Yaşadığım kentte, milattan sonra II. yüzyılda yapılmış bir tiyatro var.
Bu ne anlama geliyor? Bir kentin halkı neden kendisi için bir tiyatro yapar, tiyatrodan ne bekler? Anadolu’daki klasik ve Helenistik dönem kentlerinde, belki daha eski dönemlerden kalmış tiyatrolar da var. Roma dönemi tiyatroları da… Tiyatrodan başka spor alanları, stadyumlar veya bir anlamda sirk oyunlarının, gösteri oyunlarının/sporlarının yapıldığı arenalar var çok büyük Roma kentlerinde.
Bütün bu yapıların ortak özelliği, kent insanlarının kamusal alanda ve hep birlikte, izlemek/ belki izledikleri üzerinde düşünmek/ birlikte heyecanlanmak ve eğlenmek, toplumsallaşmak ve kentsel kültürün oluşumunun çeşitli dolayımlarını yaratmak arayışıydı belki? Gerçi kent insanının toplumsallaşmak için kullandığı başka kapalı ve açık mekanları da vardı: Pazar yerleri/ agoralar, hamamlar, tapınaklar ve kutsal alanlar, kütüphaneler vb.
Ancak özellikle Akdeniz kentlerinde ve Ege’de gördüğümüz kentlerin insanları, yaşamın önemli bir bölümünü kamusal alanlarda sürdürmekten ve yaşamı kolektifleştirmekten hoşlanıyorlardı kuşkusuz. Oysa bugünün kentleri, daha kalabalık olmakla birlikte, çok daha parçalı ve kapalı, içe dönük ve yalıtılmış yaşamlar için daha elverişli gibi.
Kentteki kolektif yaşamın fırsatlarından biri olarak tiyatroların, diğerlerinden ayrılan ve belki anlam üretmek/ kültürel birikimi çoğaltmak-çoğulculaştırmak veya niteliklendirmek bakımından, kuşkusuz özel bir yeri var.
Antik kentlerdeki o çok büyük mekanları ve teknik düzenekleri geliştirmek ve büyük mekanları yaratmak için bu kadar büyük çabalara girmenin gerisinde, kamusal yaşamın gelişmesinde tiyatronun kent insanları için neden kaçınılmaz bir ihtiyaç haline geldiğini incelemek, bunu bölgelere, dönemlere ve kentlere göre yorumlayabilmek çabası oldukça ilginç bir arayış. Sadece Anadolu’daki antik dönem kentlerine baksak bile, tiyatrosuz olanına rastlamak oldukça zor. En başına dönecek olursak, bu kentlerin insanları, tiyatro için neden bu kadar ciddi bir ısrar gösteriyorlardı?
Tiyatronun, topluma/ kentin insanlarına onların düşünce ve davranışlarına, ruhuna ve ideallerine tutulmuş bir ayna olduğu düşüncesini ve kentlilerin de, bu düşünceler/ davranışlar üzerine, bireysel ya da kolektif bir tartışma arayışı içinde olduğunu kabul edelim. Hatta belki çok daha basit bir dinlenme/ eğlenme/ gülme arayışı peşinde olduklarını düşünelim. Yine de, bu toplumsal kültür ögesi ihtiyacının bu derinlikte ve bu ciddiyette duyulmuş olmasının, çok değerli bir durum olduğunu görmemek olası değil…
Açık havada tiyatro mekanın bir mühendislik ve mimarlık eseri olarak yaratılması ve akustikle ilgili kaygıların ciddiyetle dikkate alınması, maliyetinin kamusal bir harcama olarak kaçınılmaz kabul edilmesi, tiyatronun nasıl bir öncelik olarak benimsendiğini gösteriyor. Bunun yanı sıra, toplumun ya da bireylerin karşılaşabileceği özel durumlar ya da sorunlar karşısında nasıl davrandıkları, bu davranışlarda ortaya çıkan dram ya da komedi üzerine yazmak ve bunu sergilemek, inandırıcı ya da eğlendirici bir biçimde sahneye koymak, oyuncuları eğitmek, dekoru, maskları hazırlamak ve bunları bir tiyatro sanatı yönetimine dönüştürülmesini sağlamak vb. hepsi, son derece gelişmiş, işbölümünde olağanüstü bir incelmeye ulaşmış olduğu bir toplumsal durumu işaret ediyor.
Yalnızca bu kadar da değil, tiyatronun bir sanat olarak estetiğinin geliştirilmesi oyunun yaratması beklenen etkisinin oluşabilmesi için, içeriğinin/ senaryosunun güçlü bir biçimde yazılmış olmasını ve belki konuların en temel insanlık durumlarına ilişkin olmasını ve diğer kentlerde de oynanabilecek, hem de zaman içinde değişime dayanabilecek bir güce erişmesini sağlamak gerekecektir. Oyun yazarının içinde yaşadığı toplumu ve bu toplumun insanlarını iyi incelemiş, onun etik arayışlarını, kaygılarını, heyecanlarını ve belki mizah duygusunu, kısaca toplumun sosyolojisini, sosyal psikolojisini ve insan psikolojisini, kendi çağının sorunları çerçevesinde çok iyi gözlemlemiş ve yorumlamış olmalıdır.
Gerçi bu tür toplumsal heyecanın, eleştirinin ve arınmanın yaşanabilmesi için, ne tek dolayımın tiyatro olduğunu söyleyebiliriz, ne de kendi kültürel tarihlerinde bu tür büyük mekansal düzenekler yaratmamış olan toplumların içinde bulundukları toplumsal durumla ilgilenmemiş olduklarını…
Tiyatro, kuşkusuz, kentin bir ürünüdür. Ama tiyatronun kökenindeki yansıtmanın, sesin, müziğin, dansın ve mimin, taklit/ benzetme ögelerinin, bir sergileme/ eleştiri ya da güldürü veya daha ciddi bir sorun üzerinde düşünme arayışı dolayımlarının, kentlerine tiyatro yapmamış toplumlarda da, hatta kırsal alanlarında, köylerinde ve göçebe yaşamlarında da bulunabileceğini biliyoruz. Bazen bir ayin ritüeli ya da büyü biçiminde, bazen seyirlik orta oyunu olarak, bazen gölgelerle ve suretlerle/ kuklalarla karşımıza çıkan durumlar da, tiyatronun amaçlanan işlevlerini gerçekleştirmektedir.
Kent toplumları açısından tiyatroya bakacak olursak, bazen ciddi sorunlar, düğümlenmiş toplumsal veya bireysel olgular üzerinde düşünebilmek ve bu durumun eleştirel yorumunu yaparak kendi kişiliklerini/ toplumsal davranış biçimlerini değiştirmek/ geliştirmek bakımından tiyatro, belki de yaratabilecek en eksiksiz ve/ya bütünlüklü yaklaşım olarak düşünülebilir. Okur-yazarlığın ve şiir dışında edebiyatın pek fazla gelişmediği ve kütüphanelerin bu tür destek sağlamadığı ve sözlü kültürün önemli olduğu çağlarda, bugünün kentinde edebiyatın, sinemanın-televizyonun işlevlerinin pek çoğunu yerine getirebilecek öge, tiyatrodur.
Tiyatro, en azından İslamiyet öncesi Akdeniz’i için, bütün kentlerde kamusal alanın en önemli mekansal ve işlevsel ögesi olarak kabul edilebilir. Bir durumu/ sorunu veya olası çözümleri kamusal alana getirip, toplumun önünde sergiledikçe, toplumun eleştirel düşünme ve değerlendirme/ demokratik biçimde tartışma kapasitesi giderek olgunlaşmaktadır.
Tiyatroyu kentteki çoğul ve demokratik eleştirel tartışma ortamının kurucu ögelerinden biri olarak görebiliriz. Tiyatro ile kentlerdeki çoğul toplumsal ve kültürel ortam, erken formlarında da olsa demokratik politik düşünce ve uygulamaların varlığı arasındaki paralellik de, son derece dikkat çekici…
Tiyatronun herhangi bir kültürel iklim içinde kent toplumuyla etkileşim biçimlerinin ve derinliğini nitelikleri üzerine, kuşkusuz bu kadar kısa açıklama sığ ve yetersizdir. Kentli toplumlarla, kentin kamusal alanıyla ve bu kamusal alandaki diğer toplumsal ve kültürel olaylarla tiyatro arasındaki etkileşim, çok ciddi bir araştırmayı ve çalışmayı hak ediyor.
Bu özellikler, daha sonraki yüzyıllar boyunca, bölgeden bölgeye ve kentten kente değişmekle birlikte, dalgalı bir ilerleme biçiminde de olsa, gelişmeye devam etti. Bugünün kentinde de tiyatro, nasıl bir mekanda olursa olsun, ne tür bir içerikle veya ne tür sorunlarla baş etmek üzere kendisini sürekli olarak dönüştürmüş olsa da, genel bir bakışla, temelde çok benzer veya aynen devam ediyor. Bugün bütün kentlerde, toplumsal durumu, politik davranışları ve iktidarların zorbalıklarını veya birey olarak karşılaştığımız yabancılaşmamaları ve çöküntüleri/ gerilimleri, çözümü giderek güçleşen doğa ilişkilerini ve kapitalist ideolojinin gündelik yaşama/ topluma ve bireye yansımış sorunları anlatan ve tartıştıran en güçlü ve sahici ortamlardan biri, hala tiyatro değil mi?
*
Bu yazıyı, son satırına kadar öyle gibi dursa da, tiyatronun özellikleri, gücü ve işlevi üzerine yazmadım. Bu yazıyı, Genco Erkal’ın ve Dostlar tiyatrosunun, binlerce yıllık bir arayıştan gelen anlamını ve işlevinin derinliğini, onun modern tiyatro anlayışıyla Türkiye’nin, başta İstanbul olmak üzere bir çok kentini nasıl donattığı, gönendirildiği, çoğullaştırdığı ve o güdük demokrasinin parlayabilmesi için nasıl bir içten çaba içerdiğini anlatabilmek için yazdım.
Bir Anadolu kentlisi olarak, Genco’nun bizi nasıl aydınlattığını, ısıttığını ve ufkumuzu genişlettiğini, bu nedenle ona nasıl büyük bir teşekkür borcumuz olduğu bildiğim için yazdım.
Genco’nun inanılmaz inceliklerle dolu ve estetik ve sahici tiyatrosu olmasaydı, bu kentlerin kültürel ve entelektüel düzeyi, asla bugünkü gibi olamazdı.
Teşekkürler Genco…