Kazakistan’ın Karagandı eyaletindeki Kostenko kömür madeninde çıkan yangında en az 45 işçi hayatını kaybetti.
Kazakistan Acil Durumlar Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, yangın sırasında maden ocağında 252 madenci bulunduğu ve bir maden işçisine yönelik arama kurtarma çalışmalarının sürdüğü kaydedildi.
Bakanlık, tahrip olmuş kazı ekipmanları ve moloz yığınları nedeniyle kurtarma çalışmalarının aksadığını bildirdi.
Kostenko Maden Ocağı‘nı işleten Lüksemburg merkezli çelik imalat devi Arcelor Mittal, 28 Ekim’de başlayan yangının metan gazı patlaması nedeniyle çıktığının tahmin edildiğini söyledi.
29 Ekim’de ölen madenciler için ulusal yas ilan edilerek ülkede bayraklar yarıya indirildi; eğlence programları ise iptal edildi.
Kazakistan hükümeti, kaza sonrası maden ocağını işleten Arselor Mittal Temirtau adlı şirketle işbirliğinin sonlandırılmasına ilişkin ön anlaşma imzaladığını duyurdu.
Ayrıca şirket bünyesinde daha önce de ölümlü kazalar meydana geldiği ve hakkında kamulaştırılma kararı verildiği açıklandı.
Türkiye’den yurt dışına yeni bir göç dalgası yaşanıyor. Doktorlar, mühendisler, yazılımcılar, sanatçılar ve pek çok meslek grubundan insan ya gitmek için hâlihazırda hamle yapmış durumda ya da yakın gelecekte bu hamleyi yapmayı tasarlıyor. Ülkenin genç nüfusunun (18-25 yaş grubu) yaklaşık dörtte üçü başka bir ülkede yaşamak istediğini söylüyor.
Ben de bu yeni göçmenlerden biriyim. Altı yıldır Berlin‘de yaşıyorum. Berlin öyle bir şehir ki bazen kendimi Türkiye’de gibi hissediyorum. Sanki Türkiye’nin büyük şehrindeki bir mahalle topluca yerinden sökülmüş, buraya konmuş. Sokakta tanıdık Türkiyelilere rastlamak, pazarda Türkçe alışveriş yapmak, Türkçe/Kürtçe konserlere-etkinliklere katılmak, baş örtülü kadınlarla otobüse binmek, seçim gecelerini veya Türkiye takımlarının önemli müsabakalarını dev ekranlardan beraber seyretmek mümkün bu şehirde. Salçasından pidesine, nakışlı örtülerden Ezine peynirine kadar her şey bulunabiliyor.
Berlin’de bir marketteki ince belli reyonu.Çaydanlık, güveç takımı ve tavla.
Uzun bir geçmişin mirası bu. Arka arkaya pek çok nesil daha müreffeh, daha özgür bir hayat için Almanya‘ya gelmiş ve burayı ikinci vatan yapmış. Yeni gelen biri olarak onlara minnettarım.
Ama tüm bunları mümkün kılan aynı zamanda iki ülke arasındaki güç eşitsizliği. Geçmişi de 1960’lardan daha eskiye gidiyor aslında, Osmanlı‘ya dayanıyor. Bu yazıda Almanya’da pek konuşulmayan, Türkiye’de ise konu hakkında çalışanlar olsa da yine de hâlâ etraflıca tartışılmamış olan bir geçmişin izlerini süreceğim. Almanya’nın geçen yüzyılın başındaki yayılmacı politikasının ve başka coğrafyaları şekillendirme gücünün bugün hâlâ nasıl devam ettiğini göstermeye çalışacağım. O günden bugüne devam eden Alman hayranlığından, Çanakkale Muharebesi‘nden, göç olgusundan ve son olarak hem Türkiye’de hem Almanya’daki göçmen karşıtı tavırlardan bahsedeceğim.
Amacım, göç meselesini daha geniş tarihsel ve coğrafî eşitsizlikler kapsamında ele alan çalışmalara ufak bir katkı sunmak.
Almanya’nın Şark’a yönelen ilgisi
Malûm, Almanya oldukça geç bir tarihte birleşip ulus devlet oluyor: 1871’de. O dönem dünyanın önemli bölümü büyük güçler tarafından kapışılmış. Almanya da bu soygundan kendine pay isteyen, emperyal heveslerle yanıp tutuşan genç bir ülke. Kuruluşundan kısa bir süre sonra, 1884 yılında istediğini alıyor. Berlin Konferansında Avrupalı devletler bir araya gelip Afrika‘yı kendi aralarında güzel güzel bölüşüyorlar. Yeni kurulmuş Alman Devletine de hatırı sayılır yerler veriliyor. Almanya toprak bakımından dünyanın üçüncü büyük sömürgeci ülkesi oluyor. Fakat bu yetmiyor. Bu yeni sömürgeci imparatorluk gözlerini Osmanlı topraklarına da dikiyor. Doğuya yönelen bu bakış, ezilenlerin ve bilhassa kadınların adeta ilk gün doğumu oluyor.
Bu son ve tuhaf iddiayı birazdan açıklayacağım. Ancak önce sömürgeci geçmişe dair kısa bir parantez açmak istiyorum.
Almanya’da sömürgeci geçmişten uzun süre pek bahsedilmemiş. Hitler dönemi ve Soykırım, 2. Dünya Savaşı sonrasında hafıza siyasetinin ağırlık merkezi hâline geldiği için, geri kalan mezalimler, misal 20. yüzyılın hemen başında Güneybatı Afrika‘daki Herero ve Nama halklarının imhası resmî olarak 2015 yılına kadar inkar edilmiş.[1]
Almanya’nın tutsak ettiği halklar.
Müzeler, sömürgelerden çaldığı eserleri ferahfeza sergilemiş. Bugün de sergilemeye devam ediyor; ama hiç değilse “Oldu öyle bir şeyler… Kötü tabi!” demek zorunda kalıyorlar. Bahsi geçen bu eleştirel müzecilik, çalınanları geri vermeyi elbette ki kapsamıyor.
Sergilenen ganimetin hatırı sayılır bir kısmı da Osmanlı topraklarından geliyor. Berlin’de her sene yüz binlerce insanın ziyaret ettiği Pergamon Müzesi, sanki Osmanlı olmasaydı kurulamazdı hissi veriyor. Başta insanlar için yazdığım, nesneler için de geçerli: Topluca yerlerinden sökülüp buraya konmuşlar.
Milet Kapısı, Pergamon Müzesi, Berlin. 1907-08’de parça parça taşınanarak getirilmiş.
Dolayısıyla ara sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Göç meselesi; bunun yönü, dinamiği, şekli hiç de tesadüfî değil. Coğrafyalar arasındaki her türden hareket, kolonyal tarihin, güç eşitsizliğinin etrafında şekilleniyor. Düşününce, günümüzde de çok farklı değil.
Kayzer ve Sultan II. Abdülhamid.
Yeni kurulan Almanya’nın gözlerini Osmanlı’ya, yani hasta adama diktiğini söylemiştim. Kayzer 2. Wilhelm 1889, 1898 ve bu 1917’de Osmanlı’yı üç kere ziyaret ediyor. O dönem için bu ziyaretlerin sık aralıklarla yapıldığını söyleyebiliriz. Malûm, uçakla seyahat dönemi henüz başlamamış. Kayzer her seferinde coşkuyla karşılanıyor. İkinci seyahati sırasında Şam‘da yaptığı konuşmada kendini İslam âleminin “tüm zamanlardaki en iyi dostu [zu allen Zeiten der Freund aller Mohammedaner]” olarak tanıtıyor (1898).
Kayzer’in nutukları bugün bize “çiğ propaganda” gibi geliyor olsa da bu ziyaretlerinin sonunda Osmanlı idaresi hızla Almanya’nın tahakkümü altına giriyor. Almanya’nın onayı olmadan adım atılamaz oluyor. Ovaların, doğal kaynakların, madenlerin imtiyazları Almanya’ya tahsis ediliyor. Almanya’nın Osmanlı’ya ihracatı yirmi beş senede (1888-1912) on kat artıyor.[2] Silah ihaleleri, demiryolu ve liman inşaatları Alman dostu subaylar tarafından Alman şirketlerine veriliyor.
Yayılma siyasetinin [Drang nach Osten] önemli figürlerinden ve İstanbul‘da büyükelçilik de yapmış olan Marschall von Bieberstein, Konya-Halep demiryolu hattının inşaatına yönelik şunları yazmış (1899):
Kayzer 2. Wilhelm, Sultan V. Mehmed ve Enver Paşa, İstanbul 1917
“Sömürgelerimizin yetersizliği nedeniyle, koloni olmadığı hâlde açılımı sabırsızlıkla bekleyen ülkeler de [Osmanlı’yı kastediyor] etkinlik alanımıza dahil edilmeli. İşte bu amaç için demiryolu yapımı sadece en etkili değil, aynı zamanda en kârlı araçtır. Demiryolu inşaatında kullanılacak malzeme Alman endüstrisinden sağlanacak, üstelik demiryolunun geçtiği bölgelerin pazara bağlanması, önceliğin Alman ticaretine geçmesini sağlayacak.,” [3]
Sultanahmet’teki Alman Çeşmesinin açılışı, 27 Ocak 1901. Fotoğrafta Bieberstein’ı da görmek mümkün.Cağaloğlu’ndaki Düyûn-ı Umûmiye (1881) binasındaki kasa.
Nihayetinde Osmanlı’nın sonunu getiren 1. Dünya Savaşı‘nda ordunun başına Alman kurmaylar geçiyor. Kimi kritik kararları artık doğrudan kendileri almaya başlıyorlar.
Savaş ve sonrası
Aşağıdaki fotoğraf Türkiye’de pek bilinmez mesela. Arkada duran Mustafa Kemal’i tanımak kolay. Ancak öndeki paşanın Otto Liman von Sanders isimli bir Alman olması ve Türkiye’nin kurucu savaşlarından Çanakkale Muharebesini idare etmiş olması kafalarda soru işareti yaratabilir. Yahut Galiçya diye derslerde okutulan 1. Dünya Savaşı cephesinin Osmanlı sınırları dışında olduğu, Alman ordusuna asker edilen Osmanlı’nın Anzaklar gibi başka bir imparatorluğun neferi olarak çarpıştığı, ortak hafızadan itinayla çıkarılmış.
En basitinden, Türkiye’de üniversitede ders verdiğim yakın dönemde öğrencilerimin hiçbiri Galiçya cephesinin nerede olduğunu bilmiyordu. Bir çoğu Çanakkale Muharebesinin başkomutanını Mustafa Kemal zannediyordu
Ekonominin, askeriyenin ve dış politikanın başka bir ülkenin kontrolüne geçtiği sömürge tınıları taşıyan bu süreç, yoğun bir Alman hayranlığı ile meşrulaştırılıyordu. Mesela “Vatan Şairi” Mehmet Akif, iş Almanya’ya gelince “kâfirlerin emperyalizmine” karşı olan tutumunu paranteze alıp oranın annelerine sesleniyor; yardım istiyordu. Açıklamayı vaat ettiğim yukarıdaki tuhaf cümle, onun Berlin hatıralarından. Sene 1915.
“Değil mi bir anasın sen? Değil mi Almansın? O halde fikr ile vicdâna sâhib insansın. O halde «Asyalıdır, ırkı başkadır…» diyerek, Benât-ı cinsin [hemcinsin] olan ümmehâtı incitecek Yabancı tavrı yakışmaz senin fazîletine… Gel iştirâk ediver şunların felâketine.
…
Bilir misin ki senin Şark’a meyleden nazarın, Birinci def’a doğan fecridir zavallıların?
Umut Sarıkaya’nın “Berlin’i övmek” karikatürü.
Hürriyet kahramanı Enver Paşa da 1909’da askerî ataşe olarak Berlin’de bulunanlar arasında. Cemiyet hayatına katılan Enver, küçük çapta üne de kavuşuyor. Öyle ki bir sigara fabrikası onun adını markası yapıyor ve bir reklâm kampanyası yürütüyor.
Enver Bey markalı sigaraların reklamını taşıyan otobüs.
Ermeni Soykırımı’nın planlayıcılarından Talat Paşa da savaş sonrasında Almanya’ya kaçanlardan. 1921’de, bu satırları yazdığım Hardenberg Sokağı‘nın üstünde, evinin yakınında bir Ermeni militanı tarafından vurularak öldürülmüş.
Bahsi geçebilecek daha pek çok isim var.[4]Malûm, tüm bunların sonucunda 1. Dünya Savaşı’na beraber giriliyor, savaş beraber kaybediliyor. Savaş kazanılsa ne olurdu bilmiyoruz. Erdoğan Aydın‘a göre böyle bir senaryoda Almanlar Osmanlı’ya daha çok nüfuz edebilecek, tam bir sömürgeye çevireceklerdi.[5] Tartışmaya açık.
Dengesiz güç ilişkilerinden dengesiz göçe
Almanya’nın işçi açığını kapamak için 1960’larda eski küçük ortak Türkiye’ye dönmesi aslında hiç de tesadüf değildi. Türkiye, askerlerini değil bu defa yoksullarını başka bir ülkenin hizmetine sokarak döviz kazanmayı; Almanya da dış piyasalardaki rekabet gücünü arttırmayı hedefliyordu.
Çok zor koşullar altında, sevdiklerini, hattâ çocuklarını bile bazen geride bırakarak yeni yaşamlar kuran bu insanlar, iki ülkede de bugün bile hakir görülüyor. Bir düşünün: “Almancı” tabirinin Türkiye’de tek bir olumlu çağrışımı yok. Keza Almanya’da da “Kanake, Schwarzkopf” [kara kafa] gibi tabirlerle uzun süre bu insanlar sistematik olarak aşağılanmış, dışlanmış. Entegre olamadıklarından dem vurulmuş.
1. Dünya Savaşındaki propaganda posterlerinden biri. Osmanlı en küçük oğlan.
Oysa işin ironisi şu: Sömürgecilik döneminde Avrupalılar da dünyanın bir sürü yerine göç etmişler, yerleşmişler: Hindistan‘a, Namibya‘ya, iş maksadıyla Zonguldak‘a… İlk yaptıkları kendi mahallelerini, okullarını, hastanelerini kurmak; yerel halktan uzaklaşmak olmuş. Entegre olmayı dert etmemişler.[6] Çünkü göçle güç, iç içe geçmiş iki kavram.
Bugün de durum çok farklı değil. Almanya’nın yaşlı nüfusuna bakacak, emeklilik fonlarına para yatıracak, çalışan, nitelikli iş gücü gerekiyor. Resmî rakamlara göre her sene dört yüz bin insan! Almanya (ve diğer Avrupa ülkeleri) bir yandan istemedikleri göçmenleri çeper ülkelerde tutmanın yollarını arayıp gelmiş olanları geri göndermek için bahaneler üretirken (ve hattâ yeri geldiğinde bu yolda zalimleşirken) diğer yandan doktorları, yazılımcıları çekmek için her türlü kolaylığı sağlıyor. Türkiye, Hindistan’ın ardından bu şekilde Almanya’ya en çok göç veren ikinci ülke. Gitmeyi seçenlere diyecek lâf yok, ben de onlardan biriyim. Ama bunun aynı zamanda diğer ülkelerin belki de en önemli kaynaklarından birini, yani yetişmiş insan gücünü çalmak anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla coğrafî eşitsizlikten doğan hareketlilik (insan hareketliliği olur, nesnelerin dolaşımı olur) şekil değiştiriyor olsa da bir sürekliliğe sahip.
Sonuç
Türkiye’de göçmenlere karşı tepkiler giderek büyüyor. Oysa Türkiye’nin dış piyasalarda bugün hâlâ rekabet edebilmesini sağlayan, ekonominin bütün bütün çökmesini engelleyen, kaçak çalıştırılan bu göçmenler. Türkiye’nin dar gelirli gruplarının pazardan çocuklarına hâlâ ucuz ayakkabı, ucuz gömlek satın alabilmesi, göçmenlerin sömürülmesiyle mümkün oluyor. Türkiye’de tarım ve bilhassa hayvancılık, göçmen emeğine dayanıyor.
Buna mukabil göçmenlerin ezici çoğunluğuna Türkiye’de düzgün bir hukukî statü, mesela iltica hakkı bile verilmiyor. Geçici koruma statüsünde, belirsizlik içinde tutuluyorlar. Hem sömürüp hem hakir görmeye ister iki yüzlülük deyin, ister yanlış hedeflere yönelmiş kızgınlık. Türkiye’de dile getirilen hayli sert ifadeleri bir Alman bana dese ne hissederim diye düşünüyorum bazen ister istemez. Çok korkardım. Çok korkuyorum.
Şu aşağıdaki afişe bakın.
Bu da Almanya’nın ırkçı partisi AfD’den.
“Avrupa, “Arapya” olmasın diye”, AfD seçim afişi
Zayıfı (okul okumamışları, yoksulları, baş örtülüleri, siyahları, göçmenleri…) suçlamanın uzun bir geçmişi var. Erk sahiplerine, mesela komşu ülkeleri silahlandırıp iç savaşı körükleyenlere diş geçiremeyip hırsımızı o savaştan kaçanlardan çıkarıyoruz belki de. Sanıyorum Almanya’da ve Türkiye’deki göçmenlere yönelen düşmanca duyguların ortak paydası bu: Sömürgecilikle, geri kalan coğrafyalara yapılmış müdahalelerle, iktidar sahipleriyle uğraşacak güç de yok, örgüt de yok, politik bir dil de yok. Onun yerine kolay hedefler suçlanıyor.
Almanya’daki öğrencilerim “ama entegre olamamış Türkler…” diye ağızlarını her açtıklarında onlara bu uzun tarihi anlatıyorum. Bir coğrafyanın, Ermenilerin, Türklerin, Arapların ve diğer halkların felaketinde bu kadar önemli pay sahibi olup, bunu unutabilmekteki keyfiyete, imtiyaza, güçlü olmanın alâmetlerine vurgu yapıyorum.
Sanıyorum işin özü bu: Mutat olana karşı, yani dünyayı güçlülerin gözünden gösteren hikâyelere ve fikirlere karşı söz üretmek. Umarım bu yazıda da bunu bir nebze başarabilmişimdir.
*
[1] Kabul edilmesinden sonra Namibya’ya ödenen tazminat/kalkınma desteği ve bu konu etrafındaki eleştiriler başka bir yazının konusu olsun. [2]Erdoğan Aydın (2012) “Osmanlı’nın Son Savaşı: Turan Hayalinden Sevr’e, s. 101-102 [3] a.g.e. s. 83. [4]I. Böer, R. Haerkötter, P. Kappert (2012) Berlin’den Kimler Geçti: 1871-1945, s. 91. [5] Yukarıda anılan eseri [6] Bunu bana hatırlatan elbette ki Pakistanlı bir göçmen oldu. Seher Maksut‘a teşekkürler.
Chartreuse; Grenoble‘ın kuzeyinde, Alpler‘de bulunan ve adını Grande Chartreuse manastırından alan bir Fransız dağ bölgesidir. Batıda ve güneybatıda Vercors masifi ve Isère ovası, güneydoğuda ve doğuda Belledonne zinciri ve Grésivaudan vadisi, kuzeydoğuda ise Bauges masifiyle sınırlanmıştır. Kuzeybatıda, Jura masifinin en güneydeki zirvelerinden biri olarak kabul edilen Épine sıradağlarına da bitişiktir.
Yürüyüşçüler ve doğa tutkunları için bir cennet olan Chartreuse, çok çeşitli yürüyüş seçenekleri sunar. Bölgenin tamamı 69 bin hektarlık bir alana yayılan “Chartreuse Bölge Tabiat Parkı” kapsamındadır. Birbirine zıt kabartmaların çeşitliliğiyle tanınır ve her yerde bulunan su sayesinde yemyeşil bitki örtüsüyle çok sayıda mikro iklime sahiptir. Likörleriyle tanınan Grande Chartreuse manastırı, Carthusian Tarikatı’nın ana evidir. Chartreuse masifinin dördüncü en yüksek zirvesi olan Grand Som‘un eteklerinde, Isère’deki Saint-Pierre-de-Chartreuse kasabasında yer alır. Masifin en yüksek zirvesi ise 2082 m’ye ulaşan Chamechaude‘dir.
Doğanın en yalın hali, tarihi, gezi alanları ve dağların arasındaki geniş ve bereketli ovaların bulunduğu bu eşsiz bölge birçok iklim habitatına ve hayvan türlerine ev sahipliği yapıyor.
Dağlık rölyefler, ormanlar, kireçtaşı kayalıkları, boğazlar ve dağ meralarından oluşan manzaraları keyifle izleyen doğa tutkunları, yaz aylarında işaretli parkurlarda yürüyüş yapıp tırmanıyor, dağ bisikletine biniyor, serbest uçuş denemeleri yapıyor, kış aylarında ise Isère’deki aile tesisi Saint-Pierre-de-Chartreus’de kuzey disiplin kayağı, Alp disiplini kayağı ve kar ayakkabısıyla yürüyüş gibi birçok aktiviteye katılabiliyor.
750 hektarlık dağ bir kişiye ‘ait’
15 Ekim 2023 Pazar günü işte bu bölgedeki yüksek platolara ücretsiz erişim için bir eylem düzenlendi.
Çünkü Marquis de Quinsonas-Oudinot’un (aynı zamanda Château du Touvet‘in de sahibi) mülkiyetinde olan tabiat parkının çeşitli yürüyüş alanları, girişe yasaklandı.
Karar, bu alanların aslında karar vericilerin kendi hizmetlerine sunma ve istedikleri uygulamaları yapabilmesine olanak tanıyor. Yakın zamanda Le Monde gazetesinde Hauts de Chartreuse Doğa Koruma Alanı‘nın kalbinde yer alan özel mülke erişimin yasaklandığı yazıldı. “Özel koruma alanı” olarak bir tek kişiye vakfedilen yaklaşık 750 hektarlık dağın “sahipleri” para karşılığı dağ keçisi safarileri düzenliyor ve zengin avcılar hayvan başına 10 bin Euruo ödemeye de çoktan hazır.
Dağların özelleştirilmesine hayır!
Fransa vatandaşları ve çevre aktivistleri ise dağların “özelleştirilmesi”ne ve doğa ve hayvan katliamına karşı kampanya başlattı. Şimdilik 35 bin dilekçe yetkililere ulaştırıldı. Bu sayı her geçen gün artıyor.
Geçen Pazar Col de Marcieux’de protesto için toplananlar ilk “özel mülk” tabelasına doğru bir saatlik yürüyüşün ardından Carmagnola’ya ulaştı .Burada birçok etkinlik, piknik ve tartışmalar yapan yerel grubu oluşturanlar; yerel halkın yanı sıra dağ severler ve meslek birlikleriydi: Mountain Wilderness, Fransa Doğa Çevresi AuRA , Adalet Animaux Savoie Derneği , Petzl Vakfı , FFCAM’ın Isère Bölüm Komitesi ve Dağ Mesleklerarası Birliği…
Soruna bir çözüm bulmak için seçilmişler düzeyinde tartışmalar sürüyor. Risk yüksek, çünkü bu durum Fransa’da münferit değil ve bir emsal teşkil edebilir.
Yerel halk ve aktivistler, ortak alanlardaki özel mülkiyetinin kamusal alana devredilmesini talep ediyor. Daha genel olarak bakıldığında doğal çevrenin birkaç kişi tarafından finansal amaçlar doğrultusunda nüfusun geri kalanının zararına tekelleştirilmesine karşı çıkmak amaçlanıyor.
Arazisine erişimi yürüyüşçülere ve diğer dağ kullanıcılarına kapatan Quinsonas Markisi, zengin yabancı müşterilerin ödediği, doğa koruma alanı yönetmelikleri tarafından yetkilendirilen özel dağ keçisi avı gezilerine izin verirken ve onlara karşı yasal olarak da herhangi bir engel yokken, çevre koruma kanunlarının kendilerine karşı işletilmesinden hoşnutsuzlar.
Fransa Alp ve Dağ Kulüpleri Federasyonu’nun (FFCAM ) Isère komitesi başkanı Adrien Vassard , mekan sahipleriyle alay etmek için “marki kılığına girerek ” eylem alanında görünüyor.
“Avcılara karşı elimizde hiçbir şey yok ve dağın kullanım çatışmaları her zaman mevcuttu. Ancak çifte standartları kabul edemeyiz” diyor Fransa Alp ve Dağ Kulüpleri Isère komitesi başkanı Adrien Vassard.
Göstericiler, zaten Fransız ormanlarının yüzde 75’i özelmülk iken Marki’nin son girişiminin diğer özel doğal alan sahiplerince taklit edilmesinden endişeleniyor. Masif sakinleri, “Özel mülkiyeti sorgulamak için burada değiliz, ancak arazinin sahibi bütün bir dağa erişim hakkını engelleyemez, dağda hareket hakkımızın tanınması gerekir” diye konuşuyor.
Isère Jérémie Iordanoff ve Vienne’den ekolojisler, Fransız Yeşiller’inden milletvekili Lisa Belluco‘dan Şubat 2023 yasasının ilgili maddelerinin yürürlükten kaldırmak için bir yasa tasarısı sunmasını ve sonrasında da “gerçek bir erişim hakkına yönelik ortak bir çalışma başlatmasını” talep etti:
“Görüyoruz ki dünyanın her yerinde doğa ve iklim zarar vermek adına kanunlar çıkarılabiliyor. Özel mülkiyet sayesinde elde edilen doğal alanlar, doğanın yıkımına neden oluyor, tahribatı hızlandırıyor. Bilin ki ‘dilenciler’ burada durmayacak, erişim hakkımızı elde edeceğiz. ”
Bu yazıda, Tiflis Uluslararası Tiyatro Festivali’nde seyrettiğim “In C Tbilisi” ve “Motherwar” (Savaş Ana) yapımlarının yanı sıra festival dışında seyretme fırsatı bulduğum Rustaveli Tiyatrosu’nun “Prometheus Bound” (Zincire Vurulmuş Prometheus) adlı oyununu ele alacağım.
Daha önce bu festival seçkisinin kapsayıcı bir yapısı olduğunu belirtmiştim. Royal District Theatre’ın “In C Tbilisi” yapımı da bunu kanıtlar nitelikte. Maka Chkhaidze’nin direktörlüğünde, Sasha Waltz’ın koreografisiyle geliştirilmiş bu dans performansı, Terry Riley’in “In C” isimli bestesiyle bireysel ile kolektifi, profesyonel olan ile olmayanı harmanlayarak farklı bedensel, zihinsel ve kültürel deneyimleri sahneye taşıyor. Profesyonel dansçılarla birlikte Down sendromlu, işitme, konuşma veyahut fizikî zorluklara sahip dansçılar seyirciye eşsiz bir koreografi sunuyorlar. Müziğin değişken ve tekrarlamayan yapısıyla her dansçı özgürce dans ediyor, sahnede kişisel hareket alanını ve özgürlüğünü deneyimliyor, ancak bu özgürlük eylemliliği gerçekleşirken sahnede seyredilen performans yani bütünsel yapı asla etkilenmiyor. Tüm dansçılar bir uyum içinde!
‘Sanatsal bir demokrasi: In C Tbilisi
Diğer bir deyişle, sahnede kişisel farklılıkların ve özgürlüklerin hareketi ve dansı icra edilirken bu eylemlilik bütünü parçalamıyor aksine o bütünü oluşturuyor, tamamlıyor. Sanırım tam da hayal ettiğimiz bir toplumu temsil ediyor bu dans performansı. Sanatsal bir demokrasiden bahsediyoruz sanki. Kelimelerin olmadığı hatta gerekmediği bir anlatı dünyasına giriyoruz seyirciler olarak. Zihnimiz ve duyularımız birlikte tetikleniyor.
Bunda Ketevan Nadibaidze’nin ışık tasarımının da katkısı büyük. Seyrettiğimiz o kadar güçlü bir performans, sahne estetiği yani duyularımızı uyaran göstergeler o kadar uyum içinde ki bu yaratılan toplum tahayyülü seyirciye inanılmaz bir huzur veriyor. Başka bir sanat, başka bir toplumun mümkün olduğunu gözler önüne seriyor. İlham verici ve umut dolu bir yapım, “In C Tbilisi.”
Motherwar: Savaşı seyretmek, tanıklık etmek…
“Motherwar” (Savaş Ana) adlı oyun ise var olan toplumsal yapıyı ve gerçekliği seyircinin yüzüne vuruyor. İlk yazımda,Gürcistan coğrafyasında çatışmanın, savaşın, şiddetin hiç dinmediğini, hiç eksik olmadığını yazmıştım. Ozurgeti State Drama Theater’in yapımı “Motherwar”, Data Tavadze’nin 2008 Gürcistan-Rusya savaşında yaşananlardan esinlenerek on yıl kadar önce kaleme aldığı bir oyun. Savaşın insanlar üzerindeki yıkıcı etkisini, özellikle kadın karakterler üzerinden seyirciye aktarıyor. Savaş süresince beslenme gibi temel ihtiyaçların nasıl giderilebildiği, insanların nasıl hayatta kalma stratejileri yarattıkları üzerine odaklanıyor.
Oyun, Tumanishvili Film Actors Theatre’nin küçük salonunda sahnelendi. Bu salona tiyatro binasının içinden kostüm deposunun, terzihanenin, idarî ofislerin de bulunduğunu dar koridorlardan yürüyerek ulaştık. Salonun kapısına geldiğimizde zeminde bulunan kıyafetlerin üzerine basarak içeri girebildik. Seyircinin L biçiminde oturtulduğu bu kara kutu (black box) tiyatroda, alıştığımız salonlardan farklı olarak ayrıca genişçe bir pencere ve balkon bulunmaktaydı. Oyun hane içinde geçmekteydi; bu pencere ve balkon oyun mekânının gerçekliğine destek oldu, diyebilirim. Ancak bu gerçeklik hissiyatı bir yandan da askerî gri renkli tabutlardan oluşan sahne tasarımıyla kırıldı. Savaşın insanî değerleri ve toplumsal düzeni nasıl altüst ettiğini anlatan bu oyun, metinsel olarak seyirciye savaşın acı gerçeklerini tiyatro yoluyla, tiyatronun sınırları çerçevesinde anlatmaya çalışırken aynı zamanda da tiyatronun sınırlarını zorlayan diyaloglarda da (özellikle çatışması yüksek sahnelerde), yönetmen Saba Aslamazishvili’nin reji bakış açısı seyirciye kolaylık sağladı.
Bu bahsettiğim sahneler balkonda icra edilirken replikleri zar zor duyan seyirci için ise farklı bir zihinsel eylemlilik gerçekleşti belki de. Seyretmek, takip etmek gibi tanıklık etmek, mevzulara yakın olmak uzak olmak gibi. “Motherwar” hem metnin hem de performansın sahiciliğiyle savaşın yıkıcılığını ve trajik çehresini mekâna özgü bir sahnelemeyle seyirciye sundu.
Farklılıkların özgürlüğünün sahnedeki dansı, bireyin kendi çeşitlilik anlayışını hareket ve eylemle ortaya koyması, yeni bir toplum inşası için umut dolu bir performansın, “In C Tbilisi’nin ardından gerçekliği, şiddeti ve savaşı seyirciye tüm trajedisiyle anlatan “Motherwar”.
Ustalıkla örülmüş estetik ve politika: Zincire Vurulmuş Prometheus
Tiflis Uluslararası Tiyatro Festivali sona erdikten sonra Rustaveli Tiyatrosu Antik Yunan tragedya yazarı Eshilos’un “Zincire Vurulmuş Prometheus” adlı oyununun prömiyerini yaptı. Gürcistan’ın köklü bir tiyatro geleneği olduğundan bahsetmiştim. Bu prömiyer ile Rustaveli Tiyatrosu’nun 145. tiyatro sezonunun açılışı da yapıldı. Usta yönetmen Robert Sturua’nın rejisini üstlendiği “Zincire Vurulmuş Prometheus” yapımı hem metin hem de sahneleme açısından çağdaş bir tragedya yorumu. Sahne plastiğini oluşturan kostüm, dekor, ışık tasarımlarının nefes kesen bütünlüğü, uyumu ve işlevselliğiyle, reji ile oyunculuğun fevkalade ahengiyle, antik bir tragedyanın bugüne dair söylediği sözüyle ve sahnede estetik ile politikanın bu kadar ustalıkla örülmesiyle, kuşkusuz takdire şayan bir yapım Zincire Vurulmuş Prometheus.
Adının anlamı olacakları önceden gören olan Prometheus, bilinçli bir eylemi yerine getirir: Tanrılardan ateşi alarak insana verir. Buna karşılık tanrılar onu zincire vurarak cezalandırırlar. Prometheus tanrılara, bir diğer deyişle egemen güçlere karşı direnen, baş kaldıran bir özgürlük timsalidir. Ateşin insana verilmesi demek insanın her şeye vakıf olmasıdır çünkü: “Bütün sanatları Prometheus verdi insanlara.”
Yönetmen Sturua, karnavalesk unsurları rejisine dahil ederek seyirciyi sahnedeki olayların gerçekliğine inandırmaz, seyirciyi tiyatronun seyrine dahil eder. Tıpkı Prometheus’un söylediği gibi sanatın bir dalı olan tiyatronun tanrılardan, bir diğer deyişle egemen güçlerden alınıp halka verilmesinin bir göstergesi gibidir bu yapımın bütünü. Prometheus’un trajik hikayesi acımasız iktidarı ve adaletsizliği yani hepimizin içinde yaşadığı toplumu, bu dünyayı seyircinin yüzüne vururken diğer yandan Prometheus’un Okeanos kızlarından oluşan koroya seslenişi ve bu koronun bir yandan tanrıların gazabından kaçarken diğer yandan Prometheus’a destek olmaya çalışmalarını anlatır. Oyunun finalinde ise sahnenin tahta zemininden bir kapak açılır. Sanki Pandora’nın Kutusu’dur bu! Geleceği simgeleyen küçük bir kız çıkar bu kutudan. Adı, Umut’tur.
Tiyatrodan çıktıktan sonra zihnimin bir köşesinde “In C Tbilisi” yapımının ilham verici, umut dolu dünyası, diğer köşesinde ise “Motherwar”ın trajik dünyası vardı. Robert Sturua’nın “Zincire Vurulmuş Prometheus” yorumu ve bize sunduğu dünya ise tam da bu hayal ile hakikatin vücut bulduğu; insanın, özgürlüğün ve direnişin estetik temsili, performansıydı.
In C Tbilisi
Konsept/Koreografi: Sasha Waltz Versiyon Koreografi: Natia Chikvaidze Işık Tasarım: Ketevan Nadibaidze Kostüm Tasarım: Jasmin Lepore Özgün Konsept: Jochen Sandig Versiyon Konsepti: Maka Chkhaidze Müzik: Terry Riley Dansçılar: Mariam Berikelashvili, Jakob Gogotishvili, Levan Gotsadze, Anna Gumaniuk, Nino Davituri, Valeria Khripach, Nina Lebesheva, Tamar Naveriani, Toma Omanadze, Natia Chikvaidze, Tamar Chkheidze
Motherwar
Metin: Data Tavadze Yönetmen: Saba Aslamazishvili Sahne Tasarımı: Tamar Okhikian Müzik: Vakhtang Gvaxaria Yönetmen Asistanı: Giorgi Babilodze Oyuncular: Tamar Mdinaradze, Tsitsi Butskhrikidze, Shorena Gvetadze, Nika Dzneladze
Zincire Vurulmuş Prometheus
Metin: Eshilos Yönetmen: Robert Sturua Sahne Tasarımı: Ana Ninua, Merab Merabishvili, Robert Sturua Müzik Aranjman: Svimon Jangulashvili, Robert Sturua Koreograf: Kote Purtseladze Yönetmen Asistanı: Tea Margvelashvili Oyuncular: Manana Abramishvili, Ana Amilakhvari, Nino Arsenishvili, Goga Barbakadze, Kakha Kupatadze, Marita Meskhoradze, Sandro Mikuchadze-Ghaghanidze, Eka Mindiashvili, Tristan Saralidze, Gagi Svanidze, Keti Khitiri
Büyük özveriler ve mücadeleler ile kurulan Cumhuriyetimizin 100. yılını ulus olarak 29 Ekim’de kutlayacağız.
IMF’nin “Ekonomik Görünüm Raporu”,Türkiye’nin 2023 yılında gayrisafi yurt içi hasılasının (GSYİH) ilk kez 1 trilyon dolar seviyesini aşacağını ve dünyanın en büyük 19. ekonomisi olacağını öngördü. GSYİH, bir takvim yılı içinde bir ülkede yapılan yeni üretiminin parasal değerini hesaplar ve katma değer olarak da adlandırılır. Ülkelerin ekonomik performasını uluslararası düzeyde karşılaştırmakta kullanılan önemli bir veridir. Daha da önemli olan bir veri ise, kişi başına düşen GSYİH olup, GSYİH’nin toplam nüfusa bölünmesi ile bulunur. Diğer taraftan, çok önemli olan bu veriler, son yıllarda sık sık kullanılan sürdürülebilir kalkınmaya dair bilgileri içermez.
Neden diyecek olursanız, ekonomik büyümenin, insanların refahına yansıması çok önemlidir. Bu yansıma, İnsani Gelişme Endeksi (İGE) ile ölçülür. Kriz yılları hariç, değişen oranlarda da olsa kuruluşundan bu yana Türkiye’de ekonomik büyümenin sürekli olduğunu söylemek mümkün. Türkiye, yıllar boyunca ekonomisindeki büyümeye paralel olarak, son 29 yılda İGE’de yüzde 40,7 oranında bir artış sağlamıştır. Diğer taraftan, “biz ne üretiyoruz, nasıl üretiyoruz, üretimden sağlanan katma değerin toplumun refahına etkisi nedir, insani gelişme indeksimiz sürdürülebilir mi, çevre performansımız nasıl” sorularını sormadan kalkınmamızın sürdürülebilir, gelecek nesillere aktarılabilir olduğunu söyleyemeyiz.
Sürdürülebilir kalkınmanın ilkeleri
Sürdürülebilirlik konularına kafa yoran herkesin bildiği ve 1987 yılında yayımlanan “Bruntland Raporu”, sürdürülebilir kalkınmayı “bugünkü neslin ihtiyaçlarını gelecek nesillerin ihtiyaçlarından taviz vermeden (daha doğrusu gelecek nesillerin haklarını gasp etmeden) karşılamak” olarak tanımlar. Sürdürülebilir kalkınmanın sağlanması sosyal, ekonomik ve ekolojik sürdürülebilirlik olarak sınıflandırılan üç koşulun aynı anda gerçekleşmesi ile mümkün. Bu üç koşulu, bir sacın üç ayağı gibi düşünmemiz ve birinde yaşanan aksaklığın diğerlerini de olumsuz etkileyeceğini bilmemiz gerekir. Örneğin, hava kirliliği ekolojik bir sorun ve hava kirliliğine bağlı olarak solunum yolu hastalıklarının artması çalışanların yaşam kalitesini ve verimini etkileyerek, sosyal ve ekonomik sürdürülebilirliği de tehdit eder. Ayrıca bütçede sağlık harcamalarının artışına yol açarak, fırsat maliyeti dediğimiz durumun ortaya çıkmasına neden olur.
Fırsat maliyeti, bu örnek özelinde kısıtlı bütçe kaynaklarının eğitim harcamaları yerine sağlık harcamaları için kullanılması demek. Bu örneği vererek, kirlilikten kaynaklanan sağlık sorunları tedavi edilmesin demiyoruz. Hava kirliliğinin ülke ekonomisine nasıl yansıdığını farklı açılardan göstermek istiyoruz.
Ekolojik sürdürülebilirliğe dair bilgi veren bazı endeskler mevcut. Bunlardan en önemlileri, Çevre Performans Endeksi ve İklim Değişikliği Performans Endeksi’dir. Yale Üniversitesi tarafından hesaplanan Çevre Performans Endeksi, kapsamlı bir endeks olup, üç farklı politikayı (iklim değişikliği, çevresel sağlık ve ekosistem dayanıklılığı) kapsayacak şekilde 11 kategori (hava kirliliği, atık yönetimi, balıkçılık, içme suyu sağlığı, biyo çeşitlililik gibi) ve 40 farklı çevre indikatörü dikkate alınarak 180 ülke için hesaplanır.
Türkiye’ye dair veriler, oldukça kötü ve çevre ile olan ilişkimizin ülke olarak bir hayli sıkıntılı olduğunu göstermekte. 2022 yılında Danimarka 100 üzerinden 77,9 puan ile birinci olurken Türkiye 26,3 ile 172’inci sırada yer almış. Maalesef veriler, 10 yıllık değişimde ise her şeyin daha da kötüleştiğini, genel skorun 0,50 azaldığını ve söz konusu zaman diliminde ekosistem dayanıklılığında gelişmelerin genel duruma göre daha kötü olduğunu ve skorumuzun 1,50 puan azaldığını, bu değerlendirmede sıralamamızın 176’ya gerilediğini göstermekte. Detaylar ile ilgilenen okuyucular, daha fazla bilgi edinmek için buradaki verileri inceleyebilirsiniz.
Türkiye giderek geriye düşüyor
Çevre sorunları deyince, akla ilk gelen sorunlardan biri de iklim krizidir. Ünlü tarihçi Yuval Noah Harari, “21. Yüzyıl İçin 21 Ders” adlı inceleme kitabında insanlığın bekleyen en önemli üç sorunu; iklim değişikliği (anlaşılan benim gibi iklim krizi demek yerine iklim değişikliği demeyi tercih ediyor), nükleer-siber saldırılar ve robotlaşma-işsizlik olarak belirtmekte. Germanwatch isimli organizasyonun önderliğinde bir konsorsiyum tarafından hesaplanan, Avrupa Birliği ülkeleri ile 59 ülkenin iklim politikalarını değerlendiren İklim Değişikliği Performans Endeksi’nde sera gazı emisyonları yüzde 40, yenilenebilir enerji kullanımı, enerji kullanımı ve iklim politikaları yüzde 20’şer ağırlığa sahip. Daha fazla bilgi edinmek isteyen okucular, şu linki ziyaret edebilirler.
Bu endeks hesaplarında da 2022 verilerine göre ülkemizin performansı iç açıcı olmayıp 47’nci sırada yer almaktayız. Değerlendirmeye dahil edilen ülkeler içinde Türkiye’nin en zayıf olduğu kategori ise iklim politikasıdır. Gerçekten de Türkiye’nin iklim değişikliği ile mücadelede izleyeceği etkin ve kapsamlı bir iklim politikası nerede ise yok. 2011-2023 yılları arasındaki periyodu kapsayan “İklim Değişikliği Eylem Planı” güncel gelişmelerin çok gerisinde kalmış olup sayısal olarak sera gazı emisyon azaltım hedefi belirlememiş, sonraki yıllarda Türkiye, Paris Anlaşması’nın belirlediği sıcaklık artışının sınırlandırılması hedefine uygun düşmeyen azaltım hedefleri beyan etmiştir.
Türkiye’nin sera gazı emisyonları kümülatif olarak hızlı bir şekilde artmakta, hatta alarm vermekte. “2023 Sera Gazı Emisyon Envanteri Raporu”, Türkiye’nin 2021 yılı toplam sera gazı emisyonunun 564,4 Mt CO2 eşdeğer olduğunu belirtmiş ve 2020 yılına kıyasla yüzde 7,7 artış gözlenmiştir. Bütün bunlara ilave olarak, Türkiye, maalesef IPCC tarafından 2022 yılında yayımlanan “İklim Değişikliği 2022: Etkiler, Uyum ve Kırılganlık” başlıklı rapora göre, aşırı hava olaylarına karşı Avrupa’nın en kırılgan ülkesi. Politika yapıcılar, şu sıralar İklim Yasası teklifi üzerinde çalışmakta ve karbon fiyatlandırma politikalarından biri olan Emisyon Ticaret Sistemi’nin uygulanması için hazırlıkları devam ettirmekte. Diğer taraftan, söz konusu teklifin özellikle ETS’ye odaklanması kapsayıcı bir iklim politikası için yeterli değil.
Çok daha farklı, detaylı örnekler ile bu tartışma zenginleştirilebilir. Örneğin; 2030 yılında su fakiri olacak bir ülke olmamız, küçük dereler üzerine barajlar yapmamız, orman yangınlarına sürekli hazırlıksız yakalanmamız, kentlerimizin sellere karşı dirençsiz oluşu, yağmur hasadının ve suyun yeniden kapsamlı bir şekilde kazanılmasının su politikamızın (var olduğunu düşünebilirsek!) bileşenleri olmaması, doğal afetlerden depreme karşı son derece dayanıksız olmamız ve buna bağlı olarak GSYİH’de yaşanacak kayıplar (son olarak yaşadığımız Maraş merkezli depremlerde bu kayıp 100 milyar dolardan fazla hesaplandı), bu çağda kömür madenlerinde yaşanan facialar, su kıtlığının tarımsal üretime olumsuz etkisinden dolayı yoksulların daha da yoksullaşması ve yoksulluğun süreklilik kazanarak derinleşmesi, kömür santrallerinin çevre sağlığına (su, toprak ve hava kirliliği) ciddi bir tehdit olması, sıcak dalgalarından kırılgan grupları koruyamamız, aşırı hava olaylarının bütün ekonomiye bir risk oluşturması gibi…
Birleşmiş Milletler, GSYİH hesaplarının eksik olduğunu ve bu hesapların çevresel sağlığı, daha doğrusu çevreye verilen zararları ve bunların etkilerini yansıtmadığı hakkında önemli bir eleştiride bulunmakta. Bu eleştiri, sadece Türkiye için değil, bütün ülkeler için geçerli. Ancak, yukarıda bahsedilen endeks değerleri dikkate alındığında Türkiye için bu eleştiri daha da önemli hale gelmekte.
Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’ndan biri olan ve bana göre lokomotif vazifesi görecek olan sorumlu üretim ve tüketim amacını dikkate alarak büyümemiz elzem. Zaten bu amaca ulaşılması, diğer 16 amaca da ulaşmakta önemli rol oynayacak, önce ekolojik sürdürülebilirliği sonra da sosyal ve ekonomik sürdürülebilirliğin gerçeklemesini sağlayacak. Türkiye’de yaşayan herkesin, bireylerin, şirketlerin ve politika yapıcıların hep birlikte hareket etmesi ve Türkiye’nin kalkınmasını sürdürülebilir hale getirmesi gerekir. Elbette en önemli görev, regülasyonlar (kanunlar, mevzuatlar, müfredatın yeniden oluşturulması, bilinçlerdirme kampanyaları ve mali politikalar) ile gelişmelere önderlik edecek politika yapıcılara ait.
Covid-19 pandemisi bize ekonomideki gerçek gücün, GSYİH’nin parasal değeri ile değil, krizleri asgariye indirmekle, krizler ile etkili bir şekilde mücadele etmekle sağlanabileceğini göstermiştir. Bu güce sahip olmak neyi, nasıl üretip, tükettiğimiz ile ilintili. Kısaca sorumlu üretim ve tüketim diyebiliriz.
Filistinli militan grup Hamas’ın silahlı kanadı El Kassam Tugayları ile İsrail arasındaki çatışmaların 20’nci gününde toplam ölü sayısı 8 bin 700’ün üzerine çıkarken uluslararası toplum Gazze’deki insani krize dikkat çekerek ateşkes çağrısını yineliyor.
Filistin Sağlık Bakanlığı, çatışmaların başladığı 7 Ekim’den bu yana en az 7 bin 300 Filistinlinin hayatını kaybettiğini, bunların yaklaşık 3 bininin çocuk ve bin 500’ünün kadın olduğunu bildirdi. Yetkililer, bu sabah (27 Ekim) yaptıkları açıklamada can kayıplarının yaklaşık yüzde 66’sını kadın ve çocukların oluşturduğunu söylemişti.
İsrailli yetkililer de en az bin 400 İsraillinin hayatını kaybettiği bilgisini verdi.
İsrail ordusu, savaş uçakları ve insansız hava araçlarının desteğiyle Gazze’ye son birkaç gün içinde ikinci sınırlı kara saldırısını gerçekleştirdi ve Gazze’nin dış mahallelerindeki hedefleri vurdu.
İsrail ordusu tarafından yapılan açıklamada kara kuvvetlerinin gece Gazze’ye operasyon düzenlediğini ve Shujaiya bölgesindeki baskın sırasında düzinelerce Hamas hedefini vurduğunu söyledi.
Açıklamaya göre, uçaklar ve topçu birlikleri birkaç saat boyunca Gazze Şeridinin dış mahallelerindeki hedefleri bombaladı ve herhangi bir kayıp vermeden bölgeden ayrıldı.
Fotoğraf: İsrail ordusu
İsrail ordu sözcüsü “Baskın dün güpegündüz başladı… bu sabah saatlerinde başarıyla sona erdi” dedi.
Tanklarla desteklenen İsrail birlikleri, dün (26 Ekim) Gazze Şeridi‘nde kısa süreli bir kara harekatıyla Hamas hedeflerine saldırarak ilk kara operasyonunu gerçekleştirmişti.
Operasyonun “çatışmanın sonraki aşamaları için hazırlık” olduğu ve “askerlerin bölgeden ayrılıp İsrail topraklarına döndüğü” belirtilmişti.
Birleşmiş Milletler (BM) Dünya Gıda Programı (WFP) sözcüsü Abeer Etefa “Gazze temel ihtiyaç maddelerinin eksikliğiyle mücadele ediyor. Yiyecek ve su tükeniyor. İnsanlar giderek daha umutsuz koşullarla karşı karşıya kalıyor. Gazze dışında da, Batı Şeria‘daki koşullar her geçen gün daha da kötüleşiyor” dedi.
BM kuruluşları, acil insani yardım ulaştırılmadığı takdirde su ve sanitasyon hizmetlerinin çökmesinin kolera ve diğer ölümcül bulaşıcı hastalık nöbetlerini tetikleyeceği uyarısında bulundu.
Fotoğraf: Abdelhakim Abu Riash / Al Jazeera
İsrail, Hamas saldırısının ardından Filistin bölgesini tamamen abluka altına aldığını ilan etmiş ve Gazze Şeridine sağlanan tüm su ve elektriği kesmişti.
Bölgeye 18 gündür elektrik verilmiyor. Son bir haftadır Mısır sınırından geçişine izin verilerek ulaştırılan insani yardımlar ise büyük ölçüde yetersiz kalıyor. BM yetkilileri yardımlar için “okyanusta bir damla” tabirini kullanıyor.
WFP: 141 ton gıda taşıyan dokuz kamyon Gazze’ye geçti
Yabancı uyruklu 10 doktordan oluşan bir sağlık heyeti ile su, gıda ve ilaç taşıyan 10 kamyonla Refah sınır kapısından Gazze’ye giriş yaptı.
Böylece 21 Ekim’de sınır kapısının insani yardımlara açılmasından bu yana kuşatma altındaki bölgeye giriş yapan toplam kamyon sayısı 84’e ulaştı.
Ancak Gazze Şeridi’ndeki 1,2 milyon insanın ihtiyacının karşılanabilmesi için kuşatma altındaki bölgeye günde 40 kamyonun girmesi gerekiyor.
Fotoğraf: Reuters
Yaklaşık 40 gıda kamyonu, “konserve balık ve makarna, buğday unu, konserve domates salçası, [ve] konserve fasulye içeren gıda paketleri” dahil olmak üzere 930 tondan fazla gıda stokuyla Gazze ile Mısır sınırında hazır bekliyor.
Dünya Gıda Programı, 7 Ekim’de çatışmalar başlamadan önce de “Filistin nüfusunun yaklaşık üçte birinin -yüzde 33,6’sı/1,84 milyon kişi- gıda güvencesinden yoksun olduğuna” dikkat çekti.
Bombardımanlarda yaralanan binlerce kişiyi tedavi eden hastane çalışanlarının acilen tıbbi malzemeye ve hastane jeneratörleri için yakıta ihtiyacı devam ediyor.
50 bin litre içme suyunu arıtacak tablet de yardımlar arasında
Uluslararası Kızılhaç Komitesi (ICRC) bugün Gazze’ye ulaşan 10 uzman arasında savaş cerrahisi ekibinin ve bir silah kirliliği uzmanının da bulunduğunu ve ICRC’nin tıbbi ve su arıtma malzemeleri taşıyan altı kamyonla birlikte Gazze’ye ulaştığını açıkladı.
Yapılan açıklamada, savaş cerrahisi kitlerinin, yaralanmalarının ciddiyetine bağlı olarak bin ila 5 bin kişiyi tedavi etmek için kullanılabileceği belirtildi.
Su arıtma malzemeleri ise 50 bin litre içme suyunu arıtabilecek klor tabletleri içeriyor.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Gazze’deki 12 büyük hastanede kritik operasyonların sürdürülebilmesi için günde en az 94 bin litre yakıta ihtiyaç olduğunu açıkladı.
DSÖ’nün işgal altındaki Filistin topraklarındaki temsilcisi Richard Peeperkorn, akut yakıt ve tıbbi malzeme sıkıntısının böbrek diyalizine ihtiyaç duyan bin hastayı, kuvözlerdeki 130 prematüre bebeği, 2 bin kanser hastasını ve yoğun bakımdaki hastaları riske attığı uyarısında bulundu.
Peeperkorn, “Akut yakıt krizi bebekleri riske attığı için anne ve yenidoğan sağlığı kötüleşiyor” dedi.
Gazze’ye sürekli yakıt, gıda, su ve tıbbi malzeme tedarik edilmesi çağrısında bulunan Peeperkorn, ateşkesin yanı sıra Gazze içinde yardım için güvenli geçişin sağlanması gerektiğini vurguladı.
Fotoğraf: Hatem Moussa / AP
Gazze’de enkaz altında kimliği belirsiz 1,000 ceset daha var
Dünya Sağlık Örgütü, Gazze’de henüz ölü sayısına dâhil edilmemiş en az 1,000 kişinin cesedinin hâlâ enkaz altında olduğuna dair tahminler aldıklarını açıkladı.
Richard Peeperkorn, Gazze’deki ölü sayısıyla ilgili bir soruya verdiği yanıtta, “Enkaz altında henüz kimliği tespit edilememiş 1,000’den fazla insan olduğuna dair tahminler de alıyoruz” dedi. Peeperkorn daha fazla ayrıntı vermedi.
Han Yunus. Fotoğraf: Mahmud Hams / AFP
İsrail, mülteci kampına zırhlı buldozerlerle girdi
İsrail güçleri işgal altındaki Batı Şeria‘daki Cenin mülteci kampına ağır zırhlı araçların yanı sıra zırhlı buldozerlerle girerek yolları yerle bir etti.
İsrail’in bu hamleyi su kaynaklarını kesmek için yaptığı düşünülse de bunun çok daha kolay yolları olduğu belirtildi.
Buradaki Filistinliler bunun Cenin mülteci kampında yaşayan insanlara yönelik tacizin bir parçası olduğunu söylüyor.
Tel Aviv’de bir binaya roket isabet etti: Üç yaralı
İsrail’in başkenti Tel Aviv‘de bir binaya isabet eden roket en az üç kişinin yaralanmasına neden oldu.
Magen David Adom ambulans servisi sosyal medya platformu X üzerinde yaptığı açıklamada, 20 yaşındaki bir vatandaşın kafa ve uzuv yaralanmalarıyla orta derecede yaralandığını ve Ichilov Hastanesine kaldırıldığını söyledi. İki kişinin ise hafif yaralandığı bildirildi.
İsrail, Tel Aviv’e atılan en az sekiz roketin daha engellendiğini söyledi.
Hamas’ın askeri kanadı ise Tel Aviv bölgesini hedef alan iki roket saldırısının sorumluluğunu üstlendi.
Grup Telegram mesajlaşma uygulaması üzerinden yaptığı açıklamada “El Kassam Tugayları, Siyonistlerin sivillere yönelik katliamlarına karşılık olarak Tel Aviv’i yeniden bombalamaya başladı” ifadelerini kullandı.
Fotoğraf: Mohammed Dahman / AP
‘Ateşkes yapılana dek Hamas rehineleri serbest bırakmayacak’
Bir Hamas yetkilisi, örgütün ateşkes üzerinde anlaşmaya varılana kadar daha fazla esiri serbest bırakmayacağını belirtti.
Rusya’nın Kommersant gazetesinin aktardığına göre Ebu Hamid, Hamas’ın 7 Ekim saldırısı sırasında Gazze’ye götürülenlerin yerini tespit etmek için de zamana ihtiyacı olduğunu söyledi.
İsrail’in baş askeri sözcüsü Daniel Hagari, Gazze Şeridi’nde şu anda 229 kişinin rehin tutulduğunu bildirdi.
Hamas geçen hafta ABD-İsrail çifte vatandaşlığına sahip iki esirin serbest bırakmıştı. 23 Ekim’de de iki yaşlı İsrailli kadın serbest bırakılmıştı.
Hamas’tan bir heyet görüşmelerde bulunmak üzere Rusya‘nın başkenti Moskova‘yı ziyaret ederek savaşın başlamasından bu yana ilk yüksek profilli uluslararası ziyaretini gerçekleştiriyor.
En az 30 gazeteci öldürüldü
İsrail ile Hamas arasındaki çatışmaların başlangıcından bu yana, çoğunluğu Filistinli olmak üzere en az 30 gazeteci öldürüldü. Ülkelere göre öldürülen gazetecilerin isimleri şöyle:
Filistin: 25 gazeteci
Duaa Sharaf, Jamal al-Faqawi, Salma Mkhaimer, Saed al-Halabi, Ahmed Abu Mahadi, Mohammed Imad Labad, Roshdi Sarraj, Mohammed Ali, Khalil Abu Aathra, Sameeh al-Nady, Mohammad Balousha, Issam Bhar, Abdulhadi Habib, Yousef Maher Dawas, Salam Mema, Husam Mubarak, Ahmed Shehab, Mohamed Fayez Abu Matar, Saeed al-Taweel, Mohammed Sobh, Hisham Alnwajha, Assaad Shamlakh, Mohammad al-Salhi, Mohammad Jarghoun, Ibrahim Mohammad Lafi
Birleşmiş Milletler, çatışmanın her iki tarafı tarafından da zulüm yapıldığını söylüyor.
BM insan hakları ofisi sözcüsü Ravina Shamdasaniİsviçre‘nin başkenti Cenevre‘de düzenlediği basın toplantısında “Savaş suçlarının işlenmesinden endişe duyuyoruz. Hamas’ın korkunç saldırılarına karşılık Gazzelilerin toplu olarak cezalandırılmasından endişe duyuyoruz, ki bu da savaş suçu anlamına geliyor” diye konuştu.
Shamdasani, savaş suçu işlenip işlenmediğinin bağımsız bir mahkeme tarafından tespit edilmesinin zamanının geldiğini de sözlerine ekledi.
İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşıyla ilgili olarak BM acil toplantıya çağrılırken, KatarGeorgetown Üniversitesi profesörü Abdullah al-Arian uluslararası kurumun “çalışmadığını” söyledi.
Analizci Al-Arian, BM’ye yönelik eleştirilerini şu sözlerle dile getirdi:
“Burası uluslararası hukuku korumakla görevli bir kurum ve İsrail gibi onlarca yıldır uluslararası hukuku ihlal eden bir ülke için bu konuda bir başarısızlık söz konusu. … BM’yi yalnızca onu bir araç olarak kullanmayı seçen devletler kadar güce sahip bir organ olarak görüyorum.”
ABD, BM’nin ateşkes çağrısı yapan kararlarını engellemek için iki kez veto yetkisini kullandı. Organ, bunun yerine “insani yardımlar için ara verilmesini” talep ettiyse de şu ana kadar çatışmayla ilgili ortak bir açıklama yapamadı.
Avrupa Birliği (AB) hükümet ve devlet başkanları, İsrail – Filistin sorununu ele almak için dün öğleden sonra Brüksel’de bir araya geldi. Liderler, Gazze Şeridi’ndeki Filistinlilere, ihtiyaç duydukları tüm insani yardımın ulaştırılması için acil eylem çağrında bulundu. Avrupalı liderler, bunun için çatışmalara ara verilmesi ve insani yardım koridorları açılmasını istedi.
BBC‘nin aktardığına göre, Brüksel’deki zirvede de İspanya Başbakanı Pedro Sanchez’in, AB’nin İsrail ve Hamas arasında ateşkes için devreye girmesi önerisi, yoğun tartışmaya neden oldu. Öneriye en sert muhalefet Almanya Başbakanı Olaf Scholz’dan geldi.
Belçika’da yayımlanan De Standaard gazetesine göre, Scholz, “ateşkes” terimine karşı çıkarak, “Bunun İsrail’in kendini savunma hakkını elinden alacağını” savundu. Almanya Başbakanı, “İsrail son derece insani ilkelere sahip bir demokrasidir. İsrail ordusunun uluslararası hukuk kurallarına saygı duyduğundan hiç şüphem yok” dedi.
Fotoğraf: Mahmud Hams / AFP
İspanya’nın yanı sıra, İrlanda ve Belçika gibi üye ülkeler de “daha geniş kapsamlı bir ateşkes” önerisini savunuyordu. Ancak Macaristan, ÇekCumhuriyeti, Avusturya ve Almanya gibi ülkeler, İsrail’e yönelik baskıdan çok, ağırlıklı olarak Hamas’ın durdurulması gerektiği savının üzerinde durdu.
Bu ülkeler, Gazze’ye gönderilecek yardım malzemelerinin, AB tarafından terör örgütü olarak tanımlanan Hamas yönetiminin eline geçmesi endişesini ortaya koydu.
Uzun tartışmaların ardından başta Belçika olmak üzere, birçok üye, “terimlere takılıp kalmanın önemi yok, önemli olan bir an önce Gazze’deki insanlara yardımların gitmesidir” görüşünde birleşti. AB liderleri, “çatışmalara insani yardım molası” ifadesinde anlaştı.
Toplantı sonrası yayınlanan ortak bildiride, “Gazze’de kötüleşen insani durumdan derin endişe duyulduğu” vurgulanarak, bölgedeki sivillere “hızlı, güvenli ve engelsiz insani erişim ve yardım” çağrısında bulunuldu. AB liderleri, bunun için insani koridorlar açılması ve ve çatışmalara verilmesi gerektiğini bildirdi.
Londra Belediye Başkanı ateşkes çağrısında bulundu
Londra Belediye Başkanı Sadiq Khan, İngiliz hükümetinin insani yarımlar için savaşın duraklatılması tartışmasını düşüneceği yönündeki tutumuna karşı çıkarak Gazze’de ateşkes çağrılarına katıldığını duyurduğu bir video açıklaması yayımladı.
Khan, “İsrail de dahil olmak üzere hiçbir ülkenin uluslararası hukuku çiğnemeye hakkı yoktur. Barışa ulaşmak için sadece siyasi bir çözüm olabilir. Çözüm, askeri çatışmanın tırmanması ve devam eden ölüm, acı ve yıkım döngüsü olamaz” ifadelerini kullandı.
Thousands of innocent civilians have already been killed in Israel and Gaza.
With the humanitarian crisis set to deteriorate even further, I’m calling for a ceasefire.pic.twitter.com/9HPau9X9jP
İsraillilerin neredeyse yarısı Gazze’deki işgalden vazgeçilmesini istiyor
Maariv tarafından yapılan son ankete göre İsraillilerin neredeyse yarısı hükümetin Gazze Şeridi’ni işgal etmekten vazgeçmesini istiyor.
İsrail gazetesi 522 yetişkin İsrailliden oluşan temsili bir örneklemle bir anket gerçekleştirdi. Ankete katılanlara ülke ordusunun derhal geniş çaplı bir kara harekatına girişip girişmemesi gerektiği sorulduğunda, yüzde 29’luk bir kesim olumlu yanıt verirken, yüzde 49’luk bir kesim “beklemek daha iyi olur” dedi. Yüzde 22’lik bir kesim ise çekimser kaldı.
Maariv’in 19 Ekim’de yaptığı ankete göre İsraillilerin yüzde 65’i büyük bir kara harekatını destekliyordu.
Maariv, “Şu anda gündemin en üst sıralarında yer alan rehineler konusundaki gelişmelerin [görüşlerdeki] bu değişimde büyük etkisi olduğu neredeyse kesin” diye belirtti.
‘Sivillerin benzeri görülmemiş ızdırabına son vermek için acilen ateşkes yapılmalı’
Uluslararası Af Örgütü, Gazze’de “daha önce benzeri görülmemiş insani felaket” devam ederken daha fazla sivil can kaybının önlenmesi ve hayat kurtarıcı yardımların Gazze halkına erişiminin sağlanması için işgal altındaki Gazze Şeridi’nde ve İsrail’de tüm tarafları acilen ateşkes yapmaya çağırdı.
Uluslararası Af Örgütü Genel Sekreteri Agnès Callamard konuya ilişkin basın açıklamasında, “Son iki buçuk haftadır İsrail’de ve İşgal Altındaki Filistin Toprakları’nda akıl almaz boyutlarda bir dehşet yaşandığına tanıklık ediyoruz. Gazze Şeridi’nde 2 milyondan fazla insan, feci bir insani kriz ortamında hayatta kalmaya çalışıyor ve daha önce görülmemiş düzeyde sivil kayıplar meydana geliyor.”
Callamard, binlerce ölü ve binlerce yaralının yanı sıra 200’ün üzerinde rehine olduğunu hatırlatarak savaşın her iki tarafından da savaş suçları işlendiğini vurguladı:
Çatışmanın tüm taraflarınca savaş suçları dahil olmak üzere uluslararası insancıl hukuka karşı ciddi ihlaller azalmadan devam ediyor. Böylesi bir benzersiz yıkım ve ızdırap karşısında insanlık üstün gelmelidir.”
Callamard ateşkes çağrısıyla sözlerini sürdürdü:
“Sivilleri korumak ve insani acıların daha da sarsıcı boyutlara varmasını önlemek için acil eylem gerekli. Uluslararası toplumun tüm üyelerini bir araya gelerek çatışmanın tüm taraflarından acilen insani ateşkes talep etmeye çağırıyoruz.”
Dünyadan Gazze’ye destek ve ateşkes çağrıları: Soykırımı durdurun
Dünya’nın birçok ülkesinde İsrail veya Filistinlilere destek için onlarca eylem yapılıyor.
Filistin yanlısı gösterilerde ise hükümetlerin Filistin’e yönelik politikaları hedef alınıyor. Birleşik Krallık, ABD, Belçika ve Yunanistan‘da düzenlenen gösteriler ‘Filistin’e özgürlük’ teması altında birleşiyor.
İngiltere’de silah fabrikası işgal edildi
İngiltere‘nin güneyindeki Kent şehrinde İsrail’in en büyük silah üreticilerinden biri olan Elbit Systems‘in yan kuruluşu Instro Precision‘a ait silah fabrikası göstericiler tarafından işgal edildi.
Aralarında öğretmen, akademisyen ve doktorların da bulunduğu göstericiler “İşçiler özgür Filistin’den yana” ve “İngiltere soykırımı finanse ediyor” yazılı pankartlar taşıyarak “İsrail’in suçlarına her türlü ortaklığa son verilmesi” çağrısında bulundu.
BREAKING: This morning, dozens of trade unionists under the banner ‘Workers For A Free Palestine’ have blocked both entrances to Elbit Systems, an Israeli arms company in Kent. pic.twitter.com/ePmpIO6ilZ
Yunanistan’ın başkenti Atina‘daki Sintagma Meydanı‘nda toplanan göstericiler İsrail’in Atina Büyükelçiliği‘ne yürüdü. Burada sloganlar atan yüzlerce eylemci, ‘Filistin’e özgürlük, İsrail’e izolasyon’ sloganları attı.
Brüksel: Gazze’yi kurtarın
Belçika’nin başkenti Brüksel‘de Orta Doğu’daki gerilimi konu alan Liderler Zirvesi sırasında Schuman Meydanında toplanan yüzlerce kişi, İsrail’in saldırılarına karşı Filistin halkıyla dayanışma gösterisi düzenledi.
Eylemde, ‘Gazze’yi kurtarın’ ve ‘Soykırımı durdurun’ pankartları taşındı.
New York: Gazze için Wall Street’e
ABD’nin New York kentinde ise Menkul Kıymetler Borsası önünde başlayan Filistin yanlısı bir miting düzenlendi.
Mitingi düzenleyenlerin ‘Gazze için Wall Street’e akın etmeleri’ çağrısına uyan yüzlerce kişi aşağı Mahattan‘a doğru yürüdü.
Miting için hazırlanan bildiride, Gazze’ye atılan bombaları üreten ABD’li şirketlere dikkat çekildi ve Filistin’e özgürlük talep edildi.
İstanbul’da iklim krizinin etkisiyle kurak geçen yaz ve sonbahar aylarının ardından baraj doluluk oranlarındaki hızlı düşüş devam ediyor.
İSKİ tarafından yapılan ölçümlerde kentin barajlarındaki doluluk oranı dün yüzde 19.89 olarak ölçüldü. Bu rakam son 10 yılın düşük seviyesi olarak kayıtlara geçti. İstanbul’un simge barajlarından Terkos Barajı da kuraklıktan nasibini aldı. Baraj gölündeki doluluk oranı, tüm zamanların en düşük doluluk oranı olan yüzde 9.43 olarak ölçüldü.
Terkos baraj gölü geçen yıl ekim ayı sonunda yüzde 45.9 oranında doluydu. 2015 yılının ekim ayında ise doluluk oranı 73.53 olarak kayıtlara geçmişti. Havadan görüntülenen baraj gölünün bazı noktalarında su seviyesinin onlarca metre geri çekildiği görüldü. Görüntülerde, kıyıya bağlı sandalların balçık içinde kalmış durumda, eskiden suyla dolu alanların büyük bölümü ise bataklık halinde.
58 günlük su kaldı
İSKİ verilerine göre İstanbul’un barajlarında şu anda 174.75 milyon metre küp su bulunuyor. Kente günde ortalama 3 milyon metre küpün biraz üzerinde su verildiği düşünülürse, hiç yağmur yağmaması halinde yaklaşık 58 günlük suyu kalmış durumda.
“Geçmiş yıllara göre daha kurak bir yıl geçirdik’ diyen İSKİ Su ve Atık Su Teknolojileri Daire Başkanı İsmail Aydın, şunları söyledi:
“En kötü kabul ettiğimiz 2007 yılına göre geçtiğimiz 2022-2023 yılında barajlarımıza 90 milyon metreküp daha az su alabildik. İstanbul başta, Marmara havzası olarak son 20-30 yılın en olağan üstü kurak dönemini geçirdik. İstanbul’da biz suyumuzu yağış döngüsü ile yönetiyoruz. Bir yer altı kaynağımız veya nehrimiz yok. Normalde sonbahar ile birlikte ekim-kasım aylarında yağışların başlayıp kışın barajların istenilen seviyelere gelmesini, akabinde yaz aylarında sonbahara doğru bu baraj seviyelerinin düşmesini bekleriz. Yaşadığımız bu süreç de doğal dengesinde devam ediyor ama geçmiş yıllara göre oransal olarak çok düşük kaldık.
Asya’dan Avrupa’ya su transferi yapılıyor’
Geçtiğimiz yıldan bu durumları ön görerek kentin Asya yakasından, tüketimin yoğun olduğu Avrupa yakasına su transferi yapıldığını belirten Aydın, “Asya yakasından, Melen‘den, Yeşil Çay’dan, Ömerli‘den aldığımız suları Avrupa yakasına günlük olarak iletiyoruz. Önümüzde ki süreçte de inşallah beklenilen yağışlar gelirse İstanbul tekrar normal döngüsünde barajlarını doldurup vatandaşa herhangi bir susuzluk yaşatmayacak şekilde durumu yönetilecektir.”
Aydın önümüzdeki sürecin “bıçak sırtı” gideceğine işaret etti:
“Vatandaşlarımıza herhangi bir su kesintisi yaşatacağımızı öngörmüyoruz. Belki çok lokal alanlarda, kötü trend devam eder ve beklenen yağış gelmezse gündeme gelebilir ama kısa vadede öyle bir durum ön görmüyoruz. Barajda ki suyun kalitesine göre, değişik meteorolojik ve hidrolojik şartlara göre barajlardan su almaya devam edebilirsiniz. Avrupa yakasında ki barajlarımız hali hazırda yüzde 10’un altında seyir ediyor. Ama biz Terkos’tan ve Sazlıdere barajından su almaya devam ediyoruz. Büyükçekmece barajımızın seviyesi çok düştü, şimdi onu biraz bekletmeye aldık. Su kalitesini kontrol ederek barajlardan su almaya devam ediyoruz.”
‘Tasarruf yapılması gerekiyor’
Günlük su tüketiminin yüksek olduğunu ve tasarrufun yapılmasının gerektiğini belirten Aydın, “Bizim İstanbul’da ki kaynaklarımızın yüzde 100 oranında doluluk oranında ki rakamı 868 Milyon metreküp gibi bir değeri ifade ediyor. Bugün de yüzde 20’nin karşılık geldiği değer 170 Milyon metreküpün biraz üzerinde bir değer. Şu an da günlük 3 Milyon metreküp üzerinde bir tüketimimiz var” dedi.
İstanbul barajlarında son durum
Ömerli: Yüzde 42.61
Darlık: Yüzde 31.18
Elmalı: Yüzde 15.98
Terkos: Yüzde 9.43
Alibeyköy: Yüzde 21.73
Büyükçekmece: Yüzde 3.97
Sazlıdere: Yüzde 4.94
Istrancalar: Yüzde 22.52
Kazandere: Yüzde 6.32
Pabuçdere: Yüzde 3.25
Meteoroloji Genel Müdürlüğü‘nün verilerine göre, İstanbul’da ay sonuna kadar etkili bir yağış beklenmiyor.
Japonya‘da 2011’deki deprem ve ardından gelen tsunamide büyük hasar gören Fukuşima Dai-içi Nükleer Güç Santrali‘nde, o günden bu yana biriktirilen radyoaktif suyun okyanusa boşaltma işlemleri devam ederken tahliye hortumu yerinden çıktı.
25 Ekim Çarşamba günü yaşanan olaya ilişkin açıklama yapan yetkililer, iki işçinin radyoaktif maddeler barındıran atık suyla ıslanmasının ardından hastaneye kaldırıldığını bildirdi.
AFP’nin aktardığına göre, olay sırasında, bir grup işçi nükleer santralde Gelişmiş Sıvı İşleme Sistemi‘ndeki (ALPS) boruları temizliyordu.
ALPS sistemi, santralde biriken ve suya bırakılan atık maddenin arıtılması konusunda kritik öneme sahip. Dört işçinin sistemde yaptığı temizleme çalışması sırasında tahliye hortumunun aniden yerinden çıktığı ve radyoaktif maddelerle kirlenmiş atık suyun dört işçinin üzerine sıçradığı bildirildi.
Atık suya maruz kalan dört işçinin de olay sırasında yüzlerini tamamen kapatan maskeler taktığı ve yapılan testlerde hiçbir işçide yutulmuş radyoaktif partiküle rastlanmadığı ifade edildi. Nükleer santrali işleten Tokyo Elektrik Enerji Şirketi de (TEPCO) hiçbir işçide sağlık sorunu görülmediğini kaydetti.
‘İki işçiye bulaşan radyasyon temizlenemedi’
TEPCO’nun açıklamasına göre, kazanın ardından dört işçiden ikisi üzerlerindeki radyoaktif kirliliği santralden ayrılmalarına izin verecek düzeye indirebilirken, diğer iki işçinin üzerindeki radyasyon seviyesi yeterince düşürülemeyince söz konusu maddelerden temizlenebilmeleri ve tıbbi olarak takip edilebilmeleri için hastaneye kaldırıldı.
Hastaneye kaldırılanlardan 20 yaşındaki işçi yüzü dahil tüm bedeninde suya maruz kalırken, 40’lı yaşlarındaki diğer işçinin yalnızca karın bölgesinde maddeye maruz kaldığı bildirildi. TEPCO, doktorun açıklamasına dayanarak, iki işçinin radyasyona maruz kaldığı için cilt yanığı riskinin ‘son derece düşük’ olduğunu söyledi.
Kasım ayında üçüncü tur tahliyeye başlanacak
TEPCO, 2011 depremi ve tsunaminin ardından çekirdeği eriyen Fukushima Daiichi’den tartışmalı atık su tahliyesine 24 Ağustos’ta başladı. Onlarca yıl sürmesi beklenen tahliyeye tüm Japon deniz ürünlerinin ithalatını derhal yakaslayan Çin başta olmak üzere komşu ülkeler ve balıkçı grupları karşı çıkmış; Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ise tahliyeye onay vermişti.
TEPCO, tüm itirazlara rağmen planlandığı gibi ilk iki tahliye turunu tamamladı. Kasım ayı başından itibaren de üçüncü tur için hazırlanıyor. Arıtılmış atık boşaltımından sorumlu TEPCO yöneticisi Junichi Matsumoto gazetecilere çarşamba günkü kazanın boşaltma planlarını etkilemeyeceğini söyledi.
Temiz Hava Hakkı Platformu (THHP) ve Türk Tabipleri Birliği (TTB) tarafından gerçekleştirilen toplantıda, 6 Şubat depremlerinden etkilenen Adıyaman, Maraş ve Elbistan’da yapılan asbest analizlerinin sonuçları açıklandı.
TÜRKAK tarafından akredite edilmiş bir laboratuvarda gerçekleştirilen analizlerin sonuçlarına göre, üç kentten alınan örneklerde asbest tespit edildi.
Deprem bölgesinde yıkılan ya da yıkılması gereken binalarda asbest varlığının olası olduğu varsayımı ile iki örgüt tarafından 28 Ağustos-16 Eylül 2023 tarihleri arasında yürütülen çalışmada Adıyaman merkez, Maraş merkez ve Maraş’ın Elbistan ilçesi merkezinde çöken tozdan örnekler alınarak asbest analizi yapıldı.
Avrupa Komisyonu tarafından kullanımı tavsiye edilen elektron mikroskobu kullanılan analiz, TÜRKAK tarafından akredite edilmiş bir laboratuvarda gerçekleştirildi. Analiz sonucunda, Adıyaman’dan alınan 30 örneğin ikisinde, Kahramanmaraş’tan alınan 21 örneğin sekizinde, Elbistan’da ise 15 örneğin ikisinde farklı türlerde asbest tespit edildi.
Fincancı: Siyasi otorite yaşam hakkı ihlallerinin sorumlusu
Çalışmaların sonucunda ortaya çıkan rapor Ankara’daki TTB Genel Merkezi’nde Temiz Hava Hakkı Platformu ve üç ilin tabip odalarından temsilcilerin katılımıyla düzenlenen basın toplantısında açıklandı. Toplantıda çalışmanın sonuçları Temiz Hava Hakkı Platformu adına çevre mühendisi Dr. Ozan Devrim Yay tarafından sunuldu.
Etkinlikte ilk sözü alan TTB Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, depremlerin yarattığı büyük yıkımın insan eliyle ağır bir felakete dönüştürüldüğünü dokuz aydır gözlemlediklerini söyledi. TTB’nin THHP ile ortak olarak Hatay’da yürüttüğü hava kirliliğine ilişkin çalışmasını hatırlatan Korur Fincancı, bu kentteki partikül madde yoğunluğunun Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği ortalamanın üç kat üstünde olduğunun altını çizdi:
“Cumhuriyetin birinci yüzyılında yüzleşemediğimiz hakikatlere, cumhuriyetin ikinci yüzyılında yüzleşemediğimiz hakikatler eşlik edecek gibi görünüyor. Çünkü asbestin 40-50 yıl sonra akciğer, karın zarı, gırtlak, yumurtalık kanserleri ile akciğer ve kalp zarlarında sertleşme, solunum ve dolaşım yolu hastalıklarına yol açtığını biliyoruz. Bunun yanı sıra enkaz kaldırma çalışmalarının usulüne uygun yapılmaması nedeniyle bu çalışmalarda yer alan ve koruyucu önlemlerden yoksun çalışmaya zorlanan emekçilerin iş cinayetleriyle karşı karşıya kalma riski de var.
Afetleri felaketlere dönüştürenler; afetlerin öncesinde yeterli önlemleri almayan, afetlerin sonrasında ise sağlıklı bir ortamın yaratılmasını sağlamayan siyasi otoritelerdir. Bugünkü siyasi otorite de karşı karşıya kalacağımız yaşam hakkı ihlallerinin sorumlusudur. TTB olarak bu sorumlulukların peşindeyiz. Hakikati her zaman ortaya koyacağımızı vurguluyoruz.”
Gümüşel: Tek bir lifinden bile kaçınmalı
Dünya Sağlık Örgütü ve Türkiye’deki ulusal mevzuata göre asbestin herhangi bir güvenli limit değeri olmadığını, yani kanserojen olduğu bilimsel olarak kanıtlanmış bu tehlikeli maddenin tek bir lifinden bile tamamen kaçınmak gerektiğini vurgulayan THHP KooTrdinatörü Deniz Gümüşel ise şu bilgileri verdi:
“Türkiye’deki mevzuatta sadece kontrollü çalışma ortamlarında asbest için bir sınır değer tanımlanmıştır. Bu sınır değer eğitim almış asbest çalışanlarının kişisel solunum sistemi koruyucusu ve koruyucu giysi ile donatıldığı durumlarda en fazla sekiz saat boyunca maruz kalabileceği sınır değerdir. Bu değer santimetreküpte 0,1 liftir.Bu sınır değer hiçbir koruma ekipmanı, maskesi olmayan sokaktaki yurttaş için geçerli değildir. Yurttaşların ise kesinlikle asbeste mazur kalmaması gerekmektedir.
Avrupa Birliği ise ekim ayı itibariyle bu sınır değeri 10’da birine indirmiştir. Yani AB mevzuatında iş ortamlarında 8 saatlik maruz kalma için izin verilen değer santimetreküpte 0,01 asbest lifine indirilmiştir.Deprem bölgesinde enkaz kaldırma çalışmalarında çok yoğun bir toz kirliliği yaşanıyor. Bu da tozla birlikte asbestin şehir içinde yayılımını arttıracak bir risk unsuru”
Türkiye’deki ulusal mevzuat
Asbestin dünya genelinde her yıl 255 bin ölüme neden olduğu belirtilen basın açıklamasında, Türkiye’deki ulusal mevzuata da değinildi. Türkiye’deki ulusal mevzuata göre herhangi bir bina yıkılmadan önce, asbestin varlığına dair inceleme yapılması gerektiği, asbest tespiti durumunda, özel eğitimli asbest söküm uzmanı gözetiminde özel eğitimli asbest söküm çalışanları tarafından özel kıyafetler ve solunum maskeleri ile kontamine olmuş yapı malzemelerinin binadan uzaklaştırılması gerektiği belirtildi.
Asbestin tehlikeli atık sınıfında olduğuna dikkat çekilen açıklamada, bu atıkların tehlikeli atıklara özel tesislerde nihai bertarafının gerçekleştirilmesi gerektiği vurgulandı.
Panelde söz alan Adıyaman; Maraş ve Hatay tabip odaları başkanları da illerde deprem sonrasında yaşanan toz kirliliği ve bağlantılı sağlık sorunları ile ilgili bilgi verdi. Bölge halkının asbest başta olmak üzere deprem sonrası maruz kalınan tehlikeli atıklarla ilgili kaygıları dile getirildi.
Çözüm önerileri
Toplantıda kısa ve uzun dönemli çözüm önerilerine de yer verildi. Buna göre;
Deprem bölgesinde henüz yıkılmamış ağır hasarlı binalar ile, deprem esnasında veya sonrasında yıkılmış, ancak enkazı henüz kaldırılmamış tüm binalar ivedilikle asbest risk değerlendirilmesinden geçirilmeli.
Tehlikeli bir atık olan asbestin güvenli biçimde nihai bertarafına yönelik atık yönetim altyapısı güçlendirilmeli.
Ülkedeki, özellikle ilgili kamu kurumlarındaki asbest analiz altyapısı hızla geliştirilmeli.
Başta deprem bölgesinde olmak üzere ülke genelinde, Asbestle Çalışmalarda Sağlık ve Güvenlik Önlemleri Hakkında Yönetmelikte tanımlandığı şekliyle “asbest söküm çalışanı” ve “Asbest söküm uzmanı” yetiştirmek üzere daha sık, yaygın ve hızlandırılmış eğitim programları düzenlenmeli; sertifikalı çalışan ve uzman sayısı arttırılmalı.
Meksika‘nın tatil kentleriden Acapulco‘yu yerle bir ederek en az 27 kişinin ölümüne ve dört kişinin kaybolmasına neden olan Kategori 5 gücündeki Otis Kasırgasından kurtulanlar, günlerini tanıdıkları ile ihtiyaçlarını arayarak ve yardımın hızla gelmesini umarak geçiriyor.
Otis, 25 Ekim’in ilk saatlerinde karaya çıkmadan önce, rekor bir süre içerisinde orta dereceli bir fırtınadan bir ‘kabus senaryosu’na dönüşmüştü. Yetkililer ve kent sakinleri daha önce bölgede görülmemiş şiddetteki fırtınaya büyük ölçüde hazırlıksız yakalanmıştı.
Meksika hükümeti kasırga sonrası bölgede görev yapmak üzere yaklaşık 10 bin asker görevlendirdi. Ancak tonlarca çamuru ve devrilen ağaçları sokaklardan kaldıracak ekipmanların gelmesi beklenenden uzun sürdü.
Fotoğraf: Marco Ugarte / AP
Öte yandan hükümet, en muhtaç durumdaki halka yardım etmek yerine kentin ekonomisi için önemli olan turizm altyapısını onarmaya öncelik vermesi yönüyle eleştirildi. Özellikle kentin yoksul mahallelerinin sakinleri durumu tepkiyle karşıladı.
Kentte su, elektrik yok; öncelik ise turizm altyapısında
Devlet Başkanı Andrés Manuel López Obrador, kasırganın Acapulco’yu vurmasının ardından kente gitti. Başkan, Otis’in vurduğu bölgedeki tüm elektrik hattı direklerini devirdiğini ve yaklaşık 1 milyon nüfusa sahip şehrin büyük bölümünü elektriksiz bıraktığını söyledi.
Fotoğraf: Marco Ugarte / AP
Associated Press‘in aktardığına göre López Obrador, “İnsanlar sığınaklara sığındı, kendilerini korudu ve bu yüzden neyse ki daha fazla trajedi, can kaybı yaşanmadı” dedi.
Acapulco’nun su altyapısı çöktü ve yaklaşık yarım milyon ev elektriksiz kaldı. López Obrador, elektriğin yeniden sağlanmasının en büyük öncelik olduğunu, ancak perşembe akşamı itibariyle hala 300 bin ev ve işyerinin elektriksiz olduğunu bildirdi.
Fotoğraf: Marco Ugarte / AP
Kahverengi sel sularının bazı bölgelerde kilometrelerce devam ettiği gözlemlendi. Birçok bölge sakini hayatta kalabilmek için zarar görmüş marketlerden ve mağazalardan temel ihtiyaçlarını aldı.
Bölge sakinlerinin mağazalardaki malları boşaltmasıyla diğer insanlar daha yüksek fiyatlarla karşılaştı.
Fotoğraf: Marco Ugarte / AP
Vatandaşlar, kurdukları dijital mahalle ağlarıyla dayanışıyor
Şehrin bazı bölgelerinde yeniden cep telefonu sinyalleri alınmaya başladı ve Acapulco sakinleri Meksika’nın diğer bölgelerinde ve ABD’de yaşayan yakınlarının desteğiyle bir işbirliği platformu oluşturdu.
WhatsApp gibi çevrimiçi mesajlaşma platformlarını kullanan kent sakinleri mahalle mahalle bir araya geldi. Perşembe günü 40 sohbet grubunda yaklaşık 1,000’er kişi vardı ve bu sayı gün boyunca artmaya devam etti.
Fotoğraf: Marco Ugarte / AP
Sohbetlere katılanlar, mahallelerin fotoğraflarını ve cep telefonu sinyaline ulaşmak için ipuçlarını paylaştı. Ayrıca haber alınamayan kişiler hakkında bilgi paylaşımları yapıldı.
Yeni bir kişi mahallenin sohbet grubuna katıldığında, şehir dışındaki insanlar ona ulaşarak oradaki diğer mahalle sakinlerini araması isteniyor.
Fotoğraf: Marco Ugarte / AP
‘Kentin toparlanması bir yılı bulabilir’
Bazı bölge sakinleri Acapulco’nun toparlanmasının bir yıl sürebileceğini söylüyor. Vatandaşlar, harap olmuş durumdaki kentte elektrik ve benzinin bulunmaması ve cep telefonlarının kapsama alanlarının çok az olması nedeniyle kentin yeniden inşasının uzun süreceğine inanıyor.
Kasırga öncesi göz kamaştıran sahil otelleri, Kategori 5 fırtınasının yüzlerce hatta binlerce pencereyi uçurmasının ardından dişleri dökülmüş canavarlara benzetildi. Meksika Oteller Birliği Başkanı Miguel Angel Fong, kentteki otellerin yüzde 80’inin hasar gördüğünü bildirdi.
Fotoğraf: Marco Ugarte / AP
Devletin elektrik şirketine ait yüzlerce kamyon fırtınanın yaşandığı 25 Ekim’de Acapulco’ya ulaştı ancak devrilen elektrik hatları çamur ve su içine gömüldü.
Aynı gün Acapulco’yu eyalet başkenti Chilpancingo ve ülkenin başkenti Mexico City‘ye bağlayan ana otoyolun kısmen yeniden açılmasına yönelik çalışmalar neredeyse tüm gün sürdü. Bu hayati kara bağlantısı onlarca acil durum aracının, personelin ve malzeme taşıyan kamyonların harap olmuş liman kentine ulaşmasını sağladı.
Fotoğraf: Marco Ugarte / AP
Acapulco’nun ticari ve askeri havaalanları henüz uçuşlara devam edilemeyecek kadar ağır hasar görmüş durumda. Ancak López Obrador, kaynakları taşımak için bir hava köprüsü kurma planının görüşüldüğünü belirtti.
Acapulco sarp dağların eteklerine kurulmuş bir kent. Pasifik Okyanusu manzaralı yamaçlarda lüks evler ve gecekondular yer alıyor. Önceki yıllarda gece hayatı, sportif balıkçılık ve uçurum dalışı gösterileriyle Hollywood yıldızlarını çeken liman kenti, son yıllarda şehri şiddete boğan ve birçok uluslararası turisti kaçıran rakip organize suç gruplarının kurbanı durumundaydı.