Ana Sayfa Blog Sayfa 607

Çavuşoğlu: Konsoloslukların kapatılması maksatlı

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile Arjantin Dışişleri, Uluslararası Ticaret ve İnanç Bakanı Santiago Cafiero, bugün Dışişleri Bakanlığı‘nın İstanbul Temsilciliği‘nde bir araya geldi. İki bakan, görüşmenin ardından düzenlenen ortak basın toplantısında konuştu.

Son dönemde bazı ülkelerin Türkiye‘deki büyükelçilik ve başkonsolosluklarını “güvenlik gerekçesiyle” kapatma kararına değinen Çavuşoğlu, bu durumun maksatlı olduğunu düşündüğünü söyledi.

Çavuşoğlu, bazı Batılı ülkelerin diplomatik temsilciliklerini ve konsolosluklarını “bir terör tehdidi” iddiasıyla büyükelçilikleri, konsolosluk birimleri dahil tüm hizmetleri durdurduğunu, hatta kapattıklarını söyledi.

“Terör tehdidi varsa, müttefiksek, bu tehdidin nereden kaynaklandığını bize bildirmeleri gerekmez mi?” sorusunu yönelten Çavuşoğlu, “Somut bilgiler var, tehdit var, kapatıyoruz diyorlar. Peki, kimden geldi, nerede, kim yapacak? O konularda bilgi yok” dedi.

Bizim de adımlarımız olacak

Atılacak doğru adımın bu tür bilgilerin Türkiye yetkililerine aktarılması olacağını, tehditlerin saldırıya dönüşmeden önce bertaraf edilmesi gerektiğini aktaran Çavuşoğlu, “İçişleri Bakanlığımıza, istihbaratımıza soruyoruz, somut bilgi paylaşımı yok. Siz kapattınız da, bu saldırıya dönüştüğünde ne olacak, sadece kendinizi mi düşünüyorsunuz?” diye konuştu.

Sürecin bu şekilde devam etmesi durumunda bakanlığın da atacağı adımlar olduğunu kaydeden Çavuşoğlu, şunları söyledi:

Bu kapatmaların maksatlı olduğunu düşünüyoruz. Elçileri bakanlığa çağırarak bunu söyledik. Bazı bakanlarla da görüştük. Elçilikleri, konsoloslukları kapatırken bizimle detayları paylaşmadan bu adımları atmaları maksatlı. Türkiye’de terör tehdidi var imajı vermek istiyorlarsa, bu dostluğa da sığmaz, müttefikliğe de sığmaz.

Büyükelçilik ve konsolosluklarının kapatılmasının ardında AKP ve Cumhurbaşkanlığı iktidarını zor duruma düşürme amacının olabileceği yorumunda bulunan Çavuşoğlu, “Bunun da faydası yok. Büyükelçilerine verdiğimiz mesaj da budur” dedi. “Bazı ülkelerin kapatma eylemine siz de katılın dediğini de biliyoruz. Bundan sonra somut belge paylaşmadan bu yöntemlere giderlerse bizim de atacağımız adımlar olacaktır, bu mesajı da kendilerine verdik.”

AFAD, Düzce depremine hazırlıksız yakalandı

Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) 23 Kasım 2022’de meydana gelen Düzce depremine ilişkin hazırladığı Etki Analizi Raporu‘yla, sağlıklı bir kriz yönetim yapamadığını açıkladı.

Raporda, 7,2 büyüklüğünde bir deprem senaryosuna göre kurgulanan Türkiye Afet Müdahale Planı’nın, 5,9 büyüklüğündeki depremde dahi uygulanamadığı belirtildi.

Üç öğün yemeği dağıtamadığını ve çadır konusunda büyük sıkıntılar yaşandığını itiraf eden AFAD, bu çabalarında depremzedelerin suistimalinin söz konusu olduğunu belirtti.

Düzce’nin Gölyaka ilçesinde 23 Kasım 2022’de, 5,9 büyüklüğünde deprem meydana geldi. AFAD’ın analiz raporuna göre can kaybı yaşanmayan depremde, Düzce’de 39, İstanbul‘da iki, Bolu‘da 15, Zonguldak‘ta 10, Sakarya‘da 26 ve Bursa‘da dört kişi olmak üzere toplam 96 kişi yaralandı.

29 ağır hasarlı, yedi orta, 43 acil yıkılacak, 19 yıkık ve altı bin 126 bina az hasarlı olarak tespit edildi ve 10 Aralık’ta 367 binanın yıkımı gerçekleştirildi.

Liyakatsız atamalar, koordinasyon eksikliğine yol açtı

AFAD’ın hazırladığı rapor, liyakatsız atamalar nedeniyle bölgede koordinasyon eksikliği yaşandığını ve kurumun görevini tam anlamıyla yerine getiremediğini ortaya koydu. AFAD görevlilerinin ve görevlilerin kontrolünün sağlanması için koordinasyon birimi oluşturulmadığına da raporda yer verildi.

İlde görevli personelin takip ve koordinesi sağlayacak birim olmadığı için mükerrerlik ortaya çıktığı tespitleri yer alan analiz raporunda, bazı görevlerde hiçbir sorumlu belirlenemediğine dikkat çekildi.

Personelin kalacak yer ve transfer konusunda da planlama eksikliği yaşandığı ifade edildi. Çadırların farklı noktalara kurulması nedeniyle güvenlik sorunları oluştuğuna aktaran AFAD, yemek dağıtımında birçok aksaklık meydana geldiğini belirtti.

‣ Düzce’de deprem nedeniyle 46 kişi yaralandı: 96 artçı sarsıntı meydana geldi

AFAD, çadırlarda kalan kişi sayısını öğrenememesi nedeniyle yemeğin yetmediği durumlar yaşandığına dikkat çekerek, “Çadır bölgelerinde dağıtılan üç öğün yemek hizmeti belli bir zaman sonra suistimale açık hale gelmiştir” ifadelerine yer verdi.

Raporda, yurttaşların yardım alabilmek için çadırda kalmak istediği belirtilerek “Hasarlı bina korkusunun yanı sıra vatandaşlarımızda, çadır alanlarında kalanlara yardım yapılacağı beklentisi çadır talebini artırmıştır” açıklaması yapıldı.

Afet grupları hazırlıksızdı

AFAD, hazırlıksız olmanın sağlıklı bir yönetim sürdürmelerine engel olduğunu belirterek “Afet gruplarının hazırlıksız olması AFAD Merkezinin yerinin yanlış seçilmesi, kurumlar arası iş birliği ve koordinasyonun yetersiz kalması sağlıklı bir yönetim sürecinin önüne geçmiştir” dedi.

Kurum ayrıca Türkiye Afet Müdahale Planı sağlıklı olarak işletilmediği için kurulun anlık çözüm üretme yoluna gittiğini belirterek, hasar tespit konusunda tecrübesiz kişilerin, yurttaşları yanlış yönlendirdiği ve güvensizliğe neden olduğuna değindi.

Yine Türkiye Afet Müdahale Planı’na göre, oluşturulan 66 kişilik ekibin sadece yüzde 20’sinin bu göreve uygun seçildiği ve araç planlamasının eksik olduğu ifade edildi. Bu nedenle de öğretmen ve imamlardan oluşan yaklaşık 300 kişilik yeni zarar tespit ekibi kurulmak zorunda kaldığı ve yanlış tespitlere sebep olduğu belirtildi.

Hasar tespitleri eksik ve yetersizdi

AFAD’ın raporu, TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası‘nın (İMO) Gölyaka-Düzce depremine ilişkin hazırladığı değerlendirme raporunun doğru olduğunu ortaya koydu.

300 kişilik ekibin inşaat mühendislerinden oluşturulmadığını belirten İMO, “İMO, deneyimli üyeleri ile Gölyaka depreminde hasar tespit çalışmalarına dahil olmak istemiş ancak ihtiyaç olmadığı resmi yetkililer tarafından bildirilmiştir” demiş ve raporunda hasar tespitlerinin eksik ve yetersiz olduğuna dikkat çekmişti.

‘Karadeniz, olması gerekenden dört-beş derece daha sıcak’

Bilim-2 gemisi ile aralık ayı boyunca Karadeniz’de incelemelerde bulunan Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Deniz Bilimleri Enstitüsü‘nden bilim insanlarının ilk bulguları, deniz suyunun olması gerekenden sıcak olduğunu ortaya koydu.

Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Barış Salihoğlu ve Müdür Yardımcısı Doç. Dr. Mustafa Yücel liderliğinde iklim değişikliğinin Karadeniz’deki etkilerini gözlemlemek amacıyla hayata geçirilen “Karadeniz’de Dirençli Ekosistemlerde Mavi Büyüme Gelişimi için Araştırma ve İnovasyon (BRIDGE-BS: Advancing Black Sea Research and Innovation to Co-Develop Blue Growth within Resilient Ecosystems)” başlıklı çok uluslu projenin ilk deniz seferi, 2022 yılının Aralık ayında gerçekleştirildi.

 

ODTÜ Bilim-2 Gemisi ile çıkılan seferde 30 gün boyunca birçok parametrede incelemeler yapıldı, numuneler alındı ve ilk sonuçlar elde edilmeye başlandı.

12-13 dereceye varan yüzey sıcaklıkları

AA‘ya konuşan Yücel, İstanbul Boğazı’ndan itibaren Gürcistan sınırına kadar Karadeniz’de Türkiye‘ye ait alanı taradıklarını, elde edilen örnek ve verilerin analizine, enstitüye bağlı laboratuvarda başlandığını ve ilk sonuçları aldıklarını söyledi.

Saptanan ilk bulgular hakkında bilgi veren Yücel, “Karadeniz’de kış koşulları nedeniyle soğuk bir deniz bulmayı umuyorduk, 8-9 derecelerde, en azından 10 derece bir sıcaklık bulmayı beliyorduk ama 12-13 dereceye varan yüzey sıcaklıklarını gözlemledik” dedi.

Prof. Yücel, Karadeniz’in bütün aralık ayı boyunca gerçek anlamda kış koşullarına girmediğini, ocak ayı sonuna gelinse de sıcaklığın hala mevsim normallerinin üzerinde olduğunu belirtti:

“Karadeniz’de yüzey sıcaklıkları yüksek seyrediyor. Yüzeyin hemen altında daha soğuk bir tabaka bulurduk, bu bilimsel olarak ‘soğuk ara tabaka’ olarak geçiyor. Yüzey 8 dereceyken orası 6-7 dereceye iner ama şu an o ara tabaka kalmamış durumda. Ortalama 10-11 derecelerde seyrediyor, olması gerekenden çok daha sıcak. Karadeniz’i Aralık 2022 boyunca gözlemledik, en büyük sonucu bu oldu.”

‘Var olan kirlilik denizin içinde dönmeyi sürdürüyor’ 

Sıcaklık artışının ne anlama geldiği konusunda de Prof.Yücel şu değerlendirmeleri yaptı:

“Soğuk su demek her şeyden önce iyi bir karışım demektir. Özellikle besin elementlerinin, azot, fosfor gibi besin tuzlarının yüzeye tekrar geri dönebilmesi için soğuk suların oluşmasıyla tetiklenen ‘kış karışımı’ dediğimiz durumun oluşması gerekir. Bu, Karadeniz’de henüz istediğimiz miktarlarda olmuş değil. Bunu neden istiyoruz? Dibe çöken besin tuzları yüzeye karışsın, bahar aylarında plankton patlamalarını tetiklesin, o da zooplankton ve balıkçılığa kadar giden, Karadeniz’de ekonomimizin de temeli olan deniz ürünlerini desteklesin. Şu an sıcak gitmesinin bir sonraki aylarda balıkçılığa negatif anlamda yansıması olabilir. Bunu kesin olarak ortaya koyamayız ama en azında böyle bir sonucu olur. ”

Karadeniz’in 1960-1970’lerden bu yana çevresinde genişleyen şehirlerden dolaylı ek bir kirlilik baskısı altında olduğunu, ancak son 10 yılda bu baskının alınan önlemlerle biraz azaldığını anlatan Prof. Yücel, “Var olan kirlilik denizin içinde dönmeye devam ediyor. Yüzeyde çok fazla azot, fosfor bulmasanız da yüzeyin hemen altında 80-100 metrelerde bu miktarlar çok önemli seviyelere çıkıyor. Geçmişte giren kirlilik, 100-150 metrede askıda bekliyor. Kış karışımı ile her an ışıklı tabakaya 0-30 metre arasına karışabilecek şekilde bekliyor. Siz tedbir de alsanız deniz sisteminin buna cevap vermesi belki 10 yılları, belki 100 yılları bulabilir” diye konuştu.

Karadeniz’deki ısınmaya ya da başka faktörlere bağlı olarak oksijen durumu da risk faktörü oluşturuyor. Ekip bununla ilgili analiz çalışmalarını da sürdürüyor:

“Karadeniz’de zaten ilk 100 metreden sonra oksijen olmadığı biliniyor artık. 20. yüzyılda Tuna Nehri, kıta Avrupası ve kuzeyden gelen kirlilik yükleri baskı yarattı. Bu daha fazla fotosentetik üretim ve daha fazla oksijen tüketimi demek, deniz sistemleri böyle işliyor. Marmara da bu mekanizma yüzünden bu halde. Karadeniz’de bu ek baskı nedeniyle özellikle oksijenin kaybolduğu derinlik, yukarıya doğru çıkıyor. Bu seferde de geriye doğru dönüş olmadığını gördü”

Hidrojen sülfür üst katmanlara çıkar mı? 

Karadeniz’de ortalama 120 metre derinlikten sonra hidrojen sülfür varlığı başlıyor. Bakteriler oksijen solunumu yapamadıkları için sülfata yöneliyorlar, bunu yiyip sindirerek hidrojen sülfüre dönüştürüyorlar. Bu da Karadeniz’in dibine birikiyor ve bu nedenle burası yer yüzünde en fazla hidrojen sülfür barındıran bir yer.

Yücel, “Bizim bir korkumuz ve BRIDGE-BS projesinin ana sorularından birisi; bir oksijen kaybı trendi var, bu oksijen kaybı ve ısınma trendi, dipteki hidrojen sülfür tabakanın yukarı doğru çıkmasını tetikler mi? O zaman çok daha ciddi problemler yaşanır, üst tabakadaki balıkçılığı tehdit etmeye başlar. Karadeniz kıyılarında gerçekleşebilecek koku gibi zararlı etkileri saymıyorum bile” diye konuştu.

Seferler sırasında hidrojen sülfür konusunda çok detaylı örneklemeler yaptıklarının altını çizen Yücel, şunları aktardı: “Şu anki bulgularımıza göre 20-30 yıl önceki seviyelerinde duruyor. İlginç bir şekilde oksijenin sıfırlandığı derinlik değişiyor ama hidrojen sülfürün başladığı derinlik stabil gibi. Bunları anlamaya çalışacağız. Birçok ölçüm yaptık. Ama en azından hidrojen sülfür açısından baktığımızda haberlerin, kötünün iyisi olduğunu söyleyebiliriz. Yazın seferi tekrarlayacağız ve yaz ile kış sonuçlarıyla tam resmi ortaya koyacağız.”

Ekip, Karadeniz’in karbondioksit tutma kapasitesi hakkında çalışmalar yaptı. Yücel Marmara ve Akdeniz‘in aksine Karadeniz’in yüzey sularının aralık ayında karbondioksit çekmeye devam ettiğini gördüklerini ancak bunun uzun dönemli bir karbon tutma, yutma, yakalamaya tekabül edip etmediğini ek analizlerle anlayacaklarını bildirdi.

Çevre mücadelesinden doğan ekokırım yasası için meydanlarda imza toplanıyor

Türkiye’nin her bir noktasında daha yaşanabilir bir çevre için yıllardır verilen yerel mücadelenin tohumları, ekokırım yasasını doğurdu. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı‘nın verdiği ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Olumlu’,Gerekli Değil‘ gibi kararlarla mücadele edilen yıllar, yüzlerce davayı beraberinde getirmiş, gece yarılarında yönetmelik değişiklikleri toplumu ayağa kaldırmış ve Anayasal bir hak olan ‘sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı‘ pek çok kez darbe almıştı. Tüm bunlara karşı hem hukuki yollardan hem de sokakta mücadele veren çevre aktivistleri artık ekokırımın bir suç olarak kabul edilmesi için kendi yasasını yapmada karar kıldı. Ekokırım yasası için vatandaşlardan imzalar toplanmaya başlandı. Artık birçok meydanda bu yasa için, soğuğa aldırış etmeden imza toplayan çevre mücadelecileriyle karşılaşabilirsiniz. Peki nedir bu ekokırım dedikleri?

Vatandaşların bir suç olarak tanımlanmasını istediği ekokırım kelimesinin başında yer alan “eko”, Yunancadaki “okos” yani, ev anlamının, Türkçedeki anlam karşılığı olan, yerleşilen yer ve yaşam alanı anlamlarına geliyor. Kelimenin sonunda yer alan “kırım” ise yok etmek, öldürmek, varlığını sistematik bir biçimde ortadan kaldırmak anlamlarını taşıyor.

ekokırım yasası
Ekokırım yasası imza standı. Kadıköy, 3 Şubat 2023 – Fotoğraf: Mehmet Temel

70’li yıllardan itbaren hukukun konusu olan ekokırımın uluslarası hukukta ve ülkelerin iç hukuklarında tanınması için çalışmalar yürütülüyor. Bu çalışmalar, 2021 yılında ekokırımın bir suç olduğu tanımlamasının yapılmasıyla birlikte daha da hız kazanmış durumda.

Bugün dünyada 30 kadar ülkede yürütülen çalışmalarla, bu değişiklikler gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Ekokırımın, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin baktığı dört temel suça (insanlığa karşı işlenen suçlar, soykırım, savaş ve saldırı suçları) eklenerek beşinci suç olarak kabul edilmesi için de çabalar devam ediyor.

Türkiye’deki çevre aktivistlerinin imza almak için sokaklarda stantlar kurduğu ekokırım yasası, ekosistemin bütüncüllüğüne yönelik yapılan saldırıların bir kırım halini alması nedeniyle talep ediliyor. Ekokırım yasasına imzalar için bir de web sayfası oluşturuldu. Bu sayfadan vatandaşlar yasaya imza vermek için dilekçe indirerek ıslak imza atıp yine sitede bulunan adrese gönderebiliyor.

Yurttaşların hukukçularla birlikte yazdıkları bu yasanın hayata geçirilmesi için kentlerde, köylerde, kırda, her yerde ıslak imzalı dilekçeler toplanmaya başlandı ve bu süreç önümüzdeki haftalar boyunca sürecek. Nihayetinde toplanan imzalar toplu bir şekilde TBMM Meclis Başkanlığı’na sunulacak.

‘Ekokırım, iç hukukumuzda ‘suç’ olarak tanımlanmalı’

Sitede yasaya ilişkin yapılan açıklamada bu yasaya neden ihtiyaç duyulduğu ise şu ifadelerle açıklanıyor:

“Yaşamın zincir halkaları birbirinden koparıldı, iklim krizinde varılan aşama gezegende yaşama olanaklarını sona erdirme sınırına dayandı. Dört bir yanda devam eden ekolojik tahribatları engellemesi gereken çevre hukuku işlemiyor, doğayı ve yaşam alanlarını savunanları korumuyor, doğayı ‘insanın çevresi’ olarak tanımlayan hukuki sistem, bu ekolojik tahribatları önlemek için yetersiz kalıyor. İnsan merkezli suç tanımından; doğayı merkezine koyan suç tanımına geçiş, doğayı da bir hak öznesi yaparak tüm ekolojik yıkımlara karşı korumayı hukuksal açıdan güçlendirecektir.

Doğayı ve tüm yaşam alanlarını yok edenlerin fiili olarak sahip oldukları yasal dokunulmazlık kılıfını ortadan kaldıran, ekolojik yıkıma neden olabilecek fiiller gerçekleşmeden önce önleyen, bu yıkımı yaratan veya göz yuman şirketlere, hükümetlere, bakanlık yetkililerine ve idarecilere yönelik yargı yolunu açan maddeler yasalara dahil edilmelidir. Bu nedenle ekokırım, iç hukukumuzda ‘suç’ olarak tanımlanmalıdır.”

Peki yasada neler yer alıyor?

Vatandaşın yıllar süren doğa mücadelesi sonucunda ortaya koyduğu yasa teklifi içerisinde şu maddelere yer veriliyor:

  • MADDE 1- 26/09/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Birinci Kısım- Birinci Bölümün “Soykırım ve İnsanlığa Karşı Suçlar” başlığı “Soykırım, İnsanlığa ve Gezegene Karşı Suçlar” olarak değiştirilmiştir.
  • MADDE 2– 5237 sayılı Kanunun 77’nci maddesinden sonra gelmek üzere aşağıdaki 77/A maddesi eklenmiştir.

-Ekokırım Suçu

MADDE 77/A

(1) Doğal veya kültürel çevrede insan veya diğer canlıların hayatını tehlikeye atmak, doğal veya kültürel varlıklar üzerinde ağır tahribata yol açabilecek davranışlarda bulunmak yahut hukuka aykırı diğer bir fiili işlemek suretiyle bütün bir ekosistemde kısa vadede telafisi mümkün olmayacak zarara yol açma tehlikesi doğuran kişiye müebbet hapis cezası verilir, ayrıca suçun işlenmesinden elde edilen maddi menfaatler ile bunların değerlendirilmesi veya dönüştürülmesi sonucu ortaya çıkan ekonomik kazancın on katı kadar adli para cezasına hükmedilir.

(2) Birinci fıkradaki suçun taksirle işlenmesi halinde ise on beş yıldan az olmamak üzere hapis cezasına hükmolunur, ayrıca suçun işlenmesinden elde edilen maddi menfaatler ile bunların değerlendirilmesi veya dönüştürülmesi sonucu ortaya çıkan ekonomik kazancın beş katı kadar adli para cezasına hükmedilir.

(3) Ekokırım suçunun işlenmesi sonucu bütün bir ekosistemde kısa vadede telafisi mümkün olmayacak zarar meydana gelmişse, fail hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına; suçun taksirle işlenmesi halinde yirmi yıl hapis cezasına hükmolunur, ayrıca suçun işlenmesinden elde edilen maddi menfaatler ile bunların değerlendirilmesi veya dönüştürülmesi sonucu ortaya çıkan ekonomik kazancın yirmi katı kadar adli para cezasına hükmedilir.

(4) Bu suçlardan dolayı tüzel kişiler hakkında da güvenlik tedbirine hükmolunur.

(5) Bu suçlardan dolayı zamanaşımı işlemez.

  • MADDE 3- Bu Kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.
  • MADDE 4- Bu Kanun hükümlerini Cumhurbaşkanı yürütür.

 

En büyük yenilenebilir enerji yatırımcısı, fosil yakıtlara üç kat daha fazla finansman sağladı

Çin Endüstri ve Ticaret Bankası‘nın (ICBC) kömür yatırımlarını sonlandırıp, enerji yatırımlarını yenilenebilir enerji üzerine yapması için çalışan “Go Clean ICBC” koalisyonu tarafından yayımlanan rapor, ICBC’nin enerji finansmanının dörtte üçünün fosil yakıtlara, dörtte birini ise yenilenebilir enerjiye aktardığını gösteriyor.

Enerji şirketlerinin ilk 15 kreditörünün incelendiği raporda, yüzde 24 ile en yüksek yenilenebilir destek oranının ICBC’ye ait olduğuna, öte yandan bankanın fosil yakıtlara üç kat daha fazla destek sağladığına dikkat çekiyor.

Enerji şirketlerine toplam 70 milyar dolar (1.3 trilyon lira) kredi ve sigorta sağlayan bankanın, bunun 53 milyar dolarını (997 milyar lira) fosil yakıtlara, 17 milyar dolarını (320 milyar lira) ise yenilenebilir enerjiye aktardığı görülüyor.

‣ Kömürün çöküşü yakın: Çin’den denizaşırı kömürlü santral inşa etmeyi durdurma sözü
‣ 350.org Türkiye’den bankalara çağrı: Fosil yakıta finansman sağlamayın

Ayrıca ICBC’nin fosil yakıt yatırımları artarken yenilenebilir enerji yatırımlarının yerinde saydığı, hatta azaldığı göze çarpıyor. Son üç-dört yılda ICBC’nin incelenen şirketlerdeki fosil yakıtlara ilişkin finansman desteği artarken, yenilenebilir enerji ile ilgili destekleri sabit kaldı veya azalma yönüne gitti.

2022 yılının ilk yedi ayında fosil yakıtlara ilişkin kredilere yaklaşık 10 milyar dolar sağlayan ICBC, yenilenebilir enerji alanında sadece 2,3 milyar dolar (43 milyar lira) kredi sağladı.

Bankanın yenilenebilir enerji finansmanı 2017 yılında yüzde 35 ile zirve yaparken, sonraki yıllarda yenilenebilir finansmanı yüzde 23-28 aralığında kaldı. 2022’nin ilk yedi ayında ise yüzde 18’e geriledi.

Raporun çıktılarına dayanarak Go Clean ICBC, bankanın hissedarlarına yönelik bir mektup yazma kampanyası başlattı.

Adana‘daki Hunutlu termik santralinin de finansörlerinden biri olan ICBC’nin Türkiye‘nin yanı sıra Kenya, Pakistan, Vietnam ve Zimbabve‘de de kömür yatırımları bulunuyor. Dünyanın en büyük çok uluslu bankası olan ICBC aynı zamanda diğer çok uluslu bankalara göre büyük bir yenilenebilir enerji yatırımcısı.

‣ Kenya’da termik santralden çekilen Çin Bankası, Adana’dan da çekilecek mi?
‣ Deniz kaplumbağaları adına termik santral finansörü ICBC’ye 80 bin imza teslim edildi
‣ Çevre örgütlerinden Çin bankalarına mektup: Hunutlu santralinden desteğinizi çekin

Paris’ten beri yenilenebilir enerji finansmanı sadece yüzde 5 büyüdü

2021 yılında Çin, denizaşırı kömür yatırımlarını sonlandıracağını duyurmuştu. Yayımlanan rapor 2016 yılı başından 2022 Temmuz ayına kadar ICBC’nin ve küresel benzer finans kuruluşlarının hareketlerini inceleyerek yenilenebilir enerji ve fosil yakıt finansmanına dair bir çerçeve çiziyor. 

Rapor, yenilenebilir enerji için finansman miktarının 2015’te imzalanan Paris İklim Anlaşması‘ndan bu yana küçük bir artış gösterdiğini ortaya koyuyor. Buna göre 2016’da yüzde altı olan finansman oranının, 2021’de yüzde 11’e ulaştığı görülüyor.

Finans kuruluşları, Ocak 2016 ile Temmuz 2022 arasında fosil yakıtlar ve yenilenebilir enerji alanında faaliyet gösteren şirketlere toplam 3,46 trilyon dolar (65 trilyon lira) tutarında kredi ve sigorta sağladı. Bu tutarın yüzde 92’si (3,2 trilyon dolar/60 trilyon lira) fosil yakıtlarla ilişkili şirketlere, yüzde sekizi (247 milyar dolar/4.6 trilyon lira) ise yenilenebilir enerji alanında çalışan şirketlere verildi.

ICBC’den sonraki ikinci en yüksek yenilenebilir enerji finansman yüzdesine sahip olan Bank of China, 2022’de fosil yakıtlar ve yenilenebilir enerji ile ilişkili şirketlere 71 milyar dolar (1.3 trilyon lira) finansman sağladı. Söz konusu finansmanın sadece yüzde 10’u yenilenebilir enerjiye yönelikti.

Öte yandan incelenen ilk üç ABD bankasında, finansmanın sadece yüzde ikisinin yenilenebilir enerji yatırımlarına ayrıldığı gözlemlendi.

EŞİK’ten muhalefete ‘hayati’ mutabakat çağrısı: Kadınların hayatları da en az Saadet Partili yöneticilerinkiler kadar önemli

Eşitlik İçin Kadın Platformu (EŞİK) Millet İttifakı’nın mutabakat metnine karşı “Laik ve demokratik bir ülkede, barış içinde, eşit, özgür ve şiddetsiz bir yaşamdan asla vazgeçmiyoruz” diyerek tepki gösterdi. Altılı masanın hükümet programı niteliğindeki mutabakat metnine sekiz ayrı maddenin açık ve net bir şekilde yazılması istendi:

  1. Seçim ve atama ile gelinen tüm mekanizmalarda eşit temsile yer verilmesini;
  2.  İstanbul Sözleşmesi’ne tekrar taraf olunacağının ve etkin uygulanacağının açık olarak yazılmasını:
  3. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının “Kadın ve Eşitlik Bakanlığı” olarak koordinatör bakanlık sıfatıyla yeniden yapılandırılacağının belirtilmesini:
  4. Hukuk, eğitim, sosyal hizmetler ve tüm toplumsal alanlarda fiili olarak yok edilen laik sistemin yeniden inşasını sağlayacak önerilerin netleştirilmesini:
  5. Programlarında, tüm toplumsal kesimlerin eşit yurttaşlık hakkını garantiye almayı; temel hak ve özgürlükleri tehdit eden her türlü söylem ve fiili uygulamalara son vermeyi;
  6. Başta cinsiyeti, cinsel yönelimi ya da cinsiyet kimliği nedeniyle ayrımcılık olmak üzere her türlü ayrımcılıkla etkin şekilde mücadeleyi;
  7. Eğitimi her türlü ayrımcılıktan uzak, laik ve parasız hale getirmeyi;
  8. Bağımsız sivil toplumun yönetim süreçlerine katılmasını sağlamayı;
    net olarak yazmaya çağırıyoruz.

‘Uzlaşma için daha fazla çaba gösterilmeli’

30 Ocak’ta yayımlanan mutabakat meninde oldukça detaylı bir çalışma yapıldığının, 20 yılda tahrip edilen pek çok toplumsal ve kurumsal başlığın detaylı olarak ele alındığının görüldüğü belirtilerek programa yansıyan detaylar bakımından toplamda kadınların taleplerine önem verildiği ve dikkatle çalışıldığının anlaşıldığı ifade edildi. “Kadın” başlığı altında yer alan 50 maddenin yanı sıra diğer sekiz başlık altında da önerilerin yer almasının kapsamlı yaklaşıma işaret etmesi bakımından olumlu olduğu da ayrıca eklendi.

Açıklamada, metnin sivil toplumun görüş ve önerilerine açık olduğunun belirtilmesi nedeniyle eksikliklerin giderilmesi ve demokratik siyaset bakımından önemli olduğu aktarıldı.

Ancak metne yansımayan çok temel bazı eksikliklerin düzeltilmesi için özel bir çaba gerektiği de vurgulandı:

“Uzlaşma kültürü ve pratiğinin bu denli zayıf olduğu bir ülkede altı farklı siyasi partinin her cümlesinin tam mutabakatla yazıldığını belirttikleri bir nevi hükümet programı hazırlamış olmaları ve bunu kamuoyu ile paylaşmaları tek başına çok değerlidir. Uzlaşma sağlanamayan konuların sonraya bırakılması yönteminin izlendiği çeşitli defalar medyada dile getirilmiştir. Bu yöntem yol almak bakımından makul görünse de; üzerinden atlanan ana meselelerin kritik önemdeki başlıklar olması programa verilecek desteği olumsuz etkileyebilir.

Uzlaşma için daha fazla çaba gösterilmelidir. Çünkü, mesele sadece sorunların iç içe olması nedeniyle çözümlerinin de bütünlüklü olması zorunluluğundan ibaret değildir. Ülkenin ikinci yüzyılından bahsedilirken, asıl ihtiyaç her alanda tahrip edilmiş toplumsal sistemin yeniden inşası ve toplumsal barışın sağlanması iken; geniş kesimlerin desteği olmadan yola çıkılmamalıdır.”

‘Metin yaralara merhem olma konusunda güçlü bir umut vermiyor’

Ülkenin ekonomik çöküş, adalet ve hukuk sisteminde yıkım gibi acil ve yakıcı sorunları ile aynı önemde, cesaretle ve bütüncül bir yaklaşımla ele alınması gereken toplumsal sorunları bulunduğuna dikkat çeken EŞİK yönetimince, “Tahrip edilen laikliğin yeniden tesis edilmesi ve etnik köken, mezhep, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim ayrımcılığına şu veya bu sebeple yer vermeyen bir program eksik doğmuş olacaktır. Metin bu şekliyle, ayrımcılık ve adaletsizliğe maruz bırakılan ve milyonları oluşturan toplumsal kesimlerin yaralarına merhem olma konusunda güçlü bir umut vermemektedir” açıklamasında bulunuldu.

EŞİK: Metinde eşit temsil ilkesi yok

Açıklamada ayrıca “Son yıllarda sokağa çıkmamıza bile izin verilmeyen 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün kadınlar için tatil ilan edilmesinden, hijyenik petin vergilendirilmemesine, 7/24 ücretsiz kreşten, cinsel şiddet kriz merkezine, doğum kontrolü araçlarına erişimden, cinsiyetçi dil kullanmamaya kadar geniş bir yelpazede, eşitliği sağlamaya dönük pek çok alt başlığa yer verilmesine karşın, metinde seçim ve atamayla gelinen tüm mekanizmalarda yüzde 50 eşit temsilin sağlanması konusunun yer almamış olması önemli bir eksikliktir. Eşit temsili sağlayacak bütünlüklü program anahtar konumdadır. İşyerinde terfide eşitlik, eşit temsilin sadece bir yönüdür bütününü ikame etmez” denildi.

‘Kadın, Aile ve Çocuk Bakanlığı eşitsizliği derinleştirecek bir öneri’

EŞİK tarafından yapılan açıklamada bugünkü Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı‘nın kuruluş aşamalarına da dikkat çekildi. ‘Tek adam’la birlikte sürecin nasıl bir değişikliğe uğradığına dair şunlar dile getirildi:

“2011 yılında Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın adının ‘Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı‘ olarak değiştirilmesi, o zamanki Başbakanın yani bugünkü tek adamın, “Kadın, erkek eşitliğine inanmıyorum, fıtrata aykırı” sözünü resmi devlet politikasına yansıtan ilk adımdı.

Sorumluluk alanı ve içeriği doğrudan kadın hareketinin emeği ile oluşturulmuş olan bakanlığın adındaki ‘politikalar’ ibaresinin gereği olan, eşitliğe yönelik politika ve eylem planları da süreç içinde adım adım yok edildi. 2018 yılında Çalışma Bakanlığı ile birleştirildi, kısa sürede bundan da vazgeçildi ve adı ‘Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı‘ olarak yeniden değiştirildi. Bu değişiklikle bakanlığın işlevi; yoksullaştırılan, kreş desteği verilmeden üç çocuk politikalarıyla istihdam dışı bırakılan, hiçbir güvence içermeyen yaşlı-hasta bakım desteği ile ‘evde kalmaya‘ teşvik edilen kadınlara ‘sosyal yardım‘a indirgenmişti.”

Kadın ve Eşitlik Bakanlığı önerisi

Metinde bu anlayışa ters pek çok politika önerisine yer verilmesine karşın, bunların hayata geçirilmesinde en önemli rolü üstlenecek olan bakanlığın adının “Kadın, Aile ve Çocuk Bakanlığı” şeklinde önerilmesinin oldukça şaşırtıcı olduğunun belirtildiği açıklamada altılı masanın mutabakat metni şöyle eleştirildi:

“Cümleye kadın eklenmesi eşitlik içeren bir ifade olmasını sağlamaz. Tam tersine, bakanlığın adının bu şekilde önerilmesi; kadınlar içine doğdukları ya da evlilik yoluyla kurdukları aile dışında da bağımsız, özgür bireyler ve eşit yurttaşlardır gerçeğinin benimsenmediğini, yada iyimser bir yorumla bu konunun üzerinde yeterince durulmadığını düşündürmüştür.

Kadınların toplumsal konumunu aile ve çocuğa endeksleyen, onları eşit bireyler olarak görmeyen bir yaklaşım, eşitsizliği gidermek bir yana derinleşmesine sebep olur.

‘Yardıma muhtaç kılınmış, evindeki erkeklere ve eril devlete emanet edilmiş dezavantajlı sosyal grup’ fikriyatını pekiştiren her cümle eşitsizliğin derinleştirilmesi sonucunu doğurur. Bu da İstanbul Sözleşmesi gibi vazgeçilmezimizdir. Asla siyasi pazarlık konusu yapılmamalıdır ve bakanlığın adı ‘Kadın ve Eşitlik Bakanlığı‘ olarak değiştirilmelidir. Eşitliğin hayatın her alanında kurulması için tüm bakanlıklar arasında ortak ve uyumlu çalışmayı sağlayacak koordinatör bir bakanlık olarak yapılandırılmalıdır.”

EŞİK: Metinde İstanbul Sözleşmesi’ne açık adıyla yer verilmedi

EŞİK açıklamasında “Mutabakat metninde İstanbul Sözleşmesi’nin bazı önemli hükümlerine yer verilmesine ve ittifakı oluşturan beş partinin sözlü beyanlarına karşın, uygulanacağının açıkça yazılmamasını önemli bir eksiklik olarak görüyoruz” denildi ve İstanbul Sözleşmesi siyasilere tekrar anlatıldı:

“İstanbul Sözleşmesi temel insan hakları ve yaşam hakkı ile ilgilidir ve halen hem Mecliste kabul edilen 6251 sayılı Kanun’a hem de 6284 sayılı kanuna göre yürürlüktedir. EŞİK olarak 20 Mart 2021 tarihinden beri her yerde dile getirdiğimiz üzere verilen çekilme kararı yok hükmündedir.

Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’e geçiş iddiasıyla yola çıkan ittifakın, Meclis iradesi yok sayılarak ve Anayasanın başta 90. Maddesi olmak üzere onlarca maddesi ihlal edilerek verilmiş olan çekilme kararını iptal ederek, İstanbul Sözleşmesi’ni uygulamaya koyma konusunu açıkça programa yazmayıp, dolambaçlı yollara başvurmasını ve pazarlık konusu yapmasını önemli bir çelişki olarak değerlendiriyoruz. Bu durum her şeyden önce ittifaka duyulan güveni zedelemektedir.”

‘LGBTİ+lar nefret dili ve eşitlik karşıtlığının sonuçlarıyla canlarından oluyorlar’

EŞİK tarafından yapılan açıklamada ayrıca son dönemde nefret diliyle birlikte derinlemesine ötekileştirilen LGBTİ+‘lara da işaret edildi:

“Kadınlar ve LGBTİ+ lar özellikle İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme sürecinde yükseltilen nefret dili ve eşitlik karşıtlığının sonuçlarıyla her gün gündelik hayatlarında karşılaşıyorlar, hatta canlarından oluyorlar. İŞİD yöntemleriyle boğazı kesilerek, kızının “Anne ölme!” çığlığı eşliğinde katledilişine tanık olduğumuz Emine Bulut cinayetinden sonra topluma mal olan “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” sloganı, kadınlar için bir slogan olmanın çok ötesinde anlamlar taşımaktadır. Böylesi bir can meselesinin uzlaşma konusu, pazarlık unsuru yapılması inciticidir.

Yerli ve milli olduklarını iddia edenlerin Macaristan, Brezilya, Rusya gibi ülkelerden kopya ettikleri, LGBTİ+ varoluşu inkar etme ve düşman yaratma siyasetinin sonuçları toplumsal barışı tehdit eden boyutlardadır. İstanbul Sözleşmesi’ne karşı yürütülen karalama kampanyası ile ayyuka çıkan, evrensel hukuk normları ve bilimden uzaklaşma durumundan bir an evvel çıkılması, başta ülkeyi yönetmeye aday siyasi partiler olmak üzere tüm toplumun ortak sorumluluğudur. Demokrasiden ve insan haklarından yana herkesin ama öncelikle siyasetçilerin sözleşmenin adını anmamak yerine cesaretle anarak yaratılan bilgi kirliliğini gidermesi yalnız kadınların değil tüm kamuoyunun beklentisidir.”

EŞİK daha önce de başta kadın ve LGBTİ’lar olmak üzere milyonları temsil eden 700’e yakın örgütün imzasını taşıyan bir çağrı ile iktidarın bu Anayasa teklifine açık ve net bir hayır denmesi çağrıda bulunmuştu. Konuya ilişkin olarak açıklamada şu sözlere yer verildi:

“Buna rağmen Saadet Partisi, iktidarın bu anayasa teklifini de hemen imzalayarak 6’lı masadan bağımsız hareket etti ve AKP-MHP iktidarına açık bir destek verdi. Saadet Partisi 6’lı masanın İstanbul Sözleşmesi ve eşit temsil gibi kadınlar konusundaki temel haklarla ilgili tüm konularda zorluk çıkartmakta, ortak metinlere yazılması ve sözlü olarak dile getirilmesi konusunda açık bir sansür uygulamaktadır. Bu durum kabul edilemez. Hiçbir oy beklentisi, haklarımız ve hayatlarımızın pazarlık konusu yapılması için gerekçe olamaz.”

EŞİK millet ittifakının beş partisini bu konuda artık net bir tutum almaya davet etti:

“Nasıl ki Saadet Partisi, Anayasa’da yapılmak istenen ve ülkeyi tam bir kaosa sürükleyecek olan Anayasa değişikliği teklifine tek başına onay verdi ise, toplumsal cinsiyet eşitliği ile ilgili konularda farklı düşünüyor ise 5 partiye yol vermesi istenmelidir.”

‘Kadınların hayatı ve geleceği en az Saadet Partili yöneticilerinkiler kadar önemli’

Kadınların hayatı ve geleceğinin en az Saadet Partili yöneticilerinkiler kadar önemli olduğunun altının çizildiği açıklamada “Mutabakat metinlerinin her bir kelimesinde oybirliği arama kuralı adına, toplumun ve kadınların geleceği feda edilemez. Kadınlara ve topluma karşı açık ve şeffaf olunmalı; hangi parti bu konuda muhalefet ediyorsa, kendisine muhalefet şerhi düşme hakkı verilerek, diğer partilerin uzlaştığı konular üzerinden ilerlenmelidir. Topluma güven ve umut verecek olan bu açıklık ve netlik olacaktır” denildi.

Mutabakat metninde eğitimde, sosyal hizmetlerde ve toplumsal-siyasal-ekonomik yaşamın tüm alanlarında laik sistemin yeniden inşasına yer verilmediğine dikkat çekilen açıklamada şunlar aktarıldı:

“Bu başlıkların altında pek çok olumlu önerinin yer aldığı mutabakat programında, tarikatlar ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na eğitim ve sosyal hizmetler sisteminde sınırsız rol verilmesine; hukuksal, ekonomik, toplumsal ve kültürel yaşamın dini kurallarla düzenlenmesine son verileceğine dair açık ve net bir bahsin yer almaması da önemli bir eksikliktir. Devletin tüm din ve inançlar karşısında eşit mesafeli bir tutum almasının sağlanacağına ilişkin bir vaadde bulunmamaktadır.”

Tarikatlerle yapılan protokoller…

Aile Bakanlığı’nın 17 Ocak’ta Diyanet İşleri Başkanlığı ile yaptığını duyurduğu 4 -6 yaş aralığındaki çocukların eğitimi ile ilgili protokole de işaret edilen açıklamada şu ifadeler kullanıldı:

“[(…)Protokol] eğitim alanındaki laikliğe aykırı onlarca fiili uygulamanın güncel örneği idi. Protokolün ailelere aylık 150’şer TL verilerek, yani yoksullukları kullanılarak uygulanacak olması bir yana, çocukların tek taraflı, bilimden uzak eğitime tabi tutulmasına daha fazla seyirci kalınmamalıdır. Konu başka bir zamanda ve zeminde uzlaşma aranabilecek bir ayrıntı değil, acil ve temel bir sorundur.

Siyaset; bu ülkede tarikat yurdunda, kız kardeşini topluma emanet ederek intihar eden Enes Kara gibi gençlerin varlığını hesaba katmak zorundadır. Diyanet İşleri Başkanlığının ve tarikatların bakanlıklar ve devlet kurumlarıyla yapmış bulunduğu tüm protokollerin iptal edileceği açıkça ilan edilmelidir.”

Kadına karşı şiddetle mücadele gibi hassas bir konuda bile, kadınlara sadece itaat telkin eden, LGBTİ+’ları sapkın ilan eden, daha birkaç gün önce, kadınların yanlarında aileden bir erkek olmaksızın seyahat özgürlüğünü 90 km ile sınırlamayı öneren Diyanet İşleri Başkanlığı’nı sosyal politikaların tüm kurumlarında baş köşeye oturtan sürecin sona erdirileceğinin açıkça ilan edilmesi gerektiği de ayrıca belirtildi. EŞİK, mutabakat metninin içerdiği eşitlikçi önerilerin bu kurum aracılığı ile uygulanmasının mümkün olmayacağının açık olduğunun altını çizdi.

Siyasetçilerin hiçbir suretle ayrımcılık yapmamayı seçim stratejisi olarak değil, Anayasal görev olarak görmesi gerektiğinin belirtildiği açıklamada ayrıca başörtüsüne ilişkin olarak da şunlar aktarıldı:

“Başını isteyerek örten kadınların özgürlüğü kadar aile ve toplum baskısıyla örtünmeye zorlanan ve/veya şort ya da tayt giymeye korkar hale getirilen kadınların özgürlüklerini de önemsediklerini göstermelidirler. Milletvekilleri, ettikleri yeminin gereği olarak; eşitliği ve laikliği anayasal düzeyde ortadan kaldıracak ve Doç. Dr. Murat Sevinç’in deyimiyle ‘laikliğin tabutuna çakılacak son çivinin‘ ifadesi olan iktidarın Anayasa değişikliği teklifine net ve tartışmasız bir HAYIR diyerek topluma karşı sorumluluklarını yerine getirmelidirler. TBMM’de yapılacak oylamaya katılmayarak teklifin referanduma götürülmesinin önünü kesin olarak kapatmalıdırlar.”

Eşitlik İçin Kadın Platformu’nda bir araya gelen yüzlerce örgütün temsil ettiği kadın ve LGBTI+ lar, kendilerinin sergilediği cesaret örneğinin aynı kararlılık ve cesaretle siyasetten de beklediklerinin altını çizdi.

 

ODTÜ Onur Yürüyüşü soruşturması: Rektör Verşan Kök’ün çağırdığı polislerden çıplak arama tehdidi, darp…

ODTÜ Onur Yürüyüşü’nde gözaltına alınan öğrencilere açılan soruşturmada, Rektör Verşan Kök’ün yürüyüşten önce valiliğe “gizli” yazı göndererek okula polis çağırdığı öğrenildi. Fezlekede, bazı öğrencilerin “Gördün mü devletin gücünü” diyen polislerden işkence gördüğü, emniyette çıplak aramayla tehdit edildiği ve tacize uğradığına dair ifadeleri yer aldı.

MLSA‘dan Sibel Yükler‘in aktardığına göre; Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, 10 Haziran 2022 tarihinde ODTÜ Onur Yürüyüşü’nde gözaltına alınan biri yabancı 37 öğrenci hakkında soruşturma başlattı. Cumhuriyet Savcısı Mücahit Gölcük’ün yürüttüğü soruşturma kapsamında, ODTÜ Rektörü Verşan Kök’ün yürüyüş öncesi Ankara Valiliğine “gizli” yazı göndererek okula polis gönderilmesini talep ettiği ortaya çıktı.

9 Haziran 2022 tarihinde Rektör Verşan Kök imzasıyla emniyetin dikkate alması için gönderilen “Güvenlik Tedbiri” başlıklı yazıda, “can ve mal güvenliğinin tehlikeye girebileceği ve kamu malının zarar görebileceği” öne sürüldü.  Soruşturma kapsamında Güvenlik Şube Müdürlüğü tarafından Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Suçları Soruşturma Bürosuna gönderilen 23 Aralık 2022 tarihli fezlekede ise “ODTÜ Rektörlüğünün talep yazıları doğrultusunda” güvenlik tedbiri alındığı bildirildi.

Gözaltı ve yakalama tutanağı ile polis görüntülerini içeren DVD tutanağının delil olarak gösterildiği 21 sayfalık fezlekede, öğrencilere “2911 Sayılı Kanuna Muhalefet”, “Görevi yaptırmamak için direnme” ve TCK 112. maddeye göre “Eğitim ve öğretimin engellenmesi” suçlarından işlem yapıldığı belirtildi. Fezlekede, yaklaşık 300 kişinin katıldığı yürüyüşe “sözde onur yürüyüşü”, gözaltına alınanlara ise “Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Trans ve İnterseks (Lgbti+) yapılanmasına müzahir şahıslar” ifadesi kullanıldı.

‣ODTÜ’de Onur Yürüyüşü öncesi kapılara polisler yığıldı
ODTÜ’te Onur Yürüyüşü’ne polis müdahale etti: Gözaltılar var
ODTÜ Rektörlüğü Onur Yürüyüşü’nü yasakladı

Polisin duası: Umarım ruhsal olarak daha da yorgun olursun

Emniyet fezlekesinde, gözaltına alınan öğrencilerin polis işkencesini anlatan ifadeleri de yer aldı. Gözaltına alınanlardan E.T. isimli öğrenci fezlekede yer alan ifadesinde, çimlerde yürürken arkalarından gelen çevik kuvvet polisinin herhangi bir ikaz olmadan saldırmaya başladığını, polis şiddetinden kaçarken üç polis tarafından yere atıldığını ve dizleri ile sırtına bastıklarını söyledi.

Gözaltına alınmasına rağmen bir polisin yüzüne biber gazı sıktığını söyleyen E.T., araca ters kelepçeli halde bindirildiklerini, hastane muayenesinden sonra emniyete götürülürken de bir polisin kendisine, “Merak etme, daha da kötü hissedeceksin. Umarım ruhsal olarak daha da yorgun olursun” diyerek psikolojik şiddet uygulandığını anlattı.

‣Üniversiteli LGBTİ+’lar anlattı: Güvensiz kampüs, şiddet ve ayrımcılık…
‣Hedef gösterilen LGBTİ+’lar: Faşist çetelerin önü bizzat devlet eliyle açıldı

‘Gerekirse çıplak arama yaparım, ellerim, bana hukuksuz değil’

Gözaltına alındıkları andan itibaren yedi saat boyunca araç içerisinde bekletildiklerini söyleyen E.T., emniyete götürüldüklerinde ise üst aramasını yapan kadın polisin kendisini taciz ettiğini, “Kaba üst araması yapmanız gerekiyor” diye uyardığını, polisin ise “Sen kaba üst aramasının ne olduğunu biliyor musun, gerekirse sana çıplak arama da yaparım” diye cevap verdiğini anlattı.

“Çıplak arama hukuksuzdur” diye karşılık verdiğini söyleyen E.T., “Bana hukuksuz değil. Gerekirse özel bölgelerini ellerim, kontrol ederim” diye cevap veren polisin vücuduna dokunarak taciz ettiğini aktardı.

‘Gördün mü devletin gücünü!’

İfadesi alınan bir diğer öğrenci R.A. da ters kelepçelenerek yere yatırıldığını, bacağına defalarca tekme atıldığını, nefes alamadığını söylemesine rağmen polislerin üzerinden inmediğini ve “Onu buraya gelmeden önce düşünecektin” dediklerini aktardı.

Yerden kaldırıldığında başını eğmediği için kafasına defalarca telsizle vurulduğunu söyleyen R.A., ense kökünden saçı çekilirken bir sivil polisin, “Gördün mü devletin gücünü!” dediğini anlattı.

Polisin kafasına taşla vurduğu bir öğrenciye dikiş atılırken, A.Y. isimli başka bir öğrenci ise ters kelepçelenerek bindirildiği gözaltı aracında en arka koltuğuna oturtulduğunu ve bir sivil polisin önce vücuduna daha sonra da başına yumruklar attığını anlattı.

A.Y., başına yumruk atan sivil polisin, diğer polis memurlarının “Yeter” demeleri üzerine darp etmeyi bıraktığını söyledi.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan “ODTÜ Onur Yürüyüşü Soruşturması” halen devam ediyor.

Bargilya Sulak Alanı’ndaki lüks projeye iptal kararı: Ekolojik koridor kurtuldu

Muğla‘nın Milas ilçesindeki kuş cenneti Boğaziçi Bargilya Sulak Alanı’nın yanına Ali Ağaoğlu‘nun holdingi ile Net Holding’in birlikte yaptığı lüks projeye, itiraz yolu kapalı olmak üzere yürütmeyi durdurma kararı çıktı.

Koruma statüsüne sahip Boğaziçi Bargilya Sulak Alanı’nın yanı başındaki ekolojik koridor niteliğindeki alana lüks konut yapmak için geçen yıllarda adım atıldı.

197 kuş türünün üreme ve barınma yeri olan bölge için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı Haziran 2021’de ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) olumlu’ kararı verdi.

‣ Muğlalı çevreciler vazgeçmiyor: Ağaoğlu’nun Bargilya Sulak Alanı’na inşaat projesi iptal edilsin
‣ Bargilya Tuzlası yok olmasın

Dört milyon 500 bin metrekarelik alanda toplam 743 bin metrekarelik inşaata karşı başta Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) ve Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) olmak üzere birçok kurum ve kişi dava açtı.

Davanın üzerine 11 bilirkişiyle bölgede keşif yapıldı. Yapılan keşfin ardından sonuç doğanın lehine rapor hazırlandı. Raporun ardından mahkeme, 11 Ocak 2023’te ‘ÇED olumlu’ kararı için yürütmenin itiraz yolu kapalı olmak üzere durdurulmasına karar verdi.

Kararın ardından Milas Belediyesi de söz konusu alana dair ruhsatları iptal etti.

‣ Bargilya Sulak Alanı’na yapı ruhsatı veren Milas Belediyesi: Bakanlık ve Valilik uygun gördüğü için vermek zorundaydık
‣ Avukat Atal’dan Tuzla Sulak Alanı cevabı: Milas Belediyesi Ramsar Sözleşmesi’ni göstererek yapı ruhsatı vermeyebilirdi

‘Savunmaya devam edeceğiz’

Kararın ardından açıklama yapan MUÇEP yetkilileri, şunları kaydetti:

Bölgenin binlerce yıllık geçmişe dayanan doğal ve kültürel değerleriyle korunup, iklim krizine karşı da oldukça kırılgan bir yapıya sahip alanın tahrip edilmemesi için elimizden gelen her şeyi yapacağımıza söz vermiştik. Bu sözü tutabildiğimiz için de çok mutluyuz.

Doğa yanlısı yetkililer, “Avcılığın yasak olduğu ve yaşamaya devam eden Boğaziçi Bargilya Sulak Alanı yüzlerce canlı türü için bir sığınak niteliğinde” diye ekledi. “Böyle kalması için savunmaya devam edeceğiz. Korumak ve yaşatmaktan yana tavizsiz yolumuza devam ediyoruz.”

Erkekler Ocak’ta her gün bir kadını öldürdü

bianet‘in yerel ve ulusal gazetelerden, haber sitelerinden ve ajanslardan derlediği haberlerle ortaya koyduğu Erkek Şiddeti Çetelesi‘ne göre; erkekler Ocak’ta en az 31 kadını ve en az dört çocuğu öldürdü.

Erkekler, en az 72 kadına şiddet uyguladı, en az 11 kız ve oğlan çocuğunu istismar etti, en az yedi kadını taciz etti. Ocak 2023’de basına yansıyan bir tecavüz vakası olmadı. Yansımaması olmadığı anlamına gelmiyor.

Erkekler, Ocak’ta en az 31 kadını öldürdü; geçen yıl da aynı ay bu sayı 23 idi. Erkekler, kadınların yanındaki beş erkeği de öldürdü. Erkekler, en az altı kadını koruma kararına rağmen öldürdü. Erkeklerin öldürdüğü kadınlardan biri transtı.

‣İzmir’de transfobik nefret cinayeti 

Erkeklerin 11 kadını “ayrılmak istediği”, “barışmak istemediği” için öldürdü. Erkeklerin, 20 kadını öldürme “bahanesi” basına yansımadı.

15 kadını kocası, eski kocası, sevgilisi erkekler, dokuz kadını da babası, oğlu, torunu ve abisi öldürdü. İki kadını arkadaşı, iki kadını akrabası öldürürken, üç kadını öldüren erkeklerin yakınlık derecesi basına yansımadı.

Erkekler, yedi kadını sokak, park, iş yeri gibi ev dışı alanlarda, 20 kadını ev içinde öldürdü.

Fotoğraf: Beyza Kural /csgorselarsiv.org
Fotoğraf: Beyza Kural /csgorselarsiv.org

Erkekler 72 kadına şiddet uyguladı

Ocak 2023’de erkekler en yedi kadını taciz etti. Bu sayı geçen yıl aynı ay, sekiz idi. Erkekler, altı kadını sözlü ve fiziki yollarla taciz etti. Erkekler, en az bir kadını da görüntüsünü çekerek taciz etti. Bir kadını üniversitede öğretim üyesi bir erkek, iki kadını iş arkadaşı, bir kadını kocası taciz etti.

Erkekler, Ocak’ta 72 kadına şiddet uyguladı. Geçen yıl da aynı ay bu sayı, 57 idi. Erkeklerin şiddet uyguladığı en az dokuz kadın “ağır” hasta olarak hastaneye kaldırıldı. Erkekler en az on iki kadına “koruma kararınıihlal ederek şiddet uyguladı.

En az 56 kadını kocası, sevgilisi erkekler yaraladı. Bir kadını taksi şoförü, dokuz kadını abi, damat, baba gibi aile üyeleri, yaraladı. Bir kadını hırsız, doktor bir kadını hastası, üç kadını arkadaşı, bir kadını da işvereni yaraladı.

Fotoğraf: Şehlem Kaçar / csgorselarsiv.org
Fotoğraf: Şehlem Kaçar / csgorselarsiv.org

Bir kadına “gasp etmek” için şiddet uygulayan erkekler, bir kadını da “resmi nikah istediği” için yaraladı. Erkekler iki kadına da “kıskandığı” için şiddet uyguladı. Erkeklerin 46 kadına şiddet uygulama “bahanesi” basına yansımadı.

Ocak’ta erkekler en az 13 kadını seks işçiliğine zorladı. Seks işçiliğine zorlananlar arasında çocuklar da vardı.

Erkekler en az dört çocuğu öldürdü

Ocak’ta erkekler en az dört çocuğu öldürdü. Geçen yıl aynı ay bu sayı üç di. Dört çocuğu da babaları öldürdü. Batman’da çocuğunu öldüren baba “Annesine acı vermek istedim” dedi.

Erkekler, Ocak’ta en az 11 kız ve oğlan çocuğunu istismar etti. Geçen yıl aynı ay bu sayı 27 idi. Bir çocuk istismarı çocuk hamile kaldığı için açığa çıktı.

Erkeklerin istismar ettiği çocuklardan biri erken yaşta zorla evlendirilmişti.

Erkekler, 10 çocuğu okul, kuran kursu, tarikat evi gibi ev dışı alanlarda, bir çocuğu da ev içinde istismar etti.

Bir çocuğu bir tarikat üyesi, iki çocuğu okul müdürü, bir çocuğu akrabası, bir çocuğu babası, bir çocuğu erken yaşta zorla evlendirildiği erkek, bir çocuğu aralarında kamu görevlilerin de olduğu 40 erkek istismar etti.

Ege’de 316 projeye ‘ÇED gerekli değildir’ raporu verildi

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, 2022 yılında İzmir‘de 126, Muğla‘da 128 ve Aydın‘da 62 olmak üzere Ege Bölgesi‘nde toplam 316 proje için yapılan başvuruya Çevresel Etki Değerlendirmesi‘nin (ÇED) gerekli olmadığı yönünde rapor verdi.

Cumhuriyet‘in aktardığına göre, bakanlığın yayımladığı elektronik ÇED sisteminde yer alan veriler, Muğla ve Aydın’da jeotermal enerji santralları, turizm tesisleri ve tarımsal üretim tesisleri için yapılan başvuruların ilk sıralarda yer aldığını gösterdi. Öte yandan İzmir’de ise sanayi tesisleri, inşaat projeleri, konut yatırımları ile maden tesislerine daha fazla ÇED gerekli değildir raporu verildiği görüldü.

‣ Ege madenler ve JES’lerle doldu: Onlarcasına daha onay verildi
‣ Assos’un tepesine jeotermal santrale ÇED istenmedi
‣ Şırnak’taki 22 bölge için ÇED raporu gerekli görülmeden maden arama izni verildi

İlk sırada Aliağa

İzmir’deki proje başvuru dosyalarında artış dikkat çekerken, bir önceki yıl 108 projeye ÇED muafiyeti verilirken, bu rakam 2022 yılında 126’ya yükseldi.

Onay sayılarına bakıldığında, kentte ağır sanayi tesislerinin büyük bölümüne ev sahipliği yapan Aliağa 18 onay ile ilk sırada yer aldı. Maden ocaklarının yoğunlaştığı tarım merkezi Bergama’da 11, Kemalpaşa’da 18 ayrı projeye onay verildiği gözlendi.

Bu üç ilçeyi sanayi tesislerine verilen 11 ÇED vizesi ile Çiğli ilçesi, dokuzar onayla konut ve sanayi yatırımlarının kalbi olan Torbalı, maden ocaklarının yoğunlaştığı Menderes ve sanayi yatırımlarının bulunduğu Menemen sekiz onay ile takip etti.

İki kat artış

Muğla’da ÇED vizesi verilen tesis sayısının 98’den 128’e çıktığı 2022 yılında bakanlık, Bodrum, Fethiye, Marmaris, Milas, Köyceğiz gibi ilçelerde yeni turistik tesislere, Milas, Yatağan, Menteşe ilçelerinde ise çoğunlukla maden ocaklarına onay verdi.

Listenin devamında ise tarımsal üretim tesisleri ve gıda işletmeleriyle Datça yer aldı. Bir önceki yıl 51 “ÇED gerekli değildir” kararı verilen Aydın’da izin sayısı 62’ye yükseldi. Didim ve Kuşadası ilçeleri turistik tesis onayları, tarımsal ve gıda üretim tesislerinin yoğunlukta bulunduğu Çine, Nazilli ve Germencik ise enerji yatırımları ve maden tesisleriyle gündeme geldi.