Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Cumhuriyetimizin 100’ncü yılında çevre performansımız ve sürdürülebilir kalkınmamız

0

Büyük özveriler ve mücadeleler ile kurulan Cumhuriyetimizin 100. yılını ulus olarak 29 Ekim’de kutlayacağız.

IMF’nin “Ekonomik Görünüm Raporu”, Türkiye’nin 2023 yılında gayrisafi yurt içi hasılasının (GSYİH) ilk kez 1 trilyon dolar seviyesini aşacağını ve dünyanın en büyük 19. ekonomisi olacağını öngördü. GSYİH, bir takvim yılı içinde bir ülkede yapılan yeni üretiminin parasal değerini hesaplar ve katma değer olarak da adlandırılır. Ülkelerin ekonomik performasını uluslararası düzeyde karşılaştırmakta kullanılan önemli bir veridir. Daha da önemli olan bir veri ise, kişi başına düşen GSYİH olup, GSYİH’nin toplam nüfusa bölünmesi ile bulunur. Diğer taraftan, çok önemli olan bu veriler, son yıllarda sık sık kullanılan sürdürülebilir kalkınmaya dair bilgileri içermez.

Neden diyecek olursanız,  ekonomik büyümenin, insanların refahına yansıması çok önemlidir. Bu yansıma, İnsani Gelişme Endeksi (İGE) ile ölçülür. Kriz yılları hariç, değişen oranlarda da olsa kuruluşundan bu yana Türkiye’de ekonomik büyümenin sürekli olduğunu söylemek mümkün. Türkiye, yıllar boyunca ekonomisindeki büyümeye paralel olarak, son 29 yılda İGE’de yüzde 40,7 oranında bir artış sağlamıştır. Diğer taraftan, “biz ne üretiyoruz, nasıl üretiyoruz, üretimden sağlanan katma değerin toplumun refahına etkisi nedir, insani gelişme indeksimiz sürdürülebilir mi, çevre performansımız nasıl” sorularını sormadan kalkınmamızın sürdürülebilir, gelecek nesillere aktarılabilir olduğunu söyleyemeyiz.

Sürdürülebilir kalkınmanın ilkeleri

Sürdürülebilirlik konularına kafa yoran herkesin bildiği ve 1987 yılında yayımlanan “Bruntland Raporu”, sürdürülebilir kalkınmayı “bugünkü neslin ihtiyaçlarını gelecek nesillerin ihtiyaçlarından taviz vermeden (daha doğrusu gelecek nesillerin haklarını gasp etmeden) karşılamak” olarak tanımlar. Sürdürülebilir kalkınmanın sağlanması sosyal, ekonomik ve ekolojik sürdürülebilirlik olarak sınıflandırılan üç koşulun aynı anda gerçekleşmesi ile mümkün. Bu üç koşulu, bir sacın üç ayağı gibi düşünmemiz ve birinde yaşanan aksaklığın diğerlerini de olumsuz etkileyeceğini bilmemiz gerekir. Örneğin, hava kirliliği ekolojik bir sorun ve hava kirliliğine bağlı olarak solunum yolu hastalıklarının artması çalışanların yaşam kalitesini ve verimini etkileyerek, sosyal ve ekonomik sürdürülebilirliği de tehdit eder. Ayrıca bütçede sağlık harcamalarının artışına yol açarak, fırsat maliyeti dediğimiz durumun ortaya çıkmasına neden olur.

Fırsat maliyeti, bu örnek özelinde kısıtlı bütçe kaynaklarının eğitim harcamaları yerine sağlık harcamaları için kullanılması demek. Bu örneği vererek, kirlilikten kaynaklanan sağlık sorunları tedavi edilmesin demiyoruz. Hava kirliliğinin ülke ekonomisine nasıl yansıdığını farklı açılardan göstermek istiyoruz.

Ekolojik sürdürülebilirliğe dair bilgi veren bazı endeskler mevcut. Bunlardan en önemlileri, Çevre Performans Endeksi ve İklim Değişikliği Performans Endeksi’dir. Yale Üniversitesi tarafından hesaplanan Çevre Performans Endeksi, kapsamlı bir endeks olup, üç farklı politikayı (iklim değişikliği, çevresel sağlık ve ekosistem dayanıklılığı) kapsayacak şekilde 11 kategori (hava kirliliği, atık yönetimi, balıkçılık, içme suyu sağlığı, biyo çeşitlililik gibi) ve 40 farklı çevre indikatörü dikkate alınarak 180 ülke için hesaplanır.

Türkiye’ye dair veriler, oldukça kötü ve çevre ile olan ilişkimizin ülke olarak bir hayli sıkıntılı olduğunu göstermekte. 2022 yılında Danimarka 100 üzerinden 77,9 puan ile birinci olurken Türkiye 26,3 ile 172’inci sırada yer almış. Maalesef veriler, 10 yıllık değişimde ise her şeyin daha da kötüleştiğini, genel skorun 0,50 azaldığını ve söz konusu zaman diliminde ekosistem dayanıklılığında gelişmelerin genel duruma göre daha kötü olduğunu ve skorumuzun 1,50 puan azaldığını, bu değerlendirmede sıralamamızın 176’ya gerilediğini göstermekte. Detaylar ile ilgilenen okuyucular, daha fazla bilgi edinmek için buradaki verileri inceleyebilirsiniz.

Türkiye giderek geriye düşüyor

Çevre sorunları deyince, akla ilk gelen sorunlardan biri de iklim krizidir. Ünlü tarihçi Yuval Noah Harari, “21. Yüzyıl İçin 21 Ders” adlı inceleme kitabında insanlığın bekleyen en önemli üç sorunu; iklim değişikliği (anlaşılan benim gibi iklim krizi demek yerine iklim değişikliği demeyi tercih ediyor), nükleer-siber saldırılar ve robotlaşma-işsizlik olarak belirtmekte. Germanwatch isimli organizasyonun önderliğinde bir konsorsiyum tarafından hesaplanan, Avrupa Birliği ülkeleri ile 59 ülkenin iklim politikalarını değerlendiren İklim Değişikliği Performans Endeksi’nde sera gazı emisyonları yüzde 40, yenilenebilir enerji kullanımı, enerji kullanımı ve iklim politikaları yüzde 20’şer ağırlığa sahip. Daha fazla bilgi edinmek isteyen okucular,  şu linki ziyaret edebilirler.

Bu endeks hesaplarında da 2022 verilerine göre ülkemizin performansı iç açıcı olmayıp 47’nci sırada yer almaktayız. Değerlendirmeye dahil edilen ülkeler içinde Türkiye’nin en zayıf olduğu kategori ise iklim politikasıdır. Gerçekten de Türkiye’nin iklim değişikliği ile mücadelede izleyeceği etkin ve kapsamlı bir iklim politikası nerede ise yok. 2011-2023 yılları arasındaki periyodu kapsayan “İklim Değişikliği Eylem Planı” güncel gelişmelerin çok gerisinde kalmış olup sayısal olarak sera gazı emisyon azaltım hedefi belirlememiş, sonraki yıllarda Türkiye, Paris Anlaşması’nın belirlediği sıcaklık artışının sınırlandırılması hedefine uygun düşmeyen azaltım hedefleri beyan etmiştir.

Türkiye’nin sera gazı emisyonları kümülatif olarak hızlı bir şekilde artmakta, hatta alarm vermekte. “2023 Sera Gazı Emisyon Envanteri Raporu”, Türkiye’nin 2021 yılı toplam sera gazı emisyonunun 564,4 Mt CO2 eşdeğer olduğunu belirtmiş ve 2020 yılına kıyasla yüzde 7,7 artış gözlenmiştir. Bütün bunlara ilave olarak, Türkiye, maalesef IPCC tarafından 2022 yılında yayımlanan “İklim Değişikliği 2022: Etkiler, Uyum ve Kırılganlık” başlıklı rapora göre, aşırı hava olaylarına karşı Avrupa’nın en kırılgan ülkesi. Politika yapıcılar, şu sıralar İklim Yasası teklifi üzerinde çalışmakta ve karbon fiyatlandırma politikalarından biri olan Emisyon Ticaret Sistemi’nin uygulanması için hazırlıkları devam ettirmekte. Diğer taraftan, söz konusu teklifin özellikle ETS’ye odaklanması kapsayıcı bir iklim politikası için yeterli değil.

Çok daha farklı, detaylı örnekler ile bu tartışma zenginleştirilebilir. Örneğin; 2030 yılında su fakiri olacak bir ülke olmamız, küçük dereler üzerine barajlar yapmamız, orman yangınlarına sürekli hazırlıksız yakalanmamız, kentlerimizin sellere karşı dirençsiz oluşu, yağmur hasadının ve suyun yeniden kapsamlı bir şekilde kazanılmasının su politikamızın (var olduğunu düşünebilirsek!) bileşenleri olmaması, doğal afetlerden depreme karşı son derece dayanıksız olmamız ve buna bağlı olarak GSYİH’de yaşanacak kayıplar (son olarak yaşadığımız Maraş merkezli depremlerde bu kayıp 100 milyar dolardan fazla hesaplandı), bu çağda kömür madenlerinde yaşanan facialar, su kıtlığının tarımsal üretime olumsuz etkisinden dolayı yoksulların daha da yoksullaşması ve yoksulluğun süreklilik kazanarak derinleşmesi, kömür santrallerinin çevre sağlığına (su, toprak ve hava kirliliği) ciddi bir tehdit olması, sıcak dalgalarından kırılgan grupları koruyamamız, aşırı hava olaylarının bütün ekonomiye bir risk oluşturması gibi…

Birleşmiş Milletler, GSYİH hesaplarının eksik olduğunu ve bu hesapların çevresel sağlığı, daha doğrusu çevreye verilen zararları ve bunların etkilerini yansıtmadığı hakkında önemli bir eleştiride bulunmakta. Bu eleştiri, sadece Türkiye için değil, bütün ülkeler için geçerli. Ancak, yukarıda bahsedilen endeks değerleri dikkate alındığında Türkiye için bu eleştiri daha da önemli hale gelmekte.

Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’ndan biri olan ve bana göre lokomotif vazifesi görecek olan sorumlu üretim ve tüketim amacını dikkate alarak büyümemiz elzem. Zaten bu amaca ulaşılması, diğer 16 amaca da ulaşmakta önemli rol oynayacak, önce ekolojik sürdürülebilirliği sonra da sosyal ve ekonomik sürdürülebilirliğin gerçeklemesini sağlayacak. Türkiye’de yaşayan herkesin, bireylerin, şirketlerin ve politika yapıcıların hep birlikte hareket etmesi ve Türkiye’nin kalkınmasını sürdürülebilir hale getirmesi gerekir. Elbette en önemli görev, regülasyonlar (kanunlar, mevzuatlar, müfredatın yeniden oluşturulması, bilinçlerdirme kampanyaları ve mali politikalar) ile gelişmelere önderlik edecek politika yapıcılara ait.

Covid-19 pandemisi bize ekonomideki gerçek gücün, GSYİH’nin parasal değeri ile değil, krizleri asgariye indirmekle, krizler ile etkili bir şekilde mücadele etmekle sağlanabileceğini göstermiştir. Bu güce sahip olmak neyi, nasıl üretip, tükettiğimiz ile ilintili. Kısaca sorumlu üretim ve tüketim diyebiliriz.

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.