İkizköy’de Yeniköy Kemerköy Elektrik Üretim ve Ticaret Anonim Şirketi’ne (YK Enerji) karşı ağaçları korumak için nöbet tutan ekoloji aktivistlerinin yargılandığı davanın beşinci duruşması bugün görüldü.
İkizköylülerin nöbet alanına 10 Ağustos 2022 Pazartesi’yi 11 Ağustos 2022 Salı’ya bağlayan gece yarısı Jandarma baskını yapılması sonrası 11 İkizköylü, 250 kişilik jandarma ekibi tarafından darp edilerek özel mülk olan alandan zorla çıkarılmıştı.
Söz konusu olayın ardından Jandarmaya direndikleri için köylülere dava açıldı. Bugün beşinci duruşması görülen davaya ilişkin açıklamada bulunan İkizköylüler şunları söyledi:
“Yaşam alanlarımıza saldıranlar yargılanacak, biz de o zamana kadar Akbelen Ormanı‘nı vermeyeceğiz.”
‘Akbelen Ormanı’nı beşli çeteye yedirmiyoruz’
Vatandaşlar Adliye önünde “Direne direne kazanacağız” sloganları attı. İkizköylüler her ağacı tek tek savunmaya devam edecekleri mesajı vererek “Akbelen Ormanı’nı beşli çeteye yedirmiyoruz” dedi.
İkizköylülerin avukat Arif Ali Cangı ise duruşmada yaşananları şöyle anlattı:
“Kamu görevlilerinin gayri insani muamelelerine ilişkin hiçbir şey yapılmadı. Dosya kapatıldı. Soruşturma sırasında müvekillerimiz şikayetçi olduğu halde takipsizlik kararı dahi verilmedi. Bu yargılamanın başladığı andan itibaren mahkemenin gidişatı, müvekkillerimizin, dostlarımızın peşinen mahkum edildikleri görüntüsü vermektedir. Zira mahkeme yargıcı ve savcısının tutumu tüm çıplaklığıyla tutanağa geçmiştir. Bunun üzerine reddi hakim talebinde bulunduk. Her ne kadar savcı iddia makamı olsa da cumhuriyet savcısıdır. Dolayısıyla hem sanık aleyhine hem de sanık lehine olan delileri toplayıp değerlendirmekle yükümlüdür. Duruşmada yaşanan olaların üzerine İzmir Barosu‘na başvurmamızdan sonra Baro’muz bizim adımıza hakim ve savcı hakkında şikayetçi oldu. Bu mahkemede reddedilen hakimin görev yapıp yapmayacağına üst mahkeme karar verecek.”
‘Yurttaş kendi anayasasını yapıyor’
Savcının değiştirilmesine ilişkin taleplerinin de kabul edilmediğini aktaran Cangı, “Taleplerimizin tutanağa geçirilmesine bile tahammül edilmedi. Kanunun hiçbir yerinde avukatın kendi sözlerini avukat tutanağa yazdıramaz diye bir kural yoktur. Biz savunma makamıyız. Savunma makamı olarak her türlü savunmamızı, talebimizi tutanağa geçirebiliriz. Buna hiçbir güç engel olamaz” dedi ve ekledi:
“Burada adil yargılama yapılmıyor. Bu davamız aslında itirazlarla yaşanan süreçlerle doğanın adaletini sağlayacak bir hukuk anlayışının, ekolojik bir yargılamanın olması gerektiğini bir kez daha gösterdi. ‘Bu süreç böyle devam etmez’ diyen yurttaşlar kendi anayasasını kendisi yapıyor. Ekokırım yasa teklifi hazırlanmış durumda. Yurttaşın imzasına açıldı. Yurttaş doğrudan doğruya kendi teklifini meclise sunacak. Seçimden sonra da vekillerine ‘bunu yasa haline getirin’ diyecek. Başka çaresi yok çünkü dünyada hayat bitiyor.”
‘Kadınlar ormanlarını koruduğu için yargılanıyor’
Karadam ve Karacahisar Mahalleleri Doğayı ve Doğal Hayatı Koruma Güzelleştirme ve Dayanışma Derneği (KARDOK) Başkanı Nejla Işık ise duruşmanın ardından şunları söyledi:
“Kadınlar yargılanıyor. Zannediyorlar ki; kadınlar susacak, Akbelen Ormanı’nı bırakacak. Aldanıyorlar. Bu kadınlar ormanlarını koruduğu için burada yargılanıyor. Asıl burada yargılanması gerekenler, yangını fırsata çevirip biz varıncaya kadar 105 ağacı katledenlerdir.”
Bir sonraki duruşma için 27 Mart Pazartesi günü saat 14.00’a tarih verildi.
Ne olmuştu?
Akbelen Ormanı’nda 740 dönümlük ormanlık alanda kömür madeni işletmek için izin alan Yeniköy Kemerköy Elektrik Üretim ve Ticaret Anonim Şirketi (YK Enerji), tahsis kararının iptal edilmesi için Muğla 1’inci İdare Mahkemesi’ne açılan davanın sonucunu beklemeden 17 Temmuz 2021’de ağaçları kesmek istedi. Bölge halkı bunun üzerine kesimleri durdurdu ve ormanın girişinde çadırlı nöbet başlattı.
8 Ağustos 2021’de şirketin hukuksuzca yapmaya çalıştığı ağaç kesiminden böyle haberdar olundu ve kesim durduruldu.
10 Ağustos 2022 Pazartesi’yi 11 Ağustos 2022 Salı’ya bağlayan gece yarısı nöbet alanına Jandarma baskını yapıldı.
Nöbet tutan 11 kişi, 250 kişilik jandarma ekibi tarafından darp edilerek özel mülk olan alandan zorla çıkarıldı.
Akbelen çadırlı nöbetinde bizimle birlikte ağaç kesimini engelleyen, ertesi gün 250 kolluk gücü ve jandarma tarafından şiddete uğrayan iki kadın yoldaşımız; şimdi de jandarmanın açtığı davada haksız yere yargılanıyor.
— Akbelen Yuvamız Vermeyeceğiz 🌱🫒🌲 (@ikizkoydireniyo) September 26, 2022
Darp edilen köylülere karşı ‘Jandarmaya direnmek’ suçundan dava açıldı.
Davanın ikinci duruşmasında hazır bulunmalarına rağmen davalıların tanıkları dinlenmedi.
Savunma avukatlarının Jandarmaya gece yarısı baskını emrini kimin verdiğinin araştırılması, sanıkların Jandarmanın orantısız güç kullanımı sonucu yaralanmalarını tespit eden adli tıp raporlarının dosyaya getirilmesi talepleri başta olmak üzere de bütün talepleri reddedildi.
Şikayetçi jandarma astsubaylarından birinin ifadesi alınmadan Savcı tarafından esas hakkında mütalaa sunuldu.
Sanıkların cezalandırılmasını isteyen mütalaayı kabul etmeyen avukatlar, esas hakkındaki savunmalarını yazılı olarak sunmak için süre talebinde bulundu ve ayrıca bir sonraki celse için adil yargılamayı uygun duruşma ortamının sağlanmasını istedi.
Mahkeme bu taleplere rağmen yeni duruşmayı 3 gün sonrasına koymak istedi ancak avukatların savunma hakkının kısıtlanması itirazı ile 11 gün sonrasına duruşma günü verildi.
Üçüncü duruşmada Bodrum Ağır Ceza Mahkemesi’ne değerlendirmek üzere gönderilen reddi hakim talebine ilişkin değerlendirme yapılmadığı için duruşma yeniden ertelenmişti.
Petrol ve gaz devi Shell şirketinin 2022 yılında elde ettiği kâr, 2021’deki miktarı katlayarak rekor seviyedeki 39 milyar dolara (733,4 milyar lira) ulaştı.
Shell’in bu kazancı, dünyanın en büyük enerji şirketlerinin geçtiğimiz yıldaki rekor kazanç trendini devam ettiriyor. Ülkelerin Ukrayna’daki savaştan dolayı Rusya‘nın gazından uzaklaşması, bu şirketlere fayda sağlamıştı.
Euronews‘ten Rosie Frost‘un aktardığına göre, fosil yakıt devi, kârının çoğunu gaz operasyonlarından elde etti.
Enerji firmalarının üzerindeki daha fazla vergi ödemeye yönelik baskı, yükselen petrol ve gaz fiyatlarıyla birlikte artıyor.
Eylül ayında Avrupa Birliği ülkeleri, dört yıllık kâr ortalaması yüzde 20’yi aşan fosil yakıt şirketlerine uygulanacak yüzde 33’lük vergi alımını içeren bir acil durum mevzuatını onayladı.
Birleşik Krallık hükümeti de gaz ve elektrik masraflarını azaltmak amacıyla bu “sıradışı” kâr miktarlarına beklenmedik bir vergi getirdi.
Shell, 2 Şubat Perşembe günü Birleşik Krallık ve AB’de söz konusu vergiler doğrultusunda 1.9 milyar dolar (35,7 milyar lira) ödeme yaptığını belirtti. Şirket, 2022 yılı için Birleşik Krallık’a 134 milyon dolar (2,5 milyar lira) ödeyeceğini ve 2023’te 500 milyon dolardan (9,4 milyar lira) fazla ödemeyi beklediğini ifade etti.
Ancak enerji şirketlerinin elde ettiği rekor kârlar sadece olağanüstü kar sağlayan şirketlere uygulanan fazladan vergilerin artırılması çağrılarını artırdı.
Birleşik Krallık Liberal Demokrat Parti lideri Ed Davey, “Hiçbir şirket Putin‘in Ukrayna’yı yasadışı işgalinden ötürü böyle ölçüsüz kârlar elde etmemelidir” dedi.
Hükümeti “petrol ve gaz şirketlerini uygun bir şekilde vergilendirmeye” çağırdı.
Shell, ABD’de yeşil aklama şikayetiyle karşı karşıya
Kar rekoru haberinin ardından, dünyada doğal kaynakların sömürülmesi, çatışma, yoksulluk, yolsuzluk ve insan hakları ihlalleri arasındaki bağlantıları kırmaya çalışan uluslararası bir STK olan Global Witness’ın, Shell’e karşı yeşil yıkama şikayeti başlattığı öğrenildi.
Şikayette, enerji şirketinin fosil yakıtları “yenilenebilir” olarak etiketleyerek ABD makamlarını, yatırımcıları ve halkı yanılttığına yer verildi.
2021’de Shell, yenilenebilir enerji ve enerji çözümlerine yılda iki milyar dolar (37,6 milyar lira) ila üç milyar dolar (56,4 milyar lira) harcamayı hedeflediğini açıklamıştı.
Global Witness, Shell’in “yenilenebilir ve enerji çözümleri” olarak etiketlediği yatırımları analiz etti ve toplam harcamalarının yalnızca yüzde 1,5’inin rüzgar ve güneş enerjisi üretimine gittiğini tespit etti.
Shell claims 12% of its overall expenditure goes to “Renewables and Energy Solutions”.
Analiz aynı zamanda fosil gazın da yenilenebilir enerji harcamalarında yaygın olarak kullanıldığını ortaya çıkardı.
Aktivist grup, mali düzenleyiciye yaptığı şikayette, “Shell’in yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelik mali taahhüdünü önemli ölçüde yanlış beyan ettiğinden endişe duyduğunu” söyledi.
Global Witness’ın kıdemli danışmanı Zorka Milin, şunları söyledi:
Shell’in sözde yenilenebilir enerji ve enerji çözümleri kategorisi tamamen uydurma. Yenilenebilir enerjiye yapılan yatırımları olduğundan fazla göstermek ve halkı yanıltmak salt yeşil aklamadır. İklim eylemi pazarlama departmanları tarafından uydurulan bir şey değildir, bunun yerine şirketin somut faaliyetini bir bütün olarak desteklemelidir.
Şikayete verdiği yanıtta Shell, “finansal açıklamalarının tüm Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu ve diğer raporlama gereklilikleriyle tamamen uyumlu olduğundan emin olduğunu” söyledi.
Amasya Taşova‘daki Çambükü köyünde, halkın mera ve tarlalarının üzerine yapılmak istenen Organize Sanayi Bölgesi (OSB) için mahkeme yürütmeyi durdurma kararı verdi. Mahkeme kararında OSB’nin yapılması durumunda telafisi güç zararlar meydana geleceğinin açık olduğu belirtildi.
Mahkeme kararında OSB’nin tarım arazisi özelliğinde olan araziye yapılması kararının hukuka aykırı olduğu vurgulandı.
Samsun Bölge İdare Mahkemesi‘nden çıkan karar, aylardır bölgede mücadele veren Çambükü halkını sevindirdi.
Kararda OSB’nin kurulmasına ilişkin kesin işlemin temelinde yer alan, tarım arazisi özelliğinde olan söz konusu alanın tarım dışı amaçla kullanma kararı alınmadan önce söz konusu tarım alanlarının özelliği ortaya konularak, planlı alanda ihtiyaca uygun taşınmaz bulunup bulunmadığının belediye, il özel idaresi ve OSB yönetimlerinden soruşturulması gerekmesine karşın yeterli bir araştırma yapılmadan düzenlenmiş ve sadece alternatif alan bulunmadığı ifadesini içeren etüt raporuna da işaret edildi.
Çambükü’nde OSB’ye devredilen alan 1995’te Taşova Kaymakamlığı tarafından “Tarımı İyileştirme Projesi” kapsamında köylülere verilmiş; parselleme yapılmış ve DSİ de bölgede teraslama ve su kanalı inşa etmiş, topraklar tarıma uygun hale getirilmişti.
Kura ile dağıtılan arazide köylüler tarım yapmaya başladı, meyve ağaçları dikti. 2021’de ise Amasya Valiliği aynı bölgeyi OSB yapmak üzere tahsis etti.
Köylülerin açtığı üç dava sırasında keşif yapıldı. Keşif köylünün lehine sonuçlandı, ancak iptal edildi ve 4 Kasım 2022’de yeni bir keşif yapılmasına karar verildi.
Keşif öncesi 500 jandarma, polis ile iş makinaları köye girerek köylülerin ekili tarlalarını ezdi. Geçtiğimiz aylarda Çambükü halkı kendi köylerinde jandarma müdahalesiyle karşı karşıya kaldı. Kimi ağaca sarıldı kimi iş makineleriyle ezilen topraklarının üstünde hemen yeniden yeşeren ekinlerini işaret etti.
Organize Sanayi Bölgeleri (OSB) son dönemde Türkiye’nin verimli toprakları üzerine kurulmalarıyla biliniyor. Türkiye’nin birçok noktasında vatandaşlar OSB’lerin tarım arazilerini olumsuz etkilemesi nedeniyle mücadele içindeler.
Televizyon programcısı Metin Uca, Ankara‘ya gitmek için geldiği İstanbul Havalimanı‘nda bilet işlemlerini yaptırırken polis tarafından göz altına alındı.
Kimlik kontrolü sırasında hakkında arama kararı olduğu ortaya çıkması üzerine gözaltına alınan Uca’nın işlemlerinin ardından adliyeye sevk edileceği öğrenildi.
Moda tasarımcısı Barbaros Şansal da öğle saatlerinde KKTC dönüşünde geldiği İstanbul Havalimanı’nda gözaltına alındı.
Türkiye’ye giriş yapmak için pasaport kontrol noktasına gelen modacı hakkında arama kararı olduğu tespit edildi.
Şansal, polis ekipleri tarafından gözaltına alınarak İstanbul Havalimanı Emniyet Şube Müdürlüğü‘ne götürüldü.
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni, Devletin yargı organlarını, askerî veya emniyet teşkilatını alenen aşağılamak suçundan hakkında arama kararı bulunduğu belirtilen Şansal’ın, emniyetteki işlemlerinin ardından adliyeye sevk edileceği öğrenildi.
İstanbul’un Küçükçekmece ilçesinde bir sitenin girişinde bulunan kedilere tekme atarak eziyet ettiği ortaya çıkan Aytuğ Koyuncu, tutuklandı.
Atakent Mahallesi‘nde bulunan sitenin girişindeki kedilere 5 Ocak tarihinde tekme atarak şiddet uygulayan Aytuğ Koyuncu gözaltına alınmıştı.
Koyuncu, Küçükçekmece Nöbetçi Sulh Ceza Hakimliği tarafından Salı günü adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı.
Küçükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığı karara itiraz etti. Nöbetçi sulh ceza hakimliği tarafından şüpheli hakkında tutuklamaya yönelik yakalama kararı çıkarıldı.
Tekrar gözaltına alınan Koyuncu, tutuklanarak cezaevine gönderildi.
Kedilere yaptığı eziyetle sosyal medyada tepki seline yol açan Koyuncu‘nun, cinsel taciz, hayvana şiddet, çocuğa taciz de dahil olmak üzere 45 ayrı suç işlediği, üstüne üstlük kendisine tepki gösterenlere cinsel organını göstererek mahalle sakinlerine meydan okuduğu belirtilmişti. Küçükçekmece’de toplanan vatandaşlar “bu adamın ceza almasını istiyoruz” diye konuşmuştu.
5 Ocak’ta Küçükçekmece’deki bir site içindeki bina girişinde bekleyen kedi, bina sakini Koyuncu tarafından dakikalarca şiddet görmüş, kediyi darbeden kişinin farklı tarihlerde site bahçesinde yürürken önüne gelen kedilere tekme attığı da güvenlik kameralarına yansımıştı.
Koyuncu, 2019 yılında da aynı sitede kedileri zehirlediği iddiasıyla gündeme gelmişti. Bir sitede kedilere baktığı için Sevgi Yılmaz‘ın, Koyuncu tarafından bıçakla tehdit ve hakaret edildiği iddiasına ilişkin şikayette bulunmuştu. Koyuncu şikayet üzerine gözaltına alınmıştı.
Açılan davada mahkeme, sanığa “hakaret” suçundan bin 740 lira para cezası verirken, “silahla tehdit” suçundan ise bir yıl sekiz ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına hükmetmişti.
5 Ocak’ta yaşananların ardından göz altına alınan Koyuncu, verdiği ifadede “Benim aslında kedilere karşı bir nefretim yok. Ancak site yönetimi benim kedilere karşı olan hassasiyetimi bildiği için bilinçli olarak 25, 30 kediyi site içerisinde besliyor, onların dışkılarını ve spermlerini gelip benim duvarlarıma sürüyorlar. Benim orada kediye zarar verme niyetim yoktu. Ancak site yönetiminin bana kediler üzerinden yaptıklarına karşı orada kediyi görünce site yönetimine karşı vermiş olduğum bir tepkiydi. Bir fırça olsaydı onunla onu dışarıya çıkaracaktım ancak benim verdiğim tepkiyle kedi öyle yukarı sıçrayınca o görüntüler oluştu. Zaten sonra dışarıya çıkarmaya çalıştım. Bu yaşananlardan dolayı çok üzgünüm” demişti.
Koyuncu, emniyetteki işlemlerinin ardından adliyeye sevk edilerek çıkarıldığı hakimlikçe adli kontrol şartıyla serbest bırakılmıştı.
BluTV’de 3 Şubat’ta yayına başlayacak olan Eko Eko Eko belgeselinin ilk gösterimi yapıldı. Kadıköy Sineması’nda yapılan gösterimde salon ful çekerken iki saatlik arasız seyirin ardından film, izleyicilerden dakikalarca alkış aldı. Türkiye’nin onlarca ekolojik çöküş noktasında dolaşan belgeselin yönetmeni İlkay Nişancı ve oyuncu Ceren Moray‘la belgesel sürecini konuştuk.
Öncelikle belgeselin salondaki seyircileri yaklaşık iki saat kadar yerine mıhlanmış bir şekilde tutarak ekokırım alanlarına götürdüğünü söylememiz gerek. Bu bölgelerin her biri Türkiye’den sekiz yıllık bir süreçte kayıt altına alındı. Türkiye’deki bir sekiz yıl ekokırım anlamında size pek çok konu sunabilir, bu nedenle belgesele paralel bu süreçte onlarca çevre tahribatı yaşandığı söylenebilir. Sekiz yıllık süredeki çevre sorunlarının sayısı dolayısıyla ülkenin her bir sokağında neler olup bittiğine ayrı ayrı şahit olmanızın mümkün olamayacağı belgesel, buna rağmen bütün sokaklara işaret edebilmeyi başarmış.
Görüntülerde “Ama telefonu var”dan “Yeter artık, yeter” diyen insana kadar her bir kesime yer verilmiş. ‘Kesim’ kelimesinin işaret ettiği tüm uzaklıkların aslında tam olarak filmin tersyüz etmeye çalıştığı nokta olduğu söylenebilir. Belgeselde A noktasında bir taş ocağının dinamitiyle uykusundan sarsılarak kalkan insanlar yer alırken Z noktasında “Siz mi kurtaracaksınız dünyayı” diye soran insanlar bulunuyor.
Öte yandan salonda kimi zaman dayanamayıp “cık cık cık” diyen, filmin işaret ettiği ağırlığı kaldıramayacak noktaya gelen insanlar da vardı. Aslında Türkiye’de hemen hemen herkes bu taş ocaklarının, altın madenlerinin, nükleer santralin, olmadık yerlere kondurulan hidroelektrik santrallerin, termik santrallerin, atıklarla dolup taşmış suların kıyısından berisinden geçmiştir.
Kimi zaman atık barajının turkuazı bir bilinmezlikle desteklenip yüceltilir ve bakılmaya doyulamaz bir hale gelirken kimi zaman da bitkilerin, ağaçların yapraklarında dolup taşan tozlar nefes alamaz hale getirmiştir. Kimi yerlerde milyonlarca liraya ihale edilen yollara övgüler sıralanıyorken kimi yerlerde de o yolun üstünden geçtiği, bir zamanlar köklü bir şekilde varlığını sürdürmüş olan “O ağacın altı şimdi anılıyor”dur.
Eko Eko Eko belgeseli bu iki ucu bir noktada buluşturuyor. O iki bakışı alıp bir odanın içine koyuyor ve önlerine alışık olduğumuzun dışında bir dili olan televizyon ekranı yerleştiriyor. Bu televizyondan taşkınları, olmadık yerlere dikilen binaları, devasa maden ocaklarını, asbesti, altın iştahını, mezarlarından kepçelerle çıkarılması muhtemel bir zamanın insanlarını, hızı, kapitalizmi, yoksulluğu, tüketilen enerjinin vicdan azabını, ekofobiyi, havaya sızan partikül maddeleri izliyorsunuz.
Belgesel’de Ceren Moray’ın canlandırdığı iki karakter, günlük hayatta hemen hemen her insanın aklını kurcalayan “Acaba ne kadar karbon ayak izi bırakıyorum?”, “Dişlerimi fırçalarken musluğu kapatarak gezegeni kurtarabilir miyim?”, gibi sorular üzerinden bir tartışma başlatıyor.
Tam da bu noktada böylesine ağır bir yükü sırtlayan belgeselin arka planında neler yaşandığına, nasıl bir sorgulamanın söz konusu olduğuna ilişkin soru işaretleriyle dolup taşıyoruz. Yönetmen İlkay Nişancı ve Oyuncu Ceren Moray’a çekim sürecinde kendilerinin bizzat ne hissettiğini soruyoruz.
Yeşil Gazete’ye konuşan Yönetmen İlkay Nişancı, sekiz yıllık süreç içerisinde ziyaret ettikleri ekolojik çöküş noktalarından kendisini en çok Manisa’daki Deniş’in ve Erzincan’daki İliç’in şaşırttığını söylüyor. Aslında belgesel ekibinin programında olmayan Deniş, daha sonrasında duyum alınarak gidilen bir bölge. Nişancı, Deniş ve İliç’e ilişkin deneyimlerini şöyle aktarıyor:
‘Gerçekten yanına gittiğinizde çok küçük kalıyorsunuz’
“Duygusal olarak bizi en çok etkileyen yerlerden biri olarak aklıma Deniş geliyor. Oraya geldiğimizde kurtarıcı olarak görülmemiz bile bizi çok yordu. Psikolojik olarak bizi çok yıprattı. Bunun yabancılaşmasını bütün film boyunca yaşadığımız için… Buna tekinsizliğin estetiği diyebiliriz. O estetiği yakalamaya uğraşmak… Bir şey yapmaya çalışıyorsunuz ama bir yandan karşınızda bir durum var onu kayıt altına alıyorsunuz, onu estetik yapmaya çalışmanın çatışması, oradan size bir beklenti olması… İnsanları harekete geçirecek bir duygusal devinim yaratacak bir çalışma yapmaya çalışırken ister istemez böyle şeylerle karşılaşıyoruz.
Bir diğeri Erzincan, İliç. Tanık olduğumuzda da henüz o kadar Türkiye gündeminde değildi. Orası bizi korkuttu. İliç bizi gerçekten ürküttü. Çünkü birebir oradaki akşam olduktan sonraki havadaki değişime tanık olmaktan tutun, Fırat’ın yanında böyle bir atık barajını görmek bizi gerçekten ürküttü.
O kadar alan gezdik. Bu iki yer bizim için beklenmedikti. Bu kadarını da görmeyeceğimizi düşündüğümüz bir şeydi. Gerçekten ağzım açık kaldı benim. Gerçekten yanına gittiğinizde çok küçük kalıyorsunuz. O insana kendini çok küçük hissettiriyor.”
Filmde dezavantajlı kesim olarak kadınları, yaşlıları ve hayvanları görüyoruz. Yavru köpekler atık yığının içerisine sığınmış çevreye bakınıyor. Çöp istif alanında canlılığa dair hiçbir şey yok gibi duruyor. Ancak gözünüze ilişen her şey insanla, canlılıkla, tüketimle ve bunun denetlenmemiş olmasıyla ilgili.
Çöp alanından gökyüzünün maviliklerine dumanlar karışırken 2015’te yaşanan Hopa‘daki selde hayatını kaybeden dört yaşındaki çocuğu hatırlatıyor film.
‘Kendi şaşkınlığımı da kendi hipokrasimi de yaşadım’
Bir ses size o dönemde hükümete yakın gazetelerden belirtildiğinin aksine Hopa’nın yaralarının sarılmadığını söylüyor. “Neresini sardı onu çok merak ediyorum” diyor, Türkiye’nin dezavantajlı kesimlerinden birinde yer alan bir kadın. Tam da bu noktada Ceren Moray’ın bu belgeselin mikrofon uzattığı dezavantajlı kesimlerden vahşi madencilikle karşılaşmalara kadar kendisinde yarattığı etkiyi, deneyimini soruyoruz:
“Tamamen arkaya Ceren kişisini koydum.Çünkü tamamen bu dezavantajlı bireyler dediğimiz, toplumun herhangi bir yerinde hiçbir zaman hakları, onurları, yaşam alanları saygıdan ve tanınmaktan muzdarip olan kesimle zaten arkamda bir bilgiyle vardım orada. Ben de hayatın oralarında çok fazla bulundum. Dolayısıyla bütün bu bilgileri arkaya alarak bu süreci geçirdiğim yerden ne kadar şaşırdıysam onu da oynadığım, aslında dekadansını yaşayan Ceren kişisi olarak buraya koydum ve bu çalıştı.
İlkay’ın da tam olarak istediği şey buydu. Sette dehşete düştüğümüz şeyleri izleyip hemen çektik. Dolayısıyla da çok dürüst oldu. Kendi şaşkınlığımı da kendi hipokrasimi de yaşadım. Beyaz perdeden izlediğimiz şey benim de kendi hipokrasimdi aslına bakarsan. Grupsal bir şey var elbette ama yüzde 50’si de tamamen kendimin; atıyorum bulaşık makinesini yıkarken kendimce bir şey yaptığıma inandığım o gerçeklik, egzajere ediyorum ama hayat bizim için öyle. Satın almakla ilgilendiğimiz, kapitalizm dediğimiz şey tam olarak öyle bir şey. Benim için biraz arınma gibi de oldu. Ama şey gibi bir arınma değil; ‘abi çok iyi iş yaptım bundan sonra artık kaymağın üstündeki küçük şeyine bakarım’ gibi bir yerden değil.”
Belgeseli izlerken “hücum”, “kapitalizm”, “yağma”, “sanayileşme” gibi kelimeler adeta üzerinize hücum ediyor. Kuş bakışı üzerinden geçtiğiniz yıkımlara bakarken türlerin ne kadar sınırı olduğuna, yaşamı bahşeden doğayla insan arasındaki ilişkinin uzaklığına, üretimle bağın kopuşuna bir kez daha şahit oluyorsunuz.
Bir yandan değirmenlerin taşları dönüyor, bir yandan doğaya saplanıp kalmış bir bıçak gibi plastikler görünüyor. Çöp tarlalarında, ‘çöp şelalelerinde’ afetlere hazırlıklı olamayan, sosyoekonomik olarak dezavantajlı olan insanların yalnızlığa terk edilişi gözünüze çarpıyor.
Öte yandan da “Sen mi kurtaracaksın gezegeni” sorusu yankılanıyor. Sonu termik santral bacalarına çıkan yollardan gözden çıkarılmış bölgelere götürüyor belgesel. Edinilemeyen ticari bilgilere işaret ediyor. Manisa’nın Deniş köyünde şu soru yankılanıyor:
“Buna dayanılır mı canım, yazık değil mi bize?”
‘Ezberlerin hepsini tek kalemde hakikatle bozuyor’
Ceren Moray da filmin aslında konuşulamayanları tartıştığını belirtiyor:
“Ezberlerin hepsini tek kalemde hakikatle bozuyor. Bizi değiştirmeyecek; bizi değiştirmeyi tartıştıracak. Tam olarak yapacak şeyi bu. Belki de böyle başlayacak her şey. ‘Pazartesi günü diyete başlayalım‘ gibi bir şey yok dünyada. Bir şeye başlamayı tartışmamız gerekiyor önce. Bu da bize bunu tartıştıracak. O yüzden benim için çok kıymetli.
Çünkü atıl olan var. Erkek algısının bizi yönettiği bir dünyadan geçiyoruz. O elmayı sunanın, o elmayı ısıranın kim olduğunu tartıştığımız bir dünyadayız hala. O yüzden de aslında bizi bunu tartıştıran akıl yürütüyor. Dolayısıyla erk kişisi. O atıl olanı arkama aldığımda; Eren oluyor. Ben olmaya çalışan insan da Ceren oluyor. Ve onların çatışması çok iyi bir önerme oldu Persona o anlamda. Çalıştı da.”
‘Artık barajın suyu başka türlü akıyor’
Ek olarak belgesel birçok insan için ekolojik anksiyete uyandırabilecek bir ağırlığa da sahip. Ancak içerdiği öneriler ve uzman görüşleri tam bu noktada izleyicinin yardımına koşuyor. Ceren Moray son olarak belgesele ilişkin şunları aktarıyor:
“Bu çok tetikleyici bir iş. Biz çok fazla ezber duyuyoruz. Onu yerle yeksan ediyor. Bayağı tersyüz ettik. Dolayısıyla bu kapitalizmin bize öngördüğü ‘işte birine bir bağış yaparım sonra kendi hayatımı idame ettiririm’ gibi bir yanılgının içinden hakikati tartıştıyor -onur duyarız, evet çok kadim bir şey yaşadık- ama ‘vicdanın rahat bundan sonra önümüzdeki maçlara bakarız’ gibi bir şey yok. Bundan sonra hayatımız komple bambaşka bir yerden değişimi tartışmaya başlamış oldu. Şuan artık barajın suyu başka türlü akıyor.”
Yerelde iklim adaletinin en uzağında kalan insanlara söz veren belgeselin yönetmeni İlkay Nişancı, birçok noktaya giden belgeselde talep edilenin aslında bu sorunun ortaklığının görülmesi olduğunu şöyle aktarıyor:
“Bir şey elerken rahatsız oluyorsunuz tabi çünkü bir program yapmamız gerekiyor. Ama biz de şunu istedik: Bütün alanın ağlarını birlikte kurabilmek. Biz duygusal bir bütünlüğü, bütün her şeyin aslında birbiriyle ilişkili olduğunu göstermeye çalıştık; batıda, doğuda, güneyde ya da kuzeydeysen de kurtuluşun yok. ‘Bir arada olmak durumundasınız’ı görebilmek için bütün resmi olabildiğince, elimizden geldiğince çizmeye çalıştık.”
Aslında ekokırım yerlerinin isimlerini bile yazmayı düşünmediğini ancak daha sonrasında insanlar merak ettiği için bazı yer isimlerini eklediklerini söyleyen Nişancı, “Soyut o mekanlar hepimiz için. Herkes orası neresi diye merak ediyor. Ne önemi var? Orası Anadolu’da bir yer işte. Yanında olmadığı zaman ‘oh be evin yanında değilmiş’ mi diyeceksin? Oradaki her şeyin öyle belirli olduğunu, her birinin önemi olduğunu, karıncasından, hayvanlara, yaprağına, tozuna kadar bu ekosistemin hepimizi nasıl bir parça olduğunu, ekosistemin de ekonomi sistemi değil, ekoloji sistemi anlamına geldiğini anlatmaya çalıştık” diyor.
Öte yandan belgeselin çekim sürecinde 8600 KG CO2 gaz salınıyor. Ortaya çıkan eserin de bu zararın karşısında büyük bir ekoloji bilinci yerleştirmek adına çok fazla seyirciye ulaşması isteniyor. Nişancı bu konuya ilişkin de şunları paylaşıyor:
“Tabi çok kirlettik. Yola çıkarken ilk söylenilen şey, ‘Hiçbir yerin suyunu içmeyin’di. Özellikle gitmeden önce gerekli sağlık kontrollerinden geçtik. 14 bin kilometre yol yaptık. 50 güne yakın, kesintisiz alandaydık son blokta. Yoksa 2015’ten beri çekimler var ama son blok, büyük Anadolu turu, elli gün kadar… Arabayla karbon ayak izimiz var. Mataradan içsem bile, pet şişeden su içtim. Plastiklerimizi atmadık tabi. Kendi vücudumuza plastik aldık. Bir kere Munzur’da su içti ekip, iki kişi hastanelik oldu. Çünkü bünye alışık değil. Her gün yeni bir mekana gittiğiniz için böyle bir şey oluyor. Bunun da bir çözümü vardır da bizim bu ekibi kontrol edebilme anlamında bir çözüm yoktu.
Dinamik ve cesaretli bir ekibi olduğunu belirten Nişancı, maden alanlarında oldukça zorlu bir çekim süreci yaşandığını da aktardı.
Belgeselin sinema ya da festivallerde gösterime girmesi yerine dijital bir platformda yayına alınmasına ilişkin sorumuza ise Nişancı, 2014’te gösterime giren Kamilet filminden edindiği deneyim çerçevesinde festivallerde az insana ulaşılabildiğini gördüğünü söylüyor. Nişancı’nın belgeselinin dijital platformda yayınlanmasını da bu deneyim yönlendiriyor:
“Daha fazla kişiye nereden ulabilir diye dijital platformla görüştük. Blutv bizden bir şey bekliyordu zaten ama ben buna bu nedenle sıcak baktım. Çünkü burada aldığımız tepkiler birazcık duyulduğunda, bir festivalin ulaşabileceğinden çok daha fazla insana ulaşıyor. Eş zamanlı olarak zaten gösterimlerimizi de yapacağız. Ne kadar yayabilirsek… Her bölümün çalıştayını yapmak istiyoruz. Sadece bir bölüm özelinde, o bölümde konuşan hocalarla oturacağız, konuşacağız.”
Eko Eko Eko hakkında
Altı bölümlük belgeselde, mevcut ekonomik dünya düzeninin ekolojik olarak sürdürülebilir olup olmadığı ile ilgili sorular, konunun Türkiye’de en yetkin uzmanları tarafından yanıtlanıyor. Belgesel 8 yıllık bir araştırmanın ürünü. Alanında uzman 26 akademisyen, aktivist ve gazeteci, belgeselde hepimizin kafasındaki ekoloji çıkmazlarına yanıt arıyor.
Belgeselin çekimleri 2015 ile 2022 yılları arasında Türkiye’nin dört köşesinde, toplamda 10000’i aşkın kilometre yol kat edilerek tamamlandı.
Çekimlerde 6 Termik Santral, 4 Rüzgar Enerjisi Santrali, 5 Baraj Gölü, 4 dere tipi Hidroelektrik Santrali, 3 Güneş enerjisi santrali, 1 Jeotermal Elektrik Santrali ve 1 Nükleer Enerji Santrali gezildi.
Türkiye’nin en büyük Altın Madenleri ve Kömür Madenleri yerlerinde kayda alındı. Belgeselde, yerleşik hayatın başladığı yerlerden biri olan Aşıklı Höyük’ten, binlerce yıllık medeniyetin Ilıca Barajı nedeniyle taşındığı Hasankeyf’e, Dünya’nın insan eliyle yapılmış en eski su tünellerinden biri olan Titus Tünel’inden, Türkiye’nin nazar boncuğu diye anılan Meke Gölü’ne bir çok ekolojik alan belgelendi.
6 bölümlük belgesel toplamda 300 saat görüntü arasından hazırlandı.
Ekonomi-Ekoloji ilişkisini, insanlığın doğaya hükmettiği günden başlayıp sanayi devrimine ve günümüz neoliberal ekonomik düzenine kadar analiz eden ve ekolojik etkilerini irdeleyen
Belgeselin her bir bölümünde bir başka konu ele alınıyor, bir başka soru soruluyor.
Yönetmen İlkay Nişancı’nın yıllardır üstünde çalıştığı Eko Eko Eko belgeselde kendisine çoğunluğu öğrencilerinden oluşan 186 kişilik bir ekip eşlik etti.
Projenin danışman kadrosunda ise Prof. Dr. Fuat Ercan, Prof. Dr. Fikret Adaman, Prof. Dr. Doğanay Tolunay, Doç Dr. Oğuz Kurdoğlu, Doç. Dr. Sedat Gündoğdu, Dr. Gaye Yılmaz, Dr. Aslı Odman, Dr. Güneş Duru gibi akademisyenlerin yanı sıra ekoloji konusunda Türkiye’nin önde gelen isimlerinden Akgün İlhan, Bülent Şık, Fevzi Özlüer, Özgür Gürbüz,İbrahim Gündüz ve daha bir çok isim yer alıyor.
Belgesel için Türkay Nişancı tarafından 17 ayrı müzik parçası bestelendi.
Binlerce kilometre yol yapılarak 8600 KG CO2 gaz salındı, ekip 650 adet 50 cl’lik plastik pet şişe tüketti ve 450 gün süren post prodüksiyon aşamasında 7875 KW elektrik harcandı.
Belgesel, Türkçe ve İngilizce altyazılı seçenekleriyle 3 Şubat’ta Blutv’de başlıyor.
Foça Tarih ve Doğa Talanına Hayır Platformu, ilçede tarihi ve doğal sit alanına yapılmak istenen taş ocağına yönelik İzmir Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü önünde basın açıklaması yaparak, itiraz dilekçelerini müdürlüğe verdi.
Mezopotamya Ajansı‘nın aktardığına göre, “Doğa insansız yaşar, insan doğasız yaşayamaz” ve “Doğanın, tarihin talanına izin vermeyeceğiz” pankartlarının açıldığı açıklamada “Taş ocağı istemiyoruz”, “Tarihi hor gören geleceği zor görür”, “Kültür mirasımızı savunuyoruz”, “Zeytini bitirince taş yirsiniz garı” ve “Tarihin üzerine taş ocağı istemiyoruz” dövizleri taşındı.
Açıklamada sık sık “Direne direne kazanacağız”, “Doğaya talana izin vermeyeceğiz” ve “Toprağıma, taşıma, zeytinime dokunma” sloganları atıldı.
Açıklamaya Foça Belediye Başkanı Fatih Gürbüz‘ün yanı sıra kentte bulunan ekoloji örgütleri, kent konseyleri, siyasi parti, sendika temsilcileri ve çok sayıda yurttaş katıldı.
Açıklamayı yapan platform üyesi Ruken Aslan Taş, ocağı yapılmak istenen yerin hemen yanı başında dünya mirası 2500 yıllık Pers Mezar Anıtı, zeytinlik alanlar bulunduğunu vurguladı. Aslan, şunları aktardı:
Yılda 25 bin ton tüf taşı çıkarılması hedeflenen ve bu hıza göre de kapasitesinin 610 yıl olarak hesaplandığı bir alan için Maraş Ticaret Borsası Başkanı Mustafa Narlı’ya Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü tarafından, 10 yıl süre ile II-B grubu İşletme Ruhsatı verildiği; Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından da ÇED süreci başlatıldığı ilan edildi. Proje alanı İzmir–ManisaPlanlamaBölgesi 1/100.000 Ölçekli Çevre Düzeni Planı Haritasına göre ‘Orman Alanı ve Tarım Arazisi’ sınırları içerisindedir. Bu proje Orman Alanı ve Tarım Arazisi olarak kullanılan ve planlanan alanın Maden Faaliyetine konu edilmesi planlama ve yer seçim ilkelerine aykırıdır.
Değerlendirme yapılmadı
Proje için Planlama ve Yer Seçim İlkeleri, halk ve canlı sağlığı, kapasite sorunu, kültürel varlıklara etkisi ve tarım alanlarına etkisi bakımından değerlendirilme yapılmadığını aktaran Aslan, bölgeye taş ocağı açılması durumunda ekokırım meydana geleceğini, doğal unsurların hem insan hem de diğer canlıları olumsuz etkileyecek şekilde etkileneceğine dikkat çekti.
Buraya taş ocağı açarsanız önce toprakla birlikte orman ve bitki örtüsü ortadan kalkacak. Doğamızın dış görünüşü bozulacak, erozyon hızlanacak, tarım alanları zarar görecek. Yer altı su sistemimiz bozulacak, çökmeler olacak. Yaydığı toz ve gürültü çevrede halk sağlığını ve canlı yaşamını olumsuz etkileyecek. Gürültü ve görüntü kirliliğine neden olacak, çamur atıkları çevreyi kirletecek. En sonunda geriye tehlike yaratan falezli, dev su dolu çukurlar kalacak ve geriye telafisi mümkün olmayan doğa tahribatı torunlarımıza miras kalacak.
İtiraz edildi
Bölgeye verilecek ruhsatı tanımadıklarını ve ısrar edilirse iptal davası açacaklarını dile getiren Aslan, “ÇED Olumlu Kararı çıkması halinde idari dava ile iptal davası açacağız. ÇED hazırlama sürecinde, yürürlükte olan plan kararları dikkate alınmamıştır. Çevre Düzeni Plan notlarında yer alan, yer seçim kararları ilgili yasa ve yönetmeliklere bilimsel çalışmalara ve uzman görüşlerine uygun olmadığı için itiraz ediyoruz” dedi.
Proje alanının Gediz Havzası Drenaj Alanı içerisinde yer aldığını ifade eden Aslan, “Dere ve mevsimsel akış gösteren dereler bulunduğundan Su Kirliliği Yönetmeliği kapsamında değerlendirme yapılmaması yasa ve yönetmelik açısından açık aykırılık içerdiği için itiraz ediyoruz” diye konuştu.
Kapitalizmin daha çok kar ve rant hırsıyla canlı yaşamı ve ekosistemi tehdit etmesine; doğanın ve tarihin bu kadar cömert davrandığı bir coğrafyaya bu kadar pervasızca saldırılmasına, talan edilmesine geçit vermeyeceğiz.
Belediye izin vermeyecek
Ardından söz alan Foça Belediye Başkanı Fatih Gürbüz ise önlerine böyle bir dosya gelmesi durumunda işletme ruhsatı vermeyeceklerini ve doğalarını koruyacaklarını söyledi.
Açıklamanın ardından toplanan itiraz dilekçeleri, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’ne teslim edildi.
Mardin’de 28 Mayıs 2022 tarihinde 10 yaşındaki çocuğa tecavüz eden Mehmet Şirin A.‘nın tutuklu yargılandığı davanın üçüncü duruşması görüldü.
Mardin 4’üncü Ağır Ceza Mahkemesindeki duruşmada sanık Mehmet Şirin A. hazır edildi. Mağdur çocuğun avukatları ile sanık avukatı da duruşmada hazır bulunurken, mağdur çocuğun ailesi de duruşmayı izledi.
Duruşmada Mardin Barosu Çocuk Hakları Komisyonu ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı avukatları da hazır bulundu.
Mezopotamya Ajansı‘nın aktardığına göre; kimlik tespitinin ardından başlayan duruşmada, savcılık sanık hakkındaki mütalaasını tekrar ederek, sanığın üzerine atılı suçtan cezalandırılmasını istedi.
Duruşmaya verilen aranın ardından mahkeme, sanığa “nitelikli cinsel istismar” suçunu cebir kullanarak işlediği gerekçesiyle indirim yapmadan 27 yıl hapis cezası verilmesine karar verdi.
Avukat Leyla Sarohan, mütalaa yönünde ceza verilmesini isteyerek, dosya kapsamındaki raporlarla sanığın suçunun sabit olduğunu belirtti.
Sanığın aynı zamanda mağdura cebir ve şiddet uygulayarak, “nitelikli cinsel istismar” suçunu işlediğini kaydeden Sarohan, verilecek cezanın yarı oranında artırılması gerektiğini kaydetti.
Sanığın savunmasının dikkate alınmaması gerektiğini ifade eden Sarohan, sanığın 12 yaşından küçük çocuğa dönük “cinsel istismar” suçunu işlediği gerekçesiyle indirim yapılmadan üst sınırdan cezalandırılmasını istediklerini söyledi.
Avukat Civan Ortaç, sanığın işlediği suçun unsurlarının açık olduğunu belirterek, cebir kullandığından cezanın yarı oranında artırılması, aynı zamanda sanığın “Kişiyi hürriyetinden yoksun kılma” suçundan da cezalandırılması gerektiğini kaydetti.
Sanık savunması: Devlete ve millete karşı suçum olmadı
Mehmet Şirin A., suçlamayı kabul etmediğini belirterek, üzerine atılı suçu işlemediğini savundu. Mehmet Şirin A., “Devletime ve milletime karşı hiç bir suçum olmadı” savunması yapması da dikkat çekti.
Sanık avukatı da suçlamaları reddederek, raporlarda cinsel istismar bulgusu olmadığını savundu.
Neler yaşandı?
28 Mayıs 2022’de ağabeyi ile hayvanları otlatmaya giden 10 yaşındaki kız çocuğu, kendileri gibi hayvan otlatmaya giden Mehmet Şirin A.’nın kız çocuğunun ağabeyini uzak bir yere göndermesinin ardından tecavüzüne uğramıştı.
Çocuk yaşananları eve gelince ninesine anlatmış ve ninesi, çocuğun yaşadıklarını aileye aktarmasının ardından Mehmet Şirin A. hakkında şikayetçi olmuştu.
Dosya kapsamında tutuklanarak Mardin E Tipi Kapalı Cezaevi‘ne konulan Mehmet Şirin A., ifadesinde tecavüzü inkar etmişti. Şirin A. aileleri arasında “husumet olduğu” ve bu nedenle kendisine “iftira atıldığı” iddiasında bulunmuştu.
Ancak kız çocuğunun elbiseleri üzerinde yapılan incelemeler ve DNA örneklerinin karşılaştırılması sonucu kız çocuğunun elbiseleri üzerindeki DNA örnekleriyle Mehmet Şirin A.’nın DNA’sı uyuşmuştu. Sarohan, ortaya çıkan delillerin sanığın suçu işlediğine dönük kesin kanıtlar olduğunu dile getirmişti
Ailenin desteğe ihtiyacı olduğunu kaydeden Sarohan, ailenin şikayetini geri çekmesi yönünde sürekli baskı altına alınmak istendiğini belirtmişti.
Samsun‘un Bafra, 19 Mayıs ve Alaçam ilçeleri sınırlarında bulunan, Kızılırmak‘ın Karadeniz‘e döküldüğü alanın da içinde yer aldığı 56 bin hektar genişliğindeki Kızılırmak Deltası, Türkiye‘nin önemli sulak alanlarının başında geliyor.
UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi‘nde yer alan ve 364 kuş türüne ev sahipliği yapan, yaklaşık 140 kuş türünün ürediği Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti, göç sırasında Karadeniz’i doğrudan aşan kuş türleri için hayati öneme sahip olmasıyla öne çıkıyor.
Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Ornitoloji Araştırma Merkezi’nde görevli Doç. Dr. Kiraz Erciyas Yavuz, 2002 yılından beri deltadaki yaban hayatı geliştirme sahasında Cernek Gölü kıyısında araştırma yürüttüklerini söyledi.
Türkiye’nin Karadeniz kıyısındaki en büyük deltası olan Kızılırmak Deltası’nda halkalama çalışmalarıyla kuşların yaşam döngüleri, göç dinamikleri, konaklama süreleri, göç stratejileri gibi bilgilere ulaşmayı amaçladıklarını anlatan Yavuz, deltanın yıl boyunca farklı kuş türlerine ev sahipliği yaptığını belirtti.
Kuşların göç yolları, konaklama zamanları ve Türkiye’nin kuş envanterinin belirlenmesinde geniş bir veri tabanı sağladıklarını vurgulayan Yavuz, mevsimlerin kayması nedeniyle kuş varlığının da değişmeye başladığını dile getirdi.
Küresel iklim değişikliği nedeniyle bitkilerin çiçeklenme, böceklerin ortaya çıkma döneminin değiştiğini aktaran Yavuz, “Bunların hepsi kuşların belirli bir alanda bulunma nedeninin değişmesine sebep oluyor. Habitatı, besin bulabilirliği, üreme takvimi değişiyor. Bütün bunlara bağlı olarak kuşların göç takviminde değişiklik gözleniyor, üremesi gecikebiliyor ya da daha erken olabiliyor, göç sırasında toplu ölümler olabiliyor” dedi.
Kızılırmak Deltası, kara leyleğin nadir kışlama alanlarından oldu
Yavuz, kuşların göç takvimi ve stratejilerini değiştirdiğine işaret ederek, şunları söyledi:
Kızılırmak Deltası’nda 20 yıl önce olmayan kuş türlerinin artık kışı burada geçirmeye başladıklarını görüyoruz. Kara leylek bunlardan biri. Şu anda burada 50 civarında kara leylek var. Artık kara leyleğin ülkemizde nadir kışladığı alanlardan biri burası. Diğer leyleklerden de bu dönemde deltada olmaması gerekirken görülebiliyor. Sonbaharda göçün eylül sonu gibi bitmesini bekleriz ama şartlar elverişli olduğu için sarktığı oluyor.
Bazı kamışçıl türlerin ilkbaharda daha geç geldiğini gözlemleyen Yavuz, deltada 70 kadar gece balıkçılı, çok sayıda karabaş ötleğen bulunduğunu açıkladı. “Kamışçıl mukallit, küçük sinekkapan gibi göçü çok erken bitiren türlerin neredeyse kasımın ilk haftasına kadar göçlerini devam ettirdiğini görüyoruz. Bunların hepsi mevsimlerin kaymalarından ileri geliyor” dedi.
“Ani sıcaklık düşüşü nedeniyle göç eden 10 bin kırlangıç Kızılırmak Deltası’nda telef oldu”
Mevsimsel iklim değişikliği nedeniyle ani hava olayları da meydana gelebildiğine, beklenmedik bir anda havanın yüksek oranda soğuyabildiğine dikkati çeken Yavuz, şunları aktardı:
Geçen yıl 7 Mayıs’ta bunun nasıl bir olay olduğunu gördük. Hava sıcaklıkları çok hızlı şekilde gece düştü, yağışlar başladı. Ani sıcaklık düşüşü nedeniyle göç eden 10 bin kırlangıcın Kızılırmak Deltası’nda telef olduğunu söyleyebilirim. Halkaladığımız ve ertesi gün ölü bulduğumuz hayvanlarda bir gecede 3-4 gram ağırlık düşüşü yaşanmış. Dolayısıyla hipotermiden ölmüşler. Böyle toplu ölümleri çok daha sık göreceğiz.
Artık bölgede pek kaz göremediklerini, kuğuların sayısının da azaldığının altını çizen Yavuz, “Özellikle kuzeyde üreyen ve kışı daha ılıman yerlerde geçirmek için güneye inen hayvanların inme nedenleri, yukarıdaki su yüzeylerinin donmuş olması. Su yüzeyleri donmadığı, yeterince soğuk olmadığı için güneye inme ihtiyacı duymuyorlar” dedi.
Yavuz, Türkiye genelindeki kuş türlerinin yüzde 70’ini de Kızılırmak Deltası’nda tespit ettiklerini anlatarak, “Bir mevsimde 7-8 milyon kuş delta üzerinden geçiyor ancak son yıllarda hızlı şekilde popülasyonda azalma var” diye ekledi.
Tüm dünyada sulak alanların önemi ve korunmasına yönelik bir farkındalık yaratmak amacıyla her yıl 2 Şubat’ta kutlanan Dünya Sulak Alanlar Günü bu sene “Sulak Alanları Onarma Zamanı” temasıyla ele alınıyor.
1997’den bu yana kutlanan Dünya Sulak Alanlar Günü’nde bilim insanları son 50 yılda tüm dünyadaki sulak alanların en az yüzde 35’ini kaybettiğimizin altını çiziyor.
Türkiye, sulak alanların korunmasını amaçlayan uluslararası bir sözleşme olan Ramsar Sözleşmesi’ne 1994 yılında imza attı ve Akyatan Gölü, Burdur Gölü, Gediz Deltası, Göksu Deltası, Kızılırmak Deltası, Kızören Obruğu, Kuyucuk Gölü, Manyas (Kuş) Gölü, Meke Maarı, Nemrut Gölü, Seyfe Gölü, Sultansazlığı, UluabatGölü, YumurtalıkLagünü’nü Ramsar Alanı olarak tescil ederek ulusal sınırları içindeki bu sulak alanları korumayı ve akıllı kullanımını sağlamayı uluslararası düzeyde taahhüt etti.
Fotoğraf: DHA
Fakat uzmanlar Türkiye’de son 60 yılda 260’tan fazla gölün, derenin, sulak alanın işlevsiz hale geldiğini ya da kuruduğunu, ayrıca 2023 yılı ocak ayı itibariyle sulak alanlarımızdaki su kayıplarının ortalamasının yüzde 75’in üzerinde olduğunu belirtiyor.
Sulak alanlar, dünyadaki hayvanların yüzde 10’undan fazlasının evi
Küresel ısınma ve diğer uzun vadeli iklim değişikliği eğilimlerinin de devam edeceğine değinen ve yaşanan kuraklık nedeniyle üç aylık yağışlarda Türkiye’deki tüm bölgelerin normallerinin altında yağış aldığına değinen Doğa Derneği, etkili olan kuraklığın sulak alanları da etkilediğini de belirtti.
Suyun, tüm canlılar için ulaşılabilir temel bir hak olarak planlanması gerektiğinin altını çizen dernek, şunları kaydetti:
Sulak alanların yok oluşunda tek etken dünya genelinde devam eden kuraklık değil. Tarımsal sulama ve temiz su kaynaklarının sanayi ve madenlerde kullanılması ciddi bir problem. Türkiye’de su kullanımının yaklaşık yüzde 73’ü sulamada kullanılıyor.
Yanlış su politikalarının bir sonucu olarak sulu tarım uygulamaları devam ediyor.
Sulak alanlarla birlikte yüksek biyolojik çeşitliliğin de yok edildiğini aktaran dernek, hem Anadolu hem de dünya için öneme sahip sulak alanların var olma hakkının Anayasal güvence altına alınması gerektiğini ifade etti.
2022'de ortalama küresel sıcaklığın, sanayi devri öncesine göre yaklaşık 1,15°C üzerinde olduğunu açıklayan Dünya Meteoroloji Örgütü, küresel ısınma ve diğer uzun vadeli iklim değişikliği eğilimlerinin de devam edeceğini aktarıyor. ⬇️ pic.twitter.com/577TFIlp2k
Sulak alanların alarm verdiğini vurgulayan WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı), 1970-2018 yılları arasında dünya geneli yaban hayatı popülasyonlarında ortalama yüzde 69’lik bir düşüş yaşandığını, ancak en büyük azalmanın yüzde 83 ile sulak alan türlerinde meydana geldiğini belirtti.
Dünyanın yüzde altısını kapsayan sulak alanların dünyadaki bilinen hayvan türlerinin yüzde 10’undan fazlasına ve tüm balıkların yüzde 50’sine ev sahipliği yaptığını kaydetti.
TEMA Vakfı, sulak alanların, yeryüzünün en zengin biyolojik çeşitliliğine sahip ekosistemleri olduğunu hatırlatarak, biyoçeşitliliğin yaşamı mümkün kılan bir unsur olduğunu belirtti.
Vakıf, sulak alanlardaki kültürel ve biyolojik zenginliğimize sahip çıkma çağrısında bulundu.
Sulak alanlar, yeryüzünün en zengin biyolojik çeşitliliğine sahip ekosistemleridir ve yaşamı mümkün kılan şey de biyoçeşitliliktir. Herkesi sulak alanlardaki kültürel ve biyolojik zenginliğimize sahip çıkmaya çağırıyoruz. #DünyaSulakAlanlarGünüpic.twitter.com/3kMtLgPpLh
‘Sulak alanlar, iklim kriziyle mücadelede önemli bir müttefik’
WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) Genel Müdürü Aslı Pasinli, sulak alanların; nehirler, göller, bataklıklar, sulak çayırlar, sazlıklar, turbalıklar, taşkın düzlükleri, tuzlalar, deniz çayırı yatakları, mangrovlar, mercanlar, gelgit anında altı metreden derin olmayan deniz kıyısı gibi geniş bir yelpazeyi içerdiğini söyledi.
Küresel iklim değişikliğiyle artan aşırı hava olaylarını önlemede kıyı sulak alanların kritik öneme sahip olduğunu vurgulayan Pasinli, “Dünya yüzeyinin yaklaşık yüzde altısını kaplayan sulak alanlar dünyadaki karbonun yüzde 14,5’ini tutmaları sayesinde iklim krizine karşı en değerli müttefiklerimizden.” görüşünü paylaştı.
Pasinli, sulak alanların iklim kriziyle mücadeledeki rolüne ilişkin şunları söyledi:
“Uzun kuraklıkların ardından bir yıllık yağışın birkaç günde yağdığına tanık oluyoruz. Sulak alanlar bu tür aşırı iklim olaylarını dengelemek, aşırı yağışları depolamak açısından çok önemli. Bir nevi sünger işlevi görerek taşkınların, sellerin önüne geçiyor. Ayrıca sulak alanların sürdürülebilir balıkçılık ve turizm olanakları ile yerel ekonomiye katkı sağladıklarını da unutmamalıyız. Sulak alanların bu işlev ve katkıları, uzmanlar tarafından ‘sulak alanların ekosistem hizmetleri’ olarak tanımlanıyor.”
En hızlı ekosistem kaybı sulak alanlarda yaşanıyor
Sulak alan sistemlerinin hem tatlı su kaynakları hem de biyoçeşitlilik açısından öneminin altını çizen Pasinli, bu alanların tüm dünyada bilinen hayvan türlerinin yüzde 10’undan fazlasına ve tüm balık türlerinin yüzde 50’sine ev sahipliği yaptığını, aynı zamanda tatlı su deposu ve karbon yutağı işlevi gördüğünü, özellikle turbalık ve ormanlık sulak alanların karbon emicileri olarak çok büyük öneme sahip olduğunu kaydetti.
Yeryüzünde en hızlı kaybın yaşandığı ekosistemlerin sulak alanlar olduğunu ve bu kayıp nedeniyle su kaynaklarının kalitesinde düşüşler yaşandığını bildiren Pasinli, “WWF’in Yaşayan Gezegen Raporu‘na göre, 1970-2018 yılları arasında dünya genelinde izlenen yaban hayatı popülasyonlarında ortalama yüzde 69’luk bir düşüş yaşanırken, en büyük azalma yüzde 83 ile sulak alan türlerinde meydana geldi.” diye konuştu.
Türkiye’de kirlilikten etkilenen başlıca sulak alanların Büyük Menderes Nehri, Eğirdir Gölü, Bafa Gölü, Tuz Gölü, Gediz Deltası, Uluabat Gölü, Beyşehir Gölü, Eber Gölü, Burdur Gölü ve Göksu Deltası olduğunu ifade eden Pasinli, Ergene, Büyük Menderes, Marmara gibi sanayinin yoğun olduğu nehir havzalarında da sanayi üretiminden kaynaklı kirliliğin önlenmesi için en kısa sürede harekete geçilmesi gerektiğini dile getirdi.
Türkiye’de tatlı suyun yüzde 73’ü tarımda kullanılıyor. Sulama yöntemlerinin damla sulama gibi su tasarruflu yöntemlere geçmesi, sulak alanların ekosistem hizmetlerini korumaya katkı sağlayacağı gibi, çiftçiler için de iklim değişikliğinin özellikle kuraklık gibi etkilerine karşı bir nevi sigorta hizmeti görecek. Doğada suyun doğduğu ve geçtiği doğal alanları koruyarak, tarımda salma sulamanın neden olduğu kayıpların önüne geçilerek ve modern sulamaya geçiş için gerekli altyapı oluşturularak, sanayide suyu kirletmeden verimli kullanarak, denetimlerde sıfır tolerans yaklaşımını benimseyerek, kentlerde dağıtım kayıplarını ve kaçakları önleyerek, evlerde tüketim alışkanlıklarımızı değiştirerek suyumuza sahip çıkmak mümkün. Susuzluk bireyler, iş dünyası ve karar vericiler için ortak bir risk. Su biterse herkes susar.
‘Tuz Gölü can çekişiyor’
Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nilgül Karadeniz, 2050’ye kadar Akdeniz Havzası’ndaki deniz seviyesinin 9,8 ila 25,6 santimetre yükselebileceğine dair tahminler bulunduğuna, tuzlu deniz suyunun kıyı sulak alanlarıyla karışmasının sulak alanların kalitesini tamamen değiştireceğine ve bu alanlara bağlı yaşayan tüm canlıların olumsuz etkileneceğine dikkati çekti.
Ramsar Sözleşmesi ile oluşturulan sekreteryanın 2018 yılında yayımladığı bir rapora atıfta bulunan Karadeniz, yapılaşma, kirlilik, kuruma, aşırı kullanım gibi faktörlerin sulak alanlar üzerindeki etkisine ilişkin şu bilgileri aktardı:
“(Raporda) Son 300 yılda, dünyadaki sulak alanların yüzde 87’sinin ve 1970 yılından bu yana da yüzde 35’inin yok olduğu belirtiliyor. Türkiye’de ise 1960’lardan bu yana sulak alanların yarısı nicelik ve kalite açısından sağlıklı yapılarını kaybetmiş durumda. Bir başka deyişle 3 Van Gölü büyüklüğünde sulak alan, ekolojik işlevini yitirmiş.”
Karadeniz, iki farklı jeolojik dönemdeki volkanik patlamaların etkisiyle oluşan Meke Gölü’nün tamamen kuruduğunu, Tuz Gölü’nün de kritik durumda olan bir başka sulak alan olduğunu işaret ederek “Yeraltı sularının ve gölü besleyen yüzey sularının tarımsal amaçlarla, akıl dışı bir şekilde kullanılması sonucu Tuz Gölü can çekişiyor.” dedi.
Tüm doğal sistemlerde olduğu gibi sulak alan ekosistemlerinde de doğal süreçler bozulduğunda aynı sistemi tekrar oluşturmanın mümkün olmadığını ifade eden Karadeniz, bozulan ekosistemlerde sulak alan restorasyonu gibi faaliyetlerin gerçekleştirilebildiğini fakat önemli olanın sulak alanların doğal süreçlerinin korunması olduğunu kaydetti.
500 bin imza toplandı
Change.org Türkiye de Sulak Alanlar Günü dolayısıyla Türkiye’de yaşanan kuraklık tehlikesi ve sulak alan kaybının, iklim krizinin de etkisiyle giderek büyüdüğünü aktardı. “Sulak alanların korunması için bir an önce harekete geçilmeli” diyen platform, bu alanların korunmasına yönelik kampanyaları bir araya getirdi.
Türkiye’de 26 yıldır kutlanan bu günde, Change.org/SulakAlanlar adresinde sulak alanların korumasına yönelik kampanyalar yürüten bireyler ve kurumlar, Türkiye’deki kuraklık tehlikesine ve sulak alan kaybına dikkat çekti. Sulak alan kampanyalarına bugüne kadar yaklaşık 500 bin imza atıldı.
‘İçme-Kullanma Suyunun ve Nemin Kaynağı, İklimin Düzenleyicisi ve Sigortası’
Türkiye Tabiatını Koruma Derneği (TTKD) Bilim Danışmanı Hidrobiyolog Dr. Erol Kesici, sulak alanlarına önemine dair şu açıklamada bulundu:
“Sulak alanlar, bulundukları ortamda bir sünger gibi suyu emerek toplama özellikleri, yer altı suyunu beslemeleri ve yüzey akışa geçen suyun hızını azaltma özellikleri ile sel taşkınlarını ciddi ölçüde azaltırlar. Yine baraj ve gölet gibi suni sulak alanlar afet riskini azaltmanın yanı sıra özellikle kış aylarında olmak üzere su kuşları için önemli bir beslenme, konaklama ve üreme alanlarıdır.
Sulak alanların, yağmur ormanlarından sonra biyolojik olarak en üretken ekosistemler olduğunu kaydeden Kesici, bu ekosistemlerin gerek ekolojik dengenin sağlanmasında, gerekse biyolojik çeşitliliğin korunmasında büyük önem taşımalarının yanı sıra yöre ve ülke ekonomisine çok büyük katkıları da bulunduğunu belirtti.
Eşine az rastlanır veya sıra dışı biyo-coğrafi bölgedeki sulak alanlara ait nadirlik ve tipiklik bakımından özgül bir örnek oluşturması ve kayda değer miktarda az rastlanan, sadece oraya özgü endemik ve yaşamları tehlikeye düşen veya tehlike altında olan bitki-hayvan türlerinin ortamı olmasının yanı sıra canlı toplulukları bakımından özgül bir değere sahipse, uluslararası sulak alan kabul edilmektedir. Sulak alanlar, içme-kullanma suyunun, nemin kaynağı, iklimin düzenleyicisi ve sigortasıdır.
Kuraklık afet planı oluşturulmalı
Türkiye’de kuraklıkla ilgili afet yönetim planı yapılsın talebiyle imza kampanyası yürüten Can Suyumuz ekibi, “Bugün 2 Şubat Dünya Sulak Alanlar Günü. Peki sulak alanlarımız ne kadar önemsiyor ve koruyoruz? Ülkemiz kuraklığın etkisinin çokça görüldüğü ve her geçen gün bu etkinin altına girdiği bir ülke. Sulak alanlarımız, temiz su alanlarımız, göllerimiz kuraklık tehdidiyle karşı karşıya” diye uyardı.
Karadeniz bölgesinde bu amaç doğrultusunda bir imza kampanyası başlattıklarını aktaran ekip, “Bölgemiz sulak bir alan olarak görülse de yaşanan iklim değişikliği nedeniyle kuraklık riski burada da mevcut” dedi. “Biz de bu bilinci oluşturmak amacıyla Can Suyumuz ekibi olarak Türkiye’de kuraklığa kırmızı alarm veriyoruz. Bu amaç doğrultusunda da isteğimiz kuraklık ile ilgili afet planı oluşturulması. Bu afet planı sayesinde kuraklığın etkileri azaltılarak sulak alanlarımız korunacaktır.”
Van Çevre Derneği (Van Çevder) Başkanı Ali Kalçık, “Van Gölü havzası gibi çok önemli sulak alanların olması doğanın bize büyük armağanıdır. Hem oksijen deposu, hem binlerce canlının yaşam ve üreme alanı ve de en önemlisi doğal arıtmalardır” diyerek Van’da ormanların yetersizliği nedeniyle kişi başına düşen yeşil alanların bir metrenin altında olduğuna dikkati çekti.
Yol yapımları, dolgu imara açılmış, tarımsal amaçla dönüştürülmüş alanlar… Bu gibi yanlış uygulamalar sonucu bu değerimiz bitme noktasına geldi. Zaten sulak alanlar küresel ısınma kaynaklı büyük ölçüde kurudu.
Kalçık, bu nedenle Van Çevder olarak yürüttükleri kampanya ile Van Gölü’nün özel çevre koruma bölgesi ilan edilmesini ve iklim uyum planı yapılmasını talep ettiklerini iletti.
‘Bizden yüce ve kadim sistemleri yok ediyoruz’
Başlattığı kampanya ile Tuz Gölü’nü kurtarmak için eylem planı yapılmasını talep eden Deniz Yazıcı ise Dünya Sulak Alanlar Günü’ne ilişkin açıklamasında “Dünyamız şu anda üç boyutlu bir gezegensel kriz içerisinde: iklim değişikliği, biyoçeşitlilik kaybı ve kirlilik. Sulak alanları restore etmek ve korumak bu sorunların hepsine birer çözüm sunuyor. Doğa harikası olan bu yapılar 10 santigrat dereceye kadar yerel havayı soğutabiliyor, bir sürü farklı aileden canlıya ev sahipliği yapabiliyor ve doğal bir su filtreleme sistemi olarak çalışıyorlar” diye aktardı.
Günümüzde bir sürü sulak alan “ıslah” ediliyor, kurutuluyor ve yok ediliyor; sonucunda nehirlerimiz ve göllerimiz kirleniyor, tarım arazilerimiz kuruyor, bu yapılara bağlı yaşayan canlılar yavaş yavaş yok oluyor… Peki bizim kazancımız ne? Eşmekaya Sazlığı ve Tuz Gölü’nden de görülebileceği üzere bizim kazancımız kurak tarım alanları, harap olan ekmek tekneleri, yok olan milli değerler… Bizden yüce ve kadim sistemleri yok ediyoruz, yaratanın sessiz kullarına saldırıyoruz ve bize bahşedilmiş bu cenneti katlediyoruz.
Yazıcı, iyilik ve güzellik için de çalışmak isteyen insanları bu Sulak Alanlar gününde doğayla barışık bir hayatı hayal etmeye ve bu yıl doğanın sesi olmaya çağırdı.