Kaos GL’nin haberine göre; Belgin Günay’ın çevirdiği kampanya patolojikleştirme ve tıbbileştirilmeye karşı, interseksi patolojikleştirmenin ne anlama geldiğini anlatmayı ve insanların bunun neden sona ermesi gerektiğini anlamalarına yardımcı olmayı amaçlıyor.
Patolojikleştirme nedir?
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) Uluslararası Hastalıklar Sınıflandırılması’nın (ICD) son versiyonunda interseksi patolojize etmeyi sürdürüyor.
Davranışların, hislerin, algıların, düşüncelerin, sosyal ilişkilerin veya kişiler arası ilişkilerin patolojik, yani “hasta”, “düzeltilmesi gereken” veya “tedavi edilmesi gereken” olarak yorumlanması anlamına geliyor.
Patolojikleştirme tıp uzmanları tarafından başlatılıp katılaştırılabileceği gibi, bireyler veya bir bütün olarak toplum tarafından da başlatılabilir. Toplumsal düzeyde patolojikleştirme, neyin “normal” neyin “anormal” olarak kabul edildiğini dayatmak için kullanılabilir ve “normun dışında” olduğu düşünülenlere karşı damgalama ve ayrımcılık yaratır ve meşrulaştırır.
Patolojikleştirmenin olumsuz sonuçları genellikle ağırdır. Bununla birlikte, belirli fiziksel ve davranışsal gerçeklikleri normatif olmayan ve bu nedenle kusurlu olarak gören bir toplumsal iklimde, kişinin fiziksel gerçekliğinin veya davranışının toplumun kabul ve destek eksikliğinin bir sorunu olarak değil de tıbbi bir sorun olarak anlaşılması bazen onaylayıcı, hatta özgürleştirici olarak deneyimlenebilir, bilimsel olarak meşrulaştırılmış olarak görülmek, çünkü bir durumu vücutta ters giden bir şey olarak görmek, kişinin kişiliğinin inatçı bir parçası olmaktan ziyade değiştirilebileceğini göstermektedir.
İnterseks nasıl depatolojize edilir?
“İnterseks bireylerin bedensel bütünlük, fiziksel özerklik ve kendi kaderini tayin etme haklarının güvence altına alınması, atılan tüm adımlarda bir öncelik olmalıdır. İnterseks bireyler, kendilerini ilgilendiren sosyal, siyasi ve yasal değişikliklerin itici gücü olmaları için desteklenmelidir.”
-Viyana’da düzenlenen 1. Avrupa İnterseks Topluluğu Etkinliği Bildirisi’nden, 2017
Önemli bir başlangıç, algının değişmesidir: İnterseks bedenler de herkesinki gibi sevilebilir. Farklı cinsiyet özellikleriyle doğmak normaldir, sağlıklıdır ve güzeldir. Bir ebeveyn olarak çocuk sahibi olmak kutlamak ve sevmek için bir nedendir – bu durum interseks bir çocuğa sahip olmak için de geçerlidir. Tüm çocuklarda olduğu gibi, büyüdüklerinde kendilerini nasıl tanımlayacaklarını bilemeyiz, bu nedenle toplum olarak cinsiyet rolleri ve görevleri hakkındaki fikirlerimizde daha az kısıtlayıcı olmalıyız.
Bu ikili sistem birçok kişi için işe yarayabilir, ancak herkes için değil ve bu kutulara sığmayanlara çok fazla zarar veriyor. İnterseks bireyler için bu, zararlı tıbbi uygulamalar, işkence ve genel olarak ciddi insan hakları ihlalleri olarak tanımlanan yollarla, ikili cinsiyet kalıplarına uymak için düzeltilmesi gereken “bozuk” erkek ve kadınlar olarak sistematik bir şekilde kısıtlanmak ve müdahale edilmek anlamına gelmektedir.
“Bedenlerimizi değil, toplumu değiştirin!” sloganıyla yola çıkılan kampanyayı #IAW23 ve #DepathIntersex etiketleriyle takip edebilir, paylaşımda bulunarak intersekslerin depatolojize edilmesine karşı herkesin nasıl yardımcı olabileceği konusunda farkındalık yaratabilirsiniz.
Yaklaşan Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi’ne (COP28) ilişkin hazırlıklar çerçevesinde Küresel Yenilenebilir İttifakı (GRA), Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA) ve COP28 Başkanlığı liderleri küresel enerji dönüşümüne ivme kazandırmaya teşvik etmeyi hedefleyen ortak bir rapor yayımladı.
“2030’a kadar Yenilenebilir Enerjinin Üç Katına Çıkarılması ve Enerji Verimliliğinin İki Katına Çıkarılması: 1,5°C’ye Doğru Önemli Adımlar” başlıklı rapor, dünya liderlerini 2030 yılına kadar yenilenebilir enerji üretim kapasitesini üç katına ve enerji verimliliği iyileştirme oranını iki katına çıkaracak yeni küresel hedefler üzerinde anlaşmaya zorlamayı amaçlıyor. Bu hedefler, 2030 yılına kadar enerji dönüşümünü hızlandırmak için değişimin önemli unsurlarını ortaya koyuyor.
Rapor, hükümetler ve özel sektör için küresel yenilenebilir enerji kapasitesinin en az 11,000 GW’a ve hedef dönemde yıllık ortalama enerji verimliliği iyileştirmelerinin iki katına çıkarılması konusunda uygulanabilir politika önerileri sunuyor.
IRENA tarafından yapılan basın açıklamasına göre bu hedefler, COP28 Başkanlığının Eylem Gündeminin 1,5°C‘yi ulaşılabilir kılmak için adil ve düzenli bir enerji dönüşümünü hızlı bir şekilde takip etme hedefi kapsamında yer alıyor.
Ülkelerin bu yılki küresel iklim zirvesindeki müzakerelere zemin hazırlamak üzere COP28’den bir ay önce Birleşik Arap Emirliklerinin başkenti Abu Dabi‘daki Pre-COP (COP Öncesi Zirvesi) toplantısında açıklanan rapor, enerji hedeflerine ulaşılması için gereken temel kolaylaştırıcılar konusunda taraflara yol göstermeyi amaçlıyor.
Rapor, yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğinde gerekli ölçek artışı için beş temel kolaylaştırıcı tanımlıyor ve politika yapıcılara aşağıdaki her bir alanda somut ve acil tavsiyelerde bulunuyor:
COP28 Başkanı Dr. Sultan Al Jaber raporla ilgili olarak şunları söyledi:
“Yenilenebilir enerji üretiminin üç katına çıkarılması ve enerji verimliliğinin iki katına çıkarılması, sera gazı emisyonlarının azaltılması için en önemli kaldıraçlar arasındadır. Şimdi herkesi bir araya gelmeye, ortak hedeflere bağlı kalmaya ve hedeflerimizi gerçeğe dönüştürmek için bu raporda özetlendiği gibi kapsamlı ulusal ve uluslararası adımlar atmaya çağırıyorum.”
IRENA Genel Direktörü Francesco La Camera ise şunları ekledi:
“Misyonumuz acil olduğu kadar nettir: Yenilenebilir enerji kapasitesini 2030 yılına kadar üç katına çıkarmak için ortak bir eyleme ihtiyacımız var. Bu eylem, fosil yakıt döneminden kaynaklanan altyapı, politika ve kurumsal kapasitelerdeki köklü sistemik engellerin acilen aşılmasını da içeriyor. Bu raporun analitik temelini oluşturan IRENA’nın Dünya Enerji Geçişleri Genel Görünümü raporu, enerji dönüşümünün tehlikeli bir şekilde raydan çıktığı ve acil, radikal kolektif eylem gerektirdiği konusunda uyarmaktadır. Bu rapor, küresel enerji dönüşümünü hızlandırmak ve 1.5°C hedefini canlı tutmak için hükümetlerin öncelik vermesi gereken eylemleri ana hatlarıyla ortaya koyuyor.”
Küresel Yenilenebilir İttifakı CEO’su Bruce Douglas ise şunları söyledi:
“Yenilenebilir enerjiyi üç katına çıkarmak ve enerji verimliliğini iki katına çıkarmak, politika yapıcıların iklim değişikliğiyle mücadelede yapabilecekleri en etkili taahhüttür. Bu adımlar daha temiz elektrik sistemleri sağlayacak, uygun fiyatlı enerjiye erişimin önünü açacak ve milyonlarca insan için temiz yeşil işler sağlayacaktır. Yenilenebilir enerjinin hızla yaygınlaştırılması, politika yapıcıların bu rapordaki kolaylaştırıcı eylemleri (altyapı ve sistem işletimi; politika ve düzenleme; tedarik zincirleri, beceriler ve kapasiteler) acilen uygulamak için endüstri ve sivil toplumla el ele çalışmasını gerektirecektir. Bu alanların düşük maliyetli finansman ve uluslararası işbirliği ile güçlendirilmesi kritik önem taşıyor. Herkes için yaşanabilir bir geleceği güvence altına almak için birlikte çalışmalıyız.”
“Su zengini bir ülke değiliz. Uluslararası geçerlilik taşıyan kriterlere göre de nüfusumuz arttıkça su fakiri ülkelerden biri olmaya doğru yaklaşıyoruz.”
Bu sözler Su Politikaları Derneği Başkanı Dursun Yıldız’a ait. Ülkemiz su kaynakları açısından dünya genelinde olduğu gibi nüfusa ve coğrafyaya göre dengesiz bir dağılıma sahip. Bölgesel kuraklıların da etkisiyle olası bir su krizinin yaşanması ihtimaller dahilinde. Su konusunda krizi ötelemekten ileriye gidemiyorken daha büyük sorunların yaklaştığı da aşikar.
Yakın dönemde Tarım ve Orman Bakanı Yardımcısı Veysel Tiryaki yaptığı açıklama ile Türkiye’nin 2030’dan itibaren “su fakiri” ülkeler sınıfına dahil olacağını belirtti. Uzmanlar yakın gelecekte büyük bir kriz yaşanacağını ön görmese de iklim değişikliği ve su yönetimindeki eksiklikler ile birlikte önemli sorunların yaşanabileceğinin altını çiziyor.
Kişi başına düşen yıllık su miktarı
Yönetimsel sıkıntılar, tarımsal sulama, iklim değişikliği, sosyal farkındalık eksikliği ve demografik değişimler gibi birçok etken ülkemizdeki su sorununu belki de 2030 yılından daha erken bir dönemde krize dönüştürebilir. Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda kişi başına düşen su miktarı yıllık yaklaşık 8000 m³ iken günümüz Türkiye’sinde bu miktar 1200 m³ seviyelerinde seyrediyor.
Ülkedeki su durumuna dair birçok konuyu Su Politikaları Derneği başkanı Dursun Yıldız’la masaya yatırdık.
‘Türkiye bir bölgesel kuraklık ülkesi’
Ülkemizin büyük bir bölümünün yarı kurak bir iklim kuşağında yer aldığına ve Türkiye’nin bir bölgesel kuraklık ülkesi olduğuna dikkat çeken Yıldız, bölgesel kuraklıkları son yıllarda daha sık ve daha şiddetli yaşamaya başladığımızın altını çiziyor.
Su kaynaklarının nüfusa ve bölgelere göre dengesiz dağıldığını belirten Yıldız, suyun miktarıyla birlikte kalitesinin de oldukça önemli olduğunu vurguluyor:
“Ülkemizde suyun miktar olarak güvenliği kadar su kalitesi güvenliğimiz de önem taşıyor. Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının ‘Türkiye Çevre Sorunları ve Öncelikleri Değerlendirme Raporu‘na göre su kirliliğimiz çok arttı. 2019 yılı raporunda su kirliliği 27 ilde birinci öncelikli çevre sorunu iken 2022 yılında yayınlanan raporda bu il sayısı 33‘e çıktı. 66 il müdürlüğünün 425 yüzey suyu izleme noktasından aldığı numunelerde muhtemel kirlenme nedenleri arasında evsel atık su kirliliği öne çıkıyor.”
Fotoğraf: DHA
“Türkiye’nin çok yaygın bir su krizi ile yakın gelecekte karşılaşması ihtimali yüksek değil” diyen Yıldız, açıklamalarına şöyle devam ediyor:
“Ancak aşırı kurak dönemlerin iki yıl üst üste devam etmesi sonrasında bazı bölgelerimizde su sorunu kriz noktasına ulaşabilir. Ayrıca gerekli önlemler hızla alınmazsa yaz aylarında su talebi çok artan ve halen su sıkıntısı yaşayan Datça, Marmaris, Bodrum gibi turistik bölgelerimizde de su sorunu krize dönüşebilir.”
Ekim 2023’te Muğla‘nın Bodrum ilçesini besleyen Mumcular ve Geyik barajları kuraklık nedeniyle dibi görmüştü.
Ayrıca nüfus artışı, iklim değişikliği, kirlilik ve köyden kente göç durumları da su sorunundaki önemli etmenlerden. Peki ya yönetimsel taraf? Yıldız, çözümün yönetimsel süreçler ile sağlanabileceğini savunuyor.
“Gelişmiş kuzey ülkelerinin dışında halen birçok ülke bu yönetim politikalarını tam olarak uygulamaya koyabilmiş değil” diyen Yıldız, artan baskıların su sorunlarını da artırdığını söylüyor:
“Ülkelerde su sorununu arttıran etmenler daha çok ekonomik, klimatolojik, demografik iken çözümünü kolaylaştıracak etmen ise yönetimsel etkenler olmaktadır. Su yönetiminde klasik anlayışın yerine su kaynaklarının havza ölçeğinde katılımcı, şeffaf ve planlı bir şekilde yönetilmesi anlayışı geçmelidir.”
‘Sürdürülebilir su yönetimi politikası: Yenilikçi konseptler’
Su Politikaları Derneği Başkanı Yıldız’ın uygulamaya geçirilmesi gerektiğini savunduğu modern su yönetimi anlayışı kapsamında birtakım yenilikçi konseptler bulunuyor. Bu konseptler içerisinde şunlar yer alıyor:
Suyun arıtılıp çevrimiçi olarak kullanımı,
Su kaynağının arıtıldığı atık su,
Gri su kullanımı,
Su hasadı gibi yöntemler,
Su hizmetleri yönetiminde dijital su teknolojilerinin kullanılması,
Esnek ve katılımcı su yönetimine geçilmesi,
Afetlere dayanıklı su altyapısı,
Yönetim anlayışı oluşturulması…
Suyun ortalama yüzde 70’inin kullanıldığı tarımsal sulamanın daha verimli yapılması, sanayi suyunun arıtılarak yeniden kullanımı, içme ve kullanma suyunda şebeke kayıplarının en aza indirilmesi, suyun verimli kullanımı için toplumsal bilinç yaratılması gibi hususlar da sürdürülebilir su yönetimi politikasının ana unsurları arasında yer alıyor.
‘Koordinasyon eksikliği, yaygın siyasi kadrolaşma’
Türkiye’de uzun yıllar ulusal su planı ve politikası kapsamında birbirinden bağımsız projeler geliştirdiklerini belirten Dursun Yıldız, koordinasyon eksikliği nedeniyle projelerde belirtilen süreler içinde sonuca ulaşmada zorlandıklarına vurgu yapıyor. Yıldız, etkin su yönetiminin önüne geçen bazı durumlardan şöyle bahsediyor:
“Su kaynaklarını geliştirme politikamız öncelikle oluşmuş olan ihtiyaçların süratle karşılanmasına yönelikti. Bu anlayış tek tek proje bazında uygulamalara yol açtı. Ayrıca su yönetiminde arz yönetimi öne çıktı ve sosyo-politik faktörlerin etkisi ile talebi düzenleyici mekanizmalara yer verilmedi. Yaygın siyasi kadrolaşma sonucu su yönetimi ile sorumlu kurumlarının kimlikleri, hafızaları ve kurumsal doğru karar alma sistemleri erozyona uğradı.”
Yıldız, bu gibi durumların ve su yönetimindeki diğer yasal eksikliklerin tamamlanması için yaklaşık 10 yıl önce başlatılan Su Yasası taslağı hazırlama çalışmalarının ise halen sonuçlanmadığını belirtiyor ve ekliyor:
“Diğer taraftan 2011 yılında kurulan Su Yönetimi Genel Müdürlüğü havza ölçeğinde koruma, su tahsisi, taşkın yönetimi, kuraklık yönetimi gibi birçok strateji ve eylem planlama raporu hazırlamıştır. Ancak uygulamaya geçmemiştir.”
Fotoğraf: DHA
Ulusal Su Yasası: Yetki çatışmaları
Türkiye’nin su ile ilgili mevcut ve gelecek politikalarının belirlenmesi, iyileştirilmesi ve geliştirilmesi için su kullanımı konusunda tasarrufu olan ve su alanında faaliyet göstermekte olan kamu kurum/kuruluşları, özel sektör ve sivil toplum kuruluşları temsilcileri gibi bütün ulusal paydaşlar ile katılımcı ve kapsayıcı bir anlayışla sürdürülen çalışmalar sonucunda meydana getirilmişti.
Dursun Yıldız, 2018-2023 ulusal su planı hakkında “Çok kapsamlı olmasına rağmen kurumsal ve yasal eksiklikler nedeniyle uygulamaya geçirilememiştir” diyor. Söz konusu plan çerçevesinde aşağıdaki eksikliklere odaklanıldığı belirtiliyor:
Çeşitli kurumlarca ayrı ayrı üretilen su politika ve yatırım programları mükerrer uygulamalara ve kaynak israfına neden oluyor.
Tarım ve Orman Bakanlığı ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı arasında yetki çakışmaları bulunuyor.
Su kaynaklarının korunması ile ilgili toplumsal farkındalık yeterli değil
Kurumlar arası koordinasyon zayıf
30 kanun ve ikincil düzenlemeden oluşan su mevzuatı, çok parçalı ve havza yönetimi için yetersiz.
Kalkınma odaklı arazi kullanımı ve kalkınma kararları su kaynaklarının korunmasını zorlaştırıyor.
Sorunların çözümünü sağlayıcı çerçeve bir yasal düzenleme (Su Kanunu) bulunmuyor
“Türkiye’nin su kaynakları geliştirilmesi ve su hizmetleri yönetimi için uygun bir finansman modeline ihtiyaç var” diyen Yıldız, güçlü ve etkin bir kurumsal altyapı ihtiyacına da vurgu yapıyor.
‘Radikal bir düşünce devrimi şart’
“Halen su yönetiminde çok başlı, çok parçalı ve koordinasyon eksikliği içinde bir kurumsal yapı var. Bu durum su yönetimindeki başarısızlığın ana sebeplerinden sayılabilir” diyen Yıldız, su yönetiminde başarı sağlamak için suyu havza ölçeğinde yöneterek ekonomik verimi arttırmak, sosyal eşitliği sağlamak ve çevresel sürdürülebilirliği temin etmek gerektiğini vurguluyor.
Su yönetimi açısından değerlendirmelerde de bulunan Yıldız, “Belirlenen su politikalarının uygulanmasının önünde sosyo-politik etkiler çok olumsuz rol oynuyor. Popülist politikalar su hizmetlerinin kamusal hizmet anlayışıyla sürdürülebilir yönetimini de engelliyor. Su yönetimindeki köklü kurumsal yapıların yenilenerek ihtiyaçlara uygun şekilde kapasitelerinin geliştirilmesi sağlanmadığı için yeterli verim alınamıyor” diyor ve ekliyor:
“Kısaca ekonomik, ekolojik ve sosyal olarak sürdürülebilir bir su yönetimi için radikal bir düşünce devrimi şart.”
Kurumsal Kapasite Geliştirme Eylem Planı
Su Politikaları Derneği Başkanı Dursun Yıldız, halen mevcut kurumlar arasındaki yetki ve sorumluluk alanları konusundaki değişime direnç gösterme, hatta bu alanları genişletme anlayışının var olduğunu ve bunun akılcı bir politika ile ülke gerçeklerine uygun bir şekilde değiştirilmesi gerektiğini belirtiyor.
Yetki ve sorumlulukları net bir şekilde belirlenmiş olan kurumları oluşturmak için bir ‘Kurumsal Kapasite Geliştirme Eylem Planı’nın uygulamaya koyulması gerektiğini belirten Yıldız, bu eylem planının öncelikli amacının oluşturulan kurumsal yapılar arasında, ulusal su planı amaçları doğrultusunda, stratejik amaç ve hedef birlikteliğini sağlamak olması gerektiğini savunuyor.
Son olarak Dursun Yıldız, yönetimsel sorunlara dair görüşlerini şu sözlerle dile getiriyor:
“Bu güne kadar yaşanan yönetimsel problemleri çözmek için öncelikle nehir havzası ölçeğinde etkin uygulama yapacak bir kurumsal yapı oluşturmak gerekecek. Bu yapı tarafından uygulanacak planlar için merkezi, bölgesel ve havza ölçeğindeki planlama karmaşasını ve ilişkisizliğini gidermek de önemli olacak. Ayrıca ekolojik dengeyi gözeten doğa tabanlı çözümlere öncelik vermek, katılımcı yönetimde yer alacak kuruluşların yapısal zaafiyetlerini gidermek, hizmet verimliliğinin arttırılması için dijital teknolojik gelişmelerden faydalanmak da oldukça önemli.”
Okyanusun derinlerinde yaşayan mercanların da tıpkı yüzeye yakın olanların başına geldiği gibi ağardığı ortaya çıktı.
Şimdiye dek suların ısınması nedeniyle sığ sularda bulunan mercanların ağardığı ve derinliklerde olanların iklim değişikliğine daha dirençli olduğu; 30 ila 150 metre derinlikteki mercanların yüzeye yakın resiflere verilen zararı telafi edebileceği umuluyordu. Ancak son araştırma, gezegendeki büyük ölçüde keşfedilmemiş derin deniz mercanlarının benzer, fark edilmeyen ağarma olayları yaşıyor olabileceğini gösteriyor.
Son çalışmada, Hint Okyanusu yüzeyinin 90 metreden fazla altında, rekor derinliklerde de mercan ağarması keşfedildi. Bilim insanları beklenmeyen derinliklerde de bu hayati ekosistemlerde ciddi hasarlar olduğunu, bazı bölgelerde resiflerin yüzde 80’e varan oranda hasar gördüğünü tespit etti.
Hint Okyanusu’nda deniz sıcakları yüzde 30 arttı
Plymouth Üniversitesi Fiziksel Oşinografi Doçenti ve projenin lideri Dr. Phil Hosegood, “Bu açık bir gerçek. Daha derindeki mercanlar geleneksel olarak okyanus ısınmasına karşı dayanıklı olarak görülüyordu, çünkü su altı ortamları yüzeyden daha soğuktu ve daha stabil kabul ediliyordu. Bunun yanlış olduğu kanıtlandı. Sonuç olarak dünya genelinde benzer derinliklerdeki resifler benzer iklim değişimleri nedeniyle tehdit altında olabilir” dedi.
Araştırmacılar ağarmanın Hint Okyanusu’ndaki deniz sıcaklıklarındaki yüzde 30’luk artıştan kaynaklandığını söylüyor.
2019’da bilim insanları, okyanus yüzeyinin altındaki mercanların sağlığını değerlendirmek için su altı robotlarına bağlı kameraları kullanmış; elde edilen görüntüler bu derinliklerde beyazlamanın ilk işaretlerini ortaya çıkarmıştı.
Beklenmedik şekilde son çalışmanın yapıldığı bölgede, sığ sularda ise aynı resif hasarı tespit edilemedi. Uzmanlar, bu durumun resiflerin kırılganlığındaki keskin zıtlığı vurguladığını söylüyor.
Araştırma sırasında okyanus koşullarını ve sıcaklıklarını izleyen uydulardan alınan verilere ek olarak çok çeşitli veriler toplandı. Analiz, bu dönemde yüzey okyanus sıcaklıklarının nispeten sabit kaldığını, ancak yüzeyin altındaki sıcaklıkların 22°C’den 29°C’ye önemli ölçüde arttığını ortaya çıkardı. Bilim insanları, sıcaklığın derinliğe göre hızla değiştiği okyanusun bir katmanı olan termoklin tabakasının giderek derinleştiğini söylüyor.
Derinliklerde ağarma artacak
Araştırmanın baş yazarı Clara Diaz, “Bulgularımız, bu ağarmanın termoklinin derinleşmesinden kaynaklandığını açıkça gösteriyor” diyor vebunun Hint Okyanusu’ndaki El Nino benzeri iklim değişikliği nedeniyle yoğunlaşan iklim düzenlerinden kaynaklandığını belirtiyor: “Sonuç olarak, hem bu bölgede hem de başka yerlerde okyanusun derinliklerindeki ağarma muhtemelen daha sık hale gelecektir.”
Araştırmanın ortak yazarı Dr. Nicola Foster ise bulguların bu mercan ekosistemlerinin “hassasiyetini vurguladığını” ve “iklim değişikliğinin okyanusumuzun her köşesindeki geniş kapsamlı etkilerine dair yeni kanıtlar sunduğunu” ekliyor.
Bilim insanları 2020 ve 2022’de ziyaret ettikleri resifin bazı kısımları iyileşmiş gibi görünse de derin okyanustaki mercanları takip etmek için daha ayrıntılı izlemenin gerekli olduğunu söylüyor.
Bölgenin oşinografisinin, iklim değişikliğiyle daha da kötüleşen, doğal olarak oluşan döngülerden etkilendiğini kaydeden Dr. Hosegood, şu anda bölgenin El Niño ve Hint Okyanusu Dipolü‘nün birleşik etkisi nedeniyle daha şiddetli olmasa da benzer sonuçlarla boğuştuğuna dikkat çekiyor:
“Termoklinin derinleşmesini engelleyemesek de, büyük ölçüde keşfedilmemiş bu ortamlarda bu değişimin sonuçlarına ilişkin bilgimizi genişletebileceğimizi umuyoruz. Bu, küresel değişimin hızlı temposu göz önüne alındığında, hiç bu kadar zorunlu olmamıştı.”
Geçtiğimiz ay düzenlenerek iklim çözümlerinin tartışılması ve karbonsuzlaşma yolunda ilerleme kaydedilmesi için kurumsal liderler, politika yapıcılar ve bilim insanlarını bir araya getiren New York İklim Haftası (Climate Week NYC), ormanların büyük bir iş alanı haline geldiğine dikkati çekti.
Şirketlerin karbon emisyonlarını telafi etmek için doğaya dayalı karbon dengeleme (offsetting) satın aldığı hızla büyüyen gönüllü karbon piyasası, 2021 yılında 2 milyar dolar değerindeydi. Bu rakam 2030 yılına kadar 40 milyar dolara ulaşabilir.
Şirketler, piyasa mekanizmalarını kullanarak, Yerli toplulukların üstün koruma uygulamalarını tanıyarak ve ormansızlaşmayı önlemek adına onlara ödeme yaparak karbondioksit emisyonlarını telafi ettiklerini bildiriyor.
Karbon kredisi ya da karbon dengeleme denilen bu mekanizma aynı zamanda 2030 yılına kadar Paris İklim Anlaşmasının hedeflerine ulaşmak için gerekli emisyon azaltımının üçte birinden fazlasına katkıda bulunabilecek doğal karbon yutak alanları olan ormanların önemini de vurguluyor.
Ancak Project Sydicate‘ın aktardığına göreKolombiya Amazonları‘ndaki kabileler gibi Yerli topluluklar için karbon tüccarlarının gelişi, sorunlu bir tarihin başlangıcı oldu; insanlar şüpheli anlaşmalar, toprak gaspları ve tartışmalı bölgelerde şiddetli tahliyelerle karşı karşıya kaldı. Ortak deneyimler gösteriyor ki, dünyanın en büyük şirketleri net sıfır emisyona ulaşmak için orman bazlı emisyon dengelemelere giderek daha fazla bel bağlarken, Latin Amerika ve Afrika‘da genişlemeye başlayan bu pazarın güvenilirliği hakkında ciddi sorular baş gösteriyor.
Fotoğraf: Brian Inganga / AP
Karbon dengeleme programlarında yeşil aklama
Ortada düzensiz ve şeffaf olmayan bir karbon dengeleme piyasası var. Berkeley Karbon Ticareti Projesi tarafından yapılan son araştırmalar, dünyanın önde gelen karbon kredilendirme programı Verra‘nın, proje geliştiricilerine, alabilecekleri kredi miktarını en üst düzeye çıkarmak için metodolojik yaklaşımları seçme özgürlüğü verdiğini gösteriyor. Bu durum, vaat edilenden çok daha az karbon yutan ya da hiç yutmayan dengeleme programlarıyla sonuçlanıyor.
Gerçek karbon azaltımı ortaya koyan projeler bile tartışmasız sayılmaz. Disney‘in 2012-2020 yılları arasındaki karbon dengelemesinin yüzde 40’ını oluşturan Peru Amazonu‘ndaki Alto Mayo, ormansızlaşmanın bir kısmını başarılı bir şekilde durdurdu. Ancak bunu ormanda yaşayan toplulukları zor kullanarak tahliye ettirmek suretiyle yaptı.
Ayrıca birçok dengeleme programı yakaladıkları karbon miktarını abartarak yeşil aklama yapıyor. TheGuardian, DieZeit ve kâr amacı gütmeyen bir araştırmacı gazetecilik kuruluşu olan SourceMaterialtarafından yapılan bir araştırma, Verra’nın yağmur ormanı dengeleme kredilerinin yüzde 94’ünün iklim değişikliğine hiçbir fayda sağlamadığını ortaya koydu.
Kolombiya Amazon Yerli Halkları Örgütü‘nde Baş Savunuculuk Stratejisti Mateo Estrada’ya göre iyi bir fikrin bu kadar yanlış bir şekilde hayata geçirilmesinin suçlusu büyük ölçüde düzenlemelerin zayıflığı. Genellikle “karbon kovboyları” olarak adlandırılan karbon kredisi satıcıları, Latin Amerika ve Afrika’daki Yerli toplulukları hedef alıp onları ormanlarındaki karbon üzerindeki haklarını devretmeleri için tatlı dille ikna ediyorlar. Sözleşmeler genellikle 100 yıllık geri dönülemez taahhütler ve karbon kredilerinden elde edilen gelirin yarısını satıcılara veren ağır maddeler içeriyor.
TotalEnergies, Kongo‘da bir ağaçlandırma planı için çiftçilerin arazilerine el koyduğunda, bazılarına hektar başına yaklaşık 1 dolar, bazılarına ise hiçbir şey ödemedi; kadın çiftçiler kamyonlu erkekler tarafından tarlalarından kovulduklarını bildirdiler. Çiftçilerin imzaladıkları belgede her türlü ödeme “sembolik” olarak tanımlanıyordu.
Fotoğraf: Christophe van der Perre / Reuters
Yerli halkın ihtiyaçları dikkate alınmıyor
Karbon dengeleme projeleri genellikle Yerli halkın geleneksel arazi hakları konusunda titizlik, hassasiyet ve bilgi gerektiren karmaşık arazi hakları sorunlarının bulunduğu bölgelerde yürütülüyor. Ancak hızın çok önemli olduğu “Vahşi Batı” karbon piyasasında, anlaşmalar tarih, kültür veya haklar pek dikkate alınmadan yapılıyor.
Orman bazlı karbon kredilerine yönelik kurumsal iştah da artmaya devam ediyor. İşletmeler net sıfır hedeflerine ulaşma konusunda yoğun baskı altında kaldıkça, karbon dengeleme satın almak kendi emisyonlarını azaltmaktan çok daha kolay ve uygun hale geliyor. Bu doymak bilmez talep, düzensiz ve gevşek bir şekilde düzenlenen bir piyasa ile bir araya geldiğinde, iklim üzerindeki etkisine bakmaksızın gerekli olan her yolla kredi yaratılıyor.
Bu yılın başlarında Guyana açıklarında petrol arama imtiyazı alan Hess Corporation, ülkeden 750 milyon dolar değerinde orman bazlı karbon kredisi satın aldı. Ancak Yerli halklar yüzyıllardır bu ormanlara sahip çıkıyor ve ormansızlaşma tehdidi çok düşük. Aslında proje, ülkede çok daha yüksek bir ormansızlaşma seviyesine yol açıyor. Aktivistler, özellikle Güney Amerika‘nın en yeni petrol üreticisi ülkesinde abartılı emisyon azaltma iddialarının yol açtığı iklim hasarına işaret ederken, bazı Yerli topluluklar yetkililerin kendilerine ait olmayan şeyleri sattığını söylüyor.
Mevcut sistem Yerli halkları değişken dengeleme fiyatları, maden çıkarma komisyoncuları ve insan haklarını hiçe sayan piyasalarla mücadele etmek zorunda bırakıyor. Birleşmiş Milletler tarafından geliştirilmekte olan ve diğer tüm standartlar için tehlikeli bir emsal teşkil edebilecek karbon piyasalarına yönelik düzenleyici çerçeve bile henüz insan haklarını gerektiği şekilde dikkate almıyor.
Ne yapılmalı?
Mevcut haliyle gönüllü karbon piyasası eksikliklerle dolu ve bu şirketlerin iklim üzerindeki etkilerini arttıran ve yerel toplulukları sömüren orman koruma planlarına yol açıyor.
Gönüllü karbon piyasasının güvenilirliğini yeniden tesis etmek için reformlara aşamalı bir yaklaşım yeterli değil.
Orman koruma planları için finansman sıkı bir şekilde düzenlenmeli, bilime dayanmalı ve şirketlerin kolay karbon dengeleme taleplerine karşı dayanıklı olmalı.
İklim Adaleti Koalisyonu ve Ekoloji Birliği‘nin Muğla’daki termik santraller hakkında Mahkemece verilen kapatma kararının uygulanması talebiyle çıktığı kervan Akbelen’de son buldu.
20 Ekim’de Datça’dan yola çıkan ve arasında Karadam Karacahisar Mahalleleri Doğayı Doğal Hayatı Koruma Güzelleştirme ve Dayanışma Derneği, Muğla Çevre Platformu, İklim Adaleti Koalisyonu ve Ekoloji Birliği‘nden üyelerin bulunduğu kervanın yolcuları son günde, Yeniköy Termik Santrali‘ önünden seslendi.
“Adalet istiyoruz! Çünkü bu bölgenin halkı yıllardır üç tane termik santral işletilsin, onlara kömür sağlansın diye çok büyük bedeller ödüyor: Köylerimiz, ormanlarımız, zeytinliklerimiz, tarım alanlarımız, toprağımız, havamız, suyumuz yok ediliyor, kirletiliyor” ifadelerinin kullanıldığı açıklamada şunlar aktarıldı:
“1996’da Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy termik santralleri için çevreye verdikleri zarar nedeni ile mahkeme kapatma kararı vermiş, ancak bu karar o zamandan beri hala uygulanmıyor, bu santraller bölgeye ölüm saçmaya devam ediyor. Anayasal hukuk devletinde yargı kararını uygulamamak olur mu? Adalet kervanımızın bu son gününde artık bu kararı uygulayın, bu zulüm bitsin diye bir kez daha haykırıyoruz.
Yargı kararının uygulanmadığını ilk kez duyanlar kendilerine şöyle sorabilirler: Bu nasıl bir vidansızlık? Bu nasıl bir hukuksuzluk? Devlet, vali, kaymakam, kolluk kuvvetleri, yok mu bu ülkede yasaların uygulanmasını sağlayacak kurumlar? Bu insanlara kimse sahip çıkmaz mı?”
Kapatma kararının uygulanması halinde Akbelen ormanının kesilmeyeceğini hatırlatan aktivistler, Akbelen ormanını koruma mücadelesi sürecinde kaymakamın, valinin, kolluk kuvvetinin, kısaca devletin tüm kurumları ile var olduğunu gördüklerini belirterek şu soruyu sordu:
“Var ama kimin için?”
Kervanın son gününde termik santral önünden yapılan açıklamada şunlar aktarıldı:
“Yaşam haklarını savunan yurttaşlar olarak anladık ki bu santralleri çalıştıran şirketler tüm bu kurumları, mahkemeleri yanına almış. Yürütmesi, yargısı, yasaması halka bu zulmü yaşatmak üzere bir olmuş. Bir hukuk devletinde yaşadığımız yanılgısı ile haklarımızı savunmak üzere başvurduğumuz bu kurumların yetkililerine sanki denilmiş ki, bundan sonra göreviniz bu şirketlerin çıkarlarını korumak. Bunun için her türlü gücü, her türlü devlet imkanını kullanabilirsiniz. Yasaymış, insan hakkıymış, uluslararası sözleşmelermiş, iklim kriziymiş, hiçbirine aldırmayın, devlet sizin arkanızda.
Sanki onlara demişler ki, biz devlet olarak şirket sahipleri ile anlaştık, size karşı duran köylüleri, yaşam savunucularını ezin geçin, gözlerinin yaşına bakmayın. Tam böyle bir süreç yaşadık ve hala yaşamaya devam ediyoruz. Kervan yolda iken Bodrum‘a su veren barajların kapatıldığı haberi geldi. Barajlarda su bitmişti ve Bodrumlular susuz kalmıştı. Neden bitmişti su? Çünkü insanların yaşam hakkı olan on milyonlarca ton su, barajlardan termik santrallerin türbinlerini soğutmak üzere hiçbir ücret talep edilmeden şirketlere verilmişti.”
Önünde açıklama yapılan Yeniköy Termik Santrali’nin tek başına yılda bedavadan aldığı 14 milyon ton içilecek kalitedeki suyu tek başına tükettiğine dikkat çeken aktivistler, santralin işi bittikten sonra da atıklarıyla zehirlediği suyu doğaya bıraktığını hatırlattı.
‘Kömürün alternatifi var, suyun alternatifi yok!’
“Halkın ne yiyip ne içeceği, hastalıktan ölüyor olması onların umurunda değil. Onların tek derdi ceplerini doldurmak. Diyorlar ki enerji üretiyoruz, enerjisiz yaşam olur mu? Bu kocaman bir aldatmaca” denilen açıklamanın devamında ise şunlar aktarıldı:
“Yol boyunca da hep bunu anlattık, bu üç santralin ürettiği enerji ülkenin kurulu enerji üretim kapasitesinin yalnızca yüzde 1,6’sına, üretilen elektriğin ise yüzde 3,3’üne karşılık geliyor. Diğer yandan ülkede kurulu enerji üretim kapasitesi şu anda üretilen elektriğin iki katı. Yani bırakın Muğla’dakileri, ülkedeki tüm termik santraller kapatılsa ülke elektriksiz kalmaz. Bu santrallere kömür sağlamak için açılan bu ölüm çukurlarına, yok edilen ormanlara, tarım alanlarına, su kaynaklarına değer mi?
Üstelik iklim krizinin yol açtığı felaketlerle baş etmeye çalışırken, Paris İklim Anlaşmasına imza atmış bir ülke olarak zaten bunları kapatmak için eylem planları yapmak gerekiyorken? Çok iyi biliyoruz ki; kömürün alternatifi var, suyun alternatifi yok!”
Ek olarak iklim adaleti kervanının yolcuları yetkililere şöyle seslendi:
“Muğla’ya yaşattığınız bu zulüm, bu adaletsizlik yeter! Mahkeme kararlarını geciktirmeden derhal uygulayın ve bu ölüm makinelerini susturun, bu ölüm çukurlarını kapatın! Yapmak zorundasınız bunu, çünkü anayasada öyle yazıyor, burası bir hukuk devleti! Eğer yurttaşlarınızın bu haykırışını duymazdan gelerek bildiğinizi okumaya devam ederseniz, bu tüm dünyaya açıkça bu ülkenin bir hukuk devleti olmadığının ilanı olacaktır. Yani bu topraklar üzerinde hiçbir yurttaşın hiç bir yasal güvencesinin olmadığı anlamına gelecektir. Gelin bu yanlıştan bir an önce dönün, bizleri dünyada hukukun işlemediği ülkeler arasında sayılma utancına mahkum etmekten vaz geçin. Bu güzel ülkenin insanlarına bu utancı yaşatmaya hakkınız yok.”
‘En çok siz ölüyorsunuz’
Söz konusu santrallerde çalışanlara yönelik olarak ise şu ifadeler dile getirildi:
“Bu santrallerin kapatılmasını talep eden bizler, vicdansız sendikanızın, patronlarınızın dediği gibi emeğinize düşman değiliz. Aksine, sizlerin insanca yaşama hakkını, insanca koşullarda çalışma hakkınızı savunuyoruz. Çünkü biliyoruz ki, bu yaşam düşmanı iş yerlerinde çalışırken en çok siz hasta oluyor, en çok siz ölüyorsunuz.
Bizleri berbat yaşamlara mahkum etmek onların umurunda olmadığı gibi sizlerin yaşamları da umurlarında değil. Diyoruz ki; devlet her yıl bu şirketlerin patronlarına kapasite teşviki adı altında devasa kamu kaynaklarını transfer etmekten vazgeçsin. Bu santraller ve kömür ocakları kapatılsın, patronların cebine aktarılan kamu kaynakları sizlere sağlıklı yaşama ve çalışma koşullarında iş imkanları yaratmak için harcansın. Gelin bu onurlu yaşam kurma mücadelesini hep birlikte verelim.
Şunu bilmenizi istiyoruz ki; sizleri mağdur ederek daha iyi bir yaşam kurmayı öngören hiçbir talebimiz yoktur. Bu topraklar hepimizi beslemeye, doyurmaya yeter. Kendi topraklarımızda, ölüm çukurlarının, ölüm saçan santrallerin dibinde, bir sömürge devletinin köleleri gibi yaşamaya mahkum değiliz. Yaşasın hayat!”
İnsan kaynaklı iklim değişikliğinin sonuçlarından olumsuz etkilenen giderek artan sayıda hasta görmeleri nedeniyle sağlık çalışanları, uluslararası hükümetlerden acilen fosil yakıtlardan vazgeçmelerini ve yenilenebilir enerjiye hız vermelerini talep ediyor.
Dünya çapında 3 milyondan fazla sağlık çalışanını temsil eden dünyanın önde gelen aile hekimleri ve sağlık kuruluşları 28 Ekim’de toplumların sağlığını korumak için iklim değişikliğine karşı acil eylem çağrısında bulunan açık bir mektup yayımladı.
Mektupta “Bizler dünyanın aile hekimleri, doktorları ve sağlık çalışanları olarak dünya liderlerini küresel nüfusun sağlığını iklim krizinden korumak için acilen harekete geçmeye çağırıyoruz” ifadeleri yer alıyor.
The Guardian‘ın aktardığına göre aralarında Avustralya‘nın pratisyen hekimlik ve kırsal tıp alanındaki en üst kuruluşunun da bulunduğu 39 sağlık kuruluşu, iklim değişikliğinin insan sağlığı üzerindeki yaygın etkilerini hastalarında şimdiden gördüklerini söylüyor.
Doktorların açıklamasında şu ifadeler öne çıkıyor:
Biz ön saflarda yer alan sağlık çalışanları olarak, iklim krizinin tetiklediği sağlık acil durumlarıyla giderek daha fazla karşı karşıya kalıyoruz. Ancak giderek artan zarar ve acılar karşısında yeni fosil yakıt kaynakları geliştirilmeye ve sera gazı emisyonları artmaya devam ediyor.”
Fotoğraf: Bill Metcalfe
‘En ufak bir şansımızın olması için…’
İmzacılar arasında Kanada, Hindistan, Avrupa, Pasifik ülkeleri ve Birleşik Krallık‘tan sağlık kuruluşları yer alıyor. Kuruluşlar, tüm hükümetlerden yeni fosil yakıt altyapısı ve üretiminin genişletilmesine son verilmesi, mevcut yakıtların aşamalı olarak kullanımdan kaldırılması, fosil yakıt endüstrisine sağlanan sübvansiyonlara son verilmesi ve yenilenebilir enerjiye yatırım yapılmasını talep ediyor.
Mektupta, “Isınmayı 1,5°C ile sınırlama ve iklim kaynaklı sağlık acil durumlarının tırmanmasını durdurmada en ufak bir şansımızın olması için fosil yakıtlardaki artışa son vermeliyiz” deniyor.
Avustralya’nın pratisyen hekimlerin en üst kuruluşunun başkanı Nicole Higgins, hem kendi ülkesi hem de dünyanın iklim değişikliğinin sağlık üzerindeki etkilerine karşı hazırlıklı olması gerektiğini söylüyor.
Higgins, “Avustralya, Kara Cumartesi‘den bu yana en kötü orman yangını sezonlarından birine hazırlanırken, bu yeni ‘normalimizin’ neye benzediğini bir kez daha hatırlatıyor” diye konuştu.
Dünya Sağlık Örgütü‘nün (WHO) çevre, iklim değişikliği ve sağlık direktörü Maria Neira, hava kirliliğinin her yıl yedi milyondan fazla erken ölüme neden olduğuna dikkati çekti.
Neira, “İklim değişikliği 21’inci yüzyılın potansiyel olarak en büyük sağlık sorunu olarak tanımlanmıştır” diye ekledi.
Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ) 7 Ekim’den 29 Ekim’e kadar geçen süreçte İsrail–Filistin savaşında en az 29 gazetecinin hayatını kaybettiğini açıkladı.
Hamas’ın İsrail’de düzenlediği saldırı ve ardından İsrail’in Gazze’ye yönelik bombardımanı ve kara saldırılarında hayatını kaybeden 9 bin kişiden en az 29’unun gazeteci olduğu bildirildi. Komiteye göre hayatını kaybeden 24 gazeteci Filistinli, dört gazeteci İsrailli ve bir gazeteci de Lübnanlıydı.
‘İletişim kesintisi haber kesintisi anlamına gelir’
CPJ, Gazze’de yaşandığı belirtilen iletişim kesintilerinden ise büyük endişe duyduğunu bildirdi. “İletişim kesintisi haber kesintisi anlamına gelir” denilen açıklamada Gazetecileri Koruma Komitesi, bu durumun propaganda, dezenformasyon ve yanlış bilgilendirme ile yeri doldurulabilecek bağımsız ve gerçeklere dayalı bilgi boşluğu ile beraber ciddi sonuçlara yol açabileceğine dikkat çekti.
CPJ ayrıca geçtiğimiz üç haftanın, CPJ’nin kayıtlara başladığı 1992’den bu yana çatışmaları takip eden gazeteciler için en ölümcül dönem olduğunu bildirdi.
Komite söz konusu ölümcül bilançonun, Batı Şeria ve İsrail’i de içeren bölgelerde haberciliğe yönelik taciz, gözaltı ve çeşitli engellemelerle birleştiğini aktardı.
Gazetecilerin haber toplama ve tanıkların ifadelerine ulaşma olanaklarının giderek kısıtlandığına dikkat çeken CPJ, kamuoyunun bu çatışmada neler olup bittiğini bilme ve anlama olanağının ciddi şekilde tehlikeye girdiğini ve bunun dünya çapında sonuçlarının olmasının da muhtemel olacağını belirtti.
Öldürülen gazeteciler
Duaa Sharaf
Anadolu Ajansı ve Middle East Monitor’un haberine göre Hamas’a bağlı El Aksa Radyosu’nda sunuculuk yapan Filistinli gazeteci Sharaf, Gazze’nin Yermuk mahallesindeki evine düzenlenen hava saldırısında çocuğuyla birlikte hayatını kaybetti.
Duaa Sharaf – Kaynak: BBC
Saed Al-Halabi
Filistin Gazeteciler Sendikası, Filistinli basın özgürlüğü grubu MADA ve Al-Jazeera-Filistin’e göre Hamas’a bağlı El Aksa TV’de gazetecilik yapan El Halebi, İsrail’in Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki Jabalia mülteci kampına düzenlediği hava saldırısında öldürüldü.
Ahmed Abu Mhadi
Filistinli Gazeteciler Sendikası ve Youm7’ye göre, Hamas’a bağlı El Aksa TV’de gazetecilik yapan Mhadi, İsrail’in Gazze Şeridi’nde düzenlediği bir hava saldırısında öldürüldü.
Salma Mkhaimer
Filistinli Gazeteciler Sendikası ve bağımsız Mısır internet gazetesi Mada Masr’a göre serbest gazeteci Mkhaimer, İsrail’in Gazze Şeridi’nin güneyindeki Rafah kentinde düzenlediği hava saldırısında çocuğuyla birlikte hayatını kaybetti.
Salma Mkheimer – Kaynak: BBC
Mohammed Imad Labad
RT Arabic ve Filistin Yönetimi’nin resmi haber ajansı WAFA’ya göre Al Resalah haber sitesinden gazeteci Labad, İsrail’in Gazze’nin Şeyh Radvan mahallesine düzenlediği hava saldırısında öldürüldü.
Roshdi Sarraj
Filistin Yönetimi’nin resmi haber ajansı WAFA ve Sky News’e göre, gazeteci ve profesyonel medya hizmetleri konusunda uzmanlaşmış Filistinli bir şirket olan Ain Media’nın kurucu ortağı olan Sarraj, İsrail’in Gazze Şeridi’nde düzenlediği bir hava saldırısında öldürüldü.
Roshdi Sarraj – Kaynak: BBC
Roee Idan
The Times of Israel ve Uluslararası Gazeteciler Federasyonu’na göre, 20 Ekim 2023 tarihinde İsrailli gazeteci Idan’ın cesedinin bulunmasının ardından öldüğü açıklandı. 7 Ekim 2023’te İsrail gazetesi Ynet’te fotoğrafçı olarak çalışan Idan’ın kayıp olduğu, eşi ve kızının ise öldürüldüğü bildirilmişti. CPJ, Idan’ın ailesinin saldırıya uğradığı gün çalışmakta olduğunu doğruladı.
Muhammed Ali
Filistinli Gazeteciler Sendikası ve Kahire merkezli Al-Dostor gazetesine göre, Al-Shabab Radio’dan (Gençlik Radyosu) bir gazeteci olan Ali, İsrail’in Gazze Şeridi’nin kuzeyinde düzenlediği bir hava saldırısında öldürüldü.
Khalil Abu Aathra
Filistinli Gazeteciler Sendikası ve Amman merkezli haber kuruluşu Roya News’in bildirdiğine göre, Hamas’a bağlı El Aksa TV’nin kameraman Abu Atra, İsrail’in Gazze Şeridi’nin güneyindeki Rafah’ta düzenlediği hava saldırısında kardeşiyle birlikte öldürüldü.
Khalil Abu Aathra – Kaynak: BBC
Sameeh Al-Nady
Filistin Gazeteciler Sendikası ve Filistin basın ajansı Safa’ya göre, Hamas’a bağlı El Aksa TV’nin yöneticisi ve gazeteci El Nady, İsrail’in Gazze Şeridi’nde düzenlediği bir hava saldırısında öldürüldü.
Mohammad Balousha
Anadolu Ajansı ve The Guardian’ın haberine göre, gazeteci ve Gazze’deki yerel medya kanalı “Palestine Today” ofisinin idari ve mali müdürü olan Balousha, İsrail’in Gazze’nin kuzeyindeki Al-Saftawi mahallesine düzenlediği hava saldırısında öldürüldü.
Issam Bhar
TRT Arabia ve Kahire merkezli Arapça gazete Shorouk News’e göre, Hamas’a bağlı El Aksa TV’de gazetecilik yapan Bhar, İsrail’in Gazze Şeridi’nin kuzeyinde düzenlediği hava saldırısında öldürüldü.
Abdulhadi Habib
Filistinli Gazeteciler Sendikası ve Filistin topraklarında yaşayan Filistinliler tarafından yönetilen bağımsız haber kuruluşu Uluslararası Middle East Media Center’a göre, Al-Manara Haber Ajansı ve HQ Haber Ajansı için çalışan gazeteci Habib, Gazze Şehri’nin güneyindeki Zeitoun mahallesi yakınlarındaki evini hedef alan bir füze saldırısında birkaç aile üyesiyle birlikte öldürüldü.
Yousef Maher Dawas
Palestine Chronicle’a katkıda bulunan ve Filistinli gençlerin öncülüğündeki kâr amacı gütmeyen bir proje olan We Are Not Numbers’ın (WANN) yazarlarından olan Dawas, WANN ve Palestine Chronicle’a göre, Gazze Şeridi’nde Jabalia’nın kuzeyinde yer alan Beit Lahia kasabasında ailesinin evine düzenlenen İsrail füze saldırısında öldürüldü.
Yousef Maher Dawas – Kaynak: BBC
Salam Mema
Serbest gazeteci olan Mema’nın ölümü bu tarihte (13 Ekim 2023) teyit edildi. Mema, Filistinli gazeteciler için medya çalışmalarını geliştirmeyi amaçlayan bir kuruluş olan Filistin Medya Meclisi’nde Kadın Gazeteciler Komitesi başkanlığı görevini yürütüyordu. Filistin Gazeteciler Sendikası ve Filistin Yönetimi’nin resmi haber ajansı WAFA’ya göre Mema’nın cesedi, Gazze Şeridi’nin kuzeyinde yer alan Jabalia kampındaki evinin 10 Ekim’de İsrail hava saldırısıyla vurulmasından üç gün sonra enkazdan çıkarıldı.
Husam Mubarek
Skeyes Medya ve Kültürel Özgürlük Merkezi ve Filistinli Gazeteciler Sendikası’na göre, Hamas’a bağlı El Aksa Radyosu’nda gazetecilik yapan Mübarek, İsrail’in Gazze Şeridi’nin kuzeyinde düzenlediği bir hava saldırısında öldürüldü.
Issam Abdallah
Reuters haber ajansı için Beyrut’ta videografikerlik yapan Abdallah, Lübnan sınırı yakınlarında İsrail tarafından düzenlenen bir bombardıman sırasında öldürüldü. Abdallah ve bir grup diğer gazeteci Lübnan’ın güneyindeki Alma Al-Shaab yakınlarında İsrail güçleri ile Lübnan’ın militan Hizbullah grubu arasındaki karşılıklı bombardımanı takip ediyordu.
Issam Abdallah – Kaynak: Reuters
Ahmed Shehab
Filistinli Gazeteciler Sendikası ve Londra merkezli haber sitesi The New Arab’a göre, Sowt Al-Asra Radyosu (Mahkûmların Sesi Radyosu) muhabiri Shehab, Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki Jabalia’da bulunan evini vuran İsrail hava saldırısında eşi ve üç çocuğuyla birlikte hayatını kaybetti.
Mohamed Fayez Abu Matar
Filistin Gazeteciler Sendikası ve Filistin Yönetimi’nin resmi haber ajansı WAFA’ya göre, serbest foto muhabiri Abu Matar, İsrail’in Gazze Şeridi’nin güneyindeki Rafah kentinde düzenlediği hava saldırısında öldürüldü.
Saeed al-Taweel
İngiltere merkezli The Independent gazetesi, Katar’ın sahip olduğu İngilizce haber kanalı Al Jazeera English ve WAFA’ya göre, Al-Khamsa News internet sitesinin genel yayın yönetmeni Al-Taweel, İsrail savaş uçaklarının Gazze’nin batısındaki Rimal bölgesinde çeşitli medya kuruluşlarının bulunduğu bir bölgeyi vurması sonucu hayatını kaybetti.
Mohammed Sobh
Haberlere göre “Khabar” Haber Ajansı fotoğrafçısı Sobh da Rimal bölgesindeki hava saldırısında hayatını kaybetti.
Hisham Alnwajha
“Khabar” Haber Ajansı’nda gazeteci olarak çalışan Alnwajha’nın da Al-Taweel ve Sobh’un hayatını kaybettiği aynı bombalı saldırıda öldüğü bildirildi.
Assaad Shamlakh
Beyrut merkezli kâr amacı gütmeyen araştırma ve savunma kuruluşu The Legal Agenda (LA) ve BBC Arapça’ya göre, serbest gazeteci Shamlakh, İsrail’in Gazze Şeridi’nin güneyindeki Sheikh Ijlin mahallesinde bulunan evlerine düzenlediği hava saldırısında ailesinin dokuz üyesiyle birlikte öldürüldü.
Shai Regev
İbranice yayınlanan günlük Ma’ariv gazetesinin dedikodu ve eğlence haberleri bölümü TMI’da editör olarak görev yapan Regev, Hamas’ın İsrail’e yönelik bir saldırısı sırasında öldürüldü. Maariv ve The Times of Israel’in haberine göre Shai Regev’in ölümünün teyidi, altı gündür kayıp olduğu bildirildikten sonra ailesine yapılan açıklamayla geldi.
Ayelet Arnin
İsrail Yayın Kurumu Kan’da haber editörü olarak çalışan 22 yaşındaki Arnin, İsrail’in güneyinde Hamas’ın düzenlediği bir saldırı sırasında öldürüldü. The Times of Israel ve Yahoo’ya göre Arnin’in öldürüldüğü bir arkadaşı tarafından ailesine bildirildi.
Ayelet Arnin – Kaynak: BBC
Yaniv Zohar
İsrail’in İbranice yayın yapan günlük gazetesi Israel Hayom için çalışan İsrailli fotoğrafçı Zohar, İsrail’in güneyindeki Kibbutz Nahal Oz’a düzenlenen Hamas saldırısında öldürüldü. Israel Hayom ve Israel National News, saldırıda eşi ve iki kızının da öldüğünü bildirdi. Israel Hayom genel yayın yönetmeni Omer Lachmanovitch CPJ’ye Zohar’ın o gün çalıştığını söyledi.
Yaniv Zohar – Kaynak: BBC
Mohammad Al-Salhi
Wafa ve Orta Doğu’da medya haklarını savunan Gazeteci Destek Komitesi’ne (JSC) göre, Fourth Authority haber ajansı için çalışan foto muhabiri Al-Salhi, Gazze Şeridi’nin orta kesimindeki bir Filistin mülteci kampı yakınlarında vurularak öldürüldü.
Mohammad Jarghoun
BBC ve UNESCO’ya göre Smart Media’da çalışan gazeteci Jarghoun, Gazze Şeridi’nin güneyindeki Rafah kentinin doğusunda yer alan bir bölgede çatışmalarla ilgili haber yaparken vuruldu.
İbrahim Mohammad Lafi
MADA ve JSC’ye göre Ain Media’da fotoğrafçı olarak çalışan Lafi, Gazze Şeridi’nin İsrail’e açılan Erez Sınır Kapısı’nda vurularak öldürüldü.
Edirne‘de Uzunköprü Belediyesi tarafından Ergene Nehri için yaptırılan su analizlerinde nehir suyunun mayıs ayında yapılan ölçümlere göre daha çok kirlendiği ve çevresel kriterlerin üzerinde kirli olduğu ortaya çıktı.
Yıldız Dağları‘ndan doğup, 283 kilometre yol katederek Meriç Nehri ile birleştikten sonra Ege Denizi‘ne dökülen Ergene Nehri, kimyasal ve evsel atıklar nedeniyle yıllardır kirli akıyor.
Uzunköprü Belediyesi, Ergene Nehri’nin belirli noktalarından su aldırıp analiz yaptırdı. Mayıs ayında yapılan ölçümlerde 3’üncü derece kirli çıkan Ergene Nehrinin eylül ayı sonundaki analizde kirlilik derecesinin 4’üncü dereceye çıkarak en kirli su seviyesine ilerlediği görüldü.
‘Önceki analizlerde düzelme vardı’
Raporu inceleyen Namık Kemal Üniversitesi Çorlu Mühendislik Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Lokman Hakan Tecer, bölge için önemli olan nehrin yerleşim yerleri ile endüstriyel bölgeden etkilendiğini söyledi.
DHA‘nın aktardığına göre Prof. Tecer, “Kimyasal oksijen ihtiyacı, azot, fosfor yükleri açısından nehrin o bölgesinde kirliliğin arttığını, kıta arası su kalitesi yönetmeliğine göre de 4’üncü sınıf su kalitesine düştüğü, yani en kirli su kalitesine düştüğünü görüyoruz” dedi.
Geçen dönem yapılan analize göre nehir suyunun Uzunköprü kesiminde kirliliğin arttığına dikkati çeken Tecer, “Bundan önceki analizlerde bir düzelme vardı. Özellikle mevsimsel olarak bir önceki analizleri değerlendirdiğimizde 2’nci sınıfa kadar iyileşmişti ama burada bir kalitede bozulmanın meydana geldiğini görüyoruz” diye konuştu.
Görsel: DHA
Özellikle azot, fosfor ve kimyasal oksijen ihtiyacının arttığının görüldüğünü ifade eden Tecer, rapordaki verileri değerlendirerek şunları söyledi:
“70 olması gereken değer kimyasal oksijen ihtiyacında 99 miligrama kadar çıkmış. Bu mevsim olarak bu bölgedeki atıkların o dereye ulaşmış olabileceğini veya evsel ve atık suların buraya karışmış olabileceğini gösteriyor. Takip edilmesi bu açıdan önemli.”
Tecer, 2’nci sınıftan 4’ncü sınıf su kalitesine düşüşün mevsimsel bir değişim olarak görülebileceğini ekledi.
‘Tarım ve kanalizasyon deşarjlarından kaynaklı’
Prof. Dr. Tecer, yüksek kirlilik seviyesine rağmen Ergene Nehri’nde ağır metal kirliliğinin olmamasının sevindirici olduğunu kaydederek “Bakır, çinko, demir, kadmiyum, krom gibi ağır metal konsantrasyonlarının sınır değerlerinin altında olduğunu görüyoruz. Bu en azından böyle bir endüstriyel kirlenmenin olmadığı sonucu çıkarıyor” dedi.
Azot, fosfor ve kimyasal oksijen ihtiyacının da mevsimsel olarak organik yüklerin arttığına, tarımsal ve kanalizasyon sularının bu yükü arttırdığına işaret ettiğini ifade eden Tecer, “Deşarjlara dikkat edilmeli ve kontrolün bu bölgelerde daha sık yapılması gerektiğini de bize söylüyor bu rapor” diye uyardu.
‘Ergene’de düzenli tahliller yapılmalı’
Edirne Çevre Gönüllüleri Derneği Başkanı Ayten Eren, Ergene Nehri’nin Yıldız Dağları’ndan tertemiz kaynaktan çıktığını belirterek, “Ovaya indiğinde hem tarım topraklarından hem de çevrede oluşmuş büyük sanayi yapılarından etkilenerek 4’üncü derece kirlilik oluşturuyor. Bu bizi şaşırtmadı çünkü bugüne kadar yapılan çalışmalardan bir sonuç alınmadı” diye belirtti.
Derin deşarj sorununa dikkati çeken Eren, Ergene Nehri ile ilgili düzenli çalışmalar yapılsa da yeterli caydırıcı önlemlerin alınmadığını vurguladı.
Ayten Eren, şunları söyledi:
“Orada temelli olarak yapılması gereken sanayi sistemlerinin sularını Ergene’ye akıtmadan önce arıtmaları geliyor ama sanıyorum bu da sanayiye biraz pahalıya mal olduğu için bundan sakınıyorlar. Çevre ve Şehircilik [ve İklim Değişikliği] Bakanlığı‘nın bu noktada kontrollerini daha sıkı ve daha caydırıcı biçimde yapması gerekiyor. Belki Ergene Nehri’nden düzeni olarak su tahlilleri yapılmalı ki bu kirlilik en çok nerede oluşuyor, kaynağı ne, tarım topraklarından mı ağırlıklı geliyor kimyasallar bunun tespit edilmesi gerekiyor” dedi.
Görsel: DHA
‘Tarımda kullanılan kirli su halk sağlığını tehdit ediyor’
Ergene Nehri’nin suyunun tarım topraklarında kullanıldığı belirten Eren, “Bölgeden gelen kirli su, tarım topraklarında kullanılarak halk sağlığını da tehdit ediyor” diye uyardı.
Eren, suyun içerisinde bulunan kimyasal atıkların yalnızca insanları değil doğadaki diğer canlıları da tehdit ettiğini ekledi.
“Bir nehrin niye kirli olmasını önleyemiyoruz ki?” sorusunu yönelten Ayten Eren, kirliliğin sebebi olarak kontrolsüz sanayileşmeye ve nehre yapılan deşarjlara işaret etti:
“Nehir zamanında ovaya bir canlılık getirmiş değil mi? Ova da güzel tarım yapılmasına neden olmuş ama nedense bölgedeki sanayileşme kontrolsüz ve birden patladığı için Ergene Nehri bundan nasibini olumsuz şekilde almış. Yapılması gereken ortada. Ergene’ye bırakılan deşarjları engellemek, düzenli kontrolü sağlayan su tahlillerini düzenli yapmak.”
Su kalite özellikleri
Sınıflarına göre su kalite özellikleri şöyle:
1’inci sınıf
Yüksek kaliteli su. İçme suyu olma potansiyeli yüksek olan yüzeysel sulardır. Yüzme gibi vücut teması gerektirenler dahil rekreasyonel maksatlar, alabalık ve diğer hayvan üretimi ile çiftlik ihtiyacı için kullanılabilir niteliktedir.
2’nci sınıf
Az kirlenmiş su. İçme suyu olma potansiyeli olan yüzeysel sulardır. Rekreasyonel maksatlar ve alabalık dışında balık üretimi için kullanılabilir. Mer’i mevzuat ile tespit edilmiş veya kalite kriterlerini sağlamak şartıyla sulama suyu olarak kullanılabilir.
3’üncü sınıf
Kirlenmiş su. Gıda, tekstil gibi nitelikli su gerektiren tesisler hariç olmak üzere, uygun bir arıtmadan sonra su ürünleri yetiştiriciliği için kullanılabilir nitelikte su ve sanayi suyu
4’üncü sınıf
Çok kirlenmiş su. Sınıf 3 için verilen kalite parametrelerinden daha düşük kalitede olan ve üst kalite sınıfına ancak iyileştirilerek ulaşabilecek yüzeysel sulardır.
Dersim, Elazığ ve Bingöl sınırları içerisinde bulunan Peri Vadisi’nde maden sahaları ve taş ocaklarına ek bir de ‘av turizmi’yle hayvanlar yok ediliyor. Karakoçan Dayanışma İnsiyatifi bölgedeki halkın girişine yasak olan bölgelerde avcıların dağ keçileri de dahil birçok canlıyı katlettiğini duyurdu. 36 dernek tarafından yapılan ortak açıklamada, bölgeye yönelik kültürel saldırılara ek bir de doğaya karşı saldırıların gerçekleştiğine dikkat çekildi.
Açıklamada Peri Vadisi’nin Elazığ-Karakoçan bölgesinde Limak Holding‘in yürütmeyi durdurma kararlarına rağmen inşa ettiği Pembelik Barajı‘nın ana gövdesinin bulunduğu Karakoçana bağlı Paş-Pamuklu köyleri ile Dersim Nazimiye’ye bağlı Dallıbahçe köyünün Çamurek-Ger mezrası havzasında işbirlikçilerin de katkısıyla ‘Peri Vadisi’ doğasında orman yangınlarından ve madenlerden kurtulmayı başarmış son hayvanların da katledildiği bildirildi. Vatandaşların talebi ise şöyle dile getirildi:
DEP (Karakoçan) Peri Vadisi halkı olarak, hiç durmadan bıkmadan, usanmadan bir kez daha haykırıyoruz:
Başka bir canlıyı öldürmenin sporu, turizmi, hobisi, ihalesi olamaz.
Başta Dep-Peri Vadisi olmak üzere tüm Türkiye’de avcılık yasaklansın
Derneklerce yapılan ortak açıklamada söz konusu hayvan katliamının bölgede güvenliği sağlayan Koçyiğitler-Akdüven-Dallıbahçe karakollarının gözlerinin önünde yapıldığı da aktarıldı ve şunlar eklendi:
“Köylüler ormanlarda gezemezken, nedense avcılara her türlü imkân tanınıyor. Öyle ki sadece askerlerin girebildiği yıllardır bölge halkına yasak ilan edilen bu bölgelere kadar gidip Bevuzarları (Dağ Keçileri) başta olmak üzere birçok canlıyı katledebiliyorlar.
Her yerde olduğu gibi Peri Vadisi’nde de hayvanlarla, endemik bitki türleriyle birlikte özgürce yaşamak istiyoruz. Hayvanların katledilmediği ve endemik bitkilerin yok edilmediği bir doğada yaşamak bizlerin en doğal hakkımız olduğunu bir kez daha haykırıyoruz.”
Öte yandan avcılığın özellikle kış aylarında il dışından ve Avrupa ülkelerinden bazı avcı kulüplerinin rehberliği ve yerli işbirlikçilerin desteği ile gerçekleştirildiğine de vurgu yapıldı. Açıklamada şu ifadelere yer verildi:
“Yaban avını denetleme görevini yürüten İl Çevre Orman İşletme Müdürlüğü’nün sayı yetersizliği nedeniyle duruma müdahale edemediği ve kanunlara göre yaban hayatını koruma konusunda sorumluluk ve denetleme yetkisi bulunan muhtarlıklar, belediyeler ve çeşitli bölgelerde bulunan kimi karakollar duruma yeterince müdahale etmemekte. Türkiye’nin altına imza attığı Bern Sözleşmesi’ne açıkça uymadığı, nesli tükenme tehlikesi altında olduğu bilinmekte olan çengel boynuzlu dağ keçileri ve bezuvarların avlanılması için kotanın belirlendiğini, bazı turizmciler ve işbirlikçiler de konuyu ‘alternatif turizm’ olarak pazarlayıp güya ‘ülkeye döviz geliyor’ adı altında hayvanların katliamlarını meşrulaştırmakta.”
‘Bir an önce gözünü para bürümüş hırsınızdan vazgeçin’
Karakoçan Dayanışma İnsiyatifi tarafından ayrıca hayvanların yok edilmesinde işbirliği olan kişilere ve kurumlara da şöyle seslenildi:
“Bizler için o kutsal toprakların kutsal canlıların ahı her daim başlarında olacaktır. Bir an önce gözlerini para bürümüş hırslarından vazgeçmeye çağırıyoruz.”
‘Ülkemizin bu kanaldan gelecek dövize ihtiyacı yok’
Dünyada hiçbir ülkenin zaten yok olmuş yabani hayvan rezervini döviz gelecek diye bu şekilde imha ettirmeyeceğine de dikkat çekilen açıklamada “Kendi ruhsatsız avcılarımız yeterince kanunsuz kıyım yapıyorken bir de devlet eli ile bu kıyıma destek vermek bilim ve akıl dışı bir uygulamadır. Ülkemizin ve Peri Vadisi’nin bu kanaldan gelecek dövize de paraya da ihtiyacı yoktur” denildi.
‘Doğamızda hiçbir canlının vurulmasına razı değiliz’
“Gerekçemiz çok açık ve insanidir. Biz, yaban hayvanların avlanmasını onaylamıyoruz” ifadelerinin kullanıldığı açıklamada şunlara yer verildi:
“Özellikle dağ keçileri söz konusu olduğunda geleneksel kültürümüz ve inancımız gereği hassasiyetlerimiz tüm toplumumuzun ortak sesine dönüşür. Adına spor ve turizm denilen avcılık işinin bizim kültürel dünyamızdaki adı cinayettir.
Dersim-Dep-Bingöl sınırlarındaki Peri Vadisi havzasında veya başka bir bölgede, bir ya da daha fazla dağ keçisini veya diğer canlıları öldürmek her türlü cinayettir. Cinayeti önlemek bir insanı görevdir. Bizler hiç bir zaman bu cinayetleri onaylamıyor ve doğamızda hiçbir canlının vurulmasına razı değiliz. Bu muhteşem coğrafya, içindeki bütün canlılarla birlikte bir doğal mirastır. Bu mirası korumak da insanlık görevidir. İlimiz Elazığ ve ilçemiz Karakoçan’da görev yapan bütün kamu yöneticilerini, bu tür vahşi girişimlere karşı, en baştan itibaren yanımızda durmalarını bekliyoruz.”
Ortak açıklamada imzası bulunan dernekler:
Avrupa Karakoçan Dep Dayanışma Platformu
Karakoçan Keklik Köyü Derneği
Karakoçan Demirtaş Pilavtepe Köy Derneği
Karakocan Çakan Köyü Derneği
Karakoçan Kocadayı Köyü Derneği
Karakoçan Çelebi Köyü Derneği
Karakoçan Yıldız (Norput) Köyü Derneği
Karakoçan Beroj-Alabal Köyü Derneği
Karakoçan Çıtak Köyü Derneği
Karakoçan Okçular Köyü Derneği
Karakoçan Sarıcanlılar Kültür Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği
Karakoçan Akpınar Köyü Derneği
Karakoçan Arpesi-Kavalcık Köyü Derneği
Karakoçan Karsini-Bazlama Köyü Derneği
Karakoçan Kümbet Köyü Derneği
Karakoçan Çalıkaya-Qılatyan Köyü Derneği
Karakoçan Pamuklu-Seymamudan Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Kültür Derneği
Karakoçan Okçular Dayanışma Platformu
Karakoçan Alevi Kültür ve Dayanışma Derneği
Karakoçan Esnaf ve Sanatkarlar Odası
Kığı Dernekler Birliği
Bingöl-Yayladere Sürmelikoç ve Çayağzı Köyleri Kültür ve Dayanışma Derneği
Bingöl-Yayladere Dalbasan Köyü Derneği
Dersim Dernekleri Federasyonu (Munzur Koruma Kurulu)
Munzur Çevre Derneği
Dersim Araştırmaları Merkezi (DAM)
Malatya Çevre Platformu (MAL-ÇEP)
Bakırtepe Çevre Platformu
Yaşam ve Dayanışma Yolcuları
Yeşil Direniş Gazetesi
Validebağ Direnişi
Validebağ Savunması
Eko Anarşi Bloğu
Ege Çevre ve Kültür Platformu (EGEÇEP)
Burhaniye Çevre Platfomu (Burçep)
Van Çevre Tarihi Eserleri Koruma Araştırma Ve Geliştirme Derneği (VAN ÇEVDER)