Ana Sayfa Blog Sayfa 51

On binlerce kişi Belgrad’da lityum madenciliğine karşı protesto düzenledi

Sırbistan’ın Jadar vadisinde yapılmak istenen lityum madenciliği projesine karşı on binlerce kişi, Cumartesi günü (10 Ağustos) Belgrad sokaklarında toplandı. Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vučić, Batılı güçlerin kendisini devirmek amacıyla “kitlesel bir huzursuzluk ve darbe” planladığına dair Rus istihbarat servislerinden uyarı aldığını belirtti.

Protestocular “Madenciliğe geçit yok” ve “İhanet” sloganları atarak, talepleri karşılanana kadar tren trafiğini engelleyeceklerini söyledi. Protesto, Sırbistan genelinde haftalardır süren gösterilerin ardından geldi.

Sırp yetkililer, bu protestoyu, 2013’te Ukrayna‘nın başkenti Kiev‘de ülkenin o dönemdeki Rusya yanlısı Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç‘in devrilmesiyle sonuçlanan Maidan ayaklanmasına benzetti.

Protesto, ülkenin batısındaki verimli bir vadide lityum madenciliğine izin verme planına karşı Sırbistan genelindeki şehirlerde haftalarca süren gösterilerin ardından geldi.

Bu plan, 2022’de anahtar köprülerin ve yolların bloke edilmesini içeren büyük gösterilerden sonra iptal edilmişti.

Yeşil NoktaSırbistan’da halkı sokağa döken maden projesi askıya alındı
Yeşil NoktaSırbistan’da binlerce kişi, lityum madenine karşı yolları kapattı

Protestocular ‘Rio Tinto Sırbistan’dan defol’ sloganları attı. – Fotoğraf: Zorana Jevtić/Reuters

Euronews’in aktardığına göre; lityum madenciliği planı, 2022’deki büyük gösterilerden sonra rafa kaldırılmıştı ancak geçen ay tekrar gündeme alındı. Bu plan, Vučić hükümeti ile Avrupa Birliği arasında imzalanankritik hammaddeler” üzerine yapılan geçici bir anlaşma ile ivme kazandı.

Sırbistan, AB üyeliğini hedeflerken, Rusya ve Çin ile yakın ilişkilerini sürdürüyor.

AB’nin yeşil dönüşüm için gerekli lityum ve diğer önemli maddelerin madenciliği konusunda imzaladığı mutabakat, Sırbistan’ı Avrupa Birliği’ne daha da yakınlaştıracak ve Avrupa’nın Çin’den yaptığı lityum pil ve elektrikli araç ithalatını azaltacak.

Hükümet, madenin ekonomik kalkınma fırsatı sunduğunu savunuyor, ancak eleştirmenler, projenin Jadar vadisine geri dönüşü olmayan çevresel zararlar vereceğini söylüyor.

İnsanlar Rio Tinto’nun Sırbistan’ın Kragujevac kentindeki Gornje Nedeljice’de bir lityum madeni açma planına karşı düzenlenen protestoya katıldı, 7 Ağustos 2024. – Fotoğraf: Zorana Jevtic

Vadi sakinleri, uluslararası Rio Tinto madencilik şirketi tarafından işletilecek olan madene güçlü bir şekilde karşı çıkıyor.

Sırp hükümeti ve madencilik şirketi, madencilik sürecinde en yüksek çevresel standartları koruyacaklarını taahhüt etse de, muhalifler ikna olmuş değil.

Vadide yaşayanlar, madene karşı çıkmaya kararlı olduklarını belirterek projenin açılmasını engellemek için ellerinden geleni yapacaklarını ifade ediyor.

Sırbistan genelinde çevreyi koruma amacıyla yapılan bu tür protestolar, Vučić’in giderek otoriterleşen yönetimine karşı büyük bir meydan okuma olarak görülüyor. Muhalifler, hükümetin lityum ve bor madenciliğini ülkede tamamen yasaklamasını talep ediyor.

Uzunköprü’de köpek katliamı: Belediye Başkanı ve Haytap suç duyurusunda bulundu

Uyarı: Haber birçok kişi için tetikleyici nitelikte olabilecek bilgiler ve görseller içermektedir.

*

Sokakta yaşayan hayvanlar için “ötanazi” talep eden yasa teklifinin TBMM‘den geçmesinin ardından Niğde, Ankara Altındağ ve Edirne Uzunköprü‘den köpek katliamı haberleri ardı ardına geldi. Edirne‘nin Uzunköprü ilçesinde belediyeye ait vahşi depolama alanına çuvallar içerisinde bırakılmış 15 ölü köpek, bulundu. Uzunköprü Belediye Başkanı Ediz Martin, olayla ilgili savcılığa suç duyurusunda bulunduklarını belirterek, “Sorumlular adalet önünde hesap verecek” dedi. Ayrıca Hayvan Hakları Federasyonu (HAYTAP) tarafından da konuyla ilgili açıklama yapılarak “Uzunköprü belediye başkanı ve Haytap olarak basın açıklaması yapıp adliyede bizzat suç duyurusunda bulunduk. Bu katliamların dalga dalga yayılmaması ve cahil cüretinden kaynaklanan kişilerin cezalandırılabileceğini bilmeleri açısından her yerdeki olaylara müdahil olmaya çalışıyoruz” denildi.

Yeşil NoktaNiğde Belediyesi’nden toplu köpek mezarıyla ilgili açıklama: Kanuna ve vicdana uygun
Yeşil NoktaAltındağ’daki hayvan katliamına ilişkin soruşturma başlatıldı

DHA’nın aktardığına göre; Uzunköprü’de gelen bir ihbarı değerlendiren Uzunköprü Doğayı ve Sokak Hayvanları Koruma Derneği yetkilileri, belediyeye ait çöplükte çok sayıda ölü köpeğin çuvallar içerisinde vahşi depolama alanına bırakıldığını tespit etti.

Dernek yetkilileri, karşılaştıkları manzarayı cep telefonuyla kaydedip, Uzunköprü Belediyesi’ni de etiketleyerek sosyal medyada paylaştı.

Görüntülerin kısa sürede yayılması ile harekete geçen belediye ekipleri, olay hakkında inceleme başlatarak, polis ve jandarma ekiplerine haber verdi.

Uzunköprü Belediye Başkanı Ediz Martin de olay sonrası sivil toplum örgütü temsilcileriyle bir araya gelerek savcılığa suç duyurusunda bulundu.

Yeşil NoktaKatliam yasası, sosyal medya yasağı ve kötülüğün berraklığı
Yeşil Nokta‘Katliam yasası’na tepkiler dinmiyor: Yaşatmaya ayrılmayan bütçe öldürmeye kullanılacak
Yeşil NoktaKatliam yasası Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi
Yeşil NoktaKatliam yasasına tepki yağıyor: Kabul etmiyoruz, hayvanlardan elinizi çekin!
Yeşil NoktaAKP-MHP katliamda ısrarlı, hak savunucuları direnişte: Yaşam hakkı oylanamaz!

Konuyla ilgili savcılığa verilen dilekçede Hayvanları Koruma Kanunu gereğince ‘Bir ev hayvanını veya evcil hayvanı öldüren kişi, 6 aydan 4 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır’ hükmü uyarınca soruşturma başlatılması talebinde bulunuldu.

Başkan Martin, sokakta yaşayan hayvanların vahşice katledilmesini şiddetle kınadıklarını söyledi.

Ediz Martin, “Çöplük alanına kimliği belirsiz kişilerce bırakılan, kimliği belirsiz kişilerce katledilen sokak hayvanlarıyla alakalı sivil toplum örgütü temsilcileriyle birlikte Cumhuriyet Savcılığı‘na suç duyurusunda bulunduk. Bizler sivil toplum örgütleri ve Uzunköprü Belediyesi olarak sokak hayvanlarının yaşam hakkını sonuna kadar savunacağız. Çünkü onların yaşamdan koparılmasını şiddetle kınıyoruz. Sorumlular adalet önünde hesap verecek. Bu süreçten sonra sivil toplum örgütleriyle birlikte onların yaşam haklarını sonuna kadar savunacağımızı da kamuoyuna belirtmek istiyorum” dedi.

Katliam Yasası TBMM’den geçti, CHP ‘yürütmeyi durdurma’ için AYM’ye gidiyor

Antrog’dan Antroposen yaz kampı: 3-5 Eylül’de Karaburun’da!

Ege Üniversitesi Antroposen Araştırma Grubu olan Antrog, 3-5 Eylül 2024 tarihlerinde Karaburun‘daki Alanes Camping‘de Antroposen temalı eğitimler içeren bir yaz kampı düzenleyecek. Kampta alanında uzman akademisyen, lisansüstü öğrenciler ve sanatçılar mini eğitimler gerçekleştirilecek.

Denizel biyoloji, gıda egemenliği, iklim adaleti, enerji politikaları, iklim haberciliği, toprak sağlığı, biyoçeşitlilik, insan-merkezcilik, arkeolojik ve jeolojik miras, su yönetimi ve alternatif ekonomiler üzerine atölyelerin gerçekleştirileceği kampa buradan kayıt olabilirsiniz.

Kampta sizi neler bekliyor

Kamp programının ilk gününde çadırlarınızı kurduktan sonra sizi yürüyüş, keşif ve tadım etkinlikleri bekliyor. İkinci günde ise yoga ve meditasyonla günü karşıladıktan sonra “Kapitalizm-dışı: Takas pazarı eşliğinde alternatif ekonomiler” başlıklı sohbet ve takas etkinliğini Arkeolog Nil Dilara Çolak’la gerçekleştireceksiniz.

Ardından yine bir bedensel etkinlik ve çemberler sizleri bekliyor olacak. Etkinliğin son günü ise performatif bir etkinlikte Antropolog Timuçin Binder sizleri karşılıyor. En son bir çember ve kampa veda… Etkinliğin ayrıntılarına ve kolaylaştırıcılarına aşağıdaki program çizelgelerinin görsellerinden ulaşabilirsiniz.

Antrog nedir?

Antrog, ortak bir amaç uğrunda bir araya gelerek fikirler, çözümler ve çalışmalar üretecek her biri farklı dallardan araştırmacı, sanatçı ve öğrencilerden oluşuyor.

Çalışma grubunun ana hedefi ise dünyanın içinde bulunduğu ekolojik krizi sosyal, politik, kültürel ve tarihsel boyutlarıyla analiz etmek; jeoloji, biyoloji, çevre bilimleri, iklimbilim gibi yer, fen ve mühendislik bilimlerinin transdisipliner birliği içinde krizin çözümüne yönelik bilimsel üretim ve etkinlikler yapmak.

 

 

Küresel çapta yeşil enerjiye geçişi yavaşlatan ‘devasa dezenformasyon kampanyası’

Birleşmiş Milletler (BM), fosil yakıt şirketlerinin ülkelerin yenilenebilir enerjiye geçişini ve karbon yoğun ekonomiden uzaklaşmalarını yavaşlatmak amacıyla “devasa bir dezenformasyon kampanyası” yürüttüğünü açıkladı. BM Genel Sekreter Yardımcısı Selwin Hart, iklim aktivizmine ve politikalarına karşı küresel bir “karşı tepki” olduğu algısının, fosil yakıt endüstrisi tarafından kasıtlı olarak körüklendiğini belirtti. Bu kampanyanın, liderleri emisyon azaltıcı politikaları ertelemeye ikna etmek amacıyla yürütüldüğünü söyledi.

Hart, bu karşı tepki algısının gerçeği yansıtmadığını ve aslında dünya genelinde büyük çoğunluğun sera gazı emisyonlarını azaltmaya yönelik önlemleri desteklediğini ifade etti. Örneğin şu ana kadar yapılan en büyük iklim anketlerinden biri, dünya genelinde yüzde 72’lik bir kesimin (en fazla kömür, petrol ve doğal gaz üreten ülkeler dahil olmak üzere) fosil yakıtlardan hızlı bir uzaklaşma ve yenilenebilir enerjiye geçiş istediğini ortaya koydu. Hart, yeşil partilerin ve iklim planlarının dünyanın bazı bölgelerinde gerilediğini söylese de, genel anlamda popülerleştiğini ve bir zamanlar radikal olarak kabul edilen politikaların ana akıma girdiğini vurguladı.

Guardian’dan Fiona Harvey’in aktardığına göre; iklim krizi, liderlerin öncelikler listesinde giderek daha aşağıya iniyor gibi görünüyor. Hart, “Bu konuda, şu anda liderlerin çok büyük bir azim ve iş birliği ile çalışmaları gerekiyor. Maalesef, bunu istediğimiz seviyede göremiyoruz” dedi.

Yeşil NoktaRapor: Milaslılar kömür değil, güvenceli ve yeşil istihdam ile adil geçiş istiyor
Yeşil NoktaLondra ve Berlin’de 60 bin iklim aktivisti fosil yakıtlara dur diyerek adil geçiş talep etti
Yeşil NoktaDİSK ve İklim Eylem Ağı’ndan adil geçiş raporu: Hem iklimi hem işçileri korumak mümkün

BM, 2015 yılında COP21’de varılan Paris Anlaşması’nın, emisyon azaltımına ilişkin yeni ulusal planlara yönelik bir gereklilik ile güçlendirilmesi gerektiğini söylüyor. -Fotoğraf: Ian Langsdon/EPA

Yeşil NoktaPetrol devlerinin küresel iklim senaryoları Paris Anlaşması ile uyumlu değil
Yeşil NoktaParis Anlaşması’nın mimarları, doğa için benzer bir anlaşma talep ediyor
Yeşil NoktaParis Anlaşması şirketleri ve ekonomiyi nasıl etkileyecek?

BM Genel Sekreter Yardımcısı Selwin Hart, iklim krizinin sonuçlarının hem zengin hem de yoksul ülkelerde hissedildiğini, örneğin ABD’de insanların artan aşırı hava koşulları nedeniyle evlerini sigortalatmakta zorlandığını söyledi. Bu durumun doğrudan iklim krizi ve fosil yakıt kullanımından kaynaklandığını ifade eden Selwin Hart, “Sıradan insanlar iklim krizinin bedelini öderken, fosil yakıt endüstrisi fazla kâr elde etmeye devam etmekte ve devletler tarafından büyük destek almaya devam etmekte” dedi

Dünya iklim değişikliğiyle mücadele etmek için şu ana kadar var olan en iyi donanıma sahip. Yenilenebilir enerji kaynakları hiç olmadığı kadar ucuz ve enerji sektörünün dönüşümü gün geçtikçe hızlanıyor. Ancak hükümetlerin, düşük gelirli kesimlerin bu geçiş sürecinde adaletsiz bir yük altına girmemesi için dikkat etmesi gerekiyor. Her ülkenin, geçiş sürecini dikkatlice planlaması ve özellikle kırılgan gruplar üzerindeki etkisini en aza indirmesi hayati önem taşıyor, çünkü bu tür tepkilerin çoğu, maliyetlerin yoksul ve dezavantajlı kesimlerin omuzlarına haksız bir şekilde yüklendiği algısından kaynaklanıyor.

Bu nedenle BM, 2015 Paris Anlaşması kapsamında gereken emisyon azaltımlarını içeren yeni ulusal planlar çağrısında bulunuyor. Bu planlarda hükümetlerin yalnızca hedeflerini değil, bu hedeflere nasıl ulaşılacağını ve olası etkilerinin neler olacağını net bir şekilde ortaya koymaları gerekecek.

Hart, yeni ulusal planların, yani ulusal katkı beyanlarının (NDC’ler), mümkün olduğunca katılımcı olmasını gerektiğini belirtti.

Bu planların, toplumun tüm kesimlerinin – gençler, kadınlar, çocuklar, işçiler – geçiş sürecinin nasıl planlanması, yönetilmesi ve finansmanının nasıl sağlanması gerektiği konusunda görüşlerini sunabilmelerini sağlaması gerektiğini ifade eden BM Genel Sekreter Yardımcısı Selwin Hart şunları aktardı:

“Yaşanan her şeye rağmen [aşırı hava olayları gibi], dünyada iklim politikaları konusunda acilen ihtiyaç duyulan azim ve eylemi hala göremiyoruz.”

Adil geçiş nedir?

Adil geçişi, çevreyi ve iklimi koruma çabalarının işçilerin ve toplumun refahının önüne geçmesini engelleyecek emek odaklı bir anlayış olarak tanımlamak mümkün.

 

Özellikle 1970’li yıllarda, ilk olarak sendikalar tarafından dile getirilen adil geçiş kavramı “sendikal bir talep” olarak ortaya çıktı. İlerleyen dönemde bu kavram genişledi ve iklim değişikliği ile mücadeleyi odağına alan sürdürülebilir bir ekonominin oluşturulması ve eş zamanlı olarak insan onuruna yakışır istihdam olanaklarının sağlanması adil geçiş talebinin temel hedefleri arasında yer aldı.

 

1980’li ve 1990’lı yıllarda adil geçişe yönelik talepler, daha görünür hâle geldi ve kavrama yüklenen anlam, genişlemeye başladı. Çevresel adalet örgütleri ve işçi örgütlerinin iş birliği ile kurulan Adil Geçiş İttifakı, (Just Transition Alliance), adil geçiş talebinin kurumsallaşmasını sağladı.

 

COP21’de 196 ülke ve AB tarafından kabul edilen Paris Anlaşması, adil geçiş açısından tarihsel bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Adil geçiş kavramı anlaşma metnine dâhil edilmiş; öylelikle adil geçiş talebi, yeşil dönüşüm sürecinde somut bir şekilde ortaya konulmuş, uluslararası bir belge aracılığıyla da güvence altına alınmıştır.

 

‘Bir Nora Evi’ ve uluslararası festivallerde sahnede kadın temsiliyeti – Seda Elhan

Konuk yazar: Seda Elhan

*

Tiyatro Boyalı Kuş’un Mart 2024’te Şişli Tiyatrosu’nda Türkçe prömiyerini yaptığı tek kişilik oyunu “Bir Nora Evi” seçkin uluslararası festivallere konuk olmaya devam ediyor.

Son dönemde Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı’nın desteğiyle katıldığımız iki festival oldu: 25-31 Mayıs 2024 tarihleri arasında düzenlenen Makedonya 25. Manastır Uluslararası Tek Kişilik Oyun Festivali’nde, Makedonya, Sırbistan, Bulgaristan, Türkiye, Yunanistan, Ermenistan, Kazakistan, Hırvatistan ve Arap Emirlikleri’nden on oyunun yer aldığı seçkinin içinde “Bir Nora Evi” (A Nora’s House) yapımının İngilizce prömiyerini yaptık. Aynı oyunu daha sonra Arnavutluk’ta 20-27 Haziran 2024 tarihlerinde gerçekleştirilen 20. Albamono Uluslararası Tek Kişilik Oyun Festivali’nde, İtalya, Türkiye, Bulgaristan, Kazakistan, İspanya, Polonya, Yunanistan’dan yedi oyunun yer aldığı seçkinin içinde sahneledik. Bir oyuncu olarak bu festivallere katılmak ve sahne almak benim için önemli bir motivasyon kaynağı oldu. Elbette oyunlarımızı uluslararası platformlara taşımak ve bu festivallerdeki tiyatrocularla tanışmak, onlarla meslekî alışverişte bulunmak ve farklı kültürlerin yapımlarını seyretmek ve tartışmak da değerliydi. Bu yazıda, festival izlenimlerimi ve deneyimlerimi feminist bir perspektifle paylaşmak istiyorum. 

Sahnede çağdaş feminist söylemler

“Bir Nora Evi”, Henrik Ibsen’in klasik eseri “Nora, Bir Bebek Evi”ne Jale Karabekir’in kalemiyle çağdaş ve özgün bir yorum getirdiğimiz bir oyun. Feminist bir tiyatro ekibi olarak, kadının durumunu ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğini sahneye taşıyan bir perspektifle, festivallere katılmak feminist tiyatral bakış açımızı uluslararası platformlarda paylaşma fırsatı sunması açısından önemliydi. Aynı zamanda tiyatro dünyasında feminist temaların giderek daha fazla yer bulduğuna da tanıklık etmiş olduk. 

“Nora, Bir Bebek Evi” heteronormatif sosyal düzeni performatif olarak eleştiren bir yapıya sahip. Günümüzün sistem-birey-toplum ilişkilerindeki çatışma ve çelişkileri ele alan oyun, seyirciye toplumsal cinsiyet rollerini ve kapitalizmi tartışma fırsatı sunuyor. Oyunda, 21. yüzyılın Noraları ile “bir bebek evi” kavramı feminist bir perspektifle bir araya getirilmiş oluyor. Bu sayede, topluma ve yaşadığımız sisteme hem ayna hem de ışık tuttuğumuzu söyleyebilirim.

Kadınların yaşadıklarını, deneyimlediklerini, maruz kaldıklarını sahne üzerinden aktarmak ve bunu Türkiye dışındaki seyircilerle buluşturmak tam da bu hikayelerin toplumlardan ve kültürlerden bağımsız, birbirine benzer deneyimler olduğunu, bir diğer deyişle bunun evrensel patriyarkal sistemin bir ürünü olduğunu göstermek açısından değerli. Festivallerin en önemli özelliği farklı kültürleri ve sanatsal anlayışları bir araya getirmeleridir.  Evrensel konulara dair ortak kaygıları farklı yaratıcı performanslarla seyirciyle buluşturan bu festival seçkilerinde de özellikle kadın meselesine odaklanan oyunlara yer verildiğini görüyoruz. Festivallerin organizasyonundan, festivale katılan ekiplere, sahnedeki kadın oyuncu sayısına kadar çalışanlarda ve katılımcılarda toplumsal cinsiyet çeşitliliğine yer verildiğini de belirtmek gerek. 

Her iki festivalde de kadın meselesini güncel, çağdaş metinler ve klasik tragedyaların modern yorumlarıyla ele alan oyunları seyretme şansımız oldu. Oyunlardan sonra oyuncu ve yönetmenlerle buluşup değerlendirme yapma imkânı bulmamız da bizim için güzel bir fırsattı. Bu yazıda da bu oyunlardan birkaçı üzerinde duracağım. 

Albamono Uluslararası Tek Kişilik Oyun Festivali uzun yıllardır İtalya’da faaliyet gösteren Balkan Teater’ın “Sworn Virgin (Yeminli Bakire)” adlı oyunuyla açıldı. Arnavut asıllı yönetmen Valbona Xibri’nin yönettiği ve Maryna Ivashchenko’nun oynadığı oyunda, Arnavutluk’a özgü bir kavram olan “Burneşa” ele alınıyordu. Burneşa, ‘Kadın-Adam’ anlamına geliyor ve yaklaşık 500 yıllık bir geleneği temsil ediyor. Arnavutluk’ta bugün sadece kırk altı tane ‘Kadın-Adam’ kalmış ve bu kadınlar, toplum içinde ‘rahat’ yaşayabilmek için hayatlarının bir döneminde erkek olarak yaşamaya karar verip hayatlarını o andan itibaren tamamen erkek toplumsal cinsiyet rol ve kimliğiyle yaşıyorlar. Belgesel niteliği de olan oyun, Burneşalarla yapılan röportajlarla ve onların gündelik yaşamlarından bazı pratiklerle de görsel olarak destekleniyordu. Bu eski geleneğin, bir kadının erkek bedenine nasıl büründüğü, toplum içindeki performansları (kıyafet, içki, dans ve çeşitli ritüeller) da zaman zaman oyuna dahil edilerek geleneğin modern izdüşümü sahne üzerinde çarpıcı bir şekilde kullanıldı.

Arnavutluk’ta gerçekleşen festivaldeki bir diğer yapım Yunanistan’dan “Thessaly Theatre” topluluğunun “Medea’s Burqa (Medea’nın Burkası)” adlı oyunuydu. Kyriaki Spanou’nun yönettiği, Marsela Lena’nın oynadığı yapımda, Klasik Yunan Mitolojisi’nin en tartışmalı kadın karakterlerinden biri olan Medea’nın hikayesinin çağdaş bir yorumu seyirciyle buluştu. Oyunun temel ekseninde kadına dayatılan toplumsal cinsiyet kimliklerinin eleştirisi yer alıyor, Batı dünyasında kadının ona dayatılan kimliğini bırakması ve homojen bir toplumun parçası olma baskısı işleniyordu. Medea’nın, erkek egemen bir toplumda yaşadığı zorlukları ve mitolojiden farklı olarak çocuklarını öldürmeyi reddederek onlara yeni bir gelecek sunma çabasını anlatması, seyirciyi eleştirel bir düşünce dünyasına davet ediyordu. 

Medea karakterinden devam edersek, Manastır’daki festival seçkisinde yer alan yine Yunanistan’dan 1+1=1 ekibinin “Medea-Red Emptiness (Medea-Kırmızı Boşluk)” oyunundan bahsetmek gerekir. Sofia Dionysopoulou’nun yazıp yönettiği, Despina Sarafeidou’nun oynadığı oyunda Medea karakterinin iki farklı yönüne odaklanılıyordu: Bir yanda büyücü Medea, diğer yanda ise acı çeken bir kadın olan Medea. Bu yapımda da çocuklarını öldürmek yerine onları Tanrıça Hera’ya kurban eden Medea’nın hikayesi, patriyarkal düzenin kadını nasıl şekillendirdiğini gözler önüne seriyordu.

Geleneksel ve mitolojik kadın karakterlerden sonra, günümüzde yaşayan kadınların yaşadıklarına odaklanan iki yapımdan daha bahsetmek istiyorum. Birisi Manastır’daki festivalde Sırbistan Independent Production and Council of Drama Artists of Novi Sad (Bağımsız Prodüksiyon ve Drama Sanatçıları Konseyi) tarafından sahnelenen “Not Giving Up (Vazgeçmemek)” adlı oyundu. 

Marija Medenica, oyuncusu, yazarı ve yönetmeni olduğu bu oyun ile hem kadın hem de oyuncu olarak yaşadıklarını gerçekçi bir biçimle sahneledi. Toplumda kadına biçilen rollerin ve kimliklerin yanı sıra bir tiyatrocu olmanın bunlara eklediği meslekî zorluklar fotoğraf, görsel materyaller ve şarkılarla hareketli ve akıcı bir tiyatral dille aktarılıyor ve oyun, yaşadığımız dünyada bir kadın tiyatrocu olmaya odaklanıyordu. Bu da oyunun festivale katılan topluluklar kadar seyircide de ciddi bir empati yaratmasına neden oldu. İkinci yapım ise aynı festivalde yer alan, Martina Mlinarević’in “Bukača” adlı kitabından uyarlanan ve Hırvatistan Theatrical Company EMA tarafından sahnelenen “Bukacha” adlı performanstı. Yönetmen ve oyuncu Tea Shimikj, savaş, etnik kimlik, sağlık gibi konularda ciddi mücadeleler içinde olan bir kadının yaşadıklarını ve başına gelenlere direnişini geleneksel kukla tiyatrosu motiflerini modernize ederek seyirciye taşıdı.

Uluslararası festivalde feminist tiyatro olmak

24 yıllık bir tiyatro topluluğu olarak yurtdışındaki festivallere katılmak, kültür ve sanat alanında toplumsal cinsiyet eşitsizliğine karşı üretimler yapan kişi ve kurumlarla doğru bir iletişim ağı kurmamıza ve gelecekte ortak çalışmalara imza atmamıza olanak sağlıyor. Bu, toplumsal cinsiyet eşitsizliği nedeniyle üretimlerini paylaşmakta birçok engelle ve zorlukla karşılaşmakta olan feminist bir tiyatro topluluğu olarak bizim için oldukça önemli bir adım.

Bu festivallerde yer almak ve oyunlarımızı sahnelemek, daha geniş kitlelere ulaşmamız ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğine karşı mücadelemizi uluslararası alanda duyurmamız açısından büyük bir fırsat. Kadınları anlattığımız ve kadının güçlenmesine katkı sunmayı amaçladığımız oyunlarımızın daha fazla kişiyle buluşması için yurtdışı festivalleri önemli bir platform sağlıyor. Bu yazıda ele aldığım oyunlardan da görülebileceği gibi, özellikle tek kişilik oyun festivallerinde, geleneksel kadının, mitolojik kadın karakterlerinin ve günümüz kadınlarının yaşadıkları çoğunlukla kadınlar tarafından kaleme alınıyor, çoğunlukla kadınlar tarafından yönetiliyor ve kadınlar tarafından oynanıyor. Türkiye’den bir feminist tiyatro topluluğu olarak bunu deneyimlemek ve tanıklık etmek uluslararası düzlemde tiyatronun artık eril bir temsil sisteminden uzaklaştığının da göstergesi niteliğinde. Bu da bizlere yolumuzda yürümeye ve karşılaştığımız zorluklara rağmen üretmeye devam etmek için büyük bir enerji ve coşku veriyor. 

 

Katliam yasası, sosyal medya yasağı ve kötülüğün berraklığı

Önce Niğde, ardından da Ankara/Altındağ’dan olması beklenen katliam haberleri ve görüntüleri ekranlara yansıdı.

Bu yasa ilk gündeme geldiğinde Iain Banks‘ın orijinal adıyla “The Wasp Factory” olan, Eşekarısı Fabrikası isimli kitabı ve William Golding’in orijinal adı “The Lord of the Flies” olan Sineklerin Tanısı isimli kitaplarını anımsamıştım. Kötülüğün sıradanlığını anlatması açısından çarpıcı olan bu iki kitap bugün yaşadığımız ve olağanlaştırılmaya çalışılan hayvan katliamlarının özüne dair de bir şeyler anlatıyordu. Her iki kitabın da en önemli özelliği zorbalık ile gaddarlığın -kitapları okuyanların da anlayacağı gibi- nasıl da süreç içerisinde normalleşip birer ayrıntıya dönüşebileceğini karmaşık ama kristal berraklıktaki bir kurguyla anlatmasıdır. Bugün aslında yaşadıklarımız sanki bu iki kitabın senaryosu içerisine yerleştirilme duygusu hissettiriyor bende. Bir kötülük sarmalına hep beraber giriyor ve bu kötülüğün birer parçası haline getiriliyormuşuz gibi. Üstelik bu kötülüğün normalleştirilmesi için çaba harcayanların sayısının hala azımsanmayacak görünürlükte olması, durumu daha da tehlikeli hale getiriyor. Bir başka tehlike de bu katliam kötülüğünün değirmenine “yaban hayat”, “çocuklar”, “Avrupalılık” vb. gibi muğlak ve temelsiz argümanlarla su taşıyan katliam faillerinin serinkanlılıklarını koruyabilmeleri ve zerre pişmanlık duymamaları. Bu da hiç kimsenin canının güvende olmadığının aslında göstergesi.

Fotoğraf: T24

Ömer Obuz’un İletişim Yayınları’ndan çıkan bir kitabı var. Kitap hayvan katliamlarını Osmanlı’dan Cumhuriyete kadar anlatıyor. Kitapta 1910 yılında yaşanan benzer bir duruma dair İstanbullu Julius R. Van Millingen’in Osmanlı’dan İnsan Manzaraları kitabına dayandırılarak, sokak köpeklerinin geceleri kıskaçlar yardımıyla yakalanarak sur diplerinde oluşturulan ve etrafı çitlerle çevrili “otel” isimli yerlere taşınması anlatılırken bazı “iyi” Türklerin de bu işe engel olmaya çalıştığını ancak başarılı olamadığından da bahsediyor. İşte tam olarak o bazı iyi Türklerden olmanın verdiği dayanılmaz çaresizliğe bürünmüş gibiyiz hepimiz.

Ömer Obuz’un anlattığı bu kısım aslında Hayırsız Ada vakasının da öncesi dönemi yani o vakaya olan hazırlığa ait. O zamanki adı “otel” olan, şimdiki adıyla “barınak” olan, ancak aslı ölüm kampından başka bir şey olmayan toplama kamplarından yükselen ölü kokusu ve katlanılmaz görüntüler bir sonraki aşama olan Hayırsız Ada fikrine daha fazla sahip çıkılmasının da motivasyonunu attırmıştır denilebilir. 

Hayırsız Ada / 1910 – Kaynak: HAYTAP

Bakın bu otel/barınak meselesindeki gerçeklerle pazarlanan algılar arasındaki farka dair en önemli örnek Ankara Altındağ Belediyesi örneği olabilir. Altındağ Belediyesi katliam üzerine gelen tepkilere yanıt verirken kurmayı planladıkları yüksek nitelikli ve konforlu barınağa dair görüntüler paylaşmış ve bu çizimlerde barınaklarda bildiğimiz bej renkli Anadolu Çomarı diye nitelendirilecek köpekler değil bildiğin binlerce liraya satılan dalmaçyalı süs köpekleri yer alıyordu. Bu durum aslında sadece Altındağ Belediyesi’ne özgü değil. Hiçbir belediyenin reklamını yaptığı barınak, gerçekte bir toplama kampından öteye geçmiyor. Çünkü işini yapmayan belediye için bu hizmetler angarya olarak görünüyor. Ancak propaganda için para çok.

1910’lara geri dönecek olursak, o zamanlar Jön Türkler olarak adlandırılan ve zamanın “batı özentisi” olarak nitelendirilen yönetiminin etkin olduğu katliama bugün batı karşıtlığı, yabancı düşmanlığı, içe kapanıklığı ve ne idüğü belli olmayan değerli yalnızlığı öven ya da başka totaliter rejimlere yakınlık hissedenlerin öncülük ettiği katliam pratiğinin ortaklaşması ise gerçekten trajik. Bir yandan geçmiş ile hesaplaşma derdinde olup her fırsatta Cumhuriyetin kurucuları ve değerleri ile olan problemlerini dile getirenlerin en nihayetinde bu kuruluşa ve değerlere öncülük edenlerin gerçekleştirdiği katliam pratiğinde ortaklaşmasının, kaderin bir cilvesi ya da tarihsel diyalektiğin öngörülebilir bir sonucu olduğunu söylemek mümkündür. O dönemin köpek katliamı sonrasında içerisinde insanların da olduğu çok sayıda başka katliamın da yaşandığını unutmamak ve bu süreğenliğin ve örüntünün tekrar edebileceğinin diyalektik olarak bir zemini olduğunu da unutmamak lazım. Çünkü muktedir olanın kimin öleceğine karar verirken dağıttığı suç aletine sahip olanların, kimin yaşayacağına da karar veren mercii olacağını söylemek için müneccim olmaya gerek yok.

1910 ile mevcut durum arasında propaganda açısından da benzer bir dönüşüm var. Köpekleri zehirli etlerle öldüren ya da kıskaçlarla yakalayıp Hayırsız Ada’ya sürenler, çok değil birkaç yıl önce de köpeklerin üzerine titriyor ve hatta onlara çarpan araçlara ceza bile yazıyordu. Sonra ne olduysa hiçbir açıdan benzerlikleri bulunmayan Avrupa şehirleriyle kendilerini bir tutan bir grup peydah oldu ve bir anda köpekler Avrupalılaşma önündeki en önemli engel olarak ortaya çıkıverdi. Bu durum bana Charlie Champbell’in İthaki Yayınları’ndan çıkan ve başkalarını suçlamanın tarihini anlattığı “Günah Keçisi” kitabını hatırlattı. Sorunun müsebbibi olarak kendisini ve kendi pratiklerini görmek yerine tercih edilen bir hedef tahtası bulma alışkanlığına bu sefer köpekler oturtulmuştu.

Altındağ Belediyesi, köpek katliamı

1910’larda toplumun köpeklerle olan barışık ilişkisini manipüle etmek için bugünküne benzer bir şekilde ciddi bir propaganda çalışması yürütülmüştü. O zamanki katliam girişimine karşı çıkanlar tıpkı bugün olduğu gibi çeşitli aşağılamalara ve suçlamalara maruz bırakılmıştı. Gerçekleştirilen propaganda bombardımanı sonucu halkın bir kısmı suçlanmış, bir kısmı bastırılmış ve bir kısmı da ikna edilmişti. Belki o zaman da köpekleri koruyanlara “ittapar” denilmiş, köpekler üzerinden yaratılan sanal tehdit için de çocuklar propaganda malzemesi yapılmıştı. Kendine güvenli sokaklar gibi isimler veren paramiliter propaganda birlikleri belki o zaman da ortaya çıkan katliamı meşrulaştırarak, elinde pala ile silah ile köpek katliamı yapanların serbestçe gezdiği sokakları çocuklar için güvenilir olarak etiketlemişlerdi. Bilim faaliyeti o zaman o kadar yaygın değildi ama eminim ki bugün köpek katliamını Avrupalılaşma, istilacılık ve yaban hayatı koruma vs. gibi argümanlarla meşrulaştırma gayretiyle katliam yasasına teşne olanlar o zaman da benzer bir katliam ortaklığı yarışına girerlerdi.

Ne kadar garip değil mi daha özgürce internete bile giremeyen insanlar “Avrupa’da sokakta hayvan yok” argümanına dört elle sarılmışlar. Oysaki demezler mi “Ya sen daha İnstagram’a erişemiyor, doğru düzgün fikrini ifade edemiyor serbestçe tarafını bile belli edemiyorken Avrupa argümanını kullanmak senin neyine” diye? Derler de kimin umurunda.

İnstagram yasağını “fenomenler para kazanamayacak oh olsun” diye savunan da, “İnstagram kapandı da kitap okuma fırsatı bulduk, ailemize zaman ayrıma fırsatı bulduk” diyenler de “İnstagram zaten pislik yuvası olmuş” diyenler de hep aynı kesişim kümesinin elemanları. Köpeklerin katledilmesinde de özgürlüklerin yasaklanmasında da aynı argümanlar. Çocuklar, güvenlik vb. gelişmiş ülke olmanın hep yanlış anlaşıldığı ya da bilerek tersyüz edildiği bu post-truth çağının şanına yakışır bir absürtlük, bir simülasyon.

Bugün gerek yaşanan katliam pratikleri ile gerekse de katliama yönelik sergilenen soğukkanlılık ile kötülüğün ne düzeye erişebileceğinin ve bunun berraklığının da ne seviyede olabileceğini görmüş vaziyetteyiz. Bunun Avrupalılaşmak olarak pazarlandığı ortamda, bu insanların, Avrupalının erişemem çekincesi bile yaşamadığı platformlarla bağının kopması ise tam bir Aziz Nesin hikayesi.

Muğla Su İnisiyatifi’nden Söğütlü’de yaşananlara tepki: Bu yaptığınız zulüm

Muğla Su İnisiyatifi, Fethiye‘nin Söğütlü mahallesindeki yurttaşların su hakkı için verdiği mücadeleye karşı kolluk kuvvetlerinin sert müdahalesine ilişkin açıklamada bulunarak “Sulara el koyamazsınız, Suyu akışından koparamazsınız” dedi.

İnisiyatif’ten yapılan açıklamada Muğla’nın Fethiye ilçesine bağlı köylerde son yıllarda suların/derelerin şirketlere teslim edildiğine suya erişemeyenlerin, köylülerin de birbirine düşürüldüğüne dikkat çekildi.

Söğütlü’de su mücadelesi, taşların üzerinde tutulan nöbetle sürüyor

‘Meşru olmayan bu saldırılara karşı tüm yetkilileri uyarıyoruz’

Derelerin önce HES yapımı için şirketlere devredildiğine, ardından bölgede suya ulaşamayanların arasında su ihtiyacına çözüm üretilme bahanesi ile şirketlere su tahsisleri yapıldığına işaret edilen açıklamada sürece ilişkin şunlar dile getirildi:

DSİ, Fethiye Kaymakamlığı, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı yetkililerinin, Sekiyaka HES üretimi için bölgedeki derelerin sularını şirkete tahsis etti. Suya el konulmasını meşrulaştırmaya yönelik tüm bu çabalara karşı Söğütlü köylüleri sularını vermemekte, derelerini parçalamalarına izin vermemekte kararlı. Bizler Muğla Su İnisiyatifi olarak suların, su havzalarının sermaye birikimine tahsisine karşı verdiğimiz mücadelenin yanısıra yaşam alanlarına ait suları koruyacağımızı, bu amaçla su mücadelesi veren halkların yanında olacağımızı bir kez daha duyuruyoruz. Meşru olmayan bu saldırılara karşı tüm yetkilileri uyarıyoruz.”

‘Dereleri şirketlere vermenizi kabul etmeyeceğiz’

“Dereleri şirketlere vermenizi kabul etmeyeceğiz. Şirketleri kalkındırmak için yaptığınız tüm müdahalelere karşı mücadelemizi sürdüreceğiz” denilen basın açıklamasında, derelerin şirketlerin üretim alanına sokulmasını, su yatağının değiştirilmesi yönündeki kararların kabul edilmediği vurgulandı.

Ayrıca “Bu kararlarla, verdiğiniz meşru olmayan kararları uygulatmak için güvenlik kuvvetlerini köylülere saldırtarak suç işliyorsunuz. Bu kararları veren, uygulayan her idare, kurum, yetkili yaşamdan yana tutum alması gerekirken yetkisini aşkın kullanarak bu suçu sürdürmektedir” denildi.

‘Bu zulme son verin’

Son olarak, yaşamını korumaya çalışan yurttaşların darp edilerek, gözaltı ve şiddetle yurttaşlara gözdağı verilerek kararların meşrulaştırılamayacağının, bu yapılanların “zulüm” olduğunun altı çizilerek şunlar aktarıldı:

“Bu zulme son verin. Dereleri de, onlar için mücadele eden yöre halkını da serbest bırakın. Uyarıyoruz. Şirketlerin değil halkın yaşamını koruyun. Yaşamın sürmesinin temel unsuru olan suları, su havzalarını şirketlere teslim etmenize, suyu ticarileştirmenize, derelerin akışını değiştirmenize izin vermeyeceğiz.

 

Ne olmuştu?

Söğütlü’de, köyün tek su varlığı olan Bozluca‘nın Fethiye Sulama Birliği ile tahsis dolayısıyla Sekiyaka 2 Hidro Elektrik Santrali’ne ve HES’ten geçen suyun Seydikemer ilçesindeki köylere ulaştırılmasına karşı mücadele başlatmıştı.

 

Seydikemer köylerinin muhtarları ise Söğütlü Muhtarı ve azaları hakkında şikâyette bulunmuş, bunun üzerine Seydikemer Kaymakamlığı tarafından suyu kendi köylerine yönlendiren Söğütlü Köyü Muhtarı ve azalarının “3091 sayılı Taşınmaz Mal Zilyetliğine Yapılan Tecavüzlerin Önlenmesi Hakkında Kanun” kapsamında zilyetlik hakkına tecavüz ettiği belirtilmişti.

 

Karar Devlet Su İşleri (DSİ) yetkilisi tarafından 5 Ağustos’ta tebliğ edilmiş ve bölgeye jandarma ekipleri ile birlikte iş makineleri yönlendirilmişti. Söğütlü köylüleri 5 Ağustos’tan itibaren sularını korumak için nöbete başladı.

9 Ağustos’ta köylülere jandarma müdahalede bulundu. 8 yurttaş gözaltına alınırken bazıları da darp edildi. 10 Ağustos’ta gözaltılar serbest bırakıldı.

 

Söğütlü’de su mücadelesi, taşların üzerinde tutulan nöbetle sürüyor

Fethiye‘deki Söğütlü mahallesinde yurttaşların, mahalledeki tek su varlığının hidroelektrik santraline (HES) ve Seydikemer’in mahallelerine yönlendirilmesi kararına karşı nöbete başlayan köylülere jandarma müdahalesinin ardından gözaltına alınan sekiz köylü serbest bırakıldı. Müdahale sonrasında iş makineleri jandarma koruması altında suyun yönünü değiştirdi. Jandarma tarafından darbedilerek gözaltına alınan altı köylü karakoldaki ifadeleri sonrası, iki köylü ise savcıya verdikleri ifadenin ardından serbest bırakıldı. Yurttaşlar nöbet tutmaya devam ediyor.

Söğütlü’de, köyün tek su varlığı olan Bozluca‘nın Fethiye Sulama Birliği ile tahsis dolayısıyla Sekiyaka 2 Hidro Elektrik Santrali’ne ve HES’ten geçen suyun Seydikemer ilçesindeki köylere ulaştırılmasına karşı mücadele başlatmıştı.  Seydikemer köylerinin muhtarları ise Söğütlü Muhtarı ve azaları hakkında şikâyette bulunmuş, bunun üzerine Seydikemer Kaymakamlığı tarafından suyu kendi köylerine yönlendiren Söğütlü Köyü Muhtarı ve azalarının “3091 sayılı Taşınmaz Mal Zilyetliğine Yapılan Tecavüzlerin Önlenmesi Hakkında Kanun” kapsamında zilyetlik hakkına tecavüz ettiği belirtilmişti.
Karar Devlet Su İşleri (DSİ) yetkilisi tarafından 5 Ağustos’ta tebliğ edilmiş ve bölgeye jandarma ekipleri ile birlikte iş makineleri yönlendirilmişti. Söğütlü köylüleri 5 Ağustos’tan itibaren sularını korumak için nöbete başladı.

Gündem Fethiye’nin aktardığına göre; 9 Ağustos saat 4.00’dan itibaren bölgeye yeniden jandarma ekipleriyle birlikte iş makinelerinin yönlendirildiği aktarıldı. Nöbete devam edilmesi üzerine bölgeye Fethiye Kaymakamı İsmail Ertaş ve Fethiye Müftüsü Kamil Oktay geldi. Ertaş, suyun paylaşımı hakkında çalıştığını belirterek; suyun yarı yarıya paylaştırılacağını söyledi. Muhtar ve köylüler ise bin 570 dönüm sulanan arazilerinin olduğunu, halihazırda üç su kaynaklarının HES üzerinden Seydikemer köylerine ulaştırıldığını aktardı. Köylüler, kendilerine tahsis edilecek olan 90 litre/saniye suyun bin 570 dönüm alana yetmeyeceğini belirtti.

Fotoğraf: Gündem Fethiye

‘Sizin ellerinize kelepçe vurduracağız’

Köylüler Ertaş’la görüşmeleri sırasında HES yetkilisinin kendilerini tehdit ettiğini ve “Sizin ellerinize kelepçe vurduracağız” dediğini aktardı. Ertaş ise; jandarma ekiplerine talimat vererek konunun incelenmesini istedi.

Ertaş’ın bölgeden ayrılması üzerine ise saat yaklaşık 18.00 civarında jandarma ekiplerinin koruması altında iş makineleri Akçay içine girerek suyun yönünü değiştirme çalışmasına başladı. Çalışmaya engel olmak isteyen köylülere jandarma ekipleri müdahale etti. Müdahale sırasında alandaki çocukların da müdahaleye maruz bırakıldığı görüldü.

Köylülerden Tezcan Yılmaz, Mehmet Yılmaz, Gülen Çelik, Recep Alkaya, Mustafa Çelik, Kenan Ölmez, Durali Can Ölmez ise darbedilerek ve ters kelepçe takılarak gözaltına alındı. Darbedilen köylülerden Recep Alkaya’nın kafasında açılma olduğu öğrenildi.

Müdahale sırasında iki kişi ise fenalaştı. Battaniyelerle alanın dışına taşınan köylülere ilk müdahale ambulanslarda yapıldı ve sağlık durumlarının iyi olduğu öğrenildi.

Köylülerin avukatı Okşan Palabıyıkoğlu, bir jandarmanın kolu ısırıldığı gerekçesiyle şikayetçi olması üzerine bir köylünün gözaltına alındığını, diğer köylünün ise jandarmanın kolunu yumrukladığı gerekçesiyle gözaltına alındığını ifade etti.

Fotoğraf: Gündem Fethiye

Kolluk kuvvetleri vs yurttaşın adli raporları

Palabıyıkoğlu, müdahale sırasında kafası açılan bir köylünün sırtında yumruk izlerinin de olduğunun tespit edildiğini söyledi. Kafadaki açılmanın ise adli rapora “sıyrık” olarak geçmesi üzerine itiraz ettiklerini, savcının da bu itirazı kabul ettiğini belirtti.

Diğer yandan Palabıyıkoğlu, aynı köylünün 70 yaşında olduğunu ve ilaçlarını alamadığını, kafa travması nedeniyle 48 saat müşahede altında tutulması gerekirken; iki saat içinde karakola getirildiğini aktardı. Raporun tanzim edilme şeklinde de usulsüzlükler olması nedeniyle suç duyurusunda bulunabileceklerini söyledi.

Son olarak Palabıyıkoğlu, kolluk kuvvetlerinin adli raporlarının oldukça detaylı hazırlanırken, köylülerin raporlarının ise çok kısaca hazırlandığına dikkat çekti.

“Görevi yaptırmamak için direnme suçu” gerekçesiyle köylülerin ifadelerinin aldığını aktaran Av. Palabıyıkoğlu, şunları söyledi:

“Bu noktada bu suçun oluşmadığı kanaatini taşıdığımız için çünkü görevi yaptırmak için direnme suçunun oluşması için cebir veya tehdit kullanılması gerekiyor. Köylü tarafından herhangi bir cebir yahut tehdit yok. Bir anda gözaltı, bir anda aslında saldırı oluşmuş. Bu basına yansıyan kamera görüntülerinde de jandarmanın kamerasında da net olarak görülebilecek bir husus. Bu yönüyle görevi yaptırmamak için direnme suçu oluşmadı.”

Takipsizlik kararı verilmesini talep ettiklerini söyleyen Av. Palabıyıkoğlu, bir köylünün kötü muamele ile gözaltına alındığını belirtti ve şöyle devam etti:

“Bir köylünün kendisine karşı yapılan bir kötü muamele var. Küfür edilmiş sinkaflı küfür var ve yanağına da yumruk atılmış. Bununla ilgili olarak da orantılılık ilkesi gereği kolluk kuvvetlerinin gözaltına alırken ya da kişiyi etkisiz hale getirirken çeşitli kriterleri var. Bu kriterler uygulanmamış hatta küfür ederek gözaltına alınmış, buna ilişkin olarak şikayetçi oldu.”

Köylüler neden mücadele ediyor?

Jandarma müdahalesi sırasında gözaltına alınanlardan Gülen Çelik, müdahalenin öncesinde 10 gündür burada sularını korumak için mücadele ettiklerini belirterek “Santrale su vermek için bizim karnımızı doyurduğumuz suyu kesiyorlar” demişti.

Buradaki suyu 150 senedir kullandıklarının altını çizen Çelik, köylüler olarak sularını paylaşmaktan çekinmediklerini fakat suyun yönünün değiştirilmesinin asıl amacının farklı köylere sulama suyu olarak ulaştırılmasından çok HES’e verilmesi olduğunu söyledi.

Okşan Ölmez ise suda kendilerinin de hakkı olduğunu, köylerinin ticaret yapmak için değil var olmak için bu suya ihtiyacı olduğuna vurgu yaptı.

Songül Çelik ise var olan kaynağın köylere normal durumda yettiğini, fakat HES’in müdahalesine karşı olduklarını söyledi.

Fotoğraf: Gündem Fethiye

Köylüler iki ayrı dava açtı

Son olarak köylülerin avukatı Bora Sarıca ise sürece dair bilgi verdi. Söğütlü Mahallesi Muhtarı ile 8 Ağustos’ta bir araya geldiklerini ve acil olarak iki dava açtıklarını belirterek, davalardan ilkinin sulama için tahsis edilen alanın miktarına ilişkin olduğunu dile getirdi.

Sarıca davaya ilişkin şu açıklamayı yaptı:

“Davalarımız daha önce burada 30 hektarlık bir su tahsisi yapılmış 2021 yılında. Muhtar ona itiraz etmiş, yeniden değerlendirilmesini talep etmiş, ancak dilekçesine cevap verilmemiş ve biz bunu zımnen ret kabul edip acil bir surette 30 hektarlık su tahsisin iptali için davamızı açtık.”

Diğer davanın ise köylüler hakkında zilyetlik hakkına tecavüz gerekçesiyle verilen karara ilişkin olduğunu söyledi.

Sarıca sularını vermek istemeyen, nöbet tutan, çadır kuran köylüler hakkında 3091 yani tecavüzün önlenmesine ilişkin verilen karara karşı dava açtıklarını belirtti. Konuya ilişkin şu bilgilendirmeyi yaptı:

“Sabah Devlet Su İşleri (DSİ) Müdürlüğü’ne gittiğimizde bize yeni tarihli bir karar sundular. O kararı da 30 hektarı 100 hektara çıkarmışlar. 90 litre saniye su akıtılması köye su verilmesi kararı verilmiş. Yani daha önce 30 hektarlık alan 100 hektara çıkartılmış. 100 hektarın sulanmasına yetecek kadar su verilmiş. Muhtarlar bunu kabul etmedi. Ben bunu köylüme anlatamam dedi ve işte sonrasında da jandarmayla, DSİ yetkileriyle buraya geldik.”

 

Tiyatro

Yaşadığım kentte, milattan sonra II. yüzyılda yapılmış bir tiyatro var.

Bu ne anlama geliyor? Bir kentin halkı neden kendisi için bir tiyatro yapar, tiyatrodan ne bekler? Anadolu’daki klasik ve Helenistik dönem kentlerinde, belki daha eski dönemlerden kalmış tiyatrolar da var. Roma dönemi tiyatroları da… Tiyatrodan başka spor alanları, stadyumlar veya bir anlamda sirk oyunlarının, gösteri oyunlarının/sporlarının yapıldığı arenalar var çok büyük Roma kentlerinde.

Bütün bu yapıların ortak özelliği, kent insanlarının kamusal alanda ve hep birlikte, izlemek/ belki izledikleri üzerinde düşünmek/ birlikte heyecanlanmak ve eğlenmek, toplumsallaşmak ve kentsel kültürün oluşumunun çeşitli dolayımlarını yaratmak arayışıydı belki? Gerçi kent insanının toplumsallaşmak için kullandığı başka kapalı ve açık mekanları da vardı: Pazar yerleri/ agoralar, hamamlar, tapınaklar ve kutsal alanlar, kütüphaneler vb.

Ancak özellikle Akdeniz kentlerinde ve Ege’de gördüğümüz kentlerin insanları, yaşamın önemli bir bölümünü kamusal alanlarda sürdürmekten ve yaşamı kolektifleştirmekten hoşlanıyorlardı kuşkusuz. Oysa bugünün kentleri, daha kalabalık olmakla birlikte, çok daha parçalı ve kapalı, içe dönük ve yalıtılmış yaşamlar için daha elverişli gibi.

Kentteki kolektif yaşamın fırsatlarından biri olarak tiyatroların, diğerlerinden ayrılan ve belki anlam üretmek/ kültürel birikimi çoğaltmak-çoğulculaştırmak veya niteliklendirmek bakımından, kuşkusuz özel bir yeri var.

Antik kentlerdeki o çok büyük mekanları ve teknik düzenekleri geliştirmek ve büyük mekanları yaratmak için bu kadar büyük çabalara girmenin gerisinde, kamusal yaşamın gelişmesinde tiyatronun kent insanları için neden kaçınılmaz bir ihtiyaç haline geldiğini incelemek, bunu bölgelere, dönemlere ve kentlere göre yorumlayabilmek çabası oldukça ilginç bir arayış. Sadece Anadolu’daki antik dönem kentlerine baksak bile, tiyatrosuz olanına rastlamak oldukça zor. En başına dönecek olursak, bu kentlerin insanları, tiyatro için neden bu kadar ciddi bir ısrar gösteriyorlardı?

Tiyatronun, topluma/ kentin insanlarına onların düşünce ve davranışlarına, ruhuna ve ideallerine tutulmuş bir ayna olduğu düşüncesini ve kentlilerin de, bu düşünceler/ davranışlar üzerine, bireysel ya da kolektif bir tartışma arayışı içinde olduğunu kabul edelim. Hatta belki çok daha basit bir dinlenme/ eğlenme/ gülme arayışı peşinde olduklarını düşünelim. Yine de, bu toplumsal kültür ögesi ihtiyacının bu derinlikte ve bu ciddiyette duyulmuş olmasının, çok değerli bir durum olduğunu görmemek olası değil…

Açık havada tiyatro mekanın bir mühendislik ve mimarlık eseri olarak yaratılması ve akustikle ilgili kaygıların ciddiyetle dikkate alınması, maliyetinin kamusal bir harcama olarak kaçınılmaz kabul edilmesi, tiyatronun nasıl bir öncelik olarak benimsendiğini gösteriyor. Bunun yanı sıra, toplumun ya da bireylerin karşılaşabileceği özel durumlar ya da sorunlar karşısında nasıl davrandıkları, bu davranışlarda ortaya çıkan dram ya da komedi üzerine yazmak ve bunu sergilemek, inandırıcı ya da eğlendirici bir biçimde sahneye koymak, oyuncuları eğitmek, dekoru, maskları hazırlamak ve bunları bir tiyatro sanatı yönetimine dönüştürülmesini sağlamak vb. hepsi, son derece gelişmiş, işbölümünde olağanüstü bir incelmeye ulaşmış olduğu bir toplumsal durumu işaret ediyor.

Yalnızca bu kadar da değil, tiyatronun bir sanat olarak estetiğinin geliştirilmesi oyunun yaratması beklenen etkisinin oluşabilmesi için, içeriğinin/ senaryosunun güçlü bir biçimde yazılmış olmasını ve belki konuların en temel insanlık durumlarına ilişkin olmasını ve diğer kentlerde de oynanabilecek, hem de zaman içinde değişime dayanabilecek bir güce erişmesini sağlamak gerekecektir. Oyun yazarının içinde yaşadığı toplumu ve bu toplumun insanlarını iyi incelemiş, onun etik arayışlarını, kaygılarını, heyecanlarını ve belki mizah duygusunu, kısaca toplumun sosyolojisini, sosyal psikolojisini ve insan psikolojisini, kendi çağının sorunları çerçevesinde çok iyi gözlemlemiş ve yorumlamış olmalıdır.

Gerçi bu tür toplumsal heyecanın, eleştirinin ve arınmanın yaşanabilmesi için, ne tek dolayımın tiyatro olduğunu söyleyebiliriz, ne de kendi kültürel tarihlerinde bu tür büyük mekansal düzenekler yaratmamış olan toplumların içinde bulundukları toplumsal durumla ilgilenmemiş olduklarını…

Tiyatro, kuşkusuz, kentin bir ürünüdür. Ama tiyatronun kökenindeki yansıtmanın, sesin, müziğin, dansın ve mimin, taklit/ benzetme ögelerinin, bir sergileme/ eleştiri ya da güldürü veya daha ciddi bir sorun üzerinde düşünme arayışı dolayımlarının, kentlerine tiyatro yapmamış toplumlarda da, hatta kırsal alanlarında, köylerinde ve göçebe yaşamlarında da bulunabileceğini biliyoruz. Bazen bir ayin ritüeli ya da büyü biçiminde, bazen seyirlik orta oyunu olarak, bazen gölgelerle ve suretlerle/ kuklalarla karşımıza çıkan durumlar da, tiyatronun amaçlanan işlevlerini gerçekleştirmektedir.

Kent toplumları açısından tiyatroya bakacak olursak, bazen ciddi sorunlar, düğümlenmiş toplumsal veya bireysel olgular üzerinde düşünebilmek ve bu durumun eleştirel yorumunu yaparak kendi kişiliklerini/ toplumsal davranış biçimlerini değiştirmek/ geliştirmek bakımından tiyatro, belki de yaratabilecek en eksiksiz ve/ya bütünlüklü yaklaşım olarak düşünülebilir. Okur-yazarlığın ve şiir dışında edebiyatın pek fazla gelişmediği ve kütüphanelerin bu tür destek sağlamadığı ve sözlü kültürün önemli olduğu çağlarda, bugünün kentinde edebiyatın, sinemanın-televizyonun işlevlerinin pek çoğunu yerine getirebilecek öge, tiyatrodur.

Tiyatro, en azından İslamiyet öncesi Akdeniz’i için, bütün kentlerde kamusal alanın en önemli mekansal ve işlevsel ögesi olarak kabul edilebilir. Bir durumu/ sorunu veya olası çözümleri kamusal alana getirip, toplumun önünde sergiledikçe, toplumun eleştirel düşünme ve değerlendirme/ demokratik biçimde tartışma kapasitesi giderek olgunlaşmaktadır.

Tiyatroyu kentteki çoğul ve demokratik eleştirel tartışma ortamının kurucu ögelerinden biri olarak görebiliriz. Tiyatro ile kentlerdeki çoğul toplumsal ve kültürel ortam, erken formlarında da olsa demokratik politik düşünce ve uygulamaların varlığı arasındaki paralellik de, son derece dikkat çekici…

Tiyatronun herhangi bir kültürel iklim içinde kent toplumuyla etkileşim biçimlerinin ve derinliğini nitelikleri üzerine, kuşkusuz bu kadar kısa açıklama sığ ve yetersizdir. Kentli toplumlarla, kentin kamusal alanıyla ve bu kamusal alandaki diğer toplumsal ve kültürel olaylarla tiyatro arasındaki etkileşim, çok ciddi bir araştırmayı ve çalışmayı hak ediyor.

Bu özellikler, daha sonraki yüzyıllar boyunca, bölgeden bölgeye ve kentten kente değişmekle birlikte, dalgalı bir ilerleme biçiminde de olsa, gelişmeye devam etti. Bugünün kentinde de tiyatro, nasıl bir mekanda olursa olsun, ne tür bir içerikle veya ne tür sorunlarla baş etmek üzere kendisini sürekli olarak dönüştürmüş olsa da, genel bir bakışla, temelde çok benzer veya aynen devam ediyor. Bugün bütün kentlerde, toplumsal durumu, politik davranışları ve iktidarların zorbalıklarını veya birey olarak karşılaştığımız yabancılaşmamaları ve çöküntüleri/ gerilimleri, çözümü giderek güçleşen doğa ilişkilerini ve kapitalist ideolojinin gündelik yaşama/ topluma ve bireye yansımış sorunları anlatan ve tartıştıran en güçlü ve sahici ortamlardan biri, hala tiyatro değil mi?

*

Bu yazıyı, son satırına kadar öyle gibi dursa da, tiyatronun özellikleri, gücü ve işlevi üzerine yazmadım. Bu yazıyı, Genco Erkal’ın ve Dostlar tiyatrosunun, binlerce yıllık bir arayıştan gelen anlamını ve işlevinin derinliğini, onun modern tiyatro anlayışıyla Türkiye’nin, başta İstanbul olmak üzere bir çok kentini nasıl donattığı, gönendirildiği, çoğullaştırdığı ve o güdük demokrasinin parlayabilmesi için nasıl bir içten çaba içerdiğini anlatabilmek için yazdım.

Bir Anadolu kentlisi olarak, Genco’nun bizi nasıl aydınlattığını, ısıttığını ve ufkumuzu genişlettiğini, bu nedenle ona nasıl büyük bir teşekkür borcumuz olduğu bildiğim için yazdım.

Genco’nun inanılmaz inceliklerle dolu ve estetik ve sahici tiyatrosu olmasaydı, bu kentlerin kültürel ve entelektüel düzeyi, asla bugünkü gibi olamazdı.

Teşekkürler Genco…

Avustralya ve Yeni Zelanda’dan, ada ülkelerine 28 milyon dolarlık iklim finansmanı

Avustralya ve Yeni Zelanda, milyonlarca kilometrelik okyanusa yayılan Pasifik Adası ülkelerine, fosil yakıtların tüketilmesi nedeniyle artan iklim krizi etkileriyle yaşanan aşırı hava olaylarına karşı hazırlıklı olmaları için finansman sağlayacağını açıkladı.

Ada ülkelerine bölgede insani yardım depolamaları için 42.6 milyon Avustralya doları (940 milyon 184 bin 982 TL) yardım sağlanacağı bildirildi.

Tuvalu Adalet, İletişim ve Dışişleri Bakanı Simon Kofe, 5 Kasım 2021, Funafuti, Tuvalu’da okyanusun içinde COP26 için açıklama yapıyor. Glasgow’un evsahipliğindeki Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 26. Taraflar Konferansı (COP26) için video mesaj çeken Tuvalu Dışişleri Bakanı Simon Kofe, dizlerine kadar suya batmış halde konuşarak alçak ada ülkesinin iklim değişikliğinin en ön cephesinde yer aldığına dikkat çekmişti.

Pasifik Adaları bölgesi giderek kötüleşen kasırgalar yaşarken, “Pasifik Ateş Çemberi” olarak adlandırılan bölge sismik olarak aktif halde ve tsunamilere neden olabilecek depremleri tetikliyor.

Birçok Pasifik Adası ülkesi ulaşım bağlantılarının zayıf olduğu uzak bölgelerde bulunuyor ve felaketlerden sonra Avustralya, Yeni Zelanda, ABD ve Çin savunma güçlerinden gelecek yardıma bel bağlamış durumda.

Dünya çapında fosil yakıt tüketiminde önde gelen zengin ve imtiyazlı konumda yer alan gelişmiş ülkelerin, artan iklim krizi etkileri karşısında ada ülkeleri gibi dezavantajlı konumda yer alan ülkelere finansman sağlanması için çeşitli fonlar oluşturulmuş durumda. Son Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Taraflar Konferansları‘nda (COP28) kayıp zarar fonu için, gelişmekte olan ülkelerin her yıl karşı karşıya kaldığı tahmin edilen 400 milyar dolarlık kaybın çok altında kalan bir meblağ taahhüt edilmişti. Yine de COP28’de gündem alınan kayıp-zarar fonu, gelişmekte olan ülkelerin zorlukla kazanılmış bir zaferi olarak değerlendirilmişti.

Yeşil Noktaİklim krizi: Tuvalu’nun dünyanın ilk ‘dijital ülkesi’ olması planı hız kazandı
Yeşil NoktaTuvalu’nun yeni hükümeti, Avustralya’yla iklim anlaşmasını sürdürecek
Yeşil NoktaAvustralya, batmak üzere olan Tuvalu halkına iklim sığınağı sunacak
Yeşil NoktaBernard Kato Ewekia Taomia: Tuvalu bizim evimiz, onu kaybetmek istemiyorum [İklim Kuşağı-25]
Yeşil Nokta[COP26] Tuvalu, Glasgow’daki konferansa deniz içinden çekilmiş video ile katılacak
Yeşil NoktaTuvalu’nun batan adaları: Bir gün gelecek ve biz yok olacağız

Avustralya ve Yeni Zelanda’dan yapılan açıklamada, insani yardım malzemelerinin 14 ülkedeki depolara önceden yerleştirilmesinin, Pasifik Adalarının acil bir durumdan sonraki ilk 48 saat içinde müdahale ederek hayat kurtarmasına olanak sağlayacağı belirtildi. Doğu Timor da program kapsamında yer alıyor.

Reuters’ın aktardığına göre; Avustralya Dışişleri Bakanı Penny Wong, bu programın “afet meydana geldiğinde topluluklar için sahada kolayca erişilebilir destek ve malzeme bulunmasını sağlayacağını” söyledi.

Pasifik Adaları bölgesinden dışişleri bakanları bu ay Tonga’da yapılacak yıllık Pasifik Adaları Forumu liderler toplantısı öncesinde bugün (9 Ağustos) Fiji‘nin Suva kentinde bir araya geliyor.

Yeşil Nokta[COP28] ‘Türkiye’nin kayıp zarar fonuna aday olması olacak iş değil’
Yeşil NoktaTuvalu’nun yeni hükümeti, Avustralya’yla iklim anlaşmasını sürdürecek
Yeşil Nokta[COP28] Kanada ‘azaltım için ortak dil’ arıyor, Avustralya’dan Pasifik ülkelerine yardım sözü

[COP28] Taahhüt edilen 700 milyon dolarlık kayıp-zarar fonu, ihtiyacın binde 2’sini karşılıyor