Editörün SeçtikleriEkolojiManşet

Eko Eko Eko seyircisiyle buluşuyor: Artık barajın suyu başka türlü akıyor

0

BluTV’de 3 Şubat’ta yayına başlayacak olan Eko Eko Eko belgeselinin ilk gösterimi yapıldı. Kadıköy Sineması’nda yapılan gösterimde salon ful çekerken iki saatlik arasız seyirin ardından film, izleyicilerden dakikalarca alkış aldı. Türkiye’nin onlarca ekolojik çöküş noktasında dolaşan belgeselin yönetmeni İlkay Nişancı ve oyuncu Ceren Moray‘la belgesel sürecini konuştuk.

Öncelikle belgeselin salondaki seyircileri yaklaşık iki saat kadar yerine mıhlanmış bir şekilde tutarak ekokırım alanlarına götürdüğünü söylememiz gerek. Bu bölgelerin her biri Türkiye’den sekiz yıllık bir süreçte kayıt altına alındı. Türkiye’deki bir sekiz yıl ekokırım anlamında size pek çok konu sunabilir, bu nedenle belgesele paralel bu süreçte onlarca çevre tahribatı yaşandığı söylenebilir. Sekiz yıllık süredeki çevre sorunlarının sayısı dolayısıyla ülkenin her bir sokağında neler olup bittiğine ayrı ayrı şahit olmanızın mümkün olamayacağı belgesel, buna rağmen bütün sokaklara işaret edebilmeyi başarmış.

Görüntülerde “Ama telefonu var”dan “Yeter artık, yeter” diyen insana kadar her bir kesime yer verilmiş. ‘Kesim’ kelimesinin işaret ettiği tüm uzaklıkların aslında tam olarak filmin tersyüz etmeye çalıştığı nokta olduğu söylenebilir. Belgeselde A noktasında bir taş ocağının dinamitiyle uykusundan sarsılarak kalkan insanlar yer alırken Z noktasında “Siz mi kurtaracaksınız dünyayı” diye soran insanlar bulunuyor.

Öte yandan salonda kimi zaman dayanamayıp “cık cık cık” diyen, filmin işaret ettiği ağırlığı kaldıramayacak noktaya gelen insanlar da vardı. Aslında Türkiye’de hemen hemen herkes bu taş ocaklarının, altın madenlerinin, nükleer santralin, olmadık yerlere kondurulan hidroelektrik santrallerin, termik santrallerin, atıklarla dolup taşmış suların kıyısından berisinden geçmiştir.

Kimi zaman atık barajının turkuazı bir bilinmezlikle desteklenip yüceltilir ve bakılmaya doyulamaz bir hale gelirken kimi zaman da bitkilerin, ağaçların yapraklarında dolup taşan tozlar nefes alamaz hale getirmiştir. Kimi yerlerde milyonlarca liraya ihale edilen yollara övgüler sıralanıyorken kimi yerlerde de o yolun üstünden geçtiği, bir zamanlar köklü bir şekilde varlığını sürdürmüş olan “O ağacın altı şimdi anılıyor”dur.

Eko Eko Eko belgeseli bu iki ucu bir noktada buluşturuyor. O iki bakışı alıp bir odanın içine koyuyor ve önlerine alışık olduğumuzun dışında bir dili olan televizyon ekranı yerleştiriyor. Bu televizyondan taşkınları, olmadık yerlere dikilen binaları, devasa maden ocaklarını, asbesti, altın iştahını, mezarlarından kepçelerle çıkarılması muhtemel bir zamanın insanlarını, hızı, kapitalizmi, yoksulluğu, tüketilen enerjinin vicdan azabını, ekofobiyi, havaya sızan partikül maddeleri izliyorsunuz.

Belgesel’de Ceren Moray’ın canlandırdığı iki karakter, günlük hayatta hemen hemen her insanın aklını kurcalayan “Acaba ne kadar karbon ayak izi bırakıyorum?”, “Dişlerimi fırçalarken musluğu kapatarak gezegeni kurtarabilir miyim?”, gibi sorular üzerinden bir tartışma başlatıyor.

Tam da bu noktada böylesine ağır bir yükü sırtlayan belgeselin arka planında neler yaşandığına, nasıl bir sorgulamanın söz konusu olduğuna ilişkin soru işaretleriyle dolup taşıyoruz. Yönetmen İlkay Nişancı ve Oyuncu Ceren Moray’a çekim sürecinde kendilerinin bizzat ne hissettiğini soruyoruz.

Yeşil Gazete’ye konuşan Yönetmen İlkay Nişancı, sekiz yıllık süreç içerisinde ziyaret ettikleri ekolojik çöküş noktalarından kendisini en çok Manisa’daki Deniş’in ve Erzincan’daki İliç’in şaşırttığını söylüyor. Aslında belgesel ekibinin programında olmayan Deniş, daha sonrasında duyum alınarak gidilen bir bölge. Nişancı, Deniş ve İliç’e ilişkin deneyimlerini şöyle aktarıyor:

‘Gerçekten yanına gittiğinizde çok küçük kalıyorsunuz’

“Duygusal olarak bizi en çok etkileyen yerlerden biri olarak aklıma Deniş geliyor. Oraya geldiğimizde kurtarıcı olarak görülmemiz bile bizi çok yordu. Psikolojik olarak bizi çok yıprattı. Bunun yabancılaşmasını bütün film boyunca yaşadığımız için… Buna tekinsizliğin estetiği diyebiliriz. O estetiği yakalamaya uğraşmak… Bir şey yapmaya çalışıyorsunuz ama bir yandan karşınızda bir durum var onu kayıt altına alıyorsunuz, onu estetik yapmaya çalışmanın çatışması, oradan size bir beklenti olması… İnsanları harekete geçirecek bir duygusal devinim yaratacak bir çalışma yapmaya çalışırken ister istemez böyle şeylerle karşılaşıyoruz.

Bir diğeri Erzincan, İliç. Tanık olduğumuzda da henüz o kadar Türkiye gündeminde değildi. Orası bizi korkuttu. İliç bizi gerçekten ürküttü. Çünkü birebir oradaki akşam olduktan sonraki havadaki değişime tanık olmaktan tutun, Fırat’ın yanında böyle bir atık barajını görmek bizi gerçekten ürküttü.

O kadar alan gezdik. Bu iki yer bizim için beklenmedikti. Bu kadarını da görmeyeceğimizi düşündüğümüz bir şeydi. Gerçekten ağzım açık kaldı benim. Gerçekten yanına gittiğinizde çok küçük kalıyorsunuz. O insana kendini çok küçük hissettiriyor.”

Filmde dezavantajlı kesim olarak kadınları, yaşlıları ve hayvanları görüyoruz. Yavru köpekler atık yığının içerisine sığınmış çevreye bakınıyor. Çöp istif alanında canlılığa dair hiçbir şey yok gibi duruyor. Ancak gözünüze ilişen her şey insanla, canlılıkla, tüketimle ve bunun denetlenmemiş olmasıyla ilgili.

Çöp alanından gökyüzünün maviliklerine dumanlar karışırken 2015’te yaşanan Hopa‘daki selde hayatını kaybeden dört yaşındaki çocuğu hatırlatıyor film.

‘Kendi şaşkınlığımı da kendi hipokrasimi de yaşadım’

Bir ses size o dönemde hükümete yakın gazetelerden belirtildiğinin aksine Hopa’nın yaralarının sarılmadığını söylüyor. “Neresini sardı onu çok merak ediyorum” diyor, Türkiye’nin dezavantajlı kesimlerinden birinde yer alan bir kadın. Tam da bu noktada Ceren Moray’ın bu belgeselin mikrofon uzattığı dezavantajlı kesimlerden vahşi madencilikle karşılaşmalara kadar kendisinde yarattığı etkiyi, deneyimini soruyoruz:

“Tamamen arkaya Ceren kişisini koydum.Çünkü tamamen bu dezavantajlı bireyler dediğimiz, toplumun herhangi bir yerinde hiçbir zaman hakları, onurları, yaşam alanları saygıdan ve tanınmaktan muzdarip olan kesimle zaten arkamda bir bilgiyle vardım orada. Ben de hayatın oralarında çok fazla bulundum. Dolayısıyla bütün bu bilgileri arkaya alarak bu süreci geçirdiğim yerden ne kadar şaşırdıysam onu da oynadığım, aslında dekadansını yaşayan Ceren kişisi olarak buraya koydum ve bu çalıştı.

İlkay’ın da tam olarak istediği şey buydu. Sette dehşete düştüğümüz şeyleri izleyip hemen çektik. Dolayısıyla da çok dürüst oldu. Kendi şaşkınlığımı da kendi hipokrasimi de yaşadım. Beyaz perdeden izlediğimiz şey benim de kendi hipokrasimdi aslına bakarsan. Grupsal bir şey var elbette ama yüzde 50’si de tamamen kendimin; atıyorum bulaşık makinesini yıkarken kendimce bir şey yaptığıma inandığım o gerçeklik, egzajere ediyorum ama hayat bizim için öyle. Satın almakla ilgilendiğimiz, kapitalizm dediğimiz şey tam olarak öyle bir şey. Benim için biraz arınma gibi de oldu. Ama şey gibi bir arınma değil; ‘abi çok iyi iş yaptım bundan sonra artık kaymağın üstündeki küçük şeyine bakarım’ gibi bir yerden değil.”

Belgeseli izlerken “hücum”, “kapitalizm”, “yağma”, “sanayileşme” gibi kelimeler adeta üzerinize hücum ediyor. Kuş bakışı üzerinden geçtiğiniz yıkımlara bakarken türlerin ne kadar sınırı olduğuna, yaşamı bahşeden doğayla insan arasındaki ilişkinin uzaklığına, üretimle bağın kopuşuna bir kez daha şahit oluyorsunuz.

Bir yandan değirmenlerin taşları dönüyor, bir yandan doğaya saplanıp kalmış bir bıçak gibi plastikler görünüyor. Çöp tarlalarında, ‘çöp şelalelerinde’ afetlere hazırlıklı olamayan, sosyoekonomik olarak dezavantajlı olan insanların yalnızlığa terk edilişi gözünüze çarpıyor.

Öte yandan da “Sen mi kurtaracaksın gezegeni” sorusu yankılanıyor. Sonu termik santral bacalarına çıkan yollardan gözden çıkarılmış bölgelere götürüyor belgesel. Edinilemeyen ticari bilgilere işaret ediyor. Manisa’nın Deniş köyünde şu soru yankılanıyor:

“Buna dayanılır mı canım, yazık değil mi bize?”

‘Ezberlerin hepsini tek kalemde hakikatle bozuyor’

Ceren Moray da filmin aslında konuşulamayanları tartıştığını belirtiyor:

“Ezberlerin hepsini tek kalemde hakikatle bozuyor. Bizi değiştirmeyecek; bizi değiştirmeyi tartıştıracak. Tam olarak yapacak şeyi bu. Belki de böyle başlayacak her şey. ‘Pazartesi günü diyete başlayalım‘ gibi bir şey yok dünyada. Bir şeye başlamayı tartışmamız gerekiyor önce. Bu da bize bunu tartıştıracak. O yüzden benim için çok kıymetli.

Çünkü atıl olan var. Erkek algısının bizi yönettiği bir dünyadan geçiyoruz. O elmayı sunanın, o elmayı ısıranın kim olduğunu tartıştığımız bir dünyadayız hala. O yüzden de aslında bizi bunu tartıştıran akıl yürütüyor. Dolayısıyla erk kişisi. O atıl olanı arkama aldığımda; Eren oluyor. Ben olmaya çalışan insan da Ceren oluyor. Ve onların çatışması çok iyi bir önerme oldu Persona o anlamda. Çalıştı da.”

‘Artık barajın suyu başka türlü akıyor’

Ek olarak belgesel birçok insan için ekolojik anksiyete uyandırabilecek bir ağırlığa da sahip. Ancak içerdiği öneriler ve uzman görüşleri tam bu noktada izleyicinin yardımına koşuyor. Ceren Moray son olarak belgesele ilişkin şunları aktarıyor:

“Bu çok tetikleyici bir iş. Biz çok fazla ezber duyuyoruz. Onu yerle yeksan ediyor. Bayağı tersyüz ettik. Dolayısıyla bu kapitalizmin bize öngördüğü ‘işte birine bir bağış yaparım sonra kendi hayatımı idame ettiririm’ gibi bir yanılgının içinden hakikati tartıştıyor -onur duyarız, evet çok kadim bir şey yaşadık- ama ‘vicdanın rahat bundan sonra önümüzdeki maçlara bakarız’ gibi bir şey yok. Bundan sonra hayatımız komple bambaşka bir yerden değişimi tartışmaya başlamış oldu. Şuan artık barajın suyu başka türlü akıyor.”

Yerelde iklim adaletinin en uzağında kalan insanlara söz veren belgeselin yönetmeni İlkay Nişancı, birçok noktaya giden belgeselde talep edilenin aslında bu sorunun ortaklığının görülmesi olduğunu şöyle aktarıyor:

“Bir şey elerken rahatsız oluyorsunuz tabi çünkü bir program yapmamız gerekiyor. Ama biz de şunu istedik: Bütün alanın ağlarını birlikte kurabilmek. Biz duygusal bir bütünlüğü, bütün her şeyin aslında birbiriyle ilişkili olduğunu göstermeye çalıştık; batıda, doğuda, güneyde ya da kuzeydeysen de kurtuluşun yok. ‘Bir arada olmak durumundasınız’ı görebilmek için bütün resmi olabildiğince, elimizden geldiğince çizmeye çalıştık.”

Aslında ekokırım yerlerinin isimlerini bile yazmayı düşünmediğini ancak daha sonrasında insanlar merak ettiği için bazı yer isimlerini eklediklerini söyleyen Nişancı, “Soyut o mekanlar hepimiz için. Herkes orası neresi diye merak ediyor. Ne önemi var? Orası Anadolu’da bir yer işte. Yanında olmadığı zaman ‘oh be evin yanında değilmiş’ mi diyeceksin? Oradaki her şeyin öyle belirli olduğunu, her birinin önemi olduğunu, karıncasından, hayvanlara, yaprağına, tozuna kadar bu ekosistemin hepimizi nasıl bir parça olduğunu, ekosistemin de ekonomi sistemi değil, ekoloji sistemi anlamına geldiğini anlatmaya çalıştık” diyor.

Öte yandan belgeselin çekim sürecinde 8600 KG CO2 gaz salınıyor. Ortaya çıkan eserin de bu zararın karşısında büyük bir ekoloji bilinci yerleştirmek adına çok fazla seyirciye ulaşması isteniyor. Nişancı bu konuya ilişkin de şunları paylaşıyor:

“Tabi çok kirlettik. Yola çıkarken ilk söylenilen şey, ‘Hiçbir yerin suyunu içmeyin’di. Özellikle gitmeden önce gerekli sağlık kontrollerinden geçtik. 14 bin kilometre yol yaptık. 50 güne yakın, kesintisiz alandaydık son blokta. Yoksa 2015’ten beri çekimler var ama son blok, büyük Anadolu turu, elli gün kadar… Arabayla karbon ayak izimiz var. Mataradan içsem bile, pet şişeden su içtim. Plastiklerimizi atmadık tabi. Kendi vücudumuza plastik aldık. Bir kere Munzur’da su içti ekip, iki kişi hastanelik oldu. Çünkü bünye alışık değil. Her gün yeni bir mekana gittiğiniz için böyle bir şey oluyor. Bunun da bir çözümü vardır da bizim bu ekibi kontrol edebilme anlamında bir çözüm yoktu.

Dinamik ve cesaretli bir ekibi olduğunu belirten Nişancı, maden alanlarında oldukça zorlu bir çekim süreci yaşandığını da aktardı.

Belgeselin sinema ya da festivallerde gösterime girmesi yerine dijital bir platformda yayına alınmasına ilişkin sorumuza ise Nişancı, 2014’te gösterime giren Kamilet filminden edindiği deneyim çerçevesinde festivallerde az insana ulaşılabildiğini gördüğünü söylüyor. Nişancı’nın belgeselinin dijital platformda yayınlanmasını da bu deneyim yönlendiriyor:

“Daha fazla kişiye nereden ulabilir diye dijital platformla görüştük. Blutv bizden bir şey bekliyordu zaten ama ben buna bu nedenle sıcak baktım. Çünkü burada aldığımız tepkiler birazcık duyulduğunda, bir festivalin ulaşabileceğinden çok daha fazla insana ulaşıyor. Eş zamanlı olarak zaten gösterimlerimizi de yapacağız. Ne kadar yayabilirsek… Her bölümün çalıştayını yapmak istiyoruz. Sadece bir bölüm özelinde, o bölümde konuşan hocalarla oturacağız, konuşacağız.”

Eko Eko Eko hakkında

Altı bölümlük belgeselde, mevcut ekonomik dünya düzeninin ekolojik olarak sürdürülebilir olup olmadığı ile ilgili sorular, konunun Türkiye’de en yetkin uzmanları tarafından yanıtlanıyor. Belgesel 8 yıllık bir araştırmanın ürünü. Alanında uzman 26 akademisyen, aktivist ve gazeteci, belgeselde hepimizin kafasındaki ekoloji çıkmazlarına yanıt arıyor.

Belgeselin çekimleri 2015 ile 2022 yılları arasında Türkiye’nin dört köşesinde, toplamda 10000’i aşkın kilometre yol kat edilerek tamamlandı.

Çekimlerde 6 Termik Santral, 4 Rüzgar Enerjisi Santrali, 5 Baraj Gölü, 4 dere tipi Hidroelektrik Santrali, 3 Güneş enerjisi santrali, 1 Jeotermal Elektrik Santrali ve 1 Nükleer Enerji Santrali gezildi.

Türkiye’nin en büyük Altın Madenleri ve Kömür Madenleri yerlerinde kayda alındı. Belgeselde, yerleşik hayatın başladığı yerlerden biri olan Aşıklı Höyük’ten, binlerce yıllık medeniyetin Ilıca Barajı nedeniyle taşındığı Hasankeyf’e, Dünya’nın insan eliyle yapılmış en eski su tünellerinden biri olan Titus Tünel’inden, Türkiye’nin nazar boncuğu diye anılan Meke Gölü’ne bir çok ekolojik alan belgelendi.

6 bölümlük belgesel toplamda 300 saat görüntü arasından hazırlandı.

Ekonomi-Ekoloji ilişkisini, insanlığın doğaya hükmettiği günden başlayıp sanayi devrimine ve günümüz neoliberal ekonomik düzenine kadar analiz eden ve ekolojik etkilerini irdeleyen

Belgeselin her bir bölümünde bir başka konu ele alınıyor, bir başka soru soruluyor.

Yönetmen İlkay Nişancı’nın yıllardır üstünde çalıştığı Eko Eko Eko belgeselde kendisine çoğunluğu öğrencilerinden oluşan 186 kişilik bir ekip eşlik etti.

Projenin danışman kadrosunda ise Prof. Dr. Fuat Ercan, Prof. Dr. Fikret Adaman, Prof. Dr. Doğanay Tolunay, Doç Dr. Oğuz Kurdoğlu, Doç. Dr. Sedat Gündoğdu, Dr. Gaye Yılmaz, Dr. Aslı Odman, Dr. Güneş Duru gibi akademisyenlerin yanı sıra ekoloji konusunda Türkiye’nin önde gelen isimlerinden Akgün İlhan, Bülent Şık, Fevzi Özlüer, Özgür Gürbüz, İbrahim Gündüz ve daha bir çok isim yer alıyor.

Belgesel için Türkay Nişancı tarafından 17 ayrı müzik parçası bestelendi.

Binlerce kilometre yol yapılarak 8600 KG CO2 gaz salındı, ekip 650 adet 50 cl’lik plastik pet şişe tüketti ve 450 gün süren post prodüksiyon aşamasında 7875 KW elektrik harcandı.

Belgesel, Türkçe ve İngilizce altyazılı seçenekleriyle 3 Şubat’ta Blutv’de başlıyor.

You may also like

Comments

Comments are closed.