Özünal Sağlam

[Cadı Kazanı] Arılar 31 Temmuz 2019’a kadar ölmekte özgür! – Nuran Seyhan Bayer

Belki çoğunuz, sürekli olarak sosyal medya aracılığıyla gelen imza kampanyalarından bıktınız ama ısrarlı ve kararlı olunursa güzel sonuçlar alınabiliyor. Yerel tohumlar için de böyle oldu. Önce alternatif yollar bulundu takas gibi, sonrada sayıların gücü yani ne kadar çok imza o kadar başarı ve yerel tohumların zaferi…

Bizim gibi düşünenler bir türlü anlamıyor değil mi? Geleceğimiz olan yerel tohumların satışı niye yasaklanır, arıları öldüren zirai ilaçlar niye kullanılır? Sanırsınız karar vericiler ve onların yakınları, sevdikleri, çocukları, torunları biyonik insan; zirai ilaçlardan kanser olmuyor, arılar yok olunca onlar yok olmayacak. İnsan üstünde durduğu dalı neden keser?

Başta Buğday Derneği olmak üzere sivil toplum örgütleri ve imza veren bütün duyarlı insanlar sayesinde kazanıldı bu başarı. Yerel tohumların korunması, çoğaltılması adına iyi bir karar, soru işaretleri olsa da. Bu konuda detaylı bilgi edinmek isteyenler Buğday Derneği’nin web sayfasını (www.bugday.org) ziyaret edebilirler.

Yine Buğday Derneği, “Arıları Yaşatalım “adlı projelerinden bu yana savundukları neonikotinoid yasağı için, 10 kurumla birlikte ortak bir metin imzalayarak ilgili bakanlığa yasaklama çağrısıyapmışlardı.

Sonunda, uzun zamandır kampanyalarla adeta çığlık gibi büyüyen “ARI VIZILTILARI” yetkililerin kulağına kadar gitti, gözlerini de imzalarımız açtı. Ama galiba gözleri biraz yarım açılmış ki, arılar için önemli bir adım olsa da alınan kararların hepsi olumlu değil ve arı ölümlerini tamamen engelleyemeyecek ne yazık ki…

Ülkemizde zirai mücadele amacıyla kullanılan “bitki koruma” ürünlerinin ruhsatlandırılması, üretimi, ithalatı, piyasaya arzı ve kontrolü 5996 sayılı Veteriner Hizmetleri Bitki Sağlığı Gıda ve Yem Kanunu ve bu kanuna bağlı olarak çıkarılan ilgili mevzuata göre yapılmakta. “Bitki Koruma” kavramını özellikle tırnak içine aldım çünkü bitki korumanın bu kanundaki anlamı içinde birçok canlı için -örneğin arılar- öldürücü olan maddelerin “koruma” kelimesiyle ifade edilmesi oldukça ironik.

Tarım ve Orman bakanlığı Gıda ve Kontrol Genel Müdürlüğü tarafından alınan karara göre yasaklandığı söylenen ‘Neonikotinoid’ grubu, ülkemizde ruhsatlı bulunan Acetamiprid, Clothianidin, Imidacloprid, Thiacloprid ve Thiamethoxam aktif maddelerini içeriyor.

Bunlardan  “Thiacloprid” aktif maddesi endokrin bozucu etkisinden dolayı Avrupa Birliği Değerlendirme Sürecinde olduğu için 30 Nisan 2019 tarihine kadar kullanılacağı ve bu tarihten sonra AB kararına göre Bakanlığın değerlendireceği kaydedilmiş.

Acetamipridaktif maddesi için de yasaklama yok. Sebep de Avrupa Birliğinin bunu uygun bulmaması ve 2033 yılına kadar herhangi bir kısıtlamanın söz konusu olmadığını açıklaması. Ne hoş değil mi, AB 14 yıl boyunca bu maddenin zararlı olmayacağını garantiliyor. Sigara ve cep telefonları için de uzun süre direnilmişti! Kim öle kim kala….

Neyse ki artık arıları öldürdüğü kesin olan CLOTHHIANIDIN, mısır tohumlarının çimlenmesi sonucu bitkinin yapraklarında meydana gelen su damlaları içinde yüksek oranda tespit edildiği için ve bunu tüketen arıların birkaç dakika içinde öldüğü bilimsel çalışmalarla saptanmış olduğundan, kullanımı “SONLANDIRILDI”… Ama,aması var, ve oldukça ilginç. Hatta anlaşılması güç bir “AMA” ! . Kullanılması“YASAKLANMADI”, “SONLANDIRILDI”. Çünkü bu aktif madde ve karışımlarını içeren bitki koruma ürünlerin ithalatı ve bu aktif madde kullanılarak ülkemizde yapılacak ürünlerin imalatı, 8 Şubat 2019 tarihi itibariyle sonlandırılacak. Bu arada bol bol ithal edip stoklayabilirsiniz. Tabi aklımıza şöyle bir soru da asla gelmez diye düşünmüş olabilirler: 8 Şubata kadar bitki koruma ürünlerinde kullanılmak üzere ithal edilen  ve bu amaçla üretilen imalatlar ne olacak?.  Siz bu soruyu sormasanız da cevabını vermiş Bakanlık: 31 Temmuz 2019 tarihi itibariyle kullanımı sonlandırılacak(mış)…

Hemen yasaklanmadığına göre arılar o tarihe kadar ölmekte özgür

Imidaclopridaktif maddesini içeren “bitki koruma” ürünlerinin bazı bitkiler için ( Antep fıstığı, armut, bamya, biber, tarla domatesi, elma, fasulye, kabak, kiraz, pamuk, patates, patlıcan, şeftali, turunçgil, tütün ve zeytin ) kullanılması AB ‘de olduğu gibi 19 Aralık 2018 tarihi itibariyle sonlandırılacak.

Avrupa Birliği’nde söz konusu aktif maddenin, 2022 yılına kadar sadece seralarda kullanımının devam edecek olmasına rağmen ülkemizde bu yasaklandı ancak toprak altı zararlılarına karşı sadece fideleri bandırma yöntemi ile kullanımı, Palmiyede Palmiye kırmızı böceği, çimde Haziran Böceğine karşı kullanımı, seradaki kullanımı ve tohum ilacı olarak kullanımının, Aralık 2019 tarihinde Bakanlıkça yeniden yapılacak değerlendirmeye kadar devam edecek.

Eski etiketlerle piyasaya arz edilmiş olan bu aktif maddeyi içeren bitki koruma ürünlerinin etiketlerinde firmalarca 07 Mart 2019 tarihine kadar gerekli düzeltmelerin yapılacak. Neden mi? işte garabetlik bu noktada başlıyor:

İlgili madde aynen şöyle: “Bitki koruma ürünlerinin kullanımı esnasında arı maruziyetlerini önlemek maksadıyla tavsiye kullanımlarına müsaade edilen ürünlerin etiketlerinde Bakanlığımızca belirlenmiş olan ” Bu ürün arılara çok zehirlidir. Özellikle çok kuru ve rüzgârlı hava koşullarında, ilaçlı tohum uygulaması sırasında ortaya çıkan tozlar sürüklenme ile taşınarak, çevredeki çiçekli bitkiler ve sularda kalıntı oluşturabileceğinden dolayı, arılar ve diğer polinatör böcekler ilaçlı tohum tozlarına maruz kalabilirler. Bu sebeple çok kuru ve rüzgârlı hava koşullarında ilaçlı tohum ekimi yapılmamalıdır. Tozlaşma amacıyla Bombus arısı kullanılan seralarda kullanmayınız, uyarı ifadelerine yer verilmesi,”

Bütün sorumluluk artık üreticilerde! Şöyle davranacakları düşünülüyor:

“İlaçları ellerine aldıklarında ilk işleri minicik harflerle yazılan açıklamaları okuyacaklar ve parmaklarını ıslatıp havaya doğru kaldırıp ‘ aaa bugün hava çok kuru, galiba rüzgâr da var, yazık arılar ölmesin ben bu ilacı kullanmayım, ürünlerim kötü olursa olsun, para kazanmazsam kazanmayayım, yeter ki arılar ölmesin! diyecekler ve sabırla rüzgarsız kuru bir gün bekleyecekler”…

Bu durum sigaraların üzerine “öldürür, sağlığa zararlıdır” ibaresi yazmak gibi diyeceğim ama ondan daha beter çünkü sigara bireysel bir karar ve sadece içene zarar veriyor, oysa arıların ölmesi, yok olması hepimizin kaderini belirleyen bir durum: Çünkü: ARILAR YOKSA BİZ DE YOKUZ

Yılın bu son yazısıyla biraz içinizi kararttığımı biliyorum ama her geçen gün çocuklarımızın geleceğinden çalınan bir gün olacak. Hırsızları bir an önce bulup afişe etmeliyiz, etmeliyiz ki bizim ve çocuklarımızın adına karar verme yetkisini alacaklar için oy verirken kılı kırk yaralım.

Mart ayında yerel yönetim seçimleri var. Hadi bir yerlerden başlayıp ilk adımı atalım.Yerel tohumlar için çaba gösteren gönüllülerden oluşan MUĞLA YEREL TOHUM GRUBU’ndan JALE EREN şöyle diyor:  “Biliyorsunuz yerel seçimler yaklaşıyor. Hepimiz kendi bulunduğumuz yerlerdeki belediye başkan adaylarından konumuzla ilgili bir şeyler istesek nasıl olur sizce? Sizin de aklınıza gelen varsa konumuzla ilgili yazınız. Ve hepimiz adaylardan bunları isteyelim. Bir tekini bile yapsalar kardır değil mi?

1- Tarım Lisesi açsınlar veya açılmasına önayak olsunlar.

2- Yerel tohum merkezleri kurarak yerel tohumlara sahip çıksınlar. Yerel tohum merkezlerinde yerel tohumları çoğaltsınlar, tohumlarını ve fidelerini bedava üreticilerle paylaşsınlar. Gerçi bu konu iki cümleyle olacak şey değil, açmak lazım isteyen olursa. Geniş bir konu çünkü.

3- Pazar yerlerinde, pazarların kurulduğu gün çöplerin ayrıştırılarak toplanması, bitki artıklarının kompost yapılması, yapılanların park ve bahçelerde kullanılması, fazlasının halka dağıtılması.

4- Ayrıca halkın ve belediyenin yaptığı budamalardaki kesilen dallar için dal öğütme (patoz) makinesi almalı ve komposta katılıp gübre olmasını sağlamalıdır.

5- Yerel tohumla üretilen ürünlerin satılması için,halkın ve belediyenin içinde olduğu, üretici ve tüketici kooperatifleri kurmalıdır.Seferihisar Belediyesi örneğinde olduğu gibi belediye, nasılsa kooperatif olacağı için üreticiye alım garantisi vermelidir.

6- Kent konseylerinde yerel tohum çalışma grubu kurulmasını sağlamalıdır.

7- Çalışma grubunu kullanarak köylerde çalışmalar yapmalı ve insanları yerel tohum ekmeye davet etmelidir.

8- Yerel tohumla üreten üreticilerin ürünlerini satması için,farklı bir köşe veya farklı bir gün vermeli veya “yerel tohum, doğal tarımla üretilen ürünlerin satıldığı ayrı bir pazar yeri kurmalıdır.

9- Okulların bahçelerini tarım için düzenlemeli, gerekirse yerel tohumlardan vererek öğrencilerin tarım yapmasını sağlamalıdır. Ağaç yaşken eğilir.

10- Belediye bedava vereceği hobi bahçeleri ile yerel tohumla üretimi desteklemeli, ayrıca okul öğrencilerin gelip toplayacağı bir meyve ormanı yapmalı.”

Siz de bulunduğunuz yörede, belde de geleceğiniz için ürettiğiniz fikirlerinizin takipçisi olun, belediye başkanlarına seçim döneminde toplantılarına gidip sorular sorun, sosyal medya aracılığıyla paylaşın, sizin sorunlarınızı, sorularınızı dile getirmeyen medya kuruluşlarının reklamlarında yer alan ürünleri almayarak farkındalık yaratın.

FARKLI OLUN Kİ FARK YARATIN!

Nuran Seyhan Bayer

Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok ‘karanlık zamanlar’da ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulunabildikleri sürece umut da vardır. Dünya sevgisini mümkün kılan, içinde yaşadığımız dünya için sorumluluk alıp ortak eylemde bulunma yetimizdir.”

                                                                  HANNAH ARENDT   

   


[Yaşadım Diyebilmek] Sürüden ayrılanı kurt mu kapar, yoksa… – Şahin Tekgündüz

Ölü bankalar pazarı

Töbank yeni kuşaklar için pek bir anlam taşımaz, hattâ adını duymamış olanlar bile vardır. Bu banka da, Türkiye’de bankacılığın henüz bilinmediği ve batıda posta idarelerinin yaptığı para alıp gönderme işlemlerini bankacılık sanan ve varlıklıların paralarına sahip çıkarak birilerini âbâd eden ve devrini tamamlayarak bir biçimde tarihe mal olan pek çok banka vardır. O dönemde kurulmuş ve bugün tarihî belgelerde bile adına zor rastlanan bankalardan söz edeceğim, şaşırmayın. Tümsubank (Türkiye Muallimler Memurlar ve Subaylar Bankası), Muhabank (Türkiye Eski Muharipler Bankası), Buğdaybank, Doğubank, İstanbul Bankası, Hisarbankİmar Bankası, Demirbank. 1958 yılında özel bir yasayla kurulan Türkiye Öğretmenler Bankası da bunlardan biri. Kuruluşundan kısa bir süre sonra ortak ve sermaye yapısı öğretmenlerden tümüyle soyutlanır ve ilgisiz ellere geçer, adı Töbank’a dönüştürülür, genel müdürlüğü İstanbul’a taşınır. 1987’de Hazine’ye devrine kadar ise, milletvekilliğine kadar yükselmiş bir profesörün çıkarlarına alet olur. O yılın başından beri gazeteler Töbank’tan söz eder. Bankanın nasıl hortumlandığı, batma noktasına nasıl getirildiği ve mağdurların isyanının hangi boyutlara ulaştığı anlatılır.Son günlerdeki haberlerde ise bankaya Hazine’nin el koyarak sermayesine 30 milyar 774 milyon lira katkıda bulunduğu bildirilir.

Bir eski dostun vefâsı

1987’nin ortaları. Töbank’tan aranıyorum. Arayan, Ankara’dan tanıdığım, bankanın reklam müdürü Nâmık Kemal Kılınç. Banka’yla birlikteİstanbul’a geldiğini, beni bulmakta güçlük çektiğini söylüyor ve ziyaretime gelmek istiyor. Parajans’ta buluşup sohbet ediyoruz. Töbank’ın içinde bulunduğu durumu ve İstanbul’a geliş nedenlerini anlatıyor. “Reklamcılığa devam etmenize sevindim, bizim de bir reklam ajansı arayışımız var, ihâle açtık,ulaşabilseydim başında sizi de davet ederdim. İstanbul’daki ajansların hiçbirini tanımıyoruz” diyor. Bankanın çok iddialı bir noktaya geldiğini,büyük bankalarla rekabet edecek mâlî yapıya kavuştuğunu ve Hazine’nin sermaye katkısını yıl sonunda 74 milyar liraya çıkarma kararı aldığını anlatıyor.Kamuoyundaki olumsuz imajın değiştirilmesini, en önemlisi de mevduatı olanların rahatlatılmasını ve bankaya yeniden kazandırılmasını hedeflediklerini, bankanın geçmişini çok iyi bildiğim için bizim de bu ihaleye katılmamızı öneriyor.

Ertesi gün ihale şartnamesi, dönemin mucize aleti faksla Ajansa gönderiliyor. Şartnamede, kampanyanın belli bir tarihte mesai saatinin bitimine kadar Banka’nın Mecidiyeköy’deki genel müdürlüğüne gönderilmesi isteniyor. O dönemde Parajans’ın benim dışımda iki ortağı var. Biri, ajansın yaratıcı yönetmeni durumundaki, dönemin ve günümüzün en ünlü grafik sanatçılarından Erkal Yavi, diğeri ise finans sektöründen gelen ve ajansın yönetimini üstlenen Tuncay Akoğlu…Ayrıca Prof. Ünsal Oskay, Oruç Aruoba, Bilgin Adalı da birlikte olduğumuz arkadaşlar.Toplanıp durumu değerlendiriyoruz. En çok rahatsız olduğumuz konu da, “ihâle”…Kamu kurumları, reklam hizmetini de fasulye nohut alır gibi idârî ve teknik şartnamelerle ve ihâlelerle satın alıyorlar. Konuyu ajanstaki bütün arkadaşlarla etraflıca konuşup tartışıyoruz.

Hizmet ihaleyle satın alınabilir mi?

İhâle koşullarıyla iş alabilmek kanımıza dokunuyor ve farklı bir yöntem bulmaya çalışıyoruz. Ben ihâle ile hizmet satın alınamayacağını, farklı bir yöntemle başvurmamız gerektiğini savunuyorum. Bazı arkadaşlarım “Patron, eski köye yeni âdet getirmeye kalkışmayalım, bunların kafası başka yöntemleri anlamaz, herkes nasıl başvurduysa biz de öyle yapmalıyız” diyor. “Arkadaşlar, inanıyorum ki, bizim  dışımızdaki ajansların hemen hepsi, ihâle şartnamesinde öngörülen koşullara uygun ve birbirine benzer işlerle katılmışlardır yarışmaya ve bizim önerimiz de onlarınkinin arasında değerlendirilirse, ne kadar sağlam temellere dayanırsa dayansın, belki de onlar kadar cafcaflı olamayacak ve anlaşılamayacak. Sonuçta, daha önceki Transtürk deneyimimizde olduğu gibi, hiçbir yaratıcı çalışma yapmayıp sadece bir rapor hazırlayalım ve bunu da önceden göndermeyip toplantıda kendimiz sunalım” yanıtını veriyorum. Ne kadar inatçı olduğumu bildikleri için fazla itirazla karşılaşmıyorum.

Ertesi gün Namık Kemal Kılınç’ı arayıp, ihâle kurulundan bir randevu istediğimizi bildiriyorum. Telefonda uzun bir sessizlikten sonra nedenini soruyor. Ona, reklam ajansı çalışmasının ancak yüz yüze sunulabileceğini, çalışmaları temsil edecek birilerinin bulunmaması durumunda yapılan işlerin kendilerini anlatabilmelerinin ve savunabilmelerinin mümkün olmadığını anlatıyorum. Kılınç, inanmamış bir ses tonuyla, bu talebin sadece bizden geldiğini, durumu genel müdüre ilettikten sonra bizi arayacağını söylüyor. Ertesi gün de arayıp, genel müdüre anlatmakta güçlük çektiğini ama sonuçta kabul ettirdiğini söylüyor. İhâle komisyonu, öbür ajansların işlerini değerlendirdikten sonra bizimle bir saatlik bir toplantı kabul ediliyor. Bunun,lütfen kabul edilmiş bir toplantı olduğundan hiç kuşku duymuyoruz ve yolumuzda inançla ilerlemeye karar veriyoruz.

Birinci aşamayı geçmek bizi mutlu ediyor. Arkadaşların birkaçını İstanbul’daki Töbank şubelerinde gözlemlerde bulunmaya gönderiyoruz. Gelen bilgiler ilginç. Kimi şubelerde güvenlik görevlisinden başka kimsenin bulunmadığı, şube müdürünün de durumu evinden telefonla idare ettiği, kimi şubelerde göreve devam eden personelin kapıdan girenlere icrâ memuru gibi baktığı, kimilerinde ise masasında oturan görevlilerin başka bankalarda iş aramak için tanıdığı ve eşi dostuyla telefon görüşmesi yaptığı saptanıyor. Yani bir enkazla karşı karşıyayız.

Tuncay Akoğlu ile oturup raporu hazırlamaya başlıyoruz. Onu Ankara’dan tanıyorum. Ankara’daki reklam ajansımı kapattıktan sonra eski DPT’cilerden Timuçin Yekta ve Özkan Taner’le birlikte kurduğumuz OPA Organizasyon Pazarlama Araştırma Şirketi’nde,araştırma uzmanı olarak çalışıyor. Daha sonra da İstanbul’da, Oyak Grubu’nun, adını anımsayamadığım finansal yatırım şirketinde genel müdürlük yapıyor. Bilgi birikimi, çalışkanlığı ve titizliği rahatsız edici boyutlarda.

Tuncay’la önce, Türk bankacılığı konusunda genel bir değerlendirme yapıyoruz. Bankacılığımızın ve bankalarımızın Galata bankerlerinden bu yana geçirdiği evreleri, Cumhuriyet’in ve İzmir İktisat Kongresi’nin bu gelişmedeki yeri ve anlamı, ulusal bankaların ve Türkiye İş Bankası’nın kuruluş nedenleri ve sonra birbirini izleyen özel bankaların durumu… Yani ukalalığın bini bir para.

Bankaların ağaç kurtları

Bu tablo içinde Töbank özeline geldiğimizde ise yıllardır kamuoyundan saklanan bir gerçekle karşılaşıyoruz.1987 başında battığı açıklanan ya da saklanamaz duruma gelen Töbank aslında 1982 banker krizinde batıyor ama, çıkarlarını sürdürme çabasında olan yönetim kurulu başkanı Prof. Sait Kemal Mimaroğlu bunu büyük bir ustalıkla gizliyor; ihtiyacı kalmadığında da batan gemiyi terk ediyor. Bunu bilmeseler bile hissettikleri için Töbanklılarda, bankayı yeniden ayağa kaldıracak güç ve inanç yok. Peki, bu gerçekler, bizden beklenen yeniden diriliş kampanyası için ne ifade ediyor? Elbette ilk hedefimiz banka yönetiminde güven yaratmak ve konkuru kazanmak. Bu bilgiler ve bulgular,elimizi önemli ölçüde güçlendiriyor. Daha sonrasını yönetimle birlikte kararlaştırmanın daha doğru olacağını düşünüyoruz. Biliyoruz ki Töbank’ın yeni yönetimi Hazine kökenli ve ağırlıkla da SBF’li. Yani Türkiye’nin finansal profilini ve bankacılık sektörünün gelmişini geçmişi bilen kimseler.

Raporumuz Tuncay’ın bond çantasında, toplantı saatinden on beş dakika önce Banka’nın Mecidiyeköy’deki genel müdürlüğündeyiz. Bizi Nâmık Kemal Kılınç karşılıyor. Elimizde bir tek bond çanta görmekten şaşırdığı saklanamayacak kadar açık. “Çantalarınız arabada galiba, aldıralım” diyor. Başka çantamız olmadığını söyleyince şaşkınlığı bir kat daha artıyor ve “Yani siz kampanya çalışması yapmadınız mı?” diye soruyor. Yaptığımızı, her şeyin de bond çantanın içinde olduğunu söylememizin Kılınç’ta yarattığı şok birden düş kırıklığına dönüşüyor. Biliyorum ki o bizden çok şeyler bekliyor. Büyük bir şaşkınlıkla “Şahin Bey, özür dilerim ama size bir şeyler göstermek istiyorum”diyor ve ayaküstü beklediğimiz geniş holdeki kapılardan birini açıp bizi içeri alıyor. Aman Allahım, bu kez şoku biz yaşıyoruz. Dört büyük masanın birleştirildiği bir oda… Masaların üzeri lebalep dolu olduğu gibi, duvar kenarlarına yaslanmış sunum çantaları, açık bırakılmış büyük paketler,masalardan kayarak yere düşmüş birtakım ilan taslakları vb. Sunum çantalarının üzerinde de ünlü reklam ajanslarının etiketleri… Nâmık Kemal Kılınç’ın şaşkın bakışları karşısında gülümsüyoruz. O, tüm çelebiliğine rağmen,“Siz bilirsiniz ama, bizi önemsemediniz ve şimdiden kaybettiniz” ifadesini yüzünden bir türlü silemiyor.

Yaklaşık yirmi bir kişinin bulunduğu bir toplantı odası. Kimileri vardır ki, kaderleri bir türlü değişmez. Bunlardan biri de toplantıda bulunanlardan Zafer Kültürlü. Eski bir bankacı. İlerde,kapatılacak bir başka özel bankanın, Türk Ticaret Bankası’nın genel müdürlüğüne getiriliyor. Tanıdıklarım arasında eski İncesu Şubesi Müdürü Selahattin Aras, Siyasal Bilgiler’deki öğrencilik yıllarında Cici Bülent diye tanınan Dr. Bülent Ardanıç, Teşvikiye Şubesi’nin Müdiresi (Galiba soyadı Bektaş’tı), Nâmık Kemal Kılınç ve yönetim kurulu Başkanlığını ve genel müdürlüğü üstlenen Mülkiyeli Çetin Hacaloğlu…Çetin Hacaloğlu politikacı Altan Öymen‘in kayın biraderi.

Çantadaki kampanya

Hoş geldiniz, nasılsınız, ne içersiniz… girişinden sonra Hacaloğlu, çalışmalarımızı soruyor. Tuncay’ın çantasından çıkardığımız raporu gösteriyorum. Yüzündeki inançsızlık ifadesi “Şimdiden kaybettiniz, ama nezaketen dinleyeceğiz sizi” diyor. Sunumu ben yapıyorum. Başlangıçtaki bölümleri yer yer atlayarak biraz hızlı geçiyorum. Töbank’la ilgili bölüme gelince, küçük bir ilgi dalgası esiyor. Şimdi düşünüyorum da, o dönemde dizüstü bilgisayarlar ya da cep telefonları olsaydı toplantıdakilerin çoğu ya e-postalarına bakıyor ya da çaktırmadan SMS gönderiyor olacaktı. Ben Töbank’la ilgili görüşlerimi açıkladıkça ilgi artıyor. 1982 banker krizini özetledikten sonra,

Aslında Töbank da, İstanbul Bankası,Hisarbank ve Odibank gibi bu krizde fiilen batmış, ancak bankanın sahibi ve yönetim kurulu başkanı Prof. Dr. Sait Kemal Mimaroğlu bunu büyük bir ustalıkla bugüne kadar saklamayı başarmıştır” dediğim anda bir sessizlik oluyor ve yanımda oturan Çetin Hacaloğlu bana dönerek “Şahin Bey son sözlerinizi bir kez daha tekrarlar mısınız lütfen?” diyor. Ben, egomun şişmesine engel olamadan ya da olmayı düşünmeden söylediklerimi üzerine basa basa yineliyorum. Sözüm bitince Hacaloğlu elini kaldırıp masadakilere dönüyor ve “Ben ne demiştim” edasıyla “Şahin Bey’in söylediklerini duydunuz, değil mi beyler?” diyor. Peşinden birbirine karışan onay sözcükleri dolduruyor havayı. Tuncay masanın altından dizime dokunuyor.Mesaj açık… “İyi gidiyoruz…

Bu gelişmeden sonra hava iyece ısınıyor ve değerlendirmelerimizi destekleyen görüşler birbirini izliyor. Bize ayrılan bir saat çoktan geçmiş durumda. En kritik noktadayız. Sıra Töbank’ı kurtaracak sihirli sözleri söylememize geliyor. Bir şok ve rahatsızlık daha yaratacağımızdan emin olarak, Töbank’ın bulunduğu durum konusundaki düşüncelerimizi hiç çekinmeden birer birer sıralıyorum. Töbank’ın hiçbir özelliği ve üstünlüğü olmadığını, 82 krizinden sonra ciddî bir toparlanma sürecine giren sektörde iyi ve güvenilir bir yer edinemediğini ve edinmesinin pek kolay olamayacağını, içi boş vaatlerle bankanın daha da kötü bir geleceğe sürükleneceğini, gerçekleri olduğu gibi kabullenip, bunlar üzerine bir konumlandırma ve iletişim kurmamız gerektiğini anlatıyorum.  

Biraz önceki sıcak hava hafiften serinleşiyor ve peş peşe gelen sorulara maruz kalıyoruz. Kimilerini Tuncay’ın yanıtladığı bu sorular sonucunda ortaya attığımız görüşler daha da güçleniyor. Çetin Hacaloğlu, tartışmaları durdurarak, “Peki,şimdi biz nasıl bir reklam yapmalıyız sizce, kendimizi nereye konumlandırmalıyız?” diye soruyor. Bu soruya bir tek yanıt var kafamızda:

Bu görüşü ortaya attıktan sonra nedenlerini sıralıyorum. “Töbank,herhangi bir özelliği, farkı ve üstünlüğü olan bir banka değil ama mevcut bütün bankaların alternatifidir. Neden mi, örnek vereyim… Türkiye İş Bankası’nın, ben bir numarayım diye tepeden bakan tavrı altında ezilen iş çevreleri ve yurttaşlar için alternatiftir; dış ticarette uzmanlaşan Uluslararası bankasının“ben dünya bankasıyım” diyen tavrını, “Ama ben Türküm ve Türkiye’de iş yapıyorum” diyen ithâlatçı ve ihrâcatçı için alternatiftir; kas kas kasılan devlet bankalarının hantallığından ve “İşlerimiz yoğun, haftaya uğrayın”savsaklamasından bezenler için alternatiftir; demir kapılı ve asık suratlı bankalardan içeri girmeye çekinen yaşlılar, emekliler ve kadınlar için sıcak bir alternatiftir; burnundan kıl aldırmayan, küçümser ve azarlarcasına konuşan bezgin personelle dolu bankalara alternatiftir vb…

Bunları biraz da teatral bir tonda tek tek sıralarken bir yandan da dinleyenlerin yüz ifadelerini izliyorum. Onaylar bir anlamda göz göze gelenler, başparmaklarını kaldırarak onaylarını bildirenler, önündeki bloknota hızla not alanları gördükçe ihâlenin favorisi olduğuma inanıyorum. Sonra A/4 boyutundan biraz büyük bir kartona yapıştırılmış bir “logotype”ı ve sloganı çantadan çıkarıp gösteriyorum. Karton mırıltılar içinde elden ele dolaşırken Hacaloğlu, bana ve Tuncay’a özel bazı sorular soruyor ve bu farkındalığa ve farklılığa nasıl ulaşabildiğimizi öğrenmeye çalışıyor. Biraz sonra Töbank’ın yeni yönetiminin kafasını allak bullak eden iki kişi olarak herkesin elini sıkıp ajansa dönüyoruz.

Ertesi gün saat 11.30… Sekreterim telefonda Töbank Genel Müdürü Çetin Hacaloğlu’nun ajansa gelmek üzere yolda olduğunu söylüyor. Şaşırıyoruz. Derhal Nişantaşı Ziya’da öğle yemeği için yer ayırtıyoruz. Biraz sonra kapı çalınıyor ve Çetin Bey ajanstan içeri giriyor.Odama davet ediyorum, aceleci bir tavırla “Şahin Bey, ben buraya usulen geldim, ajansınızı şöyle göz ucuyla bir dolaşıp arkadaşlarla tanışacağım ve gideceğim” diyor. Ben hiç olmazsa bir kahve ikram etmeyi öneriyorum, kabul etmiyor “Daha çok kahveler içeriz birlikte, şimdi acelemiz var” diyor. Sonra birlikte o tarihî binadaki (Parajans, Teşvikiye caddesiyle Atiye Sokağın kesiştiği köşedeki adı bir zamanlar Varon Apartmanı olan tarihî binanın birinci katında) sekiz odayı dolaşıyoruz. Odalardan içeri bile girmeyip, çalışan arkadaşları selamlamakla yetiniyor. Çıkış kapısına geldiğimizde de,

Şahin Bey, elinizi çabuk tutun lütfen. Her an kan kaybediyoruz. Haftaya mecraya çıkmalıyız, ama sizden bir ricam var. Lütfen o sloganın başına bir ‘sağlam’ kelimesi ekleyin. İnanın buna,en azından personele moral vermek için çok ihtiyacımız var. İşleri de Bülent Bey’le birlikte yürüteceksiniz, ben ona da gerekli tâlîmatı verdim” diyor ve veda ediyor.

Çetin Bey’in önerisini de dikkate alıp slogana ‘sağlam’ sözcüğünü ekliyoruz ve hummalı bir çalışma sonucu bir hafta sonra bir ‘teaser’ (meraklandırma) kampanyası hazırlayıp gazetelerde ve televizyonlarda yayımlamaya başlıyoruz.

Teaser’lar istediğimiz ilgili çekiyor,sonra da açılış ilanını yayımlıyoruz.

Bu arada Güner Sarıoğlu ile birlikte, bir televizyon filmi yaptırmak üzere Londra’ya gidiyoruz. Onun tanıdığı bir bilgisayarlı tasarım firmasında otuz saniyelik bir lansman filmi hazırlıyoruz. Töbank’ın kazandığı üç üstünlük ‘güçlü sermaye yapısı’, ‘güçlü ortak yapısı’ ve ‘sağlam bankacılık anlayışı’, yükselen bir istatistik grafiği anlayışıyla yan yana sıralanmış çelik bloklar hâlinde etkileyici bir çelik efektiyle yükseliyor, film “Töbank sağlam alternatif” sloganıyla tamamlanıyor. Film çok beğeniliyor ve özellikle banka personeli büyük bir moralle işine sarılıyor. Aylar sonra Emek Sigorta’yı satın alan ve büyük bir iddiayla piyasaya sokan Erol Aksoy, genel müdürü Mehmet Seven’e, “Şirketin reklamlarını Töbank’ın televizyon filmini yapan ajansı bulun ve ona verin, televizyonu göremesem bile sesini duyunca tüylerim ürperiyor ve dönüp reklamı yeniden izliyorum” diyor, sonuçta Emek Sigorta da müşterilerimiz arasına katılıyor.

Şahin Tekgündüz

[email protected]

[Bir Avrupa Macerası] Mutsuz insanlar ülkesinden başka diyarlara – Mehtap Doğan

21 Aralık’ta doğum günümü kutladık, hediyem ise bir çift biletti. Gezmeyi hep sevdim, yeni yerler görmeyi, farklı dünyalara adım atmayı, yeni tatlar keşfetmeyi… Seyahat etmek kendim için yaptığım en doğru yatırım, gezdiğim gördüğüm yerler sayesinde edindiğim deneyimler ise en büyük birikimim oldu.

Aktivistim. Uzun yıllar gazetecilik yaptım,tiyatroyla, belgesel sinemayla ilgilendim, çeşitli festivallerde çalıştım, onu aşkın filmin çekim ve yapım süreçlerinde bulundum. Kent gösterimleri,atölyeler, çekimler, turneler derken neredeyse bütün Türkiye’yi dere tepe dolaştım. Bundan beş yıl kadar önce, ‘İstanbul dışında bir yerde asla yaşayamam’diye düşünürken, İzmir’e yaptığım bir seyahatten, aklımda pek çok soruyla döndüm.

Barınmanın bedeli bu kadar ağır olmamalı

Hep yetişilecek bir yerler vardı, aranacak insanlar, tamamlanacak  işler… Çalar saatin sesiyle uyanmaktan bıkmış, çok sevdiğim doğadan, topraktan uzaklaşmıştım. İstanbul’un en canlı semtlerinden birine yerleşirken çok mutluydum. Çünkü tuttuğum evin çiçeklerle dolduracağım kocaman balkonları, güneş alan odaları vardı. İstanbul gibi bir metropolde, merkezi bir semtte oturmak istiyorsanız, böyle bir ev bulmak şans sayılıyordu. Üstelik gece dilediğim saatte bir başıma eve dönebileceğim konumdaydı. Oysa, o evde yaşadığım süreçte egzoz dumanı, korna sesleri, apartmanın hemen karşısındaki cami ve camiye ait lojmanda yaşayanlar nedeniyle bırakın çiçekle uğraşmayı balkona bile çıkamadım. Apartman inanılmaz bakımsız, ev sahibim son derece huysuzdu. Ev için hatırı sayılır bir kira ödüyordum ama vasat bir apartmandı. Yalnız yaşayan bir kadın olduğum için sürekli komşularımın gözetimi altındaydım. Aylık kazancımın büyük bir kısmını eve, kalanını da ofis giderlerine harcıyordum. Çok yoğundum, iyi işler yapıyordum ama kenara bir kuruş koyamıyordum. Gece mesailerine kalıyor, vapurda denizi seyretmek yerine bilgisayarımı açıp iş yetiştiriyordum. Sürekli bir telaş ve kaygı içindeydim. Toprakla bağım kopmuştu, kendime ayıracak vaktim yoktu, arkadaşlarımla sadece gündelik telaşlardan, işin ve şehrin yarattığı stresten, bir de kadınlara uygulanan şiddetten konuşuyorduk. Ülke gündemi öyle yoğundu ki,  bahçeye ya da balkona ekilecek çiçek üzerine edilecek sohbet fazlasıyla gereksiz kalıyordu.

Giderken “Hiç sevmedim” dediğim; dönerken “Biz ne yapıyoruz İstanbul’da?” diye hayıflandığım şehre yerleşmem sadece üç ayımı aldı. Ajansımı kapattım, günler süren internet mesaileri sonucunda yaşayacağım ilçeyi buldum ve eşyalarımı toplayıp yola koyuldum. İzmir’i hiç tanımıyordum, Sığacık’ta daha önce hiç kalmamıştım, İstanbul’da inanılmaz geniş bir sosyal ağım ve iş yapma potansiyelim vardı. Yine de hiç pişman olmadım.

Aslında bu gidişim başka gidişlerin fitilini ateşledi. İşçi ve emekçilerin “Grev yasaklarının sona ermesi”, “Ayrımsız şartsız kadro”, “İnsanca yaşanabilecek bir ücret”, “Çalışma koşullarının iyileştirilmesi”, “İş cinayetlerinin son bulması”gibi taleplerini dile getirdikleri 1 Mayıs 2018’de, mutsuzluklar ülkesi Türkiye’den ayrılıp, Letonya’ya yerleştim. Buraya geldiğimizde gözlemlediğim ilk şey ise güvenlik, sağlık, din, haber alma ve düşünce özgürlüğü gibi temel haklarımız için ne kadar mücadele verdiğimiz oldu.

Dünyanın en güvenli yerlerinden birisi: Letonya

Yarım yüzyıllık ömründe, Avrupa’da barışı ve refahı sağlayan, adil ve güvenli bir ortam yaratan, ortak para birimi oluşturan, vatandaşlarının hayatını iyileştirmek ve daha iyi bir dünya yaratmak için çalışan 28 demokratik Avrupa ülkesinden biri Letonya.

Old Town – Riga


Dünyanın en güvenli ülkeleri arasında gösterilen Letonya’nın başkenti Riga’da yaşıyoruz. Baltıkların en büyük şehri olmasına rağmen burada polis görmek neredeyse imkânsız. Türkiye ise, kişi başına düşen polis sayısında dünya ikincisi. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 2018 faaliyet raporuna göre, devletin emniyet kadrolarında toplam personel sayısı 267 bin 992. Bu personelin 251 bin 446’sı polis, 4 bin 528’i çarşı ve mahalle bekçisi olarak görev yapıyor. Bekçiler parkta sevgilisiyle öpüşenlerden, deniz kenarında birasını yudumlayanlara kadar herkesi denetleyebiliyor.

AB üyeleri tarafından, 1999 yılında aday olarak kabul edilen Türkiye, 2005 yılında tam üyelik müzakerelerine başladı. O günlerden bu yana Türkiye’nin AB üyelik süreci inişli çıkışlı bir seyir izledi. 2000’li yıllar tarafların yakınlaştığı, tam üyelik müzakerelerinin başladığı yıllarken, 2010’lu yıllar Türkiye’nin hem devlet hem de kamuoyu düzeyinde AB’den vazgeçme söylemlerinin etkili olduğu yıllardı. Toplum olarak AB’nin siyasi yönlerini tartışırken, bu sistemin aslında temel hak ve özgürlükleri güvence altına almak, topluma güvenli gıda ürünleri, yeşil bir çevre, kaliteli hizmet ve ucuz ürün sağlamak, her yaştan bireye hayat boyu öğrenme fırsatı vermek gibi pek çok kazanımı olduğunu göz ardı ediyoruz.

AB ülkelerinde yaşayan 500 milyondan fazla kişi, ulusal kimliği nedeniyle herhangi bir ayrımcılığa uğramama, güvenlik güçleri gibi istisnalar dışında birliğe üye herhangi bir ülkede çalışma, oturma ve okuma, üye ülkelerde gerçekleştirilen yerel seçimlerde oy kullanma, tüm AB ülkelerinde sağlık hizmeti alma ve planlı sağlık hizmeti seçme, engelliyseniz ayrımcılığa uğramadan seyahat etme, bir suçun mağduru iseniz özel koruma tedbirlerinden yararlanma, tüm AB’de adil yargılanma gibi haklara sahip.

Neden bu kadar mutsuzuz?

Ajans Press’in 2018 Gallup Küresel Duygu Raporu verilerinden ve medya yansımalarından derlediği bilgilere göre, Türkiye dünyadaki en mutsuz ülkelerden birisi. Trafik yoğunluğu, hayat pahalılığı, iş imkanlarındaki yetersizlik ise en çok şikayet edilen konuların başında geliyor.İnsanların 2017 yılında; stres, endişe, öfke ve fiziksel acıyı daha fazla tecrübe ettiklerini ortaya koyan raporda, her beş kişiden birinin öfkeli,insanların yüzde 23’ünün üzüntülü olduğuna ve yüzde 31’inin fiziksel acı çektiğine işaret ediliyor.Türkiye İstatistik Kurumu tarafından gerçekleştirilen, “2017 Yılı Yaşam Memnuniyeti Araştırması” da Türkiye’de mutsuz birey sayısının giderek arttığının bir başka göstergesi. Araştırmaya göre, bu ülkede mutlu olduğunu beyan eden bireylerin oranı 2016 yılında yüzde 61.3 iken, 2017 yılında yüzde 58’e düşmüş. Mutsuzluktan en çok şikayet eden kesim ise yüzde 53.1 ile 45-54 yaş grubu.

Türkiye İstatistik Kurumu tarafından gerçekleştirilen, “2017 Yılı Yaşam Memnuniyeti Araştırması” da Türkiye’de mutsuz birey sayısının giderek arttığının bir başka göstergesi. Araştırmayagöre, bu ülkede mutlu olduğunu beyan eden bireylerin oranı 2016 yılında yüzde 61.3 iken, 2017 yılında yüzde 58’e düşmüş. Mutsuzluktan en çok şikayet eden kesim ise yüzde 53.1 ile 45-54 yaş grubu.

Riga şehir merkezi

Büyük kentlerde, özellikle İstanbul gibi metropollerde, yaşamanın bir de bedeli var: Kent Hastalıkları. Hasta bina sendromu, kent sendromu, yazar krampı, İstanbul bronşiti, gürültü sağırlığı…Bütün bunlar çağdaş yaşamın tıp literatürüne eklediği yeni hastalıklar. Öyle ki;bu mutsuzluk hali, otobüse, metroya, vapura yetişme telaşı, gasp edilme veya tacize uğrama korkusu, ülkede yaşanan adaletsizlikler gibi pek çok sebep kimi zaman intiharla sonuçlanan ağır depresyona bile yol açıyor. Tıpkı Türkiye’de hukuk sosyolojisi alanının gelişmesine ve toplumsal cinsiyetin bu alandaki öneminin fark edilmesine değerli katkılarda bulunan, deprem sonrası travma yaşamış çocuklarla çalışan, kadın cinayetleri üzerine çeşitli çalışmalar yürüten öğretim üyesi Dicle Koğacıoğlu gibi. 6 Ekim sabahı bedenini Boğaz’ın serin sularına bırakan Dicle, ölümünden önce adalete erişim süreçleri üzerine bir alan araştırması yürütüyor, aynı zamanda 12 Eylül darbesinin hukukçular tarafından nasıl algılandığını ve anlatıldığını inceliyordu. Çevresi ve öğrencileri tarafından çok sevilen, “hayat dolu” bulunan, daha önce herhangi bir intihar teşebbüsü ve ölüme övgüsü olmayan Dicle’nin yakınlarına bıraktığı veda notunda, “Çok acı var, dayanamıyorum” yazıyordu.

“Türkiye’de yaşayan kadınlar olarak hepimiz vücudumuzla ne yapacağımız konusundaki bin bir soruyla namus kurgusu üzerinden karşılaşıyoruz. Kimimiz namus cinayetlerinden ölüyor,kimimiz giydiği eteğin boyu için dayak yiyor; başkaları oturma şekilleri hakkında çalıştığı atölye, ya da ofis sahibinden uyarı alıyor, namussuz olarak düşünülüyorsa pandik yiyor; bazılarımıza boşanırken çocuğunun velayeti verilmiyor, diğerleri verilmeyecek korkusuyla yaşıyor, bir başkamıza çalıştığı fabrikada kötü gözle bakılıyor, ötekine kötü gözle bakılacak diye çalışmasına izin verilmiyor.” Dicle Koğacıoğlu

Letonya halkı neden mutlu?

Letonya sokaklarında dolaşırken başını omuzlarının arasına gömüp kamburunu çıkararak yürüyen, kavga eden, suratı asık, gergin birileriyle neredeyse hiç karşılaşmadık. Ancak parende atan garson, dans eden tezgâhtar, şarkı söyleyen kasiyer gördük.

Old Town-Riga

Nüfusu 1,96 milyon olan Letonya’da kadın nüfusu yüzde 54’ü aşıyor. İş hayatında ve sosyal hayatta oldukça aktif olan kadınlar,kendilerini “özgür” ve “huzurlu” olarak tanımlıyorlar. Bu ülkede kadınları otobüs sürerken, berber salonlarında sakal tıraşı yaparken, kod yazarken görmeniz mümkün. Hemen her iş kolunda aktif olarak yer alan kadınlar, “başıma bir iş gelir mi?” endişesi taşımadan gece vakti sokaklarda, tenha yollarda,ormanlık alanlarda, parklarda rahatlıkla yürüyebiliyorlar. Günde en az beş kadının erkekler tarafından öldürüldüğü Türkiye’de ise kadınlar her türlü ayrımcılığa maruz kalıyorlar, cinsel, fiziki, ekonomik ve psikolojik şiddet yaşıyorlar, hem evde hem işte çalışıp çifte mesai yapıyorlar, sigortasız ve sendikasız çalıştırılıyorlar, erkeklerden düşük ücret alıyorlar.

Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Dairesi (DİSK-AR) tarafından hazırlanan “Kadın İşçi Gerçeği 2017”raporu, Türkiye’de çalışan kadınların yüzde 63.9’unun çalışma hayatından memnun olmadığını gösteriyor. Türkiye’de kadınlar ağırlıklı olarak hizmet sektöründe iş bulabiliyor. Makina mühendisliği, yazılım geliştiriciliği, ağır vasıta şoförlüğü gibi işler “erkek işi” olarak görülürken, öğretmenlik, tezgâhtarlık,sekreterlik, büro işleri, kuaförlük, terzilik, bulaşıkçılık, hemşirelik,memurluk, avukatlık ve bankacılık gibi işler kadınlar için ideal meslekler olarak sıralanıyor.

Letonya’ya Türkiye’den geldiyseniz bir kadının otobüs kullanmasından ziyade, kadının işine gösterdiği özene şaşırıyorsunuz. Çünkü masa başı iş yapan, kamu ya da özel sektör çalışanı kadar giyim kuşamlarına önem veriyorlar. Türkiye’de alt sınıfın yaptığı çöpçülük, şoförlük, kasiyerlik, garsonluk gibi işler burada değersiz görülmediğinden ve emeğin kıymeti bilindiğinden hem ayrımcılığa maruz kalmıyorlar hem de geçim derdi çekmiyorlar.

Şoför demişken…

Letonya’da trafik kurallarına, hız sınırına uymayan, makas atan, taciz eden, güvenlik şeridini ihlal eden, ambulans için açılan yola giren, gereksiz korna çalan tek bir şoför göremezsiniz.

Riga’da şehir trafiği

Trafik ışıklarına uyuluyor, yaya geçidi olarakta bir edilen şeritli yollarda mutlaka yayalara öncelik tanınıyor. Bunun altında yatan en önemli nedenlerden biri ise toplumun hemen her kesiminde eğitim düzeyinin yüksek olması.

Nüfusunun yüzde 30’u Rus olan Letonya’da okuma yazma oranı yüzde 100. Yeme-içme, barınma,ulaşım gibi temel ihtiyaçlar, birçok Avrupa şehrine nazaran oldukça ucuz. Eğitimin kalitesini yükseltmek için kitaplardan düşük vergi alınıyor, ülkede neredeyse herkes Letonca’nın yanı sıra Rusça ve İngilizce konuşabiliyor.

Old Town- Riga

Letonlar başka kültürleri de kolay kabulleniyorlar ama Türkiye’de yaşayanlara kıyasla daha mesafeli ilişki kurmayı, misafirlerini evde değil restoranda ağırlamayı tercih ediyorlar. Ancak bu “resmiyet” soğukkanlı olmalarından değil, utangaç olmalarından ve özel hayata önem vermelerinden kaynaklanıyor.

Soğukkanlı değil utangaçlar

Avrupa’ya giden pek çok Türkiyeli, “Ne kadar gelişmiş olursa olsun, bizim insanlarımız sıcaklığı oralarda yok” cümlesini illa kuruyor. Evet, bizim toprakların sıcaklığı buralarda hissedilmiyor. Ancak bu mesafe aslında “kişisel alan” denilen şeyin ne kadar kıymetli olduğunu anlamanıza, taciz mi etti yoksa samimiyetten mi dokundu diye sorgulamalara girmemenize, sadece kırmamak için bir dolu insana tahammül etmek zorunda kalmamanıza, kendinize ve sevdiklerinize daha kaliteli zaman ayırmanıza sebep oluyor.

Tarihin ve doğanın kıymetini biliyorlar

Bu masalsı şehirde attığınız her adım zamanda yolculuk hissi yaşatıyor.

Old Town – Riga

Özellikle Old Town olarak bilinen eski Riga bölgesi buram buram sanat ve tarih kokuyor. 420 Yıllık külliye duvarına kamyon girsin diye kapı açılan, dünyanın en önemli kültürel miraslarından Aspendos Antik Tiyatrosu’na mutfak mermeri döşeyen, ‘Ocaklı Ada Kalesi’ de denilen 2000 yıllık tarihi Şile Kalesi’ni ‘Sünger Bob’a benzeten, 12 bin yıllık Hasankeyf’in Ilısu Barajı altında kalmasına göz yuman, İstanbul’un simgesi İstiklal Caddesi’ni koca bir şantiyeye dönüştüren zihniyetin aksine, Letonya hükumeti geçmişine ve kültürel değerlerine sahip çıkıyor.

1997 Yılında UNESCO dünya kültür ve mirasları listesine giren Riga’da 800 civarında Art Nouveau bina bulunuyor. Riga denildiğinde akla ilk gelen mimari yapılardan birisi Karakafalar Evi. Ortaçağ gotik mimarisinin en iyi örneklerinden sayılan Karakafalılar Evi, yılbaşı ağacının ilk kez süslendiği meydan olarak bilinen Central Market Hall’de bulunuyor. II. Dünya savaşı sırasında harabeye dönen pek çok yapı gibi bu muhteşem bina da 1999 yılında aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş.

Yılbaşı ağacının ilk kez süslendiği meydan

Çevre konusunda çok duyarlılar

Bu Baltık ülkesinde sadece tarih değil, doğa da sizi kucaklıyor. Yaklaşık yüzde 50’si yeşil alandan oluşan Letonya’da, 12.000 nehir ve 3.000 civarında irili ufaklı göl bulunuyor.

Riga’nın ortasından geçen ve Baltık Denizi’ne dökülen, Letonya’nın en büyük nehri Daugava

Köprüler kurmak, yollar açmak için yemyeşil ormanları çorak arazilere dönüştüren, yaban hayvanlarını telef eden, seçim dönemlerinde, yeşil alan fakiri İstanbul’a devasa büyüklükte millet bahçeleri açacaklarını vadedip  şehir mezarlığı ya da Kuzey Kore tipi konut projelerinden hallice piknik bahçeleri yapan Türkiye Hükumetinin aksine, Letonya Hükumeti ormanların korunmasına yönelik titiz bir çalışma yürütüyor. Bu titiz çalışmadan çevre kadar hayvanlar da sebepleniyor.



Şehir merkezinde ördek, kuğu, kunduz, kirpi, kaplumbağa gibi hayvanlarla yolunuz kesin kesişiyor ama sokak köpeği ya da kedisi görmek için özel bir çaba harcamanız gerekiyor.

Festivallere yasakların koyulduğu, nitelikli pek çok filmin sansürlendiği, güzelim heykellerin vandallarca harap edildiği, zaten kısıtlı olan gösterim alanlarının elinizden alındığı, kahkaha atmak gibi güzel bir eylemin bile iffetsizlikten sayıldığı Türkiye’den farklı olarak Letonya’da birbirinden keyifli festivaller organize ediliyor. Bunlardan birisi Riga sokaklarında binlerce mutlu insanın hep bir ağızdan şarkı söyleyip dans ettiği “Latvian School Song and Dance” festivali. Nüfusu 2 milyon bile olmayan Letonya’ya şarkı ve dans festivali döneminde yaklaşık 40 bin kişi akın ediyor. Binlerce insanın hep bir ağızdan şarkılar söyleyip dans ettikleri festival, 1873’ten buyana, beş yılda bir düzenleniyor.

https://www.youtube.com/watch?v=TYIgwyML7WQ

Kaçmadık, korkmadık, gitmeyi tercih ettik

İslam dünyasının beyin göçü sorunuyla karşı karşıya olduğundan şikâyet eden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Bazılarının Türkiye’nin artık yaşanmaz bir yer haline geldiğini ve yurt dışına gitmeyi söylediğini duyuyorum. Bunların bilet paralarını verip göndermek lazım. Bu insanlar Türkiye’ye yük” demişti.Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) yayımladığı ‘Uluslararası Göç İstatistikleri’ raporuna göre 2017’de Türkiye’den göç eden kişi sayısı bir önceki yıla kıyasla yüzde 42,5 artış göstererek 253 bin 640 oldu. Rotayı Avrupa Birliği ülkelerine çevirenlerin çoğu iyi eğitimli ve vasıflı kişiler. Ne yalan söyleyelim biz de öyleyiz! Ancak, azalan iş imkânları, artan muhafazakârlık, insan haklarının ve özgürlüklerin kısıtlanması, adalet sisteminin işlememesi,güvenlik sorunu bizim gitme kararımızın tetikleyicileri oldu. Kendinizi güvende hissetmek, emeğinizin bir değeri olduğunu görmek, hayatta kalmak için ağır bedeller ödemek, ayrımcılığa maruz kalmak istemiyorsanız Türkiye size göç etmekten başka seçenek sunmuyor.

Bugünlerde kiminle konuşsam gitmek istiyor. Yaşadığınız kentten ayrılmaya niyetliyseniz, hayallerinizi gerçekleştirmek için emekli olmayı, daha çok birikim yapmayı, çocuklarınızın hayatını düzene sokmayı,taksitlerinizin bitmesini beklemeyin. Zaman hızlı akıyor, bekledikçe başka sorumluluklar ekleniyor ve gitmeniz güçleşiyor. Bu yüzden çözün halatları. Mark Twain’ın dediği gibi “Bundan 20 yıl sonra yapamadığın şeyler seni yaptıklarına nazaran daha çok üzecek. Güvenli limanlardan uzaklara yelken aç. Rüzgârı yakala. Araştır. Hayal et. Keşfet!”

Sevgiyle…

Mehtap Doğan  

[email protected]

  

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Hayvan Kurtarma – Ömür Kurt

Amerikalı doğabilimci John Burroughs, “Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir,” diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla oyun arkadaşı olmalarını sağlamak, bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir yaşam tarzı benimsemeleri için doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek.

Yeşil Gazete, “Çocuklar için Yeşil Kitaplar” yazı dizisi illüstrasyonu için Gonca Mine Çelik’e teşekkür ederiz

Bu amaçla biz [Çocuklar için Yeşil Kitaplar] adını verdiğimiz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın mümkün olduğunu gösteren kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik.

***

Hayvan Kurtarma

Bir Hayvan Haklarına Giriş Denemesi

Yazının sonundaki künyede kitabın yazarına da yer verdim ama aslında bu kitabın bir yazarı yok, yaratıcısı var! Böyle demek daha uygun düşüyor; çünkü kitabımız bir sözsüz kitap! Yani kitapta yazı yok, resimler var.

Kitaptaki transparan sayfalar sayesinde resimler çift anlam barındırıyor. Transparan sayfaları çevirince kendimizi yeşillikler içerisinde yemlenen tavukları kapalı ve karanlık bir tavuk çiftliğinde buluveriyoruz. Ya da bir ağacın kenarına kıvrılıp uyuyan bir tilkiyle şık giyimli bir kadının boynunda bir atkı olarak karşılaşıveriyoruz. Kitap, bu transparan sayfalar yöntemiyle okura hayvanların olmaları gereken yerin neresi olduğunu sorduruyor. Sayfaları çevirerek hayvanların yaşamaları gereken yerde, kendi yaşam alanlarında yaşamalarını sağlayabiliyorsunuz; yani kitabın sözüyle hayvan kurtarıcısı bir kahramana dönüşebiliyorsunuz. Kitap bu anlamda, hayvan hakları konusuna bir giriş niteliğinde.

Günümüz toplumu hayvanları herhangi bir metadan, bir tüketim nesnesinden farklı görmezken okuru hayvan hakları meselesiyle tanıştırma çabası çok kıymetli. Hayvanların da birer canlı olduğunu, ömürlerini doğal yaşam alanlarında sürdürmeye hakları olduğunu, üstelik hiç de didaktik olmayan bir yolla gözler önüne seriyor Hayvan Kurtarma. Okur kitapla kendisi birebir ilişki kuruyor, kitabı deyim yerindeyse yeniden yaratıyor.

Ancak tüm bunlara rağmen kitabın okuru kitabı yeniden yaratmaya davet etmek için yönelttiği “Sen hangi hayvanları kurtarırdın?” sorusu kanımca sorunlu. Tüm canlılar eşit değere sahipken, okuru hayvanların bazılarını diğerleri pahasına seçmeye yönlendirmek, içinde, en çok sevdiğimiz ve daha az sevdiğimiz hayvanlar gibi ayrımcı bir tutuma sevk etme tehlikesini barındırıyor.

Yine de Hayvan Kurtarma çok yaratıcı, zekice kurgulanmış, başarılı bir hayvan haklarına giriş denemesidir diyebilirim rahatlıkla. Hayvan Kurtarma, eşitliğe çok ihtiyaç duyduğumuz bu çağda zincirin en zayıf halkasının, yani hayvanların da hakları olduğunu hatırlattığı için bir tebriği hak ediyor!

Yazan: Patrick George
Resimleyen: Patrick George
Çeviren: Dila Altındiş Balcı
Yayınevi: MEAV, Bir Kitap Yolla
Yayın Yılı: 2016
Yaş Grubu: 3 yaş ve üzeri

.

.

.

Ömür Kurt

Duvarın ötesi

Bir kaç gün önce Alper’den mesaj geldi ‘ Yılın son yazısı var mı?’ diye. Aylardır nefes almam için bile zaman bırakmayan başka meşguliyetler nedeniyle yazmaktan o kadar uzak kaldım ki. Hal böyle olunca kafamı toplayıp iki kelimeyi bir araya getirmekte zorlandığım için  genel olarak Alper’e “bu hafta yok, bu haftada yok, şimdi de yok .” cevapları vermek zorunda kaldım. Fakat bir hafta önce izlediğim bir tiyatro gösterisi ve bu gösterinin şahane oyuncuları hakkında konuşmak, yılın son yazısında onlardan bahsetmek boynumun borcu oldu.

Photo: Salvo Veneziano

Bu oyun izlediğim ikinci gösterileri idi İlkinde ne kadar etkilendiysem ikincisinde de o kadar etkilendim. Oyun Palermo’nun en şık tiyatrolarından biri olan Tiyatro Biondo’da sergileniyor. Diğer oyunlardan farklı olarak  bu oyunu izlerken sağınızda solunuzda, salona giriş kapılarında, balkonlarda, localarda, sahnenin önünde sıra sıra dizilmiş ellerini göğsünde kavuşturmuş, bellerinde silahları ile hazır bekleyen polislerin ve gardiyanların eşliğinde izliyorsunuz. Çünkü oyuncular mahkum. Hapishaneye girene kadar tiyatro ile hiçbir yakınlıkları olmamış. Kimisi cinayetten, kimisi hırsızlıktan, kimisi uyuşturucu ticaretinden tutuklu 12 kadın mahkum. Her birinin hikayesi bir diğerinden farklı, ortak yanları ise hayata yeniden inanma çabaları. 

 Oyunun yönetmeni Claudia Calcagnile. Claudia, tam dört yıldır Palermo’nun Pagliarelli hapishanesinde tutuklu, yaşları  18 ile 65 arasında olan 12 kadın mahkumla çalışıyor. Oltre Mura (duvarın ötesi ) projesi Mosaica derneğinin desteği ile başlıyor. Claudia,  bu oyunun projesinin final ürünü olduğunu ama projenin amacının bu oyunu çıkarmak değil workshop sırasında mahkumların kendilerini yeniden tanımaları, kendilerine yeni sorular sormayı öğrenmeleri olduğunu söylüyor.


Photo: Salvo Veneziano

“Sahnenin ortasına hayatı koyarak çalışıyoruz, hayatın içinde yaşananlarla beslenir tiyatro, hapishane bize yenilenmeye ihtiyacı olan tiyatro için yeni bir dil  aramamıza, tiyatronu norjinal işlevini yeniden keşfetmemize olanak sağlıyor.” diyor Claduia Calcagnile ve ekliyor:  “Oyuncular tiyatroda kendilerini ifade etmenin ve onları çevreleyen alana yeni anlamlar kazandırmanın yeni bir yolunu buldular ve tamamen kendileri olamabilme yetenekleri projenin en ilginç yanlarından biriydi.”

Oyunda oğlunun ölümüne yas tutan bir anne başkalarıyla diyalog kuramıyor ve kendi ile sessiz bir diyaloğa girip baskıcı dünyaya karşı sağır ve dilsiz oluyor. Zorunluluktan kaçış arayan oğlunun karısı Marianna  kendisinin ötesine geçme, başka bir yerde hissetme çabası peşinde koşuyor ve sonra kendini tekrar değişmeden, birbirinden farklı, tekrarlanabilir, kırılabilir kağıt olarak buluyor.


Photo: Salvo Veneziano

Sahnedeki sanatçılar oyunculuk yapmıyor, bir çözüm sorusunu Marianna’nın niteliklerinde kendilerine ve halka yöneltiyorlar. Duygusal bağlılıklar, tabulara yasaklara rağmen sadece dış dünyadaki kapıların ardını değil,  içimizdeki kapalı kapıların ardını görüp özgürleşmek mümkün mü diye soruyorlar.

Marianna’nın hayatının nerede bittiğini ve bu çalışmanın aktrislerinin otobiyografisinin nerede başladığını söylemek zor oyunda.


Photo: Salvo Veneziano

Mahkumlardan biri kim olduğu sorusuna; “ Ben eski bir hırsız, eski bir yanılmış, eski bir sesini kaybetmiş, eski bir öfkeliyim “ diye cevap veriyor. Hamile olan başka bir mahkum hep oyuncu olmak istediğini ve bunu ancak hapiseneye girdikten sonra gerçekleştirebildiğini söylüyor. Bir başkası ise “Eğer hapishane dışında olsam böyle bir işe girmek aklımın ucuna gelmezdi, asla böyle bir şeyi kabul etmezdim, edebileceğim aklıma bile gelmezdi.” diyor. Claudia’nın yaptığının ne kadar olağanüstü bir şey olduğunu ancak o kadınları sahnede izlediğinizde anlayabiliyorsunuz. Bir günlüğüne duvarların ardını yeniden gören bu kadınlar. “Bugün neredeyse özgür bir insan gibiydik.” diyorlar sesleri titreyerek,  alkışların arasında, gardiyanların eşliğinde duvarların ardına dönerken.

Herkese özgür ve kapıların ardını görebildiğiniz bir yıl dilerim.

In Stato di Grazie’
Compagnia Oltremura
Yönetmen: Claudia Calcagnile
Yardımcı yönetmen: Francesco Paolo Catalano
Kostümler: Concetta Chillemi, Patty Owens
Aydınlatma tasarımı: Vincenzo Cannioto
Sahne: Giuseppe Accardo
Müzik Danışmanlığı: Gaia Quirini
Grafikler: Sonia Burgì
İletişim: Maghweb
İşbirliği ile: Carla Munnia, Lidia Papotto ve Nunzia Lo Presti
Resim: Francesco Paolo Catalano
Fotoğraf : Salvo Veneziano

.

Şenay Boynudelik

Yeni yıl hedefi: Az, çoktan çoktur – Birim Mor

Siz hiç kendi yuvasını bozan bir kuş gördünüz mü ya da tatlı su balıklarının denize doğru yüzdüğünü? Bildiğimiz hiç bir canlı türü kendi yaşam alanını bozmuyor.

Biri hariç!

Habitatını yok eden ve diğer bütün canlılardan akıllı (!) olduğunu iddia eden bir türü yakından tanıyorsunuz aslında!

İnsan…

Bütün insanlık tarihi, kendi yaşamına bu denli elverişli biricik Dünya gezegenini yakıp yıkmak üzerine kurulu değil elbette. Sanayi devrimi ile başlayan ve günümüzde gelişmişlik uğruna (!) büyük ivme kazanan, insan kaynaklı doğa tahribatı; insanın yuvası olan ve soyunu devam ettirebileceği tek yaşanabilir gezegenin sonunu getirecek seviyelerde. Mevcut karbon salım hızımızda eksi yönde bir değişiklik olmadığı takdirde 2100 yılına kadar 4°C’nin üzerinde sıcaklık artışı olacağı tahmin ediliyor. Halihazırdaki sıcaklık artışı yaklaşık 1°C iken yaşananları düşündüğümüzde, bu artış bugün yaşama olanak sağlayan dünyamızın gelecekte çok daha farklı bir yere dönüşeceğini gösteriyor. Öte yandan tüketim odaklı ekonomiler, doğada neredeyse yok olmayan olağanüstü miktarlarda toksik etkisi olan atık üretmeye devam ederken; temiz suya, sağlıklı toprağa ve gıdaya erişimin zamanla zorlaşması da kaçınılmaz.

Değişmezsek birçok gezegene ihtiyacımız var!

Hayat tarzımızda hiçbir değişiklik yapmadan, aynen bugün yaşadığımız gibi yaşamaya devam edersek kaç tane daha dünyaya ihtiyacımız olduğunu merak ettiniz mi hiç? Yapılan hesaplamalara göre, dünya nüfusunun tamamının örneğin Kuzey Amerikalılar ya da Katarlılar gibi yaşaması halinde dört tane daha dünya gezegeni kaynağına ihtiyacımız var.

`Ah bu Amerikalılar yok mu!` demeden önce tüm dünya nüfusunun sizin hayat tarzınızı benimsemesi halinde kaç tane dünyaya gereksinim duyacağımızı hesaplayıp şoka girmek bir tık uzağınızda! Eminim üç dört dünya çıktığını göreceksiniz!

1970’lerden beri her yıl küresel olarak hesaplanan Dünya Limit Aşım Günü hesaplarına göre 2018 yılında gezegenimizin bize ihtiyaçlarımız için 1 yıl süresince sunabileceği kaynakların tamamını 1 Ağustos 2018 tarihinde tükettik!

2019’a girmemize sayılı günler kaldı ama biz 2019’da doğanın bize sunacağı kaynakları 2 Ağustos 2018’den itibaren tüketmeye başladık. Bu durum pratikte şu anlama geliyor: doğal kaynaklar üzerinde artan bir baskı! Kendisini yenilemesine, bize sunduklarını kendi içinde tekrar oluşturmasına izin vermeden, yine istemek hatta daha çok istemek! Yani tam bir vurdumduymaz açgözlülük hali…

Dünya Limit Aşım Günü, her yıl tüm ülkelerdeki tüketim alışkanlıkları ve buna bağlı olarak ortaya çıkan ekolojik ayak izi analizleri yapılarak Global Footprint Network tarafından ilan ediliyor. 2018 yılında insanlığın doğayla ilgili bütün taleplerinin ancak 1,7 tane dünya kaynağı ile karşılanabileceği hesaplandığı için bu yıl Dünya Limit Aşım Günü 1 Ağustos’a denk geldi. 1970’lerden bu yana ilk defa bu kadar erken bir tarihte gezegenimizin limitlerini aştığımızı da vurgulamak lazım. Yeni yılda Dünya Limit Aşım Günü’nün oldukca geç gelmesini umuyorum!

Değişim için: Nereden başlasak ve nasıl yapsak?

Benim çevre tahribatını durdurmak konusunda öğrendiğim yegâne formülü açıklıyorum: Daha az tüketmek!

Her ne konuda olursa olsun, tüketimlerimizde niceliği azaltmamız lazım. “Daha az, daha çoktur” felsefesi ile olabildiğince alçakgönüllü yaşamayı tercih etmeliyiz.

Bunu yaparken de dürüst olmak lazım. Örneğin, üretim aşamasında yüksek karbon salımına ve aşırı su tüketimine neden olmasından dolayı et tüketimi bilim insanları tarafından her fırsatta iklim düşmanı olarak tanımlanıyor.

Paris Anlaşması’nın ardından, geçtiğimiz günlerde iki hafta süren toplantılar için Katowice-Polonya’da biraraya gelen ülke temsilcileri giderek artan karbon salımlarına çare ararken ve Paris hedeflerine nasıl ulaşılabileceğine kafa yorarken, bilin menüde ne varmış? Et ağırlıklı yemeklerin tüketildiği zirvedeki bu tutumu pek çok çevre, ikiyüzlülük olarak yorumluyor. Katılmamak elde degil! Bireyler olarak da bu konuma gelmememiz için önce bilgilenmeli, farkındalığımızı artırmalı ve kendimize özgü-gerçekçi değişim planları hazırlamalı ve pes etmeden uygulamalı.

İnsanların hırsının, egosunun ve bencilliğinin sonucu olarak doğadan kopan türümüz kendi sonunu hazırlarken, fark yaratan tarafta olmak elimizde! Bu anlamda 2019 yılının olumlu bir dönüm noktası olmasını diliyorum. İklim krizi hakkında hem küresel ölçekte, hem ülkemizde hem de bireylerin hayatında değişimin-dönüşümün başlaması dileğiyle!

.

.

Birim Mor

2018 boyunca iklim değişikliği kaynaklı hava olaylarında milyonlarca insanı etkileyen felaketler yaşandı

Yardım kuruluşu Christian Aid, iklim değişikliğiyle ilişkilendirilen sıra dışı hava olaylarının 2018’de dünya çapında binlerce kişinin yaşamını yitirmesine ve büyük maddi hasarlara yol açtığını açıkladı. Vakfın raporuna göre hasarı 1 milyar dolardan fazla olan 10 hava holayı, 7 milyar dolardan fazla olan 4 afet yaşandı. Bilim insanları Avrupa’daki sıcak hava dalgalarının doğrudan insan kaynaklı küresel ısınmayla ilişkili olduğunu gösterdi. Raporu hazırlayanlara göre hava olaylarındaki değişiklikler iklim değişikliğinin bir sonucu.


2018’de sıcak hava dalgaları Avrupa’da tarımı büyük oranda etkiledi

BBC çevre muhabiri Matt McGrath’ın haberine göre ABD’de 17 milyar dolar dolar hasara yol açan Florence ve 15 milyar dolar hasara yol açan Michael Kasırgaları da artan sıcaklıkla ilişkilendirildi. Rapora göre Florence Kasırgası sırasında yağan yağmur küresel ısınmanın etkisiyle yüzde 50 arttı, insanların aktivitelerinden kaynaklanan karbon salımı nedeniyle ısınan sular Michael Kasırgasının hızını artırdı.

Japonya da 2018’i büyük hasar yaratan su baskınları ve sıcak hava dalgalarıyla geçirdi. Japonya’da su baskınları en az 230 kişinin ölümüne ve 7 milyar dolar hasara yol açtı. Su baskınlarının hemen ardından da ülkenin son 25 yılda gördüğü en güçlü tayfun olan Jebi başladı.


Güney Carolina’da Florence kasırgasından haftalar sonra hâlâ sular altında olan bölgeler vardı

Avrupa da rekor sıcak hava dalgalarıyla boğuşurken bilim insanları bu tür hava olaylarının gerçekleşme ihtimalinin 2 katına çıktığını açıkladı.

İngiltere Meteoroloji Dairesi de bu yıl yayımladığı bir raporda dünyanın ısınması nedeniyle sıcak hava dalgalarının eskiye kıyasla 30 kat daha olası olduğunu duyurmuştu.

Milyonlarca insanı etkileyen felaketler yaşandı

Christian Aid’den Dr. Kat Kramer, “İnsanlar iklim değişikliği hakkında konuşurken gelecekteki bir problemden bahsediyor gibi konuşuyorlar. Bunun nedenlerinden biri de iklim değişikliğinin sonuçlarının çok yıkıcı olduğunu bilmeleri ama mevcut durumla yüzleşmek istememeleri” diyor ve ekliyor:

“Bu rapor iklim değişikliğinin çok sayıda insanın hayatını nasıl çarpıcı bir şekilde etkilemekte olduğunu gösteriyor. İklim çöküşünün büyük adaletsizliği, bundan en fazla etkilenecek olanların iklim değişikliğin en düşük katkıyı gerçekleştiren yoksul ülkelerde yaşayan insanların bundan en fazla etkilenecek grup olması.”

Rapora göre haber bültenlerinde geniş yer bulan büyük fırtınaların dışında gelişmekte olan ülkelerde kuraklık veya deniz seviyesinin yükselmesi gibi çok daha yavaş ilerlediği için fark edilmeyen ama milyonlarca insanın hayatını etkileyen felaketler yaşandığı vurgulandı.


California’daki yangınlar ABD’nin yüz yıldır gördüğü en kötü yangındı

Christian Aid’in hazırladığı rapor hakkında konuşan Penn State University’den Dr. Michael Mann da iklim değişikliğinin etkilerinin artık görmezden gelinebilecek bir seviyede olmadığını söyledi:

“Eşi benzeri görülmemiş seller, kuraklıklar, sıcak hava dalgaları, yangınlar ve süper fırtınalar iklim değişikliğinin görünen yüzü. Dünyanın iklimi giderek daha uç noktalara savruluyor. Bu yıkıcı eğilimin daha da güçlenmesini yok edebilecek tek şey karbon emisyonlarını sert bir şekilde azaltmak.”

2019 dünyanın en sıcak 4. yılı olabilir

Dünya Meteoroloji Örgütü’nün ilk gözlemlerine göre 2019 dünyanın en sıcak 4. yılı olmaya aday. Bu yıl dünya genelinde sıcaklıklar 1850-1900’deki ortalamanın yaklaşık bir derece üzerinde. Örgütün Kasım’da yayınladığı State of the Climate (İklimin Durumu) adlı rapora göre kayıtlara geçilen tarihin en sıcak 20 yılının tümü son 22 yıldaydı.

2019 başında yeni bir El Nino’nun oluşma ihtimali de yüksek. Bu nedenle önümüzdeki 12 ayda yeni sıcaklık rekorları kırılması bekleniyor.

İngiltere Meteoroloji Dairesi tahminlerine göre 2019’un 1850-1900 ortalamasına göre 1,1 derece daha sıcak olacak. 1850’den bugüne kadar en sıcak yıl, ortalamanın 1,15 derece daha üstünde olan 2016 yılı olmuştu.

.

(BBC Türkçe)

7’nci yılında Roboski katliamı: Yanıtlanabilmiş tek soru var – Kemal Göktaş

Bu yazı diken.com.tr/ den alınmıştır

28 Aralık 2011 günü, Kuzey Irak’ta uçuş yapan bir insansız hava aracı (İHA) sınırın Irak tarafından Şırnak ili Uludere ilçesi Ortasu köyüne (Roboski) doğru yaklaşan bir grup olduğunu bildirdi. Bu bildirimin ardından birliklerin tamamı görüntüyü izlemeye başladı.

2’nci Ordu Komutanlığı İstihbarat Başkanı Albay Aygün Eker, İHA’ların geçtiği görüntülerdeki kişilerin ‘kaçakçı olduğunu’ üstlerine söylemişti. 2’nci Ordu da zaten son ana kadar grubu sınırı geçtikten sonra yakalamak için hazırlık yapıyordu. Genelkurmay’ın hava harekâtına karar verildiğini 2. Ordu Komutanlığı’na iletmesinden sonra Eker, 2. Ordu Komutanı Korgeneral Servet Yörük’e kararın yanlış olduğunu ve sonuçlarının vahim olacağını söyledi. Aldığı yanıt“Genelkurmay’ın elinde kesin bilgiler olmasa bu kararı vermez”oldu.Reklam

Eker şaşkındı, çünkü Genelkurmay 2’nci Ordu’ya danışmadan hava harekâtı kararı almazdı.

‘Üzerine vazife olmayan işlere karışıyorsun’

Batman 2’nci İHA Filo Komutanlığı’nda görevli Hava Pilot Kurmay Binbaşı Ali İhsan Şahin de ekranda yük hayvanı ve insanlardan oluşan kalabalık bir grubun kuzeye, sınıra doğru geldiğini görüyordu. Hemen 2’nci Birleştirilmiş Hava Harekât Merkezi’ni (BHHM) arayarak gelen grubun kaçakçıya benzediğini bildirdi. Bu sırada odaya giren 14’üncü İnsansız Hava Uçakları Sistemleri (İUS) Üs Komutanı Albay Fidan Yüksel, binbaşıya“Üzerine vazife olmayan işlere karışıyorsun” diyerek kızdı.Reklam

Yarım saat kadar sonra Binbaşı Şahin, 2’nci BHHM Amiri Kurmay Albay Ahmet Kazdal’ın konuşmalarından hava operasyonu düzenlenebileceğini anlayınca “Komutanım yanlış yaparsınız, bunlar kaçakçıya benziyor” diye bir kez daha uyardı. Albay Kazdal “Bir şey olacağı yok, izliyoruz” demekle yetindi.

Aslında Kazdal da Batman İHO Filo Komutanlığı ile yaptığı görüşmelerden sonra gruptakilerin kaçakçı olduğuna kanaat getirmişti. Hatta hava taarruzuna karar verildikten sonra da grubun kaçakçı olduğunu düşünüyordu. Savcılıkta, kaçakçı olduğunu düşündüğü gruba karşı hava taarruzu kararını ‘askeri hiyerarşiye aykırı olacağı için’ tartışmadıklarını söyleyecekti.

‘Bilmediğimiz bir sebep vardır’

Şırnak Çakırsöğüt Jandarma Komanda Tugay Komutanı Tuğgeneral Niyazi Erhan Patır’ın görüşü de görüntülerdeki kişilerin kaçakçı olduğu yönündeydi. Görüntüleri izlerken Tümen Komutanı Tümgeneral İlhan Bölük de Tuğgeneral Patır’a katıldı, “Terörist olsalardı aydınlatma mermilerini ve top atışlarını fark edince dağılırlardı” dedi. Ama görüntüleri izlemeye devam ederken uçakların grubu bombaladığını gördüler. Çok şaşırmışlardı.

Harekât merkezindeki genel kanaat da görüntülerdeki ısı kaynaklarının kaçakçılara ait olma ihtimalinin daha yüksek olduğu yönündeydi. Tümen Komutanı Bölük’ün bombalamadan sonra “Bilmediğimiz bir sebep vardır” dedi.

Emir, demiri de vicdanı da kesti

2’nci İHA Filo Komutanlığı’nda ‘uçucu’ olarak görev yapan ve olay günü İHA’yı kontrol eden Yüzbaşı Duran İspir de baştan itibaren görüntülerdeki kişilerin kaçakçı olduğunu düşünüyordu. Görüntüdeki kişiler alçak irtifadan uçan İHA’nın sesini duymuş olmalıydı ama yürüyüş düzenlerinde bir değişiklik olmadan yollarına devam ediyorlardı.

İspir, grup PKK’lı olsaydı İHA’nın sesini duyduklarında ya hareket etmeden bekleyeceğini ya da ısılarının algılanmasını engelleyecek yerlere saklanacağını biliyordu. Gruba top atışı yapılmasına bu yüzden karşı çıktı ve bunu Filo Komutanı Binbaşı Şahin’le de paylaştı. Ama itirazları boşunaydı, sonunda İspir’den grubun lazerle işaretlenmesi istendi. Emir, demiri de vicdanı da kesti, bütün itirazlarını yutmak zorunda kalan yüzbaşı, işaretlemeyi yaptı. Uçaklar bombalarını gelen grubun üzerine bıraktı.

Nihai onay Özel’den

İHA Filo Komutanlığı’nda görev yapan Yüzbaşı Baha Pakkan da görüntüleri izleyince gelenlerin kaçakçı olduğunu düşündü ve top atışı yapılmaması için 2’nci İHA Filo Komutanlığı’nı iki kez telefonla uyardı. Aslında bu yaptığı görev alanına girmiyordu ama vicdanı rahat etmemiş, kendisini grubun kaçakçı olduğunu komutanlığa iletmek zorunda hissetmişti.

Oysa Genelkurmay’da hava başkaydı. Genelkurmay İstihbarat Başkanı Orgeneral Yaşar Güler, Genelkurmay Görüntüleri İzleme Merkezi’ne (GİM) giderek görüntüleri izlemişti. Ardından Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı emrinde görevli Albay Serdar Eren, Hedef Analiz ve Değerlendirme Şube Müdürü Albay Zorlu Topaloğlu, Tuğa Ali Rıza Kuğu, Tümgeneral Satı Bahadır Köse ve Orgeneral Yaşar Güler ne tür bir harekât yapılacağını görüştu. Toplantıdan ‘zayiat verilmeden PKK’lıların etkisiz hale getirilebilmesi amacıyla hava harekâtı’ kararı çıktı.

Güler, kararı sunmak için Genelkurmay 2’nci Başkanı Hulusi Akar’ın makamına gitti. Akar, hava harekâtı için onay talebi için MGK toplantısı nedeniyle karargâhta bulunmayan Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’e telefonla iletti. 28 Aralık 2011’de yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı saat 13.55’te başlamış ve 5 saat 20 dakika sürmüştü. Dolayısıyla ‘hava harekâtı için onay’talebi Özel’e MGK toplantısının bitiminden hemen sonra veya son dakikalarına iletiliyordu.

Özel, telefon görüşmesinde, bilgilerin işlendiği haritanın konutundaki çalışma ofisine gönderilmesini istedi. Haritayı evindeki çalışma ofisinde inceleyen Özel, hava harekâtının yapılmasına onay verdi.

21:39’da sınır hattında bekleyen gruba uçaklar ilk bombayı bıraktı. Bombardıman 22:24’e kadar sürdü ve 19’u çocuk, 34 kaçakçı öldürüldü.

Sonra ne mi oldu?

Başbakan Tayyip Erdoğan, katliam için, “Ankara’nın karanlık dehlizlerinde kaybolmayacak” dedi.

Askeri savcılık, yürüttüğü soruşturma sonunda bombardıman kararının ‘kaçınılmaz’ bir hata sonucu alındığını söyleyip takipsizlik kararı verdi. Bu karara yapılan itiraz Hava Kuvvetleri Askeri Mahkemesi’nce reddedildi. İç hukukta tek yol olarak Anayasa Mahkemesi (AYM) kalmıştı.

Ailelerin avukatlarının yaptığı başvuru sonucunda AYM’nin yargı sürecini başlatacak bir karar vermesi bekleniyordu. AYM de ‘titiz’bir inceleme yapıyordu. Dosyada 53 başvurucudan üçünün avukatlarının vekaletnamesinin olmadığını fark eden AYM, eksikliklerin 15 gün içinde tamamlanması için avukata tebligat çıkardı. Avukat belgeleri iki gün gecikmeyle sundu ve gecikme nedeni olarak da bir sağlık raporu sundu. AYM, belgeleri iki gün geç veren avukatın sunduğu sağlık raporunu ‘ağır, ameliyat gerektiren veya ölümcül bir hastalık’ olmadığı gerekçesiyle kabul etmedi.

Dosya son umut olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) gitti. AİHM ise AYM’nin usulden ret kararına karşı yapacağı bir şey olmadığına karar verip dosyayı kapattı.

Sorulamayan soru

Bu ülkenin 34 vatandaşı, bu ülkenin savaş uçaklarıyla bombalanarak öldürüldü ve tek bir kişi bile yargılanmadan dosya kapandı. O yüzden kimseye “Neredeyse bütün askeriye, gelenlerin kaçakçı olduğunu söylerken, Genelkurmay’ı uyarmaya çalışırken, uçakla bombardıman kararı nasıl ve niye alındı?” sorusu sorulamadı.

Yanıtlanan tek soru

Yanıtlanan tek soru şu oldu: Katliamın üzerinden bir hafta geçmişti. Bir köşe yazarı, “Eşek, atı becerir. Katır doğar” diye başladı yazısına ve “Sayın terörist’le sayın kaçakçı arasında katır tepmişe dönmek istemiyorsa, bi karar vermesi lazım artık devletin… Kişneyecek misin? Anıracak mısın?” diye bitirdi.

Devlet yazarın sorusuna ‘tatmin edici’ bir yanıt vermiş olacak ki yazarımız da durumdan memnun, bu bahiste başka soru sormuyor.

Vicdanı değilse de kalemi kuvvetli ‘sayın yazar’ın son kitabı şimdilerde best-seller…

Bu yazı diken.com.tr/ den alınmıştır

.

Kemal Göktaş