Kırklareli‘nin Demirköy ilçesinde sabaha karşı başlayan sağanak, İğneada beldesinde su baskınları ve dere taşkınlarına yol açtı. İğneada’da bulunan turizm tesisindeki birçok bungalov ev taşkın dolayısıyla sürüklendi.
Ekipler tesiste kalan bazı tatilcilerden taşkının ardından haber alınamaması üzerine arama kurtarma çalışması başlattı. Demirköy Belediye Başkanı biri çocuk, beş kişiye halen ulaşılamadığını belirterek, arama çalışmalarının sürdüğünü söyledi. Bölgede ormanda mahsur kalan iki kişi, ekiplerce kurtarılarak hastaneye kaldırıldı.
Bölgeye AFAD, İl Özel İdaresi, Sahil Güvenlik, itfaiye ve UMKE ekipleri ile askeri birlikler sevk edildi.
Meteoroloji Genel Müdürlüğü, önceki gün bölge için kuvvetli yağış uyarısı yapmıştı. Değirmen Deresi‘nden taşan sular Demirköy ile İğneada‘yı birbirine bağlayan kara yolunu kapladı, yol ulaşıma kapandı. Kara yolunda hasara neden olan yağışla ilgili Karayolları Genel Müdürlüğü‘nden yapılan açılamada, “İğneda Demirköl yolu 2’nci ile 5’inci kilometresi arası güzergah aşırı yağıştan dolayı trafiğe kapatılmıştır’ denildi.
Biri çocuk beş kişi kayıp
Kırklareli’nin Demirköy Belediye Başkanı Recep Gün, “Bungalov evlerin olduğu bölgede yaşanan sel sonrası dördü yetişkin biri çocuk beş kişiye ulaşamıyoruz. Aramalar sürüyor” dedi.
İklim krizi ve yanlış kent politikaları sel riskini artırıyor
Kömür, petrol ve gaz kullanımı başta olmak üzere çeşitli insan faaliyetlerinden kaynaklanan iklim krizi, yağış rejimleri üzerinde önemli bir etkiye sahip. İklim krizi nedeniyle bazı bölgelerde kuraklık artarken, bazı bölgelere düşen yağış miktarında artış gözlemleniyor.
Daha uzun periyotlarda düşmesi beklenen yağışın uzun bir kuraklık döneminin ardından kısa sürelerde düşmesi ise sel ve taşkın riskini ortaya çıkarıyor.
Bu etkenler ise kentlerde su geçirgenliği olmayan beton ve asfalt yüzeylerin artması, afete dirençli olmayan kent politikaları izlenmesi ve kentlerdeki altyapının yetersiz kalması gibi durumlarda sel ve taşkınlara neden olarak insan ve çevre sağlığını tehdit ediyor.
Kentlerdeki sel riskinin azaltılması için devlet ve belediyelerin alabileceği önlemler arasında iklim krizinin etkilerine uyum çalışmalarının hızlandırılması başta geliyor.
Şehirlerde beton ve asfalt gibi yüzeyler yerine su geçirgenliği bulunan alternatiflerin tercih edilmesi, kentlerde yeşil alanların artırılması, yeşil altyapı teknolojilerinin kullanılması ve yağmur suyunun depolanması gibi tedbirler sel riskinin azaltılmasında yardımcı olurken, kuraklıkla mücadelede de fayda sağlıyor.
Çanakkale’de ve Bilecik’te etkili olan orman yangınlarının ardından av yasağı ilan edilmemesi üzerine, avcılar kaçabilen ve yanmayan bölgelere sığınan hayvanları öldürmeye başlamıştı. Beklenen açıklama bugün (5 Eylül 2023) geldi. Tarım ve Orman Bakanı İbrahim YumaklıX platformundan yaptığı paylaşımda, bölgedeki kara avcılığının durdurulduğunu açıkladı.
Çanakkale ve Bilecik’te meydana gelen orman yangınlarından etkilenen yaban hayvanlarının yaşam alanlarında tedbir alma ihtiyacı hasıl olmuştur.
2023-2024 Av Dönemi’nde bu illerimizdeki orman yangınlarından etkilenen avlaklarda kara avcılığı, bugün itibarıyla durdurulmuştur.
“Çanakkale ve Bilecik’te meydana gelen orman yangınlarından etkilenen yaban hayvanlarının yaşam alanlarında tedbir alma ihtiyacı hasıl olmuştur. 2023-2024 Av Dönemi’nde bu illerimizdeki orman yangınlarından etkilenen avlaklarda kara avcılığı, bugün itibarıyla durdurulmuştur.”
Tarım ve Orman Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, Kara Avcılığı Kanunu gereği Çanakkale Merkez ve Lapseki genel avlağı, Üçpınar, Kirazlı ve Elmacık devlet avlakları ile Bilecik Lefke devlet avlağında avcılık faaliyetlerine yasaklama getirildiği bildirildi.
Avlanma 10 gün sonra durduruldu
Hayvan hakları savunucuları ve bölge sakinleri kampanyalar başlatarak bölgedeki hayvan kıyımına “Dur!” demişti.
‣ Çanakkale’de yangından kaçan hayvanlar sığındıkları yerde avlanıyorlar: Av yasağı ilan edilsin!
Çanakkale’de 22 Ağustos tarihinde çıkan orman yangını, 2 bin 650 hektarı ormanlık alan olmak üzere 4 bin 80 hektarlık alanın yanmasıyla sonuçlandı. Çanakkale Belediyesi, üç gün boyunca süren yangından etkilenen köylerdeki ve ormanlardaki hayvanlar hakkında tahliye çalışmaları yapmış; Çanakkale Veteriner Hekimler Odası da yangından etkilenen hayvanlar için ücretsiz hizmet vereceğini duyurmuştu.
Change.org’ta da yangından etkilenen bölgelerde av sezonunun durdurulması için kampanyalar başlatılmıştı. Çanakkale’de yaban hayat fotoğrafçılığı yapan Cenk Polat yangından etkilenen yaban hayatının olumsuz etkilenmesinden dolayı bölgedeki kara avcılığı faaliyetlerinin yasaklanması gerektiğini belirterek, “Böyle bir karar en azından yangından dolayı büyük yara almış Çanakkale yaban hayatına yaralarını sarması için zaman kazandıracak ve yenilenmesini sağlayacaktır” demişti.
26 Ağustos’ta av yasaklarının kalkmasıyla birlikte ormanlardaki silah seslerini kayda alan Polat, “Hani hiçbir avcı böyle bir durumda avlanmazdı?” başlığıyla başlattığı ikinci kampanyada da “Yanmaktan kurtulan bu küçücük orman parçasına sığınmış canlarımız için biraz daha vicdan göstermemiz gerekmez miydi?” diye sormuştu.
Birleşmiş Milletler’in (BM) Hükümetlerarası Biyolojik Çeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Platformu’nun 143 temsilcisi(IPBES) tarafından yayımlanan yeni bir rapora göre insan faaliyetleri nedeniyle dünya çapında yayılan 37 binden fazla istilacı türün küresel ekonomiye yıllık maliyeti 300 milyar doları aştı.
86 biyoçeşitlilik uzmanının hazırladığı kapsamlı rapora göre bugüne kadar yok olduğu bilenen tüm hayvan ve bitki türlerinin yüzde 60’ının soyunun tükenmesinde bu türler etkili oldu.
Japon madımağından dişbudak ağaçlarını öldüren mantarlara ve balon balıklarına kadar dünya çapında insanlar tarafından doğal olarak bulunamayacakları yerlere taşınan canlılara “istilacı yabancı türler” adı veriliyor. Bunlar doğaya, gıda güvenliğine, insan ve insan dışı yaşama tehdit oluşturuyor.
Raporun ortak yazarı İngiltere Ekoloji ve Hidroloji Merkezi‘nden Prof. Helen Roy,BBC’ye iklim değişikliğinin durumu daha da kötüleştireceğini söyledi:
“Gelecekte istilacı yabancı türlerden kaynaklanan tehdit büyük bir endişe kaynağı. Bugün bilinen 37 bin yabancı türün yüzde 37’sini 1970’ten bu yana kayda geçenler oluşturuyor; bunun nedeniyse büyük oranda artan küresel ticaret ve insan seyahati.”
İstilacı türler dünya genelinde ekolojik yıkımı sürükleyen; iklim krizi, türlerin aşırı avlanması, arazi ve su kullanımındaki değişiklik ve kirlilikle birlikte beş ana faktörden biri arasında gösteriliyor.
Rapora göre bu türlerin küresel ekonomiye yıllık maliyeti 1970’ten bu yana her on yılda bir dörde katlanarak 2019’da 423 milyar dolara ulaşmış durumda.
Bu türlerin şimdiye dek görülmemiş hızda, dünya çapında yayıldığına dikkat çeken araştırmacılar, her yıl dünya çapında 3 bin 500’ten fazla yeni yabancı istilacı türün kaydedildiğini; bunların üçte bire yakının bitki ve yarıya yakınını omurgasızların oluşturduğunu belirtiyor.
Türkiye’ye maliyetleri en az 100 milyar dolar
Araştırmaya göre, bu türlerin AB’ye maliyeti 2040’da 148 milyar dolar olacak.
Araştırmanın yazarlarından Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Su Ürünleri Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ali Serhan Tarkan ise istilacı türlerin Türkiye ekonomisine maliyetinin ise 1914’ten günümüze en az 100 milyar dolar olduğunu tahmin ettiklerini söyledi.
Kıtalararası geçiş noktasında yer alan ve uzun sınırlara sahip olan Türkiye’nin Avrupa ülkelerine nazaran daha kırılgan durumda olduğuna dikkat çeken Tarkan, ülkenin kalabalık bir nüfusa sahip olması ve artan ticari faaliyetleri türlerin ülke karasularına taşınmasını kolaylaştırdığına vurgu yaptı:
“İstilacı türlerin AB’ye ekonomik maliyetlerini hesapladığımız gibi Türkiye’ye maliyetini de hesaplamak üzere çalışıyoruz. Devam eden bir araştırmamızda, 1914 yılından bu yana kayda geçmiş etkilerin ekonomik maliyetine odaklandık. Şu ana kadar yaptığımız hesaplamalar, 1914’ten günümüze kümülatif maliyetin en az 100 milyar dolar seviyesinde olduğunu ortaya koyuyor.”
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, “LGBTİ+ propagandası yaptığı” gerekçesiyle birden çok kez saldırıya uğrayan ‘Ortadan Başlamak’ isimli sergi aleyhinde soruşturma başlattı.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) 22 Haziran’da Artİstanbul Feshane’de açtığı sergiye ilişkin soruşturmanın gerekçesi; “halkı kin ve düşmanlığa tahrik.”
24 Temmuz’da, Yesevi Alperenler Eğitim, Kültür ve Yardımlaşma Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Kürşat Mican sergi hakkında suç duyurusunda bulunmuştu.
19 küratör ve 300 sanatçının katıldığı, 400’ün üzerinde yapıtın bulunduğu sergiye açıldığı günden beri birçok saldırı girişiminde bulunuldu. Sergiyi basan gruplar, sergide cinsellik ve çıplaklık içeren fotoğrafların asıldığını, LGBTİ+ propagandasının yapıldığını öne sürdü.
Savcılık açık kimlik ve adres bilgisi istedi
Sözcü’den İsmail Saymaz’ın aktardığına göre, bir keçi heykeli “Tapınak şövalyelerinin taptığı şeytan” denilerek saldırıya uğradı. İki çıplak erkeği savaşını anlatan resim için ise “LGBTİ+ propagandası” denildi.
Savcılıktan İBB’ye gönderilen yazıda “’Ortadan Başlamak’ isimli serginin organizasyon ve düzenlenmesinden sorumlu kişi/kişilerin açık kimlik ve adres bilgilerinin tespit edilerek, düzenlenecek evrakın ivedi olarak cumhuriyet başsavcılığımıza gönderilmesi rica olunur” ifadeleri yer aldı.
Sergiye iki kez saldırı girişiminde bulunuldu
Sergi açıldıktan beş gün sonra (27 Haziran 2023) yapılan ilk saldırı, serginin sosyal medyada bazı kullanıcılar tarafından hedef gösterilmesi üzerine gerçekleşmişti. Saldırı girişimi nedeniyle sergi geçici süreliğine ziyarete kapatıldı.
Mican “Buradaki sergi, bize Müslüman Türk milletine hakarettir. İvedilikle bu serginin kaldırılması lazım. Ekrem’i uyarıyoruz, ya bu sergiyi kaldırır ya da millet olarak biz bu sergiyi kaldırmasını biliriz” diyerek tehditler savurmuştu.
İBB'nin Artİstanbul Feshane'de açtığı çağdaş sanat sergisine yönelik saldırı girişimi gerçekleşti. pic.twitter.com/No4yzwSuhg
İlk saldırıdan yaklaşık iki hafta sonra, 9 Temmuz 2023’te ikinci saldırı gerçekleşti. İBB’yi ve sanatı hedef alan grup adına basın açıklaması yapan Mican, sergideki eserlerin milli ve manevi değerlere hakaret içerdiğini öne sürdü.
Tepkilerinin siyasi değil kültürel olduğunu iddia eden Mican, “Kültür-sanat adı altında burada sergilenen şeyler kesinlikle sapkınlığı özendirmektedir ve bizim manevi dokumuzla milli kültürümüzle yakından uzaktan alakası yoktur, örtüşmemektir, çatışmaktadır” demişti.
Serginin kaldırılması için resmi kurumlara da müracaat ettiklerini söyleyen Mican Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın da buna müdahale etmesini istemişti.
Açıklamanın ardından grup üyeleri, Artİstanbul Feshane’ye girerek sanat eserlerine zarar vermeye çalıştı. Saldırganları güvenlik önlemi alan polis engelledi.
İsviçre merkezli çok uluslu ilaç firması Roche, böbrek, kalp ve karaciğer nakli yapılan hastalarda akut organ reddini önlemek için kullanılan ‘mikofenolat mofetil’ etken maddeli ilacı (Cellcept) bundan böyle Türkiye’de satmama kararı aldı.
Firma gerekçe olarak, halen uygulanan fiyatlandırma ve geri ödeme politikasını gösterdi.
Roche, Tüm Eczacı İşverenler Sendikası’nın konuyla ilgili sorularına yönelik gönderdiği bilgilendirme yazısında şunları kaydetti: “Türkiye’de uygulanan temel fiyatlandırma ve geri ödeme politikalarına bağlı olarak dünyada hastaların erişimine sunulan firmamızın yenilikçi çözüm ve tedavilerini, Türk hastaların kullanımına sunamamanın derin üzüntüsünü yaşarken piyasada var olan ilaçlarımızın da devamlılığı konusunda büyük endişe duyuyoruz.”
‘Organ nakli sonrasında kullanılan ilaçlar artık bulunamayacak’
Sendikanın Genel Başkanı Ecz. Nurten Saydan bulunamayan ilacın en pahalı ilaç olduğunu belirterek “Bıçak kemiğe dayandı, ilaç yokluğu artıyor” dedi. İlaç firmalarının ticari kuruluşlar olduğunu, zarar ettikleri yerde ilacı asla ithal etmediğini veya üretmediğini hatırlatan Saydan, şunları söyledi:
“Sonuç olarak çok önemli bir organ nakli sonrası kullanılan, hayati öneme sahip ilaç, piyasadan sessizce kaybolan diğer ilaçlar gibi artık bulunmayacak. Önceki senelerde bu ilaç firmaları hekimlere ilaçlarını yazdırmaya çalışır eczanelerimize gelerek kendi ilaçlarını anlatırlardı. Günümüzde ise ‘biz ülkenizi terk ediyoruz’ diyorlar. Yerli ilaç sanayimizin yükü ağırlaşıyor. Uzunca süredir yeni molekül tedavi edici ilaçlar da ancak özel ithal yoluyla ve de nerede ise onlarca katı fazlasına tedarik ediliyor.”
Türkiye’nin, dünyanın en kalabalık ülkelerinin arasında 19’uncu sırada yer aldığını söyleyen Saydan, şöyle devam etti:
“Türkiye’nin nüfusu 85 milyon 279 bin 553 kişi. Ayrıca, ülkemizde Ağustos 2023 itibariyle 3 milyon 303 bin Suriyeli misafirler bulunuyor. Bu sayının yaklaşık 1,5 milyonu 14 yaşından küçük çocuk sayısı. İlaç kullanan nüfus oranı yüksek ve ilaca gereksinim her geçen gün artıyor.
‘Ne olursa olsun tasarruf politikasından vaz geçilmeli’
İlaç sektörü, 2022’de döviz kurlarında ve maliyetlerde yaşanan hızlı artışlar karşısında temmuz ve aralıkta ilaç kurunda güncelleme yapılmasına rağmen ilaç sektörünün içinde bulunduğu mücadele şartları ağırlaşmış, sektör büyük kayıp yaşayarak reel değerde 2015 yılının da gerisinde kaldığını ifade ediyor.
Bu kapsamda ülkemiz için sadece ne olursa olsun tasarruf hedefleyen ilaç fiyat politikasından vazgeçilmesi ve ilaç kurunun yılda birden fazla kez güncellenerek reel kurla arasındaki farkın kapatılarak beklemeksizin uygulamaya alınması öncelikli olmalı.
SGK tarafından yüzde 41’lere hatta bazı durumlarda yüzde 50’leri aşan oranlara varan iskontolara tabi olan sektör artan maliyetlere karşı yoğun bir düşük fiyat baskısı ile karşı karşıya. SGK tarafından izlenen ne olursa olsun tasarruf hedefleyen geri ödeme sistemi nedeniyle ülkemizde ilaç fiyatları sadece referans aldığımız Avrupa ülkelerinden değil, neredeyse hammadde ithal ettiğimiz Hindistan’dan bile daha düşük seviyeye geldi. Bu sürdürülebilir bir durum değil. İlaçların bulunabilir ve ulaşılabilir olması için bir an önce düzenleme yapılmalı.”
MUĞLA – Milas‘a bağlı İkizköy‘de bulunan Akbelen ormanını tahrip eden Limak ve IC-İçtaş ortaklığındaki YK Enerji‘ye karşı, kömür madenleriyle ormanların yok edilmesine karşı Sporcu Ramazan Akgül, İzmir‘den Akbelen‘e pedal çevirdi.
İzmir‘den yola çıkan ve 37 derecelik sıcakta 132 kilometrelik mesafede pedal çeviren Akgül, tam 7 saat 52 dakika sonra Akbelen’e vardı. Akgül, yolculuğunu Yeşil Gazete‘ye anlattı.
‘Kömüre kurban giden toprağımızın sesi olmak için yola çıktım’
Birçok yarışmada bisikletinle yer aldın ancak son güzergahın Türkiye’nin en büyük ekokırım noktalarından birine, Akbelen’e, oldu. Neden böyle bir yolculuğa çıktın?
Bu sürüşü yapmanın altında birçok sebep var; öncelikle, Akbelen ormanında kesilen binlerce ağaç, evsiz kalan yüzlerce hayvan, yok edilen yüzlerce bitki türü ve yaşamın kendisi olan fakat kömüre kurban giden toprağımızın sesi olmak için yola çıktım.
İkizköy‘de Akbelen’de doğasına, yaşamına, toprağına sahip çıkmak isteyen insanlarla kucaklaşmak ve onların yanında olduğumu göstermek için yola çıktım.
‘Hayatımda ilk defa bisiklet sürerken jandarma/polis kontrolüne takıldım’
Bu güzergah ne kadar sürdü? Yolda nelerle karşılaştın? Doğası birçok noktada tahrip edilmiş Ege’de bu güzergah boyunca başka ekokırım manzaraları gördün mü?
132 kilometrelik mesafede, 37 derece sıcaklıkta 1741 metre yükseklik topladım ve tur 7 saat 52 dakika sürdü.
Aslında çok daha kısa sürede varmayı planlıyordum fakat hayatımda ilk defa bisiklet sürerken jandarma/polis kontrolüne takıldım, hem de üç defa durduruldum.
Bu kontrol noktaları Akbelen ormanına yaklaştığımda sıklaştı, sırasıyla Bafa, Beçin ve Çamköy‘de durduruldum, bu durdurmalar sistem yavaş bahanesiyle toplamda bir saate yakın zamanımı aldı ve sürüş esnasında kinezyolojik olarak soğumama sebep oldu.
İzmir’den Akbelen’e pedal çevirirken neler düşündün, neler dinledin, kendinle neler konuştun? Bu yolculuktan elde ettiğin deneyime ilişkin neler paylaşmak istersin?
Yolda beni zorlayan çok fazla şey oldu; sıcaklık, yükseklik, çevirmeler …
Fakat bunların hiçbirine odaklanamadım çünkü sürdüğüm yer gitmek istediğim yer olan Akbelen, Akbelenleri düşündüm hep, ülkenin dört bir yanında sermaye eliyle talan edilen yerleri düşündüm hep, bu beni elbette üzüyor ama bu üzüntü beni pasifleştiren bir üzüntü değil; olmadı da asla, sonuna kadar mücadele etmeye devam edeceğim.
Akbelen sermayenin yok etmek istediği ilk orman ve yok edeceği son orman da değil, bunun bilincinde olan bir gencim, onlar istediği kadar güçlü ve sert gelsinler bizler doğru bildiğimiz mücadeleden asla vazgeçmeyeceğiz.
Akbelen’de senin gibi çevre aktivisti ve hakları ihlal edilen onlarca canlının hakkını savunan oldukça fazla genç vardı. Sen bir genç olarak Akbelen üzerinden ihlal edilen haklarına ilişkin neler söylersin? Her gün alanda bulunup ağaçların bir bir eksildiğini görmek sana ne hissettiriyor?
İki yıldan fazladır köylülerin başlattığı bir direniş var ve bunun son bir ayında özellikle 24 Temmuz gününden sonra alana ciddi bir insan desteği geldi ve bu desteğin büyük bir kısmının genç olması umut vericiydi fakat gençlerin devamlılık sağlamaması alandaki direnişin yükünü köylülere ve dışardan gelen orta yaşlı insanlara bıraktı.
Alanda korumaya çalıştığımız ağaç ekosistemi, bitki ekosistemi ve hayvan ekosistemi uğruna başımıza gelmeyen insanlık suçu kalmadı desem yeridir.
Jandarmadan/askerden/polisten tazyikli su, biber gazı ve coplu şiddet gördük, arkadaşlarımız haksız yere göz altına alındı ve göz altına alınırken şiddete, tacize, işkenceye uğrayarak göz altına alındılar.
Anayasada yer alan birçok yasayı ihlal ettiler, bu yasaların içeriğini tek tek vermek isterim fakat bu yazıyı yazarken aklıma alandaki komutana yasaları hatırlatıp haklarımızı istediğimizi söylerken onun ‘YASA BENİM’ dediği cümle aklıma geliyor ve ülkenin adalet sistemine olan inancımın yok olmasını hatırlıyorum ve tek tek yasa yazmak içimden dahi gelmiyor şu an!!!
‘Akbelen’de konu ağaç değil, orman ağaçtan ibaret değil’
Akbelen’de oldukça uzun vakit geçirdin ve son dönemde nöbet alanındaki insan sayısı azaldı. Bunu nasıl değerlendiriyorsun? İnsanlara nasıl seslenmek istersin?
Halkın örgütlülüğü ülkemizde bölgesel olarak değişiklik gösteriyor.
Toplumu pasifize etmek için yıllardır bütün imkanlarını kullanan bir rejimle karşı karşıyayız.
Sermaye ve hükümet zenginleşirken halkın fakirleşmesine rağmen ses çıkaran insan sayısının az olması ne denli baskıcı ve faşizan bir rejimle baş başa olduğumuzu gösteriyor aslında.
Nöbet alanındaki insan sirkülasyonun azalmasının bir diğer önemli sebebi de ana akım medya ve sosyal medyadan ağaç kesimini bitirmişler, süreci bitmiş gibi göstermelerinin de ciddi bir payı var.
Buradan herkese seslenmek istiyorum:
Akbelen’de konu ağaç değil, orman ağaçtan ibaret değil, ormanda yaşayan yaban hayvanları evsiz kalıyor, bitki örtüsü yok ediliyor, toprak yapısı yok ediliyor. Akbelen su havzası bölgesi, eğer Akbelen toprak yapısını kaybederse ve sondajlar vurulursa Bodrum ve Milas ciddi su kıtlığı yaşayacak .
Susmayın, susuz kalmayın !
‘Biz medyadan yansıttıkları gibi terörist değiliz’
Neler eklemek istersin?
Gelişmek ve değişmek istiyorsak eğer bunu sadece kavga ederek, barikata dayanarak, biber gazıyla mücadele ederek, tazyikli suyun karşısında durarak değil; sanatla, sporla ve müzikle de destekleyerek barışçıl eylemlerde bulunmamız gerekiyor.
Korkan, çekinen ve spekülasyonlara maruz kalan bir toplumu mücadelenin içine barışçıl eylemlerle çekebiliriz ancak, bu sürüşteki en büyük amaçlarımdan biri buydu, biz medyadan yansıttıkları gibi terörist değiliz, vatan haini değiliz; ülkesini, toprağını, vatanını, bütün canlıları seven insanlarız.
Rusya devletine bağlı nükleer enerji kuruluşu Rosatom‘un Genel Müdürü Aleksey Lihaçev, Sinop’ta inşa edilmek istenen Türkiye‘nin ikinci nükleer güç santrali (NGS) için Akkuyu NGS projesinin aynısını önerdiklerini açıkladı.
Rus devlet televizyonu Pervıy Kanal‘a verdiği demeçte Rosatom’un Sinop’taki nükleer santral projesine ilişkin teklifini anlatan Lihaçev, “Teknik olarak Akkuyu santralinin ‘öz kardeşi’, dört güç ünitesi söz konusu olacak” dedi.
Akkuyu’nun ‘ciro’sunu Sinop’a aktaracaklarmış
Potansiyel projenin finans modeline değinen Lihaçev, 2020’lerin ikinci yarısında Akkuyu NGS’de üretilen elektriğin satışından iyi bir ciro beklediklerini ve bu yönde bir karar alınması halinde bu kaynağı yeni santralin inşasında kullanabileceklerini söyledi.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, dün Soçi‘de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘la yaptığı görüşmede, birinci güç ünitesinin 2024 yılında devreye alınacağını söylemişti.
Geçen yıl Sinop’ta nükleer enerji santrali inşası için Türkiye ile görüşmelere başladığını açıklayan Lihaçev, Türk iş ortaklarıyla teknolojik işbirlikleri oluşturmak ve Türkiye enerji piyasasını şekillendirecek bir yatırım politikası başlatmak üzere görüşmelere başladıklarını da söylemişti.
Amazon Ormanları; tarım, hayvancılık ve madencilik ile giderek küçülürken, iklim değişikliğinden en olumsuz etkilenen yerlerin başında geliyor. Son yıllarda aralıklı olarak üç kez şiddetli kuraklık yaşanan Amazonlar’da aynı zamanda yağış rejimleri de değişiyor. Şiddetli yağışların artışı, yıl içindeki yağış dağılımını da bozuyor.
İklim senaryoları, Amazon Nehri Havzası‘nda gelecekte de sıcaklıkların dünya ortalamasının üzerinde artacağını ve yağışların azalacağını gösteriyor. Ormansızlaşma ve iklim değişikliğinin etkisiyle Amazon Ormanları’nın tamamen yok olma riski bulunuyor.
Dünya Kaynakları Enstitüsü (WRI) verilerine göre, Amazon Ormanları’nda sadece son 10 yılda 30 milyon hektardan fazla orman alanı yok oldu. Ormansızlaşmanın yarısından fazlası ise Brezilya’da gerçekleşti. Brezilya Ulusal Uzay Araştırmaları Enstitüsü‘nün (INPE) yaptığı son açıklamada, 2022’de Amazon’da 1,2 milyon hektarlık orman alanının yok edildiğine dikkat çekildi. Bu, 2021’e göre yüzde 22,1’lik bir artışa işaret ediyor.
Amazon Ormanları, yaklaşık olarak 640 milyon hektarlık bir alanı kapsayan bir yağmur ormanı. Büyük çoğunluğu Brezilya’da olan Amazon Ormanları ayrıca Bolivya, Peru, Ekvador, Kolombiya, Venezuela, Surinam, Guyana ve Fransız Guyanası’nda da yayılış gösteriyor.
2007’de Amazonlar’daki canlılığı korumak adına 5 Eylül Dünya Amazon Günü ilan edildi. Tarihin seçilmesinde ise Brezilya’da 1841-1891 yılları arasında hüküm süren II. Pedro’nun Amazon bölgesini 5 Eylül 1850’de eyalet olarak kurması etkili oldu.
‘Amazonlar tüm canlılığın sigortası’
Karadeniz Teknik ÜniversitesiOrman Fakültesi’nden Doç. Dr. Oğuz Kurdoğlu Amazonlar’ın dünya için önemini şöyle anlatıyor:
“Türkiye’nin 7,5 katı büyüklüğünde bir alana sahip olan Amazon Ormanları’nın bildiğimiz kadarıyla yüzde 20-30’u tahrip edildi. Ancak bugüne baktığımızda bile Amazonlar’ın ‘dünyanın akciğeri’ olduğu, lafın gelişi söylenmiyor. Dünyanın su kaynaklarının yüzde 20’si burada. Ayrıca Amazonlar, 40 binden fazla bitkiyi, iki binden fazla kuş türünü, iki-üç bin kadar balık türünü ve yaklaşık 140 bin omurgasız türünü içinde barındıran bir biyolojik çeşitlilik merkezidir”
“Böyle bir sistemi tekrardan oluşturmak normal bir orman oluşturmaktan çok daha farklı bir şey ve imkansız statüsünde. Dünyanın bu alanı bir sığınakmış gibi koruması gerekiyor. Bu ormanlar dünyadaki tüm canlılığın sigortası” diyen Kurdoğlu, Amazon Ormanları’ndaki sorunun iklimden çok insan ölçekli olduğunu ifade ediyor:
“İklim Amazonlar’ı tehlikeye atmıyor, Amazonlar’ın tahribatı iklim krizini doğuruyor. Amazon Ormanları tamamen insan eliyle yok ediliyor. İnsanlar, normalde üç-dört bin yıl sonra olması düşünülen iklim olaylarını günümüze çekiyor.”
‘Orman yangınları tarım ve hayvancılık için yer açma amacıyla çıkarılıyor’
İstanbul Üniversitesi, Orman Fakültesi’nden Prof. Dr. Doğanay Tolunay ise “Brezilya’da 2016 ile 2022 yılları arasında hem orman yangınlarıyla hem de odun üretimi, maden, tarım ve hayvancılık nedenleriyle kaybedilen ormanların miktarındaki artış dikkat çekiyor. Ancak orman yangınlarının iklim değişikliği nedeniyle değil, tarım ve hayvancılık için yer açma amacıyla çıkarıldığını ifade etmek gerekiyor” sözleriyle orman yangınlarının insan eylemleriyle ortaya çıktığını belirtiyor.
Fotoğraf: Reuters
‘Önemli olan fakirliği ortadan kaldırmak’
Brezilya’nın eski Devlet Başkanı JairBolsorano’nun Amazon Ormanları’nın işgaline göz yumması, 2016-2022 yıllarında ormansızlaşmadaki artışın nedeni olarak gösteriliyor. Yeni Devlet Başkanı Lula da Silva’nın göreve başlamasıyla ormansızlaşmada azalma olduğu gözleniyor.
Lula, 2030’a kadar Amazonlar’da ormansızlaşmanın önleneceği taahhüdünü verdi. Ancak Brezilya’da düzenlenen Amazon Zirvesi, Amazon Ormanları’nda yaşayan Yerli halkların taleplerine bir miktar cevap vermesi yönüyle takdir edilirken, iklim ve ekoloji örgütleri dünyanın yağmur ormanlarının korunmasına yönelik somut bir plana ulaşılamamasını eleştiriyle karşıladı.
İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa Orman Fakültesi’nden Prof. Dr. Yusuf Serengil somut bir planın oluşmamasını bölgedeki yoksulluğa bağlıyor:
“Bir orman sahasını tahrip edip tarım yapmak kolay bir şey değil; örneğin, Brezilya’da insanlar ormanları yakıp tarım alanı açmaya çalışıyor. Bu insanların da nedenini anlamamız lazım. Bu zirvelerden başarılı sonuçlar çıkmasını istiyorsanız bölgedeki fakirliği azaltmanız gerekiyor. Ayrıca üretim-tüketim dengesini düzenleyemezsek hiçbir şeyin faydası olmaz.”
Tolunay çözümün gelişmiş ülkelerin katkılarıyla oluşabileceğini ifade ediyor:
“Amazon Zirvesi’nde, Amazonlar’ın bulunduğu ülkeler de gelişmiş ülkelerden maddi destek talebinde bulunmuştur. Yine Amazon ormanlarının bulunduğu dokuz ülkedeki yoksulluğun azaltılması, katma değeri yüksek üretimin teşvik edilmesi, teknoloji yardımları gibi araçlar da Amazonların ormansızlaşmasının önlenmesine katkı sağlayabilir.”
“Ülkemizden binlerce kilometre uzaklıktaki Amazonlar için ‘biz bir şey yapamayız’ diye düşünenler olabilir, ancak hatalı düşündüklerini belirtmem gerek. Bizler de özellikle Amazonlar’ın yok olmasına neden olan faktörleri öğrenerek bunları azaltacak şekilde bireysel önlemler alabiliriz” diyen Tolunay, yapılabilecekleri şöyle açıklıyor:
“Tüketim alışkanlıklarımızı değiştirerek ve bilinçli tercihler yaparak örneğin Güney Amerika’dan ithal edilen etleri tüketmemekle başlayabiliriz. Bu konuda siyasilere baskı yapılması da ithalatın durdurulması için önemlidir. Benzer davranışlar soya gibi hayvan yemi olarak tüketilen ürünler içinde yapılabilir. Yine tropikal odunların kullanıldığı ürünleri almamak, kahve tercihlerinde sertifikalı ürünlere yönelmek, altın takıları kullanmamak, hatta yatırım aracı olarak dahi altını hayatımızdan çıkarmak bireysel olarak yapabileceklerimiz arasında.”
‘Tüketimi kontrol edemezsek Amazonlar’ı kaybederiz’
Tolunay, “Kuzey Kutbu ve Grönland buzullarının erimesi, GulfStream akıntısının durması gibi dokuz devrilme noktasından birisi de Amazon Ormanları’nın tahrip ya da yok olması” diyerek Amazonlar’ın dünya için önemini şöyle vurguluyor:
“Amazon Ormanları’nın atmosfere verdiği su miktarının azalması bütün kıtanın ikliminin kuraklaşmasıyla sonuçlanabilir. Bu ormanlar, aynı zamanda çok önemli karbon yutakları. Ormansızlaşma ve iklim değişikliği bu ormanların karbon yutak alanından emisyon kaynağı haline dönüşmesine yol açabilir. Bu ormanların kaybedilmesi halinde iklim değişikliğini durdurma şansımız kalmaz.”
Kapitalist anlayışın Amazon Ormanları’nı tahrip ettiğini belirten Serengil ise “İhtiyaçlar çok yüksek, tüketim sürekli artıyor. Babalarımızdan daha çok tüketiyoruz ve çocuklarımız da bizden daha çok tüketecek. Dünyadaki bu tüketim çılgınlığını durdurmak gerekiyor ki ormansızlaşma durdurulsun. Yoksa insanlar mutlaka Amazonlar’a zarar verip buralarda bir şey üretmeye kalkacak. Ne iklim krizi ne ormansızlaşma, eğer tüketimi kontrol edemezsek Amazonlar’ı kaybederiz” ifadelerini kullanıyor.
Kurdoğlu ise Doç. Dr. Yücel Çağlar’dan alıntı yaparak tüm ormanların önemini “Unutmayalım ki ormanlar, varlığı arttıkça çevresine zarar vermeyen tek doğal kaynaktır” diye vurguluyor.
Avrupa Birliği (AB) ülkeleri, bu sene Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) Dubai kentinde düzenlenecek Birleşmiş Milletler (BM) İklim Zirvesi‘nde (COP28) fosil yakıtların aşamalı olarak sona erdirilmesi konusunda küresel bir anlaşma sağlanması için diğer ülkelere baskı yapacak.
euronews‘ün aktardığına göre, AB üyesi ülkeleri 30 Kasım’da başlayacak ve yaklaşık 200 ülkenin katılacağı zirveye kadar ortak bir AB pozisyonu belirlemek için çalışmalarını artırdı.
Reuters’in ele geçirdiği AB müzakere taslak belgesine göre, “fosil yakıtların küresel ölçekte aşamalı olarak durdurulması” istenecek.
İklim değişikliğinin esas nedeni olarak gösterilse bile şu ana kadarki iklim zirvelerinde üye ülkeler, fosil yakıtların kademeli olarak düşürülmesi konusunda tam bir uzlaşmaya varamadı.
AB’nin önereceği taslak metinde, ülkelerden fosil yakıtlardan arınmış enerji sistemlerine yönelik küresel bir hareketi sistematik olarak önümüzdeki dönemde teşvik etmeleri istenecek.
AB diplomatları COP28’de bir anlaşma yapılabileceğini umut etse de petrol ve gaz satışından elde edilen gelire bağımlı olan ekonomilerin direnciyle karşılaşmalarına kesin gözüyle bakılıyor.
AB’nin üzerinde tartıştığı ve ekim ayında nihai halini alacak taslak öneri metninde, “uygun maliyetli, karbondioksit içermeyen enerji kaynaklarının halihazırda mevcut olması nedeniyle enerji sektörünün 2050’den çok önce büyük ölçüde fosil yakıtlardan arınmış olması gerektiğine vurgu yapılıyor.
Geçen yılki BM iklim zirvesinde, karbondioksit yayan fosil yakıtların aşamalı olarak durdurulmasına ilişkin değişiklik önerisi 80’den fazla ülkeden destek almasına rağmen Suudi Arabistan ve diğer petrol ve gaz zengini ülkelerin reddiyle karşılaşmıştı.
BAE İklim Değişikliği ve Çevre Bakanı Mariam Almheiri, Reuters’e mayıs ayında verdiği bir röportajda, fosil yakıtlardan üretimi aşamalı olarak sonlandırmanın, gelirleri için onlara bağımlı olan veya bunları kolayca yenilenebilir kaynaklarla değiştiremeyen ülkelere zarar vereceğini söylemişti.
Almheiri, yenilenebilir enerjiyi artırırken karbon yakalama ve depolama teknolojilerini kullanarak fosil yakıt emisyonlarını aşamalı olarak azaltma stratejisinin ülkelerin petrol, gaz ve kömür üretmeye devam ederken, küresel ısınmayla mücadele etmesini sağlayabileceğini iddia etmişti.
G20 ülkelerinin ilgili bakanları geçen ay yapılan toplantıda fosil yakıtların sınırlandırılması konusunda yine anlaşma sağlayamamıştı.
Avrupalı diplomatlara göre, karbondioksiti azaltma konusunda daha hızlı eylem arayışında olan bazı AB ülkeleri, karbondioksit yakalama teknolojileri kullanımı alternatifi olmayan sektörlerle en azından bunu sınırlandırmak için bir anlaşmaya varılması konusunda ısrar edecekleri görüşünü dile getiriyor.
Yasal olarak bağlayıcı olmasa da fosil yakıtların kademeli olarak azaltılmasına yönelik küresel bir anlaşmayla, gelecekteki iklim müzakerelerine, hükümet politikalarına ve küresel ısınmaya yol açmayan enerji kaynaklarına ve teknolojilere yönelik yatırımlara öncülük edecek güçlü bir çerçeve oluşturulması hedefleniyor.
İstanbul ÜniversitesiDeniz Bilimleri ve İşletmeciliği Enstitüsü‘nden bilim insanlarının yaz dönemi ölçümlerinin ilk bulgularına göre, Marmara Denizi‘nde sıcaklık artarken oksijen seviyesi azalıyor.
Enstitüden bilim insanları, Alemdar2 gemisi ile Marmara Denizi’nde oksijen, sıcaklık, mevsim etkileri ve denizin güncel durumunu inceledikleri yaz seferini tamamladı. Sefer kapsamında denizin 100’e yakın noktasından örnekler alınarak analizler yapıldı.
AA‘dan Gülseli Kenarlı’nın aktardığına göre; elde edilen ilk bulguları paylaşan İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri ve İşletmeciliği Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Cem Gazioğlu, fiziksel, kimyasal ve biyolojik örneklemeler için bazı özel bölgeler seçtiklerini belirterek, “Buralardan daha fazla veri sağlamak için özel şamandıra sistemleri de kurmayı düşünüyoruz. Böylece sürekli bu noktalardan örnek alarak ofis ortamında değerlendirebileceğiz” dedi.
Fotoğraf: AA
Yaptıkları örneklemelerin Marmara Denizi’nin temmuz ayına ait değerleriyle ilgili son derece önemli bilgiler sağladığını anlatan Gazioğlu, “Üst tabakadaki prosesleri anlamamızı sağlayacak uygulamalar gerçekleştirdik. Marmara Denizi oksijen sıkıntısı olan bir deniz, üst tabakalarında oksijen tüketimi yüksek ve oksijen miktarı gittikçe düşüyor. Arzu etmediğimiz seviyelere kadar indiğini gördük. Alt tabakadaki Akdeniz suyunu temsil eden suda da oksijen değerlerinde istemediğimiz ama beklediğimiz sonuçlar var” ifadelerini kullandı.
Denizin üst katmanında biyolojik faaliyetlerin yüksek olduğunu aktaran Gazioğlu, şöyle devam etti:
“Beklentimiz, bunun oksijeni yükseltmesi yönündeydi ama ortamda bulunan kimyasallar bu canlılığı çok besleyemiyor. Bu kendi içinde iyi bir şey olabilir ya da biyolojik olarak bazı organizmaların oradaki kimyasalları aşırı tükettiği sonucu da çıkabilir. Gördüğümüz oksijeni ilk tabakada tüketen bir proses var. Bu tüketim ilk kısımdan diplere doğru giderek Akdeniz suyuna yaklaştıkça çok kritik seviyelere kadar iniyor. Bu beklediğimiz ve arzu ettiğimiz bir şey değildi. Aşağıdaki düşük seviyedeki oksijen ise beklediğimiz ama arzu etmediğimiz bir şeydi.”
Gazioğlu, bu yıl hava sıcaklığındaki artışın geç ama şiddetli başladığına ve Marmara Denizi’nin Karadeniz gibi soğumadığına dikkati çekerek, “İlk 25 metrelik katmanda bunu görebiliyoruz, yani Marmara Denizi’nin çok soğuyamadığını sıcak kaldığını görüyoruz. Artan sıcaklığın sonraki seneye de bir transferi söz konusu. Bunu besleyen Karadeniz, ısı transferini buraya aktarıyor. Oksijen sıkıntısı vardı, ısınma da sıkıntı haline geldi. Yüzeyde 24-25 dereceleri ölçtük, beklentimiz 22-23 dereceydi. Sıcaklık ağustos ayının sonuna doğru artış trendini sonlandırdı” diye konuştu.
Fotoğraf: AA
Marmara’da alınan tedbirlerin bir anda karşılık vermesinin çok kolay olmayacağı görüşünü paylaşan Gazioğlu, tedbirlerin artırılarak devam etmesi gerektiğini vurguladı.
’28 metre civarında oksijen minimum seviyede’
İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri ve İşletmeciliği Enstitüsü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Fuat Dursun da ölçüm yaptıkları istasyonlarda benzer veriler elde ettiklerini dile getirdi.
Dursun, “Özellikle 28 metre civarında oksijenin minimum seviyede, litrede 1 ila 1,5 miligram olduğunu gördük. Bu ilk verilerle tek başına değerlendirebileceğimiz bir şey değil. Aldığımız klorofil, besin ağı ve fitoplanktonla bu oksijen seviyesine hangi faktörler neden olabiliyor, bunun yanıtını analizler sonrası vermemiz mümkün. Bizim denizlerde en düşük oksijen seviyesi olarak litrede 5 miligram bir seviyemiz var, bizim ölçtüğümüz değerler ise litrede 1,5 miligram. Bunları karşılaştıracak olursak bir riskin varlığından söz etmemiz mümkün” değerlendirmesinde bulundu.
Oksijenin deniz canlıları için yaşam kaynağı olduğuna işaret eden Dursun, şunları kaydetti:
“Denizlerdeki oksijenin temel üreticileri fitoplankton dediğimiz mikroskobik canlılar. Seferimizde bunların üzerine araştırmalar yapıyor, oldukları maksimum derinliklerde örneklemeler yapıp bunların hangi türler olduğunu belirlemeye çalışıyoruz. Oksijen düşüklüğü fitoplanktonla beslenen canlılar, diğer balıklar ve memelilere kadar bir zincir oluşturduğu için tüm ekolojik seviyede olumsuz sonuçları olacaktır.”
Fotoğraf: AA
‘Ekosistemin bütününün değişimine sebep olabiliyor’
İstilacı yabancı türlere de değinen Dursun, özellikle iklim değişikliğinin etkisi ve küresel ısınma ile daha önce karşılaşmamış oldukları türlerin Türkiye denizlerine giriş yaptıklarını aktardı.
Dursun, bu türlerin değişen iklim koşullarına adaptasyonla denizlerde daha fazla kalabildiklerinin altını çizerek şunları ifade etti:
“Bu, ekosistemin bütününün değişimine sebep olabiliyor. Bazı yabancı türler gemilerin balast sularıyla ülkemize girebiliyor ve küresel iklim değişikliğinin etkisiyle yaşanan ısınma ile geldikleri bölgedeki koşullara ulaştıkları zaman burası da onlar için yaşam ortamı oluyor. Normalde bir türün aşırı çoğalması 1 hafta 10 gün sürecekken bu, sıcaklık koşullarının değişmesiyle beraber 20-25 günü bulabiliyor. Bu da ekosistemin değişmesi açısından bir potansiyel yaratıyor. Deniz hızlı bir şekilde ısınmaya başladı. Bu, ekosistemi çok kısa sürede değiştirebilecek bir olgu. Bu mevsimler arasında daha önceden olmayan keskin farklar, türlerin değişimleri açısından ekosistemin üzerindeki baskıyı artırıyor.”