Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Almanya neden ikinci vatan oldu? Göç, sömürgecilik ve Alman hayranlığı

0

Türkiye’den yurt dışına yeni bir göç dalgası yaşanıyor. Doktorlar, mühendisler, yazılımcılar, sanatçılar ve pek çok meslek grubundan insan ya gitmek için hâlihazırda hamle yapmış durumda ya da yakın gelecekte bu hamleyi yapmayı tasarlıyor. Ülkenin genç nüfusunun (18-25 yaş grubu) yaklaşık dörtte üçü başka bir ülkede yaşamak istediğini söylüyor.

Ben de bu yeni göçmenlerden biriyim. Altı yıldır Berlin‘de yaşıyorum. Berlin öyle bir şehir ki bazen kendimi Türkiye’de gibi hissediyorum. Sanki Türkiye’nin büyük şehrindeki bir mahalle topluca yerinden sökülmüş, buraya konmuş. Sokakta tanıdık Türkiyelilere rastlamak, pazarda Türkçe alışveriş yapmak, Türkçe/Kürtçe konserlere-etkinliklere katılmak, baş örtülü kadınlarla otobüse binmek, seçim gecelerini veya Türkiye takımlarının önemli müsabakalarını dev ekranlardan beraber seyretmek mümkün bu şehirde. Salçasından pidesine, nakışlı örtülerden Ezine peynirine kadar her şey bulunabiliyor.

Berlin’de bir marketteki ince belli reyonu.

Çaydanlık, güveç takımı ve tavla.

Uzun bir geçmişin mirası bu. Arka arkaya pek çok nesil daha müreffeh, daha özgür bir hayat için Almanya‘ya gelmiş ve burayı ikinci vatan yapmış. Yeni gelen biri olarak onlara minnettarım.

Ama tüm bunları mümkün kılan aynı zamanda iki ülke arasındaki güç eşitsizliği. Geçmişi de 1960’lardan daha eskiye gidiyor aslında, Osmanlı‘ya dayanıyor. Bu yazıda Almanya’da pek konuşulmayan, Türkiye’de ise konu hakkında çalışanlar olsa da yine de hâlâ etraflıca tartışılmamış olan bir geçmişin izlerini süreceğim. Almanya’nın geçen yüzyılın başındaki yayılmacı politikasının ve başka coğrafyaları şekillendirme gücünün bugün hâlâ nasıl devam ettiğini göstermeye çalışacağım. O günden bugüne devam eden Alman hayranlığından, Çanakkale Muharebesi‘nden, göç olgusundan ve son olarak hem Türkiye’de hem Almanya’daki göçmen karşıtı tavırlardan bahsedeceğim.

Amacım, göç meselesini daha geniş tarihsel ve coğrafî eşitsizlikler kapsamında ele alan çalışmalara ufak bir katkı sunmak.

Almanya’nın Şark’a yönelen ilgisi

Malûm, Almanya oldukça geç bir tarihte birleşip ulus devlet oluyor: 1871’de. O dönem dünyanın önemli bölümü büyük güçler tarafından kapışılmış. Almanya da bu soygundan kendine pay isteyen, emperyal heveslerle yanıp tutuşan genç bir ülke. Kuruluşundan kısa bir süre sonra, 1884 yılında istediğini alıyor. Berlin Konferansında Avrupalı devletler bir araya gelip Afrika‘yı kendi aralarında güzel güzel bölüşüyorlar. Yeni kurulmuş Alman Devletine de hatırı sayılır yerler veriliyor. Almanya toprak bakımından dünyanın üçüncü büyük sömürgeci ülkesi oluyor. Fakat bu yetmiyor. Bu yeni sömürgeci imparatorluk gözlerini Osmanlı topraklarına da dikiyor. Doğuya yönelen bu bakış, ezilenlerin ve bilhassa kadınların adeta ilk gün doğumu oluyor.

Bu son ve tuhaf iddiayı birazdan açıklayacağım. Ancak önce sömürgeci geçmişe dair kısa bir parantez açmak istiyorum.

Almanya’da sömürgeci geçmişten uzun süre pek bahsedilmemiş. Hitler dönemi ve Soykırım, 2. Dünya Savaşı sonrasında hafıza siyasetinin ağırlık merkezi hâline geldiği için, geri kalan mezalimler, misal 20. yüzyılın hemen başında Güneybatı Afrika‘daki Herero ve Nama halklarının imhası resmî olarak 2015 yılına kadar inkar edilmiş.[1]

Almanya’nın tutsak ettiği halklar.

Müzeler, sömürgelerden çaldığı eserleri ferahfeza sergilemiş. Bugün de sergilemeye devam ediyor; ama hiç değilse “Oldu öyle bir şeyler… Kötü tabi!” demek zorunda kalıyorlar. Bahsi geçen bu eleştirel müzecilik, çalınanları geri vermeyi elbette ki kapsamıyor.

Sergilenen ganimetin hatırı sayılır bir kısmı da Osmanlı topraklarından geliyor. Berlin’de her sene yüz binlerce insanın ziyaret ettiği Pergamon Müzesi, sanki Osmanlı olmasaydı kurulamazdı hissi veriyor. Başta insanlar için yazdığım, nesneler için de geçerli: Topluca yerlerinden sökülüp buraya konmuşlar.

Milet Kapısı, Pergamon Müzesi, Berlin. 1907-08’de parça parça taşınanarak getirilmiş.

Dolayısıyla ara sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Göç meselesi; bunun yönü, dinamiği, şekli hiç de tesadüfî değil. Coğrafyalar arasındaki her türden hareket, kolonyal tarihin, güç eşitsizliğinin etrafında şekilleniyor. Düşününce, günümüzde de çok farklı değil.

Kayzer ve Sultan II. Abdülhamid.

Yeni kurulan Almanya’nın gözlerini Osmanlı’ya, yani hasta adama diktiğini söylemiştim. Kayzer 2. Wilhelm 1889, 1898 ve bu 1917’de Osmanlı’yı üç kere ziyaret ediyor. O dönem için bu ziyaretlerin sık aralıklarla yapıldığını söyleyebiliriz. Malûm, uçakla seyahat dönemi henüz başlamamış. Kayzer her seferinde coşkuyla karşılanıyor. İkinci seyahati sırasında Şam‘da yaptığı konuşmada kendini İslam âleminin “tüm zamanlardaki en iyi dostu [zu allen Zeiten der Freund aller Mohammedaner]” olarak tanıtıyor (1898).

Kayzer’in nutukları bugün bize “çiğ propaganda” gibi geliyor olsa da bu ziyaretlerinin sonunda Osmanlı idaresi hızla Almanya’nın tahakkümü altına giriyor. Almanya’nın onayı olmadan adım atılamaz oluyor. Ovaların, doğal kaynakların, madenlerin imtiyazları Almanya’ya tahsis ediliyor. Almanya’nın Osmanlı’ya ihracatı yirmi beş senede (1888-1912) on kat artıyor.[2] Silah ihaleleri, demiryolu ve liman inşaatları Alman dostu subaylar tarafından Alman şirketlerine veriliyor.

Yayılma siyasetinin [Drang nach Osten] önemli figürlerinden ve İstanbul‘da büyükelçilik de yapmış olan Marschall von Bieberstein, Konya-Halep demiryolu hattının inşaatına yönelik şunları yazmış (1899):

Kayzer 2. Wilhelm, Sultan V. Mehmed ve Enver Paşa, İstanbul 1917

“Sömürgelerimizin yetersizliği nedeniyle, koloni olmadığı hâlde açılımı sabırsızlıkla bekleyen ülkeler de [Osmanlı’yı kastediyor] etkinlik alanımıza dahil edilmeli. İşte bu amaç için demiryolu yapımı sadece en etkili değil, aynı zamanda en kârlı araçtır. Demiryolu inşaatında kullanılacak malzeme Alman endüstrisinden sağlanacak, üstelik demiryolunun geçtiği bölgelerin pazara bağlanması, önceliğin Alman ticaretine geçmesini sağlayacak.,” [3]

Sultanahmet’teki Alman Çeşmesinin açılışı, 27 Ocak 1901. Fotoğrafta Bieberstein’ı da görmek mümkün.

Cağaloğlu’ndaki Düyûn-ı Umûmiye (1881) binasındaki kasa.

Nihayetinde Osmanlı’nın sonunu getiren 1. Dünya Savaşı‘nda ordunun başına Alman kurmaylar geçiyor. Kimi kritik kararları artık doğrudan kendileri almaya başlıyorlar.

Savaş ve sonrası

Aşağıdaki fotoğraf Türkiye’de pek bilinmez mesela. Arkada duran Mustafa Kemal’i tanımak kolay. Ancak öndeki paşanın Otto Liman von Sanders isimli bir Alman olması ve Türkiye’nin kurucu savaşlarından Çanakkale Muharebesini idare etmiş olması kafalarda soru işareti yaratabilir. Yahut Galiçya diye derslerde okutulan 1. Dünya Savaşı cephesinin Osmanlı sınırları dışında olduğu, Alman ordusuna asker edilen Osmanlı’nın Anzaklar gibi başka bir imparatorluğun neferi olarak çarpıştığı, ortak hafızadan itinayla çıkarılmış.

En basitinden, Türkiye’de üniversitede ders verdiğim yakın dönemde öğrencilerimin hiçbiri Galiçya cephesinin nerede olduğunu bilmiyordu. Bir çoğu Çanakkale Muharebesinin başkomutanını Mustafa Kemal zannediyordu

Ekonominin, askeriyenin ve dış politikanın başka bir ülkenin kontrolüne geçtiği sömürge tınıları taşıyan bu süreç, yoğun bir Alman hayranlığı ile meşrulaştırılıyordu. Mesela “Vatan Şairi” Mehmet Akif, iş Almanya’ya gelince “kâfirlerin emperyalizmine” karşı olan tutumunu paranteze alıp oranın annelerine sesleniyor; yardım istiyordu. Açıklamayı vaat ettiğim yukarıdaki tuhaf cümle, onun Berlin hatıralarından. Sene 1915.

“Değil mi bir anasın sen? Değil mi Almansın?
O halde fikr ile vicdâna sâhib insansın.
O halde «Asyalıdır, ırkı başkadır…» diyerek,
Benât-ı cinsin [hemcinsin] olan ümmehâtı incitecek
Yabancı tavrı yakışmaz senin fazîletine…
Gel iştirâk ediver şunların felâketine.

Bilir misin ki senin Şark’a meyleden nazarın,
Birinci def’a doğan fecridir zavallıların?

Umut Sarıkaya’nın “Berlin’i övmek” karikatürü.

Hürriyet kahramanı Enver Paşa da 1909’da askerî ataşe olarak Berlin’de bulunanlar arasında. Cemiyet hayatına katılan Enver, küçük çapta üne de kavuşuyor. Öyle ki bir sigara fabrikası onun adını markası yapıyor ve bir reklâm kampanyası yürütüyor.

Enver Bey markalı sigaraların reklamını taşıyan otobüs.

Ermeni Soykırımı’nın planlayıcılarından Talat Paşa da savaş sonrasında Almanya’ya kaçanlardan. 1921’de, bu satırları yazdığım Hardenberg Sokağı‘nın üstünde, evinin yakınında bir Ermeni militanı tarafından vurularak öldürülmüş.

Talat Paşa’nın cenazesi, 1944’te Berlin’den Türkiye’ye getiriliyor.

Bahsi geçebilecek daha pek çok isim var.[4]

Malûm, tüm bunların sonucunda 1. Dünya Savaşı’na beraber giriliyor, savaş beraber kaybediliyor. Savaş kazanılsa ne olurdu bilmiyoruz. Erdoğan Aydın‘a göre böyle bir senaryoda Almanlar Osmanlı’ya daha çok nüfuz edebilecek, tam bir sömürgeye çevireceklerdi.[5] Tartışmaya açık.

Dengesiz güç ilişkilerinden dengesiz göçe

Almanya’nın işçi açığını kapamak için 1960’larda eski küçük ortak Türkiye’ye dönmesi aslında hiç de tesadüf değildi. Türkiye, askerlerini değil bu defa yoksullarını başka bir ülkenin hizmetine sokarak döviz kazanmayı; Almanya da dış piyasalardaki rekabet gücünü arttırmayı hedefliyordu.

Çok zor koşullar altında, sevdiklerini, hattâ çocuklarını bile bazen geride bırakarak yeni yaşamlar kuran bu insanlar, iki ülkede de bugün bile hakir görülüyor. Bir düşünün: “Almancı” tabirinin Türkiye’de tek bir olumlu çağrışımı yok. Keza Almanya’da da “Kanake, Schwarzkopf” [kara kafa] gibi tabirlerle uzun süre bu insanlar sistematik olarak aşağılanmış, dışlanmış. Entegre olamadıklarından dem vurulmuş.

1. Dünya Savaşındaki propaganda posterlerinden biri. Osmanlı en küçük oğlan.

Oysa işin ironisi şu: Sömürgecilik döneminde Avrupalılar da dünyanın bir sürü yerine göç etmişler, yerleşmişler: Hindistan‘a, Namibya‘ya, iş maksadıyla Zonguldak‘a… İlk yaptıkları kendi mahallelerini, okullarını, hastanelerini kurmak; yerel halktan uzaklaşmak olmuş. Entegre olmayı dert etmemişler.[6] Çünkü göçle güç, iç içe geçmiş iki kavram.

Bugün de durum çok farklı değil. Almanya’nın yaşlı nüfusuna bakacak, emeklilik fonlarına para yatıracak, çalışan, nitelikli iş gücü gerekiyor. Resmî rakamlara göre her sene dört yüz bin insan! Almanya (ve diğer Avrupa ülkeleri) bir yandan istemedikleri göçmenleri çeper ülkelerde tutmanın yollarını arayıp gelmiş olanları geri göndermek için bahaneler üretirken (ve hattâ yeri geldiğinde bu yolda zalimleşirken) diğer yandan doktorları, yazılımcıları çekmek için her türlü kolaylığı sağlıyor. Türkiye, Hindistan’ın ardından bu şekilde Almanya’ya en çok göç veren ikinci ülke.  Gitmeyi seçenlere diyecek lâf yok, ben de onlardan biriyim. Ama bunun aynı zamanda diğer ülkelerin belki de en önemli kaynaklarından birini, yani yetişmiş insan gücünü çalmak anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla coğrafî eşitsizlikten doğan hareketlilik (insan hareketliliği olur, nesnelerin dolaşımı olur) şekil değiştiriyor olsa da bir sürekliliğe sahip.

Sonuç

Türkiye’de göçmenlere karşı tepkiler giderek büyüyor. Oysa Türkiye’nin dış piyasalarda bugün hâlâ rekabet edebilmesini sağlayan, ekonominin bütün bütün çökmesini engelleyen, kaçak çalıştırılan bu göçmenler. Türkiye’nin dar gelirli gruplarının pazardan çocuklarına hâlâ ucuz ayakkabı, ucuz gömlek satın alabilmesi, göçmenlerin sömürülmesiyle mümkün oluyor. Türkiye’de tarım ve bilhassa hayvancılık, göçmen emeğine dayanıyor.

Buna mukabil göçmenlerin ezici çoğunluğuna Türkiye’de düzgün bir hukukî statü, mesela iltica hakkı bile verilmiyor. Geçici koruma statüsünde, belirsizlik içinde tutuluyorlar. Hem sömürüp hem hakir görmeye ister iki yüzlülük deyin, ister yanlış hedeflere yönelmiş kızgınlık. Türkiye’de dile getirilen hayli sert ifadeleri bir Alman bana dese ne hissederim diye düşünüyorum bazen ister istemez. Çok korkardım. Çok korkuyorum.

Şu aşağıdaki afişe bakın.

Bu da Almanya’nın ırkçı partisi AfD’den.

“Avrupa, “Arapya” olmasın diye”, AfD seçim afişi

Zayıfı (okul okumamışları, yoksulları, baş örtülüleri, siyahları, göçmenleri…) suçlamanın uzun bir geçmişi var. Erk sahiplerine, mesela komşu ülkeleri silahlandırıp iç savaşı körükleyenlere diş geçiremeyip hırsımızı o savaştan kaçanlardan çıkarıyoruz belki de. Sanıyorum Almanya’da ve Türkiye’deki göçmenlere yönelen düşmanca duyguların ortak paydası bu: Sömürgecilikle, geri kalan coğrafyalara yapılmış müdahalelerle, iktidar sahipleriyle uğraşacak güç de yok, örgüt de yok, politik bir dil de yok. Onun yerine kolay hedefler suçlanıyor.

Almanya’daki öğrencilerim “ama entegre olamamış Türkler…” diye ağızlarını her açtıklarında onlara bu uzun tarihi anlatıyorum. Bir coğrafyanın, Ermenilerin, Türklerin, Arapların ve diğer halkların felaketinde bu kadar önemli pay sahibi olup, bunu unutabilmekteki keyfiyete, imtiyaza, güçlü olmanın alâmetlerine vurgu yapıyorum.

Sanıyorum işin özü bu: Mutat olana karşı, yani dünyayı güçlülerin gözünden gösteren hikâyelere ve fikirlere karşı söz üretmek. Umarım bu yazıda da bunu bir nebze başarabilmişimdir.

*

[1] Kabul edilmesinden sonra Namibya’ya ödenen tazminat/kalkınma desteği ve bu konu etrafındaki eleştiriler başka bir yazının konusu olsun.
[2] Erdoğan Aydın (2012) “Osmanlı’nın Son Savaşı: Turan Hayalinden Sevr’e, s. 101-102
[3] a.g.e. s. 83.
[4] I. Böer, R. Haerkötter, P. Kappert (2012) Berlin’den Kimler Geçti: 1871-1945, s. 91.
[5] Yukarıda anılan eseri
[6] Bunu bana hatırlatan elbette ki Pakistanlı bir göçmen oldu. Seher Maksut‘a teşekkürler.

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.