Önce Niğde, ardından da Ankara/Altındağ’dan olması beklenen katliam haberleri ve görüntüleri ekranlara yansıdı.
Bu yasa ilk gündeme geldiğinde Iain Banks‘ın orijinal adıyla “The Wasp Factory” olan, Eşekarısı Fabrikası isimli kitabı ve William Golding’in orijinal adı “The Lord of the Flies” olan Sineklerin Tanısı isimli kitaplarını anımsamıştım. Kötülüğün sıradanlığını anlatması açısından çarpıcı olan bu iki kitap bugün yaşadığımız ve olağanlaştırılmaya çalışılan hayvan katliamlarının özüne dair de bir şeyler anlatıyordu. Her iki kitabın da en önemli özelliği zorbalık ile gaddarlığın -kitapları okuyanların da anlayacağı gibi- nasıl da süreç içerisinde normalleşip birer ayrıntıya dönüşebileceğini karmaşık ama kristal berraklıktaki bir kurguyla anlatmasıdır. Bugün aslında yaşadıklarımız sanki bu iki kitabın senaryosu içerisine yerleştirilme duygusu hissettiriyor bende. Bir kötülük sarmalına hep beraber giriyor ve bu kötülüğün birer parçası haline getiriliyormuşuz gibi. Üstelik bu kötülüğün normalleştirilmesi için çaba harcayanların sayısının hala azımsanmayacak görünürlükte olması, durumu daha da tehlikeli hale getiriyor. Bir başka tehlike de bu katliam kötülüğünün değirmenine “yaban hayat”, “çocuklar”, “Avrupalılık” vb. gibi muğlak ve temelsiz argümanlarla su taşıyan katliam faillerinin serinkanlılıklarını koruyabilmeleri ve zerre pişmanlık duymamaları. Bu da hiç kimsenin canının güvende olmadığının aslında göstergesi.
Ömer Obuz’un İletişim Yayınları’ndan çıkan bir kitabı var. Kitap hayvan katliamlarını Osmanlı’dan Cumhuriyete kadar anlatıyor. Kitapta 1910 yılında yaşanan benzer bir duruma dair İstanbullu Julius R. Van Millingen’in Osmanlı’dan İnsan Manzaraları kitabına dayandırılarak, sokak köpeklerinin geceleri kıskaçlar yardımıyla yakalanarak sur diplerinde oluşturulan ve etrafı çitlerle çevrili “otel” isimli yerlere taşınması anlatılırken bazı “iyi” Türklerin de bu işe engel olmaya çalıştığını ancak başarılı olamadığından da bahsediyor. İşte tam olarak o bazı iyi Türklerden olmanın verdiği dayanılmaz çaresizliğe bürünmüş gibiyiz hepimiz.
Ömer Obuz’un anlattığı bu kısım aslında Hayırsız Ada vakasının da öncesi dönemi yani o vakaya olan hazırlığa ait. O zamanki adı “otel” olan, şimdiki adıyla “barınak” olan, ancak aslı ölüm kampından başka bir şey olmayan toplama kamplarından yükselen ölü kokusu ve katlanılmaz görüntüler bir sonraki aşama olan Hayırsız Ada fikrine daha fazla sahip çıkılmasının da motivasyonunu attırmıştır denilebilir.
Bakın bu otel/barınak meselesindeki gerçeklerle pazarlanan algılar arasındaki farka dair en önemli örnek Ankara Altındağ Belediyesi örneği olabilir. Altındağ Belediyesi katliam üzerine gelen tepkilere yanıt verirken kurmayı planladıkları yüksek nitelikli ve konforlu barınağa dair görüntüler paylaşmış ve bu çizimlerde barınaklarda bildiğimiz bej renkli Anadolu Çomarı diye nitelendirilecek köpekler değil bildiğin binlerce liraya satılan dalmaçyalı süs köpekleri yer alıyordu. Bu durum aslında sadece Altındağ Belediyesi’ne özgü değil. Hiçbir belediyenin reklamını yaptığı barınak, gerçekte bir toplama kampından öteye geçmiyor. Çünkü işini yapmayan belediye için bu hizmetler angarya olarak görünüyor. Ancak propaganda için para çok.
1910’lara geri dönecek olursak, o zamanlar Jön Türkler olarak adlandırılan ve zamanın “batı özentisi” olarak nitelendirilen yönetiminin etkin olduğu katliama bugün batı karşıtlığı, yabancı düşmanlığı, içe kapanıklığı ve ne idüğü belli olmayan değerli yalnızlığı öven ya da başka totaliter rejimlere yakınlık hissedenlerin öncülük ettiği katliam pratiğinin ortaklaşması ise gerçekten trajik. Bir yandan geçmiş ile hesaplaşma derdinde olup her fırsatta Cumhuriyetin kurucuları ve değerleri ile olan problemlerini dile getirenlerin en nihayetinde bu kuruluşa ve değerlere öncülük edenlerin gerçekleştirdiği katliam pratiğinde ortaklaşmasının, kaderin bir cilvesi ya da tarihsel diyalektiğin öngörülebilir bir sonucu olduğunu söylemek mümkündür. O dönemin köpek katliamı sonrasında içerisinde insanların da olduğu çok sayıda başka katliamın da yaşandığını unutmamak ve bu süreğenliğin ve örüntünün tekrar edebileceğinin diyalektik olarak bir zemini olduğunu da unutmamak lazım. Çünkü muktedir olanın kimin öleceğine karar verirken dağıttığı suç aletine sahip olanların, kimin yaşayacağına da karar veren mercii olacağını söylemek için müneccim olmaya gerek yok.
1910 ile mevcut durum arasında propaganda açısından da benzer bir dönüşüm var. Köpekleri zehirli etlerle öldüren ya da kıskaçlarla yakalayıp Hayırsız Ada’ya sürenler, çok değil birkaç yıl önce de köpeklerin üzerine titriyor ve hatta onlara çarpan araçlara ceza bile yazıyordu. Sonra ne olduysa hiçbir açıdan benzerlikleri bulunmayan Avrupa şehirleriyle kendilerini bir tutan bir grup peydah oldu ve bir anda köpekler Avrupalılaşma önündeki en önemli engel olarak ortaya çıkıverdi. Bu durum bana Charlie Champbell’in İthaki Yayınları’ndan çıkan ve başkalarını suçlamanın tarihini anlattığı “Günah Keçisi” kitabını hatırlattı. Sorunun müsebbibi olarak kendisini ve kendi pratiklerini görmek yerine tercih edilen bir hedef tahtası bulma alışkanlığına bu sefer köpekler oturtulmuştu.
1910’larda toplumun köpeklerle olan barışık ilişkisini manipüle etmek için bugünküne benzer bir şekilde ciddi bir propaganda çalışması yürütülmüştü. O zamanki katliam girişimine karşı çıkanlar tıpkı bugün olduğu gibi çeşitli aşağılamalara ve suçlamalara maruz bırakılmıştı. Gerçekleştirilen propaganda bombardımanı sonucu halkın bir kısmı suçlanmış, bir kısmı bastırılmış ve bir kısmı da ikna edilmişti. Belki o zaman da köpekleri koruyanlara “ittapar” denilmiş, köpekler üzerinden yaratılan sanal tehdit için de çocuklar propaganda malzemesi yapılmıştı. Kendine güvenli sokaklar gibi isimler veren paramiliter propaganda birlikleri belki o zaman da ortaya çıkan katliamı meşrulaştırarak, elinde pala ile silah ile köpek katliamı yapanların serbestçe gezdiği sokakları çocuklar için güvenilir olarak etiketlemişlerdi. Bilim faaliyeti o zaman o kadar yaygın değildi ama eminim ki bugün köpek katliamını Avrupalılaşma, istilacılık ve yaban hayatı koruma vs. gibi argümanlarla meşrulaştırma gayretiyle katliam yasasına teşne olanlar o zaman da benzer bir katliam ortaklığı yarışına girerlerdi.
Ne kadar garip değil mi daha özgürce internete bile giremeyen insanlar “Avrupa’da sokakta hayvan yok” argümanına dört elle sarılmışlar. Oysaki demezler mi “Ya sen daha İnstagram’a erişemiyor, doğru düzgün fikrini ifade edemiyor serbestçe tarafını bile belli edemiyorken Avrupa argümanını kullanmak senin neyine” diye? Derler de kimin umurunda.
İnstagram yasağını “fenomenler para kazanamayacak oh olsun” diye savunan da, “İnstagram kapandı da kitap okuma fırsatı bulduk, ailemize zaman ayrıma fırsatı bulduk” diyenler de “İnstagram zaten pislik yuvası olmuş” diyenler de hep aynı kesişim kümesinin elemanları. Köpeklerin katledilmesinde de özgürlüklerin yasaklanmasında da aynı argümanlar. Çocuklar, güvenlik vb. gelişmiş ülke olmanın hep yanlış anlaşıldığı ya da bilerek tersyüz edildiği bu post-truth çağının şanına yakışır bir absürtlük, bir simülasyon.
Bugün gerek yaşanan katliam pratikleri ile gerekse de katliama yönelik sergilenen soğukkanlılık ile kötülüğün ne düzeye erişebileceğinin ve bunun berraklığının da ne seviyede olabileceğini görmüş vaziyetteyiz. Bunun Avrupalılaşmak olarak pazarlandığı ortamda, bu insanların, Avrupalının erişemem çekincesi bile yaşamadığı platformlarla bağının kopması ise tam bir Aziz Nesin hikayesi.