Ana Sayfa Blog Sayfa 402

Sıra dışı bir kitap: Bir aşağılama aracı olarak çöp

Bundan uzun zaman önce insan salgılarının nasıl oldu da tarih içinde ayıp/utanılacak/iğrenilecek bir şey haline evrildiğini toplumsal cinsiyet, dinler, iktidarlar ve daha bir sürü başka argümanla anlatan bir yazı okumuştum. Bir biyolog ve eğitim hayatı boyunca her türlü salgının fizyolojik işlevine dair bilgi bombardımanına maruz kalmış biri olarak yazıdan inanılmaz derecede etkilenmiştim. Kitap, terlemenin toplumsal alandaki utanç vericilik yükünü ve nasıl da bir ötekileştirme aracına dönüşebileceğinden tutun da dışkının bu kadar sık ve yaygın olarak gerçekleşmesine rağmen nasıl bir kötülük ve aşağılama aracı haline gelebileceğini kısa ve öz olarak anlatıyordu. Yazıya tekrar erişmek pek mümkün değil artık çünkü yazının yazıldığı platform da platformun kurucusu da çoktan bu dünyadan göç etti. Ancak bir aşağılama aracı ile o aracın ortaya çıkmasında etkili olan süreçlerin nasıl birer zıtlıklar öznesine dönüştüğünü o kadar iyi anlatmıştı ki hâlâ şaşkınlık için hatırlarım.

Ömer Faruk’un Yeni İnsan Yayınları’ndan çıkan “Bir Aşağılama Aracı olarak Çöp” kitabını okurken de benzer duygulara büründüğümü söyleyebilirim. Ancak buradaki şaşkınlığım biraz da bu kadar ayrıksı görünen meseleleri nasıl olup da birbirine bağlayabildiğine ilişkin oldu. 

Kimlik Bitte!

Ömer Faruk benim de severek birçok kitabını okuduğum Ayrıntı Yayınları /Yeraltı Edebiyatı Dizisi’nin da tasarlayıcısı bir yazarmış. Yazarmış diyorum çünkü bu bilgiyi kitabın başındaki yazar özgeçmişini okuyunca öğrendim. Kitabı okuyunca da böyle bir serinin oluşmasına katkı sağlayabilecek birinin dilini gayet açık bir şekilde yansıttığını anlamak mümkün. Ancak hemen şu uyarıyı yapmam lazım: Kitabın ilk 113 sayfası bambaşka bir hikâye anlatıyor gibi gelebilir; sakın şaşırmayın. Ömer Faruk introsu uzun bir The Who şarkısı gibi! Anlatacakları için uzunca bir olgunlaştırma bölümü inşa etmiş. Hikâyeye bir tiyatro oyunu ile insanların nasıl da sorgusuz sualsiz biat ve itaat kültürüne tabii olduklarını anlatarak başlıyor: Kimlik Bitte! Zaten bununla tüm yazınını kimlik üzerinden kurgulayacağının ve bunu da otoriterlik, köktencilik, ırkçılık ya da benzeri çağın vebaları üzerinden anlatacağının da ipuçlarını veriyor.

Çöpün bir aşağılama aracı haline gelmesi ile ilişkisini kurmakta kısmen de olsa zorlanacağınız bu bölümde, kimlikler üzerinden geniş bir değerlendirme yapan yazar; tek adamlık, otoriterlik, sınırlar ve hatta Nihal Atsız’ın Çin nefretini bile değerlendirmeye alarak hem kendi hikâyesi üzerinden hem de geniş bir okuma önerisi sayılabilecek bir alandan çöpün ortaya çıkışına bağlanabilecek bir arka plan oluşturmuş. Yine de kitabın başlığı ve anlatma hedefine aldığı şeyi düşününce biraz fazla uzun buldum.

İlk bölümün bence en çarpıcı tarafı siyasal anlamdaki iyi ve kötüye göre örgütlenmiş bir toplumun çöp ve kötülüğü üretme “yeteneğine” sahip toplumlar olduğu tespiti. Bir diğeri ise süpürge metaforu üzerinden ötekinin çöp niyetine süpürülmesi üzerinden hâkim kimliklerin zalimliğini tanımlıyor olması.

‘Çöp sömürgeciliğine vurgu’

Aslında ilk bölüm olarak niteleyebileceğim bu bölümde benim de sıklıkla tekrarladığım bir şeye değinmiş yazar. O da çöpün geri dönüşüm ya da geri kazanımla sorun olmaktan çıkarılamayacağı tespiti. O kadar yerinde bir tespit ki günümüz çöp sömürgeciliği ile birlikte düşündüğümüzde daha da anlamlı bir hale bürünüyor.

Kitapta birçok göndermenin de olduğunu söylemek mümkün. Kutsallığa atfen “Başlangıçta çöp yoktu”, “Tanrı x değil/yapmaz” tespitlerine binaen “Tanrı keser atar” tespiti oldukça anlamlı anlarda telaffuz edilmiş. Bu anlamıyla kitabı bir aforizmalar kitabı olarak nitelemek de mümkün olabilir. Ancak sunuş yazısında Besim F. Dellaloğlu’nun söylediği evrensel bir yazın olma özelliğinden zaman zaman kopuyor ve yerel hikâyelere yerini bırakıyor. Benzer durumu başka dillerden Türkçe’ye çevrilmiş kitaplarda da görmek mümkün.

Kitapta ilginç bulduğum bir diğer tespit de değersizleştirmeye, aşağılamaya ve küçük görmeye yönelik tüm yargıların çöple birlikte ortaya çıkmış olduğu önermesi.  Bunun tartışmayı hak ettiğini söylemek mümkün. Çünkü devamında çöp yığınlarının artmasıyla beraber ortaya çıkan farklı durumların arasında paralellik kurması da bu bağlamda değerlendirmeyi hak ediyor. Her ne kadar böyle olsa da yazarın bu yaklaşımını sahip olduğu kışkırtıcı diline bağlayabiliriz. Bağlayabiliriz, çünkü geri kazanımı suçluların ıslahıyla eşleştirmesi gerçekten de dâhiyane. Nitekim ne suçlular ıslah oluyor tam anlamıyla ne de çöp geri dönüşüyor. Hep bir yerleri eksik kalıyor. Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu kitabında anlattığı Avrupa’nın delilerden ve şizofrenlerden kurtulma yöntemini bugün çöp için tekrarladığını söylemek mümkün: Toplumu bozan her şeyi başka yere gönder! Nitekim Ömer Faruk’un da modern toplumların kimi insanları tanımlamak ve dışlamak için pislik, çirkef vb. terimler kullanmasını bu perspektiften değerlendiriyor olduğunu söyleyebilirim. En azından ben öyle okuyorum. Zaten kitabın önemli bir kısmında hapishaneler ile çöp ve aşağılama arasındaki ilişkiye değiniyor olması bu durumu destekler nitelikte.

Ne kadar az çöp, o kadar çok empati

Yazar kitabında çöp ile empati arasında negatif bir korelasyon kuruyor. Yani ne kadar az çöp o kadar çok empati! Bunu da ceza ile hapishane, günah ile ceza ve çatışma ile günah arasındaki pozitif ilişkilerle birlikte formüle ediyor.

Ömer Faruk bir aşağılama aracı olarak çöpü toplumsal ötekileştirme argümanlarıyla birlikte değerlendiren son derece sıra dışı bir kitap yazmış. Zihin açacak olan bu kitap ile gündelik hayatın sıradanlaşmış nefret, aşağılama ve küçük düşürme pratiklerini çöp ve onunla şekillenmiş kavramlar ve kökler üzerinden okuyabileceksiniz. Değersizleştirmenin hiyerarşisi ile ırkçılığın olağan kategorizasyonu da dahil olmak üzere dini dogmaların küçük düşürücü tanımlamaları, otoriter rejimlerin duvar örme sevdasına kadar çok çeşitli çöpleştirme argümanlarını okumaya hazır olun.

Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp, Ömer Faruk, İstanbul: Yeni İnsan Yayınevi, 256 sayfa, 79 TL

 

 

Akbelen’de simgeleşen

Tanıl Bora‘nın Süleyman Demirel‘in biyografisini yazdığı son kitabında iş bir yerde elbette 24 Ocak 1980 Kararları‘na geliyor.

309’uncu sayfada bir alıntı yapıyor Bora ama Demirel’den değil. İsmail Cem‘in 6 Şubat 1980’de Hürriyet’te çıkan makalesindeki 24 Ocak Kararları yorumundan… Şöyle yazmış İsmail Cem: ” ‘Sermaye kazancı’ ile ‘Halkın yararı’ arasında bir tür ‘Tampon’ yaratan yahut yaratmış gözüken devlet, artık bu görevinden istifa etmiştir.”

Türk Lirası’nın değerini yüksek oranda düşüren, tarımda destek alımlarını ve birçok sübvansiyonu kaldıran, dış ticareti serbestleştiren bu kararlar hakkında en gerçekçi yorumlardan birini de dönemin CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit yapmıştı. Kendisi de bir dönem Şili‘nin darbe sonucu öldürülen lideri Salvador Allende‘ye (Allende-Büllende) benzetilen Ecevit şöyle demişti: “Bu Latin Amerika modelidir, demokrasiyle yürümez!”

Yürümedi de zaten. Aynı yıl içerisinde 12 Eylül Askeri Darbesi gerçekleşti ve 24 Ocak’ın kurumsallaşması karşısında duracak kimsenin bırakılmamasıyla sağlandı.

24 Ocak kararlarından 43 yıl sonra

24 Ocak kararlarının ve yürümesini sağlayan 12 Eylül’ün üzerinden 43 sene geçti. Durum her anlamda çok daha kötü. Yaşananları ve dayatılanları çok daha kabullenmiş haldeyiz. Devlet ise İsmail Cem’in çok doğru bir şekilde tespit ettiği istifasından sonra artık yeni bir iş buldu. Eskiden sermaye kazancı ile halk yararı arasında dururmuş gibi yapan devlet uzun zamandır karın tokluğuna sermaye kazancının yanında işe girdi. Gerektiğinde özel güvenlik olarak hizmet veriyor. Gerektiğinde hukuk işlerinde aracılık ediyor. Gerektiğinde ise halktan aldığı parayı sorgusuz sualsiz sermayenin cebine koyarak Robin Hood‘u -olsaydı- mezarında ters döndürüyor. Ertelenen grevlerden, halka yüzde yüzde artırılan ama patronlara ertelenen vergi borçlarından, 6 Şubat 2023’te ortada olmayanların, 26 Temmuz 2023’te halka su sıkmasından bunu görüyoruz.

43 yıllık bu düzenin şu sıralar simgeleştiği yer ise Akbelen. Yaşadıkları yerleri, köylerinin olduğu alanı, ormanı ve ormandaki diğer canlıları korumak için nöbet tutan İkizköylüler ile çevrecilerin, Yeşiller’in, ekolojistlerin mücadelesi Limak denen şirketin tekrar harekete geçmesiyle birleşti. Herkes kendi bildiği yöntemlerle orada. Ormanı korumak isteyenler ağaçlara sarıldılar. Kesimi durdurmak istediler. Mahkeme kararlarını gösterdiler. Ormanı yok etmek isteyenler ise yöre halkının fakirliğinden işbirlikçi devşirmeye çalıştılar. (Ağaçları kesmek için yöre halkından insanlar tuttular!) 10’un üzerinde gazeteye aynı anda ilan verip yaptıkları işin ne kadar ulvi olduğunu anlatma çalıştılar. Kendilerini gazeteci, çalıştıkları yeri de gazete olarak tanıtan insanları satın alıp, onlara orman yok etmenin ne kadar iyi bir şey olduğunu yazdırdılar. Yaklaşan yerel seçimlerde “potansiyel” adaylıkları için kaynak bulmaya çalışan bazı siyasetçileri satın almaya çalışmadılar; onlar zaten pazara çıkmıştı. Aralarından seçtiler.

Akbelen neyin simgesi?

Şimdi durum böyleyken tekrar İsmail Cem’e dönelim. Bu gibi bir durumda devlet nerede duracak? Birbirinin karşıtı iki yapı var ve bir yapı ağaç kesecek, bir yapı da bunu durduracaksa araya giren Jandarma’nın kalkanı kime doğru duracak? Barikatı kime doğru kuracak? 2.5 yıllık linyit rezervi için 400 yıllık ağaçları kesmeye çalışan şirkete doğru mu dönecek kalkanlar? Yoksa ağaçları korumak isteyenlere doğru mu dönecek? Bu elbette retorik bir soru. O kalkanlar yıllardır, on yıllardır bizlere doğru dönüyor. Hem de tek bir yerde değil, mümkün olan her noktada bize doğru duruyor. Çünkü 43 yıl önce görevinden istifa eden devlet, 43 yıldır yeni işinde çalışıyor.

Akbelen ne ilk ne de son. Fakat Akbelen çok fazla anlamı kendisinde toplamış bir simge. Sermaye sınıfının asgari rasyonaliteden nasıl uzak olduğunu bize gösteren bir simge. Resmi kurumların bir yandan sözler verirken (Kömürden çıkış, 2053 iklim hedefleri vs. vs.) nasıl bu sözlerin bir anlamı olmadığını gösteren bir simge. Elinizde mahkeme kararı da olsa, arazi sizin özel mülkünüz bile olsa, kesim için verilen izin çoktan bitmiş de olsa bunların hukuk terazisinde hiçbir öneminin olmadığını, parayı verenin istediğini yapabileceğini, size istenilen kurumdan dayak attırabileceğini gösteren bir simge. Hangi siyasi partilerin muhalefet sınırlarının nereye kadar gelebildiğini ama nereden sonrasına geçemediğini bize gösteren bir simge.

(Bir tane de kişisel olsun) 21 Eylül 2020’de başlayan Yeşiller Partisi macerasının neden ve ne için hukuk eliyle boğdurulduğunu ve mahkeme kararlarıyla partimizin yok edildiğini bizlere gösteren bir simge. İktidar yalakaları çok seviyor bir sözü. “Mesele 3-5 ağaç değilmiş görün!” deyip duruyorlar. Evet mesele 3-5 ağaç değil. Akbelen de sadece Akbelen değil.

Afrika ormanlarını kaybederken, küçük çiftçileri ağaçları geri getiriyor

Yazan: Fred Pearce

Yeşi Gazete için çeviren: Burak Yıldız

*

Onlarca yıldır Afrika kıtası’nın giderek ormansızlaştığına ilişkin haberler yapılıyor. Bu haberlerin doğruluğu da kesin — kıtadaki orman alanları yok oluyor ve çoğunlukla büyüyen ziraat, tomrukçuluk ve odun kömürü yapımı yüzünden zarar görüyor. Peki ya ağaçlar? Yapay zeka ile incelenen yeni uydu verilerine ve giderek artan saha çalışmalarına bakılırsa belki de öyle değildir. Söz konusu bu yeni araştırmaya göre ormanların dışında, pek çoğu çiftçilerin yetiştirdiği ve daha önceden hiç ağaç bulunmayan arazilerinde filiz veren ve  giderek sayıları artan ağaçlara rastlanıyor.

Kıtanın dört bir yanında — batıdaki Senegal ve Nijer‘den doğudaki Etiyopya‘ya ve güneydeki Malavi‘ye kadar — küçük ölçekli toprak sahibi çiftçiler, hükümetin ağaçların ürün yetiştirmeye mani olduğu gerekçesiyle arazilerden sökülmesi yönündeki görüşlerini kabul etmiyor. Aksine, onlar topraklarını ve mahsul verimliliğini yükseltmek; meyve hasadı, yakacak odun ve hayvanlarına yiyecek sağlamak ve nihayetinde ailelerine sürdürülebilir bir yaşam sunmak amacıyla, arazilerinde bulunan ve daha önceden budanmış ağaç türlerinin tekrar yeşermesine imkan veriyor.

Bu sayede Afrika‘daki büyük tarım arazileri kahverengiden yemyeşil bir görünüme bürünürken, elde edilen bu sonuçlar aynı zamanda hem yerel ekonomilere fayda sağlıyor hem tarımsal faaliyetlerin yoğunlaştırılması ve üretimin artırılması bakımından kolay ve maliyeti düşük bir yol sunuyor hem de biyolojik çeşitliliğe ve küresel iklime katkı veriyor. Araştırmacılara göre tarım arazilerinde bir dönümlük alanda yetiştirilen ağaçların her yıl 4 tona kadar karbonu atmosferden çekip depoladığı belirtiliyor.

Geçtiğimiz ay yayımlanan bir araştırma, Afrika’daki ağaç örtüsünün en az yüzde 29’unun ‘daha önceden orman sınıfına dahil edilen alanların dışında’ yer aldığını ortaya koydu.”

Afrika’nın tekrar canlanmaya yüz tutan tarım arazilerindeki ağaç varlığına ilişkin son yayımlanan araştırma, uydu görüntülerinin ormanlık alanların dışında kalan büyük ağaçları tek tek tespit edebilecek bir ölçekte detaylı analizini yapan ilk çalışmasından ortaya çıktı.

Kopenhag Üniversitesi‘nde uzaktan algılama analiz uzmanı olan Florian Reiner, geçtiğimiz ay Nature Communications dergisinde yayımlanan makalesinde, meslektaşlarından oluşan uluslararası bir ekiple beraber yaptığı çalışmada, kıta Afrika’sındaki ağaç örtüsünün en az yüzde 29’unun “daha önceden orman alanı sınıfına giren alanların dışındaki bölgeler” olduğunu belirtiyor.

Genellikle daha önce haritalanmamış olan bu ağaçlar plantasyonlarda değil; çoğunlukla savan otlaklarına, ekili alanlara ve meralara dağılmış doğal ağaçlar.  Reiner, “Birçok Afrika arazisi, orman dışındaki ağaçların odunsu bitki örtüsünün başlıca biçimi olduğu kurak alanlardır” diyor. Bunlar, Sudan, Nijer, Libya ve Mali gibi büyük kurak ülkelerde ağaç örtüsünün çoğunluğunu oluşturur.  Genellikle de ülkelerin yaban hayatının çoğunun bulunduğu yerlerdir ve şimdiye kadar uzaktan algılama bilimi için görünmezlerdi.

Kopenhag Üniversitesi‘nde coğrafya uzmanı olan Martin Brandt‘ın başkanlığını yürüttüğü uzun dönemli uluslararası bir projenin en güncel çıktısı Reiner’in yaptığı analize dayanıyor. Bu proje, yapay zeka kullanan bilgisayarları uydu görüntülerindeki ağaçları şekline, yönüne, gölgesine ve öteki fiziksel niteliklerine bakarak tespit etmek üzere programlıyor. Projenin uzun vadedeki hedefiyse, ormanların kesintisiz üst bitki örtüsünden uzak büyüyen ağaçlara dönük küresel bir veri tabanı oluşturmak.


Senegal’de 2002 (solda) ve 2020 (sağda) yıllarında ekili tarım arazilerindeki ağaç örtüsünü havadan gösteren bir görüntü. Gray Tappan / Fotoğraf: Maxar Technologies

Brandt, amacın küresel karbon oranındaki bu “bilinmeyen etkeni” ölçebilmek olduğunu ifade ediyor: “Ormanlık alanlar dışında kalan ağaçlar çoğunlukla iklim modellerinde hesaba katılmıyor ve karbon rezervleri konusunda elimizde pek az veri bulunuyor.”

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü‘ne göre orman alanları Afrika’nın yaklaşık yüzde 21’ini kapsıyor. Bunların çoğunluğu, Amazon‘dan sonraki dünyanın en büyük ikinci yağmur ormanlarına ev sahipliği yapan Kongo Havzası‘nda yer alıyor. Ancak Yapay Zeka sisteminin görebildiği orman dışında kalan ağaçlar da dahil edildiğinde, ağaç örtüsü rakamı net belirlemelere dayalı olarak yaklaşık yüzde 30’a çıkıyor.

Uzaydan bakıldığında kıtadaki ağaç örtüsüne yönelik bu çarpıcı olumlu haber, araştırma kapsamında kendileriyle görüşme yapılan öteki araştırmacılara bakılırsa, Afrika’nın ova düzlüklerinde yaşanan değişimin ciddi ölçüde hafife alınması anlamını taşıyor olabilir. Bu araştırmacılar, Reiner ve meslektaşlarının kullandığı algoritma ile iri ağaçların fark edilebileceğini, bununla birlikte uzaktan algılama görüntülerinin insan gözüyle analiz edilmesi ve yalnızca arabayla dolaşıp ağaçların sayılması yöntemlerinin bir arada kullanılmasıyla kıtadaki tarım arazilerinde haritalanan çok sayıdaki ufak ağacı saymakta yetersiz kaldığını belirtiyor.

Washington D.C.‘deki Dünya Kaynakları Enstitüsü‘nde [WRI] kurak toprak yenileme uzmanı olan Chris Reij, Nijer, Güney Mali ve Etiyopya‘daki sayıları milyonlarla ifade edilen çiftçilerin, tarlalarının altında bulunan ve uzun süredir baskı altında tutulan köklerden yüz milyonlarca ağacın doğal yollarla yeniden büyümesine nasıl önayak olduklarına bizzat gözleriyle şahit olmuş. Buna genellikle “çiftçi kontrolünde doğal yenilenme” [FMNR- Farmer Managed Naturel Regeneration] deniyor.

Çiftçilere sömürge yetkililerince her yıl ekimden önce tarlalarından yeni filiz veren ağaçları söküp kaldırmaları talimatı verilmişti.”

ABD Jeolojik Araştırmalar Kurumu‘nda çalışan coğrafya uzmanı Gray Tappan da Malavi, Senegal, Nijer ve farklı ülkelerdeki çiftliklerde bulunan ağaç örtüsündeki çarpıcı artışın haritalandırma çalışmalarını gerçekleştirdi. Yale Environment 360‘ın isteği doğrultusunda mayıs ayında gerçekleştirdiği görüntülü bir analizde, Sahraaltı Afrika‘daki tarım arazilerinde Reiner’in otomasyon sistemi sayesinde saptanan ağaç miktarının üç katından fazlasına tekabül eden yaklaşık 1,4 milyar ağaç bulunduğunu ortaya koydu.

Afrika’nın henüz haritası çıkarılmamış ağaçlarını keşfe çıkan dış dünyanın öyküsü, Sahra Çölü‘nün kıyısında yer alan ve Sahel bölgesinde denize kıyısı olmayan bir ülke olan Güney Nijer‘in verimliliği zayıf tarım arazilerinde başladı. Bu kurak topraklarda ağaçların varlığı bir zamanlar doğal bir olguydu ve pek çok geleneksel sömürgecilik öncesi tarım sistemi ağaçları da bünyesinde barındırıyordu. Ağaçların kökleri ise çoğunlukla toprağın altında kalıyordu. Ne var ki sömürgeciler ve hükümet yetkililerince uzun zamandır çiftçilerin her yıl ekin ekmeden önce filiz veren ağaçları kökten sökmeleri ve böylece toprağı sürmeyi kolay hâle getirmeleri yönünde eğitildiler.

Afrika’daki çölleşmeye ilişkin ikazların dünya çapında ilgi gördüğü 1980’li yıllardaki kuraklık döneminde, bu ıssız çorak arazilerin pek çoğu çöle dönüşmeye mahkûm görünüyordu. Ancak daha sonrasında çiftçiler uzman tavsiyelerini göz ardı ederek ağaç fidelerinin ve köklerinin zarar görmeden büyümesine müsaade ederek tutum değişikliğine gitmeye başladı.

Nijer’de bir darı tarlasında yetişen Dooki (Combretum glutinosum) ağaçları. P. Savadogo / Fotoğraf: ICRAF

Nijer’in kırsal kesimlerinde anlatılan bir öyküye göre bu büyük değişim, kurak mevsimde uzak bir kömür madeninde çalışan iki genç çiftçinin geç saatlerde tarlalarına dönmesiyle başlamıştı. Yağmurların çoktan başlamış olması nedeniyle tarım arazilerini bitki örtüsünden arındırmaksızın ekinlerini ekmişlerdi. Herkesin hayretle karşıladığı bu görünürdeki kayıtsızlık, aradan birkaç ay geçmeden komşularından elde ettikleri üründen daha iyi verim almalarıyla sonuçlandı.

Sonraki yıl, Dan Saga’nın küçük ve ücra köyünde yaşayan öteki çiftçiler de onları izleyerek benzeri sonuçlara ulaştı. Çok geçmeden Zinder ve Maradi bölgelerinde bulunan düzinelerce farklı köy de bu uygulamaya dâhil oldu. Ekinlerin arasında ağaçlar hızla büyümeye başladı.

Arazinin nasıl dönüştüğünü görmek üzere köyü ziyaret eden yabancılardan biri de Reij‘di: “2004 yılında [Nijer’in] başkenti Niamey‘den 500 mil doğuya gittim ve şöyle düşündüm: Lanet olsun, her yerde ağaçlar var” demişti anılarını anlatırken:  “20 yıl önceki ilk ziyaretimden bu yana gördüğüm en büyük değişim buydu.” Reij ve diğerlerinin yaptığı tahminlere göre, Nijer’in güneyinde daha öncesinde hemen hemen hiç ağaç bulunmayan 12,5 milyon dönümlük bir arazide günümüzde  yaklaşık 200 milyon ağaç bulunuyor.

Yaşanan bu değişimin boyutlarını keşfetmek adına Reij, Tappan ile işbirliği yaptı ve onun da uzaktan algılama görüntülerine ulaşmasını sağladı. İkili o zamandan beri FMNR’nin görünüşte birbirinden habersiz olarak kıtanın farklı pek çok ülkesinde uygulanmasını yakından gözlemledi.

Afrikalı çiftçilerinin yetiştirdiği ağaçlar, doğayı koruma uzmanlarının, orman uzmanlarının ve hükümetlerin büyük ölçüde görmezden geldiği bir konu.”

Bilhassa çiftçiler Afrika’da geniş bir alanda yetişen kış dikeni ağacını (Faidherbia albida) el üstünde tutuyor. Bu ağaç yağmur mevsiminin başında yapraklarını dökerek toprağın verimliliğini ve ekinlerin büyümesini olumlu etkiliyor. Ardından ekinler büyüdükçe hareketsiz kalıyor ve böylece su ve besin konusunda bunlarla mücadeleye girişmiyor. Nijer Ulusal Tarımsal Araştırma Enstitüsü‘nde kıdemli bir araştırmacı olan ve FMNR‘nin uzun süredir savunuculuğunu yapan Tougiani Abasse, onu”sihirli ağaç” diye nitelendiriyor.

Güney Mali‘de, ülkenin en büyük iki kenti arasındaki yaklaşık 320 km “artık neredeyse tamamıyla tarımsal orman” diyor Reij. Keza Burkina Faso sınırında yer alan Seno Ovası da “şaşırtıcı derecede muhteşem güzellikte, çoğunlukla 20 yaş altı ağaçların oluşturduğu yoğun bir park alanına dönüşmüş durumda.”

Tappan, 1986 yılında Senegal’deki bitki örtüsünün hâlâ en ayrıntılı haritasını çıkaran araştırma ekibinin bir parçasıydı. Geçtiğimiz yıl ülkeyi tekrar ziyaret ederek günümüzdeki peyzaj görüntüleriyle daha önceden havadan çektiği görüntüleri mukayese etti. Ziyaretinin sonunda “Çiftliklerdeki yoğun ağaç sayısının büyük ölçüde arttığını gördüm” diyor. Hızlı büyüyen orman alanları şu anda Senegal’de 6.6 milyon hektardan fazlasını kapsıyor: “Bu önemli bir başarı öyküsü ve ağaçlık bitki örtüsünün düşük yağış alan yerlerde bile birkaç yıl içinde tekrar ortaya çıkabileceğini gösteriyor.”

Etiyopya’daki Gedeo halkının topraklarında bulunan ağaçların altında yetişen Enset ve Kahve. Fotoğraf: WRI’ın izniyle

Bu sıralarda Etiyopya‘da, Hawassa kentinin güneyinde bulunan 160 km fazla yolun manzarası “neredeyse ormanın içinden geçiyormuşsunuz gibi görünüyor” diyor Reij. Nüfus yoğunluğunun en yüksek olduğu bölgelerde, mil kare başına 2.300 kişi düşerken, “ağaç yoğunluğu giderek artıyor.” Addis Ababa Üniversitesi’nde çalışan doğal kaynaklardan sorumlu bilim insanı Sileshi Degefa‘ya göre, bilhassa Gedeo halkının benimsediği bu geleneksel tarımsal ormancılık sisteminde başlıca ürünler arasında Arabica kahvesi [Dağ kahvesi olarak da bilinir] ve enset yer alıyor; bunlar muz benzeri bir meyve ve nişastalı saplar ile yulaf lapası ya da ekmek yapımında kullanılmak üzere fermente edilebilen kökler üretiyor.

Tappan, FMNR‘nin yaygın olarak benimsenmesinin bir sonucu olarak Mali ve Burkina Faso‘daki tarım arazilerinin yüzde 40’ında tarlalara serpiştirilmiş ağaçlar bulunduğunu, bu rakamın Nijer‘de yüzde 50’ye, Senegal’de yüzde 65’e ve Malavi‘de yüzde 70’e yükseldiğini tahmin ediyor. Malavi merkezli “Total LandCare” adlı STK’nin kurucusu ve şu anda C-Quest Capital‘de doğa temelli çözümler araştırmasının baş bilim insanı olan Trent Bunderson, Malavili çiftçilerin arazilerinde çoğunlukla dönüm başına yüzün üzerinde doğal ağaç yetiştirdiklerini ve kış dikeninin bilhassa en sevilen ağaç olduğunu söylüyor.

Yine de bu tür ağaçlar doğayı korumakla sorumlu uzmanlar, orman uzmanları ve hükümetler nezdinde büyük ölçüde görmezden geliniyor. Malavi’de kıta genelindeki orman örtüsünü nasıl iyileştirebileceklerini masaya yatırmak üzere Afrikalı hükümet yetkililerle bir araya geldiği son toplantıda Reij, “Malavili ev sahipleri de dahil olmak üzere hiç kimse, ülke genelindeki sekiz milyon dönüm ekili arazide bulunan çiftlik ağaçlarından söz etmedi bile” diyor.

Öyleyse Afrika’nın milyonlarca küçük ölçekli çiftliğinde bulunan ağaç sayısı ne kadar? Tappan’ın, Yale Environment 360‘ın yönelttiği bu soruya verdiği yanıt için temsili yedi ülkeden rastlantısal seçilen yaklaşık 100 adet 25 dönümlük tarım alanının görüntülerini Google Earth‘te inceleyip bunları ağaçlar bakımından görsel incelemeye tabi tuttu. Tappan bu alanların her birinde ortalama 69 ağaç tespit etti.

Sahraaltı Afrika‘nın yüzde 30’undan biraz fazlasının ekili tarım arazilerinin kapladığını ve bu ekili alanların toplam 1,4 milyar ağaç barındırdığını da buldu:  “Verdiğim rakamı biraz aşağı ya da yukarı çekebilirsiniz. Ancak kanımca uyguladığım varsayımlar oldukça makul ve güvenilir bir sonuç ortaya koyuyor. Bu oldukça fazla sayıda ağaç demektir.”

Konuyla yakından ilgilenen Senegalli bir yetkili, Sahel bölgesinin 1980’lerden itibaren bir karbon yutağına dönüşmesindeki en etkili etkenlerden birinin tarım arazilerindeki ağaç sayısının artışı olduğuna vurgu yapıyor.”

Reiner’in geçen ay yapay zeka sayma sistemini kullanarak kıtanın ekili tarım arazilerinde tespit ettiğini belirttiği 433 milyon ağaç sayısı, Tappan’ın verdiği rakamın üç mislinden fazlasına tekabül ediyor. Aradaki tutarsızlığın nedenine ilişkin Brandt, tepesi 3 metrekareden küçük olan ağaçların sistemi kullanırken “görülmesinin güç olduğunu ve hata yapma oranının yüksek olduğunu”, dolayısıyla bunların kapsam dışında tutulduğunu söylüyor:  “Ağaçların gerçek sayısının çok daha yüksek.”

Reij de bu boyut sınırlamasının tarım arazilerinde yetişen pek çok ağacı, bilhassa da yeni yetişen ağaçları kapsam dışında tutacağını belirtiyor: “Bu otomasyonlu haritalandırma teknikleri tarım arazilerindeki ağaç örtüsünü haritalandırma konusunda pek işe yaramıyor. Görsel analiz meşakkatlidir, ancak bu çok daha iyi sonuç verir. Yapay zeka kaynaklı tüm analizlerin sahada doğrulanmaya ihtiyacı var.”

Her iki çalışmadan da çıkarılacak sonuç, ister yapay zeka ister insan gözü kullanılsın, Afrika’nın daha öncekilere nazaran çok daha fazla ağaca sahip olduğu.  Üstelik söz konusu bu ağaçların pek çoğu henüz yeni filiz veriyor, doğal yollarla yenileniyor ve sayıları milyonları bulan küçük ölçekli toprak sahibi çiftçilerin bakımı altında yetişiyor

Afrika’da yaşayan nüfus çoğaldıkça, yoksul çiftçilerin ailelerini geçindirmek üzere ihtiyaç duydukları ürünleri yetiştirebilmek amacıyla ağaç kesmekten başka çareleri kalmadığı düşünülüyordu.

Ancak Reij, işin gerçeğinin tam tersi olduğunu söylüyor: “Nüfus yoğunluğu bakımından kalabalık bölgelerdeki çiftçilerin giderek azalan tarım arazilerinde yoğun faaliyet göstermeleri, bu amaçla da toprağın verimliliğini arttırmaları gerekiyor. Arazilerinde ağaç yetiştirilmesine müsaade etmek, bunu gerçekleştirmenin en kolay ve en ucuz yolu olabilir.”

Gana’da yaşayan ve mahsul yetiştirmek üzere hazırladıkları toprak üzerinde bulunan ağaçları budayan çiftçiler. May Muthuri / Fotoğraf: Dünya Tarımsal Ormancılık

“Ne kadar çok insan, o kadar çok ağaç” şeklindeki erdemli döngü, konusunda tek başına değil. Senegal’de bir devlet kurumu olan Centre de Suivi Ecologique‘in [Ekolojik Gözlem Merkezi] genel müdürü olan Cheikh Mbow, FMNR‘nin ileride geliştirilebilmesi bakımından büyük bir potansiyele sahip olduğunu söylüyor: “Daha fazla ağaç verimliliği artıracak ve biyoçeşitliliği teşvik edecektir.”

Gerçekten de ağaçlar bir zamanlar kuraklık, kıtlık ve sefaletle bilinen bölgelerin ekonomik kalkınma açısından yeniliğe muhtaç alanlara dönüştürülmesine katkıda bulunabilir.

Buna ilaveten, toprakta depolanan karbon miktarına da ek katkıda bulunup iklim değişikliğiyle mücadelede etkili olabilirler. Mbow, FMNR’nin her yıl dönüm başı 4 tona kadar karbon depolamaya katkıda bulunduğu hesabını yapıyor. Bu yöntemin Sahel’deki çiftçiler nezdinde yaygın biçimde uygulanmasının, 1980’lerden bu yana söz konusu bu bölgenin bir karbon yutağı hâline gelmesinin başlıca nedenlerinden biri olduğunu dile getiriyor.

Reij, FMNR’nin Nijer’de belgelenen başarısını gördükten sonra, bazı kalkınma kuruluşları ve hükümetlerin artık çiftçilerin bunu uygulamasını teşvik ettiğini ifade ediyor. “Ancak bu hâlâ çoğunlukla sözde kalıyor.”

Çiftliklerin içinde ve çevresinde bulunan ağaçlar ve ağaçlık alanlar ne biyolojik çeşitlilik ne de karbon birikimi bakımından yoğun ormanların yerine geçemez. Üstelik Afrika’nın bazı bölgelerinde ormansızlaşma oranlarının artıyor olması da söz konusu. Geçtiğimiz kasım ayında yayımlanan bir araştırma, 2021 yılında Kongo Havzası genelindeki orman tahribatının önceki iki yıla nazaran ortalama yüzde 5 oranında yükseliş gösterdiğini ortaya koydu. Söz konusu bu yükseliş, havzada bulunan altı ülkenin bir önceki yıl yaşanan ormansızlaşmayı tersine çevirmeye yönelik verdikleri sözlere karşın gerçekleşmişti.

Ne var ki FMNR’nin giderek büyüyen başarı öyküsü, ağaçların yaşamları üzerindeki değerinin farkına varan ve geçmişte ağaçların kesildiği bölgelerde ağaçları yeniden diken çiftçiler açısından farklı bir öykü sunuyor. Bu durumun derhal belgelenmesi ve üzerine yenilerinin yapılması gerektiğine inanan Abasse gibi savunucular, küçük ölçekli toprak sahiplerinin gösterdiği bu büyük çabaların Afrika’yı baştan aşağı tekrar yeşillendirme girişimlerinin “bel kemiğini oluşturması gerektiğine” inanıyor.

Makalenin İngilizce orijinali

Isınan dünyada nükleer enerjinin ekonomi politiği: Küresel güneyde kalkınmacılığın sonu*

Tarihsel olarak ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı atom bombalarıyla gücü dünya genelinde tescillenmiş olan atom enerjisinin yıkıcılığının yapıcı bir forma dönüştürülmesine dayanan modernleşme vaadi 1953 yılında ABD Başkanı Eisenhower’ın ilan ettiği Barış için Atom Anlaşması’nın [1] kalkınmayı hedefleyen devletlerin projeyi benimsemesiyle  hayata geçirilmiştir. Soğuk Savaş döneminin atom testleri toplumsal teyakkuzun etkisiyle resmi olarak yasaklanırken uzun inşaat süreleri, üretim için gerekli olan uranyumun belli ülkelerde bulunması ve ağır teknolojik  maliyetler  gibi nedenlerle atomun enerji formuna girmesi  yavaş gerçekleşmiştir. 1970’lerde yaşanan petrol krizine kadar nükleer enerji üretimi yaygınlaşmamışken; nükleerin  petrolün alternatifi olma ihtimalinin ortaya atılmasıyla söz konusu maliyetlerin de teknolojik gelişmeler ilerledikçe düşeceği varsayımı yaygınlaşmıştır.

Nükleer enerjinin geçmişte petrole alternatif gösterildiği gibi günümüzde de küresel ısınmanın baş tetikçisi sayılan karbonu salmadığı için fosil yakıtlara alternatif sayılarak yerini korumasına çalışılıyor. Ancak radyasyon yaydığı gibi yerküreyi  ısıtan üstelik daha tehlikeli hale getiren  kalıtsal  irrasyonel işleyişe son verecek olan da küresel ısınmanın kendisi. Zira hızlı ve gerçekçi önlemlerin alınmasını gerektiren iklim değişikliğinin sonuçları devlette devamlılık esasına göre geliştirilen hegemonik ilişki ağlarını ve bunların işleyişlerini gösteren turnusol kâğıdı gibidir. Devlet eliyle desteklenen nükleer enerji yatırımlarının iklim krizi şartlarında birçok veçheden kayıplara yol açtığını savunan bu yazı bir kavram olarak kalkınmacılığı tersyüz ederken çıkış yolu için yeşil siyasete sesleniyor.

Daha fazla tüketim için tüketim dönemi

Ekonomik olarak 1960’ların zenginleşmeyi enerji tüketimine endeksleyen paradigması yüksek miktarda enerji üretiminin değişken maliyetlerde azaltım sağlamasına yaslanarak yoğun enerji üretiminin kaynağı görülen nükleer enerjiyi bu resmin içine kolaylıkla oturtmuştur. Özellikle kapitalizmin daha fazla tüketim için üretim mantığının 70’lerden itibaren kendisini elektrik tüketimi ile ekonomik büyüme arasında doğru orantı olduğu iddiasıyla güçlendirmesi  yoğun enerji üretimi için nükleer enerjinin kabul görmesini sağlamıştır. Ancak, tüketimin gelişmişlik kriteri olmadığı, gelişmişlik indeksi ve kişi başı milli gelir gibi çoklu parametrelere ihtiyaç duyulduğu ‘90’ların ortalarından itibaren ABD’de anlaşılmışsa da Dünya Bankası’nın 2008 yılı raporunda enerji kullanımın gelişmiş ülkelere göre geri oluşu üzerinden yapılan [2] değerlendirme ilk yaklaşımın Küresel Güney için geçerli kılındığını göstermektedir. Oysa enerji israfı ve/veya enerji tasarrufu karşıtı politikalarla da enerji tüketimi yüksek gösterilebilir ki, buna en iyi örneklerden birini elektrik tüketiminin israfla artıran [3] bu sayede daha fazla enerji üretimi için ulusal  ve uluslararası sermayenin yeni yatırımlarını devreye sokmayı başaran (!) Türkiye teşkil eder.

Öte yandan askeri amaçlı çalışmaların desteklenmesinde rolü olan nükleerin enerji boyutuyla modernleşme bağının sürmesi için sermaye yoğun teknolojik araştırmaların önemli olması devletlerin araştırmaları finanse eden şirketlerin kapitalist hedefleriyle uyumlanmasını  getirmiştir. Küresel sermayenin merkezden çepere doğru yayılma ihtiyacı açısından 2000’lerden itibaren küreselleşmenin sağladığı imkanlar ise yeni coğrafyalara doğru genişleme eğilimine hizmet etmiştir ki, bu eğilim nükleer enerji şirketlerinin son yıllarda Orta Doğu pazarına yönelmesini de açıklar. Yani sermayenin coğrafi olarak genişlemesi kapitalist birikimin çelişkilerinden kaynaklanan krizlerinden kaçınarak sürerken tüm diğer alanlardaki metalaştırma süreçleri nükleer enerji sektöründe de işlemektedir.

Kapitalist birikim ve neoliberalizmin rolü

Nükleer enerji üretiminin ekonomik, ekolojik ve toplumsal riskleri nedeniyle geniş ölçekli önlemler alınmasını, proseslerine uygun kuralların oluşturulması için kanun ve yönetmelikler dahil kurumsal alt yapı düzenlemesi gerektiren yanı merkeziyetçi üretim modeliyle işlemesini zorunlu kılmıştır. Bununla beraber merkeziyetçilik, 70’lerin sonlarından itibaren kapitalist birikim, rejiminin hakim neoliberal stratejisi doğrultusunda planlamadan el çektirilen devletin düzenleyici pozisyonu gereği toplumsal itirazları bastırma görevinin öne çıkmasında, baskı ve zor uygulamalarında kendini dayatır ki, bu da siyasal iktidarların sermayenin coğrafi hareketliliği üzerinden kendi siyasi ve ekonomik hegemonyasını tesis etme ve koruma önceliği doğrultusunda yatırımları topraklarına çekme çabasıyla örtüşür. Ayrıca merkeziyetçiliğin kapitalizmin neoliberal stratejisine göre küresel şirketlere faaliyetlerini icra etmesi için gereken izinleri ayarlamak, prosedürleri uygun hale getirmek, yargı süreçlerini kolaylaştırmak, istisnai imkanlar tanımak gibi öncelikleri de vardır. Bu sayede siyasal iktidarlar ulusal ölçekte de küresel yatırımlarla iş bağlantıları kurmak suretiyle siyasal hegemonyalarını destekleyen sermaye gruplarını oluşturur.

Kurulan bağlantıların yeni iş bağlantıları için araçsallaştırılması da ticaret ağı üzerinden bu bağlantıyı kuran siyasal iktidarın hegemonyasının geliştirilmesine hizmet eder. Yani siyasal iktidarın topluma enerji ihtiyacı olarak sunduğu endüstriyel yatırımlar aslında siyasal iktidarın iktidarının devamlılığı için elzemdir ve  kalkınmacı girişimleri de kamu yararıyla ilişkisinin olmadığını  gösterir ki bu durum iktidarların toplumsal itirazları bastırmak amacıyla yıldan yıla  demokrasi dışı uygulamalara daha fazla başvurulmasını da açıklar. Küresel Güney’de devletlerin  neoliberal strateji öncesine tarihlenen Anayasalarıyla karşı karşıya gelmesi, toplumsal itirazların da hak, hukuk, hukuk, adalet arayışında siyasallaşan yargı karşısında Anayasaya sığınması, siyasal iktidarların Anayasayı sürekli değiştirmeye çalışması bundandır.

Sermayenin menfaatlerini önceleyen siyasal iktidarların girişimlerinin sonucu olan küresel ısınmanın dünyadaki yaşamın sonunun getirmemesi için bir politika değişikliğine ihtiyaç vardır. Zira çöl sıcaklarıyla, şiddetli fırtına vb. aşırı hava olaylarıyla, mega yangınlarla, sel oluşumlarıyla var oluşu tehdit ederken; bu tehdidin bir boyutunu da, krizin yeryüzünde mevcut endüstriyel altyapıyla buluşması, yani krizin çoklu felaket olarak yaşanması teşkil eder. Bu gerçek, nükleer santrallerin riskleriyle düşünüldüğünde 12 yıl önce yaşanan Fukuşima nükleer felaketinin  günümüzde deprem ve tsunaminin etkileriyle değil, nükleer felaketin etkileriyle tartışıldığını düşünmeyi gerektirir ki, Çernobil ve Fukuşima’ların yeniden yaşanma  ihtimali, nükleer santrallerin sorunu nasıl derinleştirdiğini gösterir.

Nükleer santrallerin arz güvensizliği

Nükleer santrallerin küresel ısınma ile ilgili sorunu, normal şartlarda su ile soğutulan, bu nedenle nehir ve göllerin kıyısında kurulmuş olan nükleer santrallerin, debisi sınırlı olan su varlıklarının  ısınmasına bağlı olarak aylarca devreden çıkarılmasını gerektirmesiyle bugünden görülmektedir. Örneğin Fransa’da elektrik ihtiyacının yüzde 85’ini karşılayan 58 reaktörün neredeyse yarısının ırmak ve göl kenarlarında kurulmuş olması nedeniyle yaz aylarında devreden çıkarılmasının gerisinde soğutma suyunun aşırı ısınması vardır. Nükleer santrallerin enerji arz güvenliği, kesintisiz enerji imajını sarsan bu verimsizliğinin inkârı, yani soğutma sisteminin çalışmamasına rağmen üretime devam edilmesi ise kaza boyutunu düşünmeyi gerektirir. Bununla beraber  küresel ısınma arttıkça deniz ve göl kenarlarındaki su soğutmalı nükleer santraller için gündemdeki bu tehlikenin, dünya genelinde en yaygın olan hafif su reaktörlerinin deniz kıyısındaki tesislerinde de yaşanabileceği öngörülebilir.  Ayrıca deniz kıyısındaki nükleer santraller için bir diğer tehlike de, deniz seviyesindeki yükselmelere bağlı olarak deniz suyunun  tesisleri ve tesis sahasında geçici depolanan nükleer atıkları su altında bırakması riskidir. Özellikle  küresel ısınmadaki artışın 2 dereceye doğru ilerlemesiyle deniz suyu seviyesinin 3 metre yükselecek olması tesis sahasındaki havuzların içinde 10-20 yıl muhafaza edilmesi gereken  kullanılmış yakıt çubuklarının tesiste geçici olarak depolanmasına karşı şimdiden  önlemlerin alınmasını gerektirir.

“Nükleer enerjide ısrar edilmesi, paylaşım savaşlarına yol açarak uluslararası ihtilaf ve savaş olasılığını tırmandırmasının yanı sıra sınırlı miktarda olan uranyumun çıkarılması ve sevkiyatıyla karbon salımına pozitif besleme yapmaktadır.”

Küresel Güney’de siyasal iktidarların  kalkınmacı pratikleri besleyen alışkanlıklarının nükleer santralleri daha tehlikeli hale getirdiği ve çoklu felaketin neredeyse bir diğer ayağını oluşturduğunu söylemek de yanlış olmaz. Buna en güzel örneği yazın en sıcak döneminde 32 dereceye varan Akdeniz’in su sıcaklığının değişmemesi için tesislerden deşarj edilen suyun sıcaklığının 35 dereceyi geçmesini sınırlayan Su Kirliliği Kontrol  Yönetmeliğinin 36. Maddesinde yapılan değişiklikle [3] Akkuyu Nükleer Santrali’nin  bu maddenin kapsam dışına çıkartılmasıyla Türkiye sergilemektedir. Bu durum  Dünya Meteoroloji Örgütü tarafından küresel sıcaklık artışının 3 dereceye vardığında Akdeniz’in bölgesel olarak daha da ısınacağını ortaya koyan projeksiyonlarıyla düşünüldüğünde kanun ve yönetmeliklerde değişiklik yapılarak tehlikenin yok sayılmasının  değil santralin verimliliği, Akdeniz ekosistemi ve  yaşamın kesintiye uğramaması için hayati olduğu nettir.  Oysa Küresel Kuzey’in Avrupa’daki örneklerine bakıldığında nükleer santrallerin çektiği soğutma suyu sıcaklığı 25 derecelerde olduğu gibi deşarj sıcaklığı da 30 derecelerdedir. Bu durum aynı zamanda Uluslararası Atom Enerji Ajansı (IAEA) gibi düzenleyici üst kurumların da Küresel Kuzey ile Güney arasındaki yaklaşım farkının felakete yol açma ihtimalini gözetmediğini, yalnızca nükleer santrallerin kurulmasında, pazarın genişletilmesinde rol oynadığını da gösterir.

Küresel ısınmaya etkisi

Küresel ısınma merceğinden bakıldığında nükleer santralleri savunan siyasal iktidarların kalkınmacılık maskesi altında tutuna geldiği kesintisiz elektrik üretimi, enerji arz güvenliği gibi kavramlarla vedalaşması gerektiği de açıktır. Üstelik nükleer enerjide ısrar edilmesi, paylaşım savaşlarına yol açarak uluslararası ihtilaf ve savaş olasılığını tırmandırmasının yanı sıra sınırlı miktarda olan uranyumun çıkarılması ve sevkiyatıyla karbon salımına pozitif besleme yapmaktadır.

Enerji arz güvenliğinden bahsedilebilmesi için önerilen enerjinin önce güvenli olması gerekirken; nükleer santrallerin geleneksel sorunlarına eklemlenen iklim krizi, nükleer santrallerden acilen vazgeçilmesini gerektiriyor. Ne var ki, nükleer enerjinin yüksek yatırım maliyetlerinin üstlenilmesi teknolojik gelişmelerle enerjiye erişim imkanının ve verimliliği artan yenilenebilir enerji yatırımlarına yönelmenin önünde engel. Geçtiğimiz yollar, kaynağını doğadan alan ve kaynağında sınırlı olmayan, doğayla uyumlu yenilenebilir enerjiye yönelmenin elzem olduğunu gösterirken iklim krizinin en temel nedenlerinden kalkınmacılık adı altında işleyen menfaat odaklı yaklaşımların yol açtığı tahribat da yaşamın devamlılığının ancak adalet, katılımcılık, paylaşımcılık gibi yeşil siyaset ilkeleriyle mümkün olabileceğini bilincimize nakşediyor.

Dipnotlar:

[1] Barış için Atom Anlaşması’nı 1955 yılında ilk imzalayan ülke hızlı modernleşme idealine erişme beklentisi içindeki Türkiye’dir.
[2] Kayıp kaçak oranı %30’larda olup yaz saati uygulamasının kaldırılması da %10’luk ilave tüketim yaratmıştır. Yani enerji israfı üzerinden enerji tüketiminin yüksek gösterilmesi sağlanırken; Türkiye gelişmiş ülke skalasında görünmektedir. Bu durum, iklim değişikliğinin önlenmesi için yeşil fonlara ulaşmasında gelişmiş ülke sayılarak kapsam dışında kalmasının da nedenleri arasında olduğu şeklinde değerlendirilebilir. Bkz: TMMOB Enerji görünümü raporları
[3] Bkz (Ek fıkra: RG-12/5/2023-32188) Nükleer Güç Santralleri için; endüstriyel soğutma sularının denize deşarjında Yönetmeliğin diğer hükümleri geçerli olmak kaydıyla 33’üncü maddenin 4 üncü fıkrasında belirtilen şartlar aranmaz.

Kaynaklar 

*

(*)Bu yazı ilk kez Yeşil Siyaset Dergisi’nde yayımlanmıştır. 

Bir ucuzluk tezahürü olarak ucuz para

Para, alınabilir, satılabilir ve kiralanabilir olana doğru sürekli, gece gündüz, hiç uyumadan hareket eder. Piyasanın kılcal damarlarında akan (kan değil!) paradır: Para, aktığı oranda piyasa canlanır, piyasanın canlanmasıyla birlikte müşteri de canlanır, müşterinin canlanmasıyla birlikte değer olarak ucuz ve pahalılık devreye girer. Banka, bu yeni yaşama biçimini organize eden en etkili kurumdur. Banka, müşterilerin hareketsiz paralarını toplar onları hareketli bir sürece ortak eder.

Toplanan ortaklık rakamı din için toplanan bağış rakamından çok daha yüksek olduğu için para dine de hükmeder. Toplam ortaklık rakamı parti aidatından çok daha yüksek olduğu için para siyasete de hükmeder. Toplam ortaklık rakamı dünyanın hemen her yerine doğru hareket edebildiği için hem din adamlarının hem de parti temsilcilerinin yerel çırpınışlarının hiçbir değeri ve hükmü yoktur; meydanlarda atılan yerli nutukların, televizyondan yüzümüze kusulan milli lakırdıların tümü boş laftan, osuranın kendi osuruğundan hoşlanmasından ibarettir[1]:

‘Pasif piyasa toplamı’nın ucuzluğu…

“Paranın anlamı, elden çıkarılacak olmasında yatar. Para hareketsiz kaldığı zaman kendi spesifik değerine ve anlamına göre artık para değildir. Duruş halinde zaman zaman ortaya çıkan sonuç, onun ileride harekete geçeceği beklentisinden kaynaklanır. Para, hareket halinde olmayan başka bir şeyin bütünüyle tüketildiği bir hareketin aracından başka bir şey değildir. Bir bakıma o, bir actus purus’tur [Tanrı’ya atfedilen saf eylem]; verili bir noktadan sürekli öz-yabancılaşma içerisinde yaşar ve böylece bizatihi bütün varlığın karşıtını ve doğrudan inkârını oluşturur.”[2]

Bu yüzden:

Pan-insanlığın pan-kapitalizmi, pan-kapitalizmin pan-insanlığı biçimlendirmesi ve belirlemesiyle birlikte ticaret siyasileşmiş siyaset ticarileşmiş, seçmen müşterileşmiş seçilen de satış temsilcisine dönüşmüştür.[3]

Bu yüzden “pasif piyasa toplamı” adlandırması isabetlidir, kullanışlıdır.

“Ucuzluk” da bu adlandırmaya eşlik eden, kullanışlı ve sorun çözücü bir adlandırmadır.

Çünkü:

Paradan daha hareketli, örgütlü ve etkili bir başka güç yoktur!

Para, devletli toplumsallıkları da kendi aralarında değerli/değersiz ya da pahalı/ucuz olarak tasnif eder. Kuveyt dinarı, Ürdün riyalı, İngiliz sterlini, ABD doları, Avrupa Birliği eurosu… değerli (= pahalı); Venezuela bolivarı, İran riyalı, Vietnam dongu, Endonezya rupianı, Özbekistan sonu… değersiz (= ucuz) paralardır. –Her farklı para biriminin devlet adıyla anıldığına da dikkatinizi çekmek isterim: Evet, bayrak gibi para da devletli toplumsallıkların sembolik taşıyıcısıdır.

Bu yüzden her devlet parası kadar konuşur.

Bu yüzden her devletin bir diğer devlet nezdindeki değeri parasının değeri kadardır.

Bu yüzden her devletin bir piyasa değeri vardır, her devletin piyasa değerini de parasının değeri belirler.

Bu yüzden parası ucuz olanı “ucuz” olarak adlandırmaktan başka bir çare de yoktur.

Nokta.[4]

*

[1] Şu da var: Hem din kurumlarının hem de siyasi partilerin para hareketlerinin tümünü banka aracılığıyla yapmasına da dikkatinizi çekmek isterim.
[2] Simmel, G., Paranın Felsefesi, s. 517.
[3] Esin kaynağı için bkz.: Horkheimer, M.,& Adorno, T. W., Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar, s. 229.
[4] Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlanacak olan Çok Kalpli Asi adlı deneme kitabından bir bölüm.

 

Yürüyoruz öfkenin yerine dayanışmanın neşesiyle

Türkiye sanki anosognozi’ye yakalanmış gibi. Beyninin bir tarafında bir harabiyet geçirmiş, sonucunda da bedeninin bir bölgesini inkar ediyor sanki.

İktidarın, devletin kolluk kuvvetlerini kullanarak Akbelen Ormanı‘nı ve diğer doğal alanlarımızı inkar etmesi gibi “farkındalık ve içgörü eksikliği” yaşanıyor.

Nörolog Olivier Sacks bu hastaların ilginç hikayelerini anlattığı “Dayanacak Bir Bacak” kitabında, bu felçli hastaların vücutlarının bir parçasını tanımayıp bir başkasına ait sandığını, bir “manken” ya da şaka olarak algılayadığını; mesela trende otururken yanındakine dönüp kendi ellerini kastederek “pardon bayım eliniz dizimde” ya da yemek tepsisini alan hemşireye “şurada bir kol var, bunu da tepsiyle götürür müsün” diyenleri anlatır. Sacks’ın hastalarından biri, uzun zamandır kayıp olan kardeşini yatağında “buluvermiş.” “Hala bana yapışık” demiş öfkeyle doktoruna, “İşte kolu burada!” Sonra da sağ ile sol kolunu kaldırmış.

Bu hastaların çoğunun “akıl hastası” olarak kabul edildiklerine de işaret edilir.  Gerçekten de bu tür hastalara özel bir “delilik kategorisi”nden bahsedilebilir. Ülke olarak, uzun zamandır bu kategoride gibiyiz; bize ait bir canlılığı inkar ederek deliler gibi yaşıyoruz.

Portekiz’den Adalar’a devri alem

Tüm bunlar devam eder; Akbelen gibi, Kazdağları, Cerattepe, Dikmece, Cudi ve pek çok yerde gelecek nesillere ait ekokırım suçu işlenirken, memleket de bu delilik karşısında direniş ve  dayanışma alanına dönüşüyor.

Şimdi size bu pasif direnişçilerden  birinden, bir  güzel insandan; 93 yaşında yaz-kış yürüyen bir Adalı, doğa ve Ada aşığı Viktor Albukrek’ten bahsetmek istiyorum.

Albukrek’lerin atalarının yolculuğu Portekiz‘in Albuquerque kasabasından, 1500’lü yıllarda başlıyor. Kasaba, adını Hindistan‘ı keşfeden Portekizli kaşif denizci Alfonso d’Albuquerque‘ten alıyor. Yolculuk, Hollanda üzerinden Ankara’ya oradan İstanbul‘a ve Büyükada‘ya uzanıyor.  Henüz bir yaşında bile olmayan  Viktor bebeği, ailesi adaya getiriyor.

Henüz çok genç yaştayken Büyükada’da kendine bir yelkenli yapıyor. Adanın etrafını ya bisikleti ya yelkenlisi ya da yürüyerek turluyor.

83 yaşındayken, anıları ve hikayeleri olan bir yeri kaybetmenin endişesi ile ilk kitabı “Bir Zamanlar Büyükada 1931-1961 anıları”nı kaleme alıyor. Kitabında 1931-1961 arasında Büyükada’da yaşadıklarını, çocukluğunu, gençliğini aile albümünden görsellerle süsleyerek hikaye ediyor.

Viktor bey 2019 yılında, Açık Radyo-Dünya Mirası Adalar programında “Prens Adaları’nın kıyılarına dökülen tüm beton  ve dolgu alanlarının bir zamanlar olduğu gibi doğal kumsal  haline geri döndürmek, dört tarafı denizle kaplı Adalar’ın her yerinden denize girmek ve tehlikesizce Ada yollarında yürümek” temennisinde  bulunmuştu.

Aradan geçen dört yılda isteği gerçekleşmek bir yana Adalar’da denize girmek için bir karış kıyı bile kalmadı.  Ada yollarında yürüyebilmek ise artık mümkün değil. En çok iklimi tetikleyen aktörlerden biri olan “arabalar”, yaya yolu statüsündeki adaları ele geçirdi. Fosil yakıtla çalışanların yanı sıra, masum olduğu empoze edilmeye çalışılsa da kömürle çalışan santrallerden, ormanlarımızı yok ederek  elde edilen enerjiyle işleyen elektrikli araçların sayısı, bu minicik yüzölçümlü kara parçalarında 10 bini aştı. Otobüs ve taksileri saymıyoruz bile.

Viktor bey bugün 93 yaşında ve iklim aktivisti oldu.

Haydi Adalar’a, yürümeye!

Diğer yanda yakın zaman önce Adalar’ın askıya çıkmış imar planlarını anlamaya çalışıyoruz. Lakin bizlerin  anlayamayacağı kadar muğlak ve görseller okunamayacak kadar bulanık!

“Askıdaki Adalar İmar Planları” için Mimarlar Odası İstanbul BK Şubesi ve İstanbul Şehir Plancıları Şubesi ile yaptığım görüşme sonrası edindiğimiz son bilgiler şöyle:

Her iki uzman kurum da ilgili verileri topluyor, tespitler yapıyor ve 10 gün içinde bitirmeyi umdukları çalışmalarının sonuçlarını kamuoyu ile paylaşacak. İBB Şehir Planlama Şube Müdürlüğü’nden Serkan Baş da askı süresi içinde planlara itiraz edecekler için en kısa sürede gerekli bilgilerin açıklanacağını söyledi.

Ortalık toz dumanken, Viktor beyin de bir çağrısı var;

5 Ağustos saat 19.00’da bedenimizin farkına varmak, yürüyebildiğimizi hatırlamak, hatırlatmak için Adalar’daki sivil inisiyatifleri, tüm İstanbulluları, Adalıları ve iklim aktivistlerini “Yürünebilir Adalar” etkinliğine davet ediyor.

Frederic Gros, “Yürümenin Felsefesi” kitabında şunları söylemiş: “Yürüyerek, kimlik fikrinin kendisinden, biri olma, bir isim ve hikayeye sahip olma isteğinden kaçarsınız. Biri olmamak, herkesin kendinden bahsettiği yüksek sosyete top­lantılarından ya da terapi seanslarından iyidir. Oysa biri olmak, boynumuza ağır ve aptalca bir kurgu zincirleyen (bizi benlik tasvirimize sadık kalmaya zorlayan) toplumsal bir zorunluluk değil midir? Yürürken biri olmama özgürlüğünü yakalarız.”

Biz de Adalar Sivil İnisiyatifi’nin cümleleriyle;

“Akbelen vahşetinin koyu karanlığında, yaşam alanlarımızın kaderini belirleyen yeni Adalar imar planlarının belirsizliğinin gölgesinde, dayanışmanın aydınlığında yürüyoruz…

İçinde yaşadığımız bu mucizevi güzelliği hatırlamak, hatırlatmak için yürüyoruz.

Soluk alıp verdiğimiz doğal ortamı tanımak, anlamak, anladıkça onu korumak, kollamak, onunla ahenk tutturmak için yürüyoruz.

Bu eşsiz coğrafyaları yitirmemenin tek yolunun sınırsız hızla ve “kılımızı kıpırdatmadan” yaşama talebimizden vazgeçmek olduğunun bilinciyle, yürüyerek gidilebilecek her yere yürüyoruz. Yürümenin zevkini unuttukça, bizim biz olmaktan Adalar’ın adalar olmaktan çıkacağını kendimize hatırlatarak yürüyoruz.

Şehrin yanı başındaki bu nadir toprak parçasının kendine has dokusuyla, biricik olduğunu hatırlayarak yürüyoruz.

20 milyonu geçen nüfusuyla fokur fokur kaynayan bir mega kentin karmaşasının ve kargaşasının iki kulaç ötesinde, denizi, ormanı, özgün mikro kliması, tüm canlıları ve eşsiz mimarisiyle capcanlı bir organizma olan bu küçücük adacıkların, giderek bir canavarı andıran İstanbul tarafından yutulmaması için bir şey yapabilir miyiz?

Yürüyerek, sadece yürüyerek onları kurtarabilir miyiz?

Hıza alışmış şehirliler adım attıkça güçlenen, dinçleşen bedenlerinin ve kuşların sesine kulak vermeyi “konfor” olarak kabul ettiklerinin yerine koyabilirse eğer, neden olmasın?

Sürüp giden hoyratlığa inat, nezaketle, merakla, anlayışla, kelebeklerin eşliğinde yürüyoruz.

Adalar hem hepimizin hem de hiç kimsenin!

Onlara gözünün içi gibi bakacak, üzerine titreyerek sakınacak herkese her zaman cömertçe kucak açıyorlar.” 

Yürüyelim o halde…

Akbelen nöbetçilerinin barışçıl protestosu zaferle sonuçlandı: Suya erişim sağlandı

Muğla‘daki İkizköy‘de yer alan Akbelen Ormanı‘nda ekoloji savunucuları, hukuksuz ağaç kesiminin ardından orman ekosisteminin restore edilmesi ve yeniden ağaçlandırma çalışmaları yapılması için nöbetini sürdürürken bugün jandarma aktivistlerin kullanım suyuna erişimini üç saat engelledi.

Köylülerin kuyularından çıkarılan sular, her hafta tanker ile taşınarak Akbelen Ormanı’ndaki nöbet alanına getiriliyor. İçme suyu veya yemek ve içeceklerde kullanılan sular şişelenmiş sulardan sağlanırken, çadır nöbetindeki aktivistlerin tuvalet, bulaşık yıkama veya kişisel hijyen ihtiyaçları tankerdeki su ile sağlanıyor.

Akbelen’de su krizi nasıl başladı?

Saat 12.00 sularında kolluk kuvvetlerinin Muğla Valisi Orhan Tavlı‘dan alınan emir doğrultusunda bugün alana getirilen tankerin nöbet alanına girişini engellediği bildirildi.

Öncelikle tankerin tekerleğininin patlamış olduğu iddiasıyla aracın geçişini engellemeye çalışan jandarma, tekerleğin yalnızca havasının inik olduğunun anlaşılması üzerine suyun güvenli olmaması ihtimaline karşı analiz ettirilmesi gerektiğini, aksi halde kullanımına izin verilemeyeceğini belirtti.

Aktivistler, suyun İkizköylüler tarafından dört yılı ve çadırlı nöbet alanında da iki yılı aşkın bir süredir kullanıldığını, yalnızca kullanım amaçlı faydalanıldığını bildirmesine rağmen jandarma su taşıyan aracın geçişine izin vermedi. Bunun üzerine İl Sağlık Müdürlüğü ekipleri alana çağrıldı. Ekipler sudan numuneler alarak alandan ayrıldı.

Aktivistler ise en temel ihtiyaçlardan biri olan suya erişimlerinin engellenmesine müzikli protesto, oturma eylemi, kol kola girip ‘barikata karşı barikat’ oluşturmak gibi barışçıl eylemlerle protesto etti.

‣ Su kaynaklarına el konulan Akbelen nöbetçilerinden müzikli eylem: Jandarma Gezi’yi unutma!

Yakıcı sıcakta üç saat süren barışçıl eylemin zaferi

Günün en sıcak saatlerini suya erişimleri olmadan, asfalt üzerinde oturma eylemleri ile geçiren aktivistler, yakıcı sıcağa rağmen barışçıl eylemlerinden vazgeçmedi. Susuz geçen üç saatin ardından tankerin nöbet alanına geçişine izin verildi.

Ekoloji savunucusu Ahmet Tatar, tankerin alana girişini aktivistlere müjdelerken şu ifadeleri kullandı:

“Arkadaşlar, bugün insani hakkımız olan su ihtiyacımız, üstelik kullanma suyu ihtiyacımız jandarmanın öğleden önceki bir faaliyetiyle durduruldu. Tankerimizin suyunun yenilenmesi gerekiyor. Biz bu suyu kullanım suyu olarak hem kişisel temizliklerimizde hem de tuvaletlerin temizliğinde hijyen şartları içerisinde kullanmaya çalışıyoruz. Ancak şu ana kadar yaklaşık olarak üç saatten fazla geçen süreçte su kullanamadığımız için burada misafirlerimiz olsun, burada bulunan arkadaşlarımız olsun kişisel temizliklerini yapamadılar. Tuvalet bölgesi gerekli temizlikler yapılamadığı için şu anda perişan vaziyette. Mücadelenin sonucunda, sizleri de kararlı mücadelesi sonucunda tankerin içeri girişini sağlayabildik. Sizlere göstermiş olduğunuz barışçıl eylemlerinizden dolayı, mücadelenizden dolayı hepinize teşekkür ediyorum arkadaşlar.”

Yaşanan üç saatlik mağduriyetin ardından nöbet alanında kullanım suyuna direniş sonucunda tekrar erişim sağlanması İkizköylüler ve aktivistler tarafından coşkuyla karşılandı.

‘Vali, suç niteliği taşıyan davranışını devam ettirdi’

Tatar, nöbet alanında yaşanan tanker sorununun arka planını Yeşil Gazete’ye değerlendirdi. Tatar, durumun çözümlenmesi için yapılan görüşmelere değinerek şunları aktardı:

“Bu konuyla ilgili olarak güvenlik kuvvetleriyle görüşmelerimiz oldu. Güvenlik kuvvetleri de Muğla Valisiyle temas içerisine oldular. Muğla Valisi’nden gerekli izinlerin çıkması biraz zaman aldı. Yine Muğla Valisi bu konudaki insani ihtiyacımız olan su ihtiyacımızın engellenmesi konusunda yine uygunsuz ve olumsuz ya da suç niteliği taşıyacak davranışını devam ettirdi. Ama buradaki direnişçi arkadaşlarımızla hepimizin ortak mücadelesi sonucu bu insani hakkımızı sonuç itibariyle aldık; tankerimizi içeri sokmayı başardık. Ama bu başarıyı sağlayan buradaki barışçıl eylemleriyle son derece medeni, son derece saygın, eylemini en kararlılıkla koyan bütün arkadaşlarıma ben burada teşekkür ediyorum.”

‘Numunelerin sonuçları henüz gelmedi’

Kullanılan suyun güvenliğinden emin olma gerekçesiyle numune alınmasından kısa bir süre sonra tankerin geçişine izin verilmesine dikkati çeken Ahmet Tatar, şunları söyledi:

“Numuneler alındı ama sonuçlar gelmedi; zaten bu sonuçları beklemiyoruz şu an içerisinde. Bunun en erken gelme zamanı bir gündür. O bir gün içerisinde sonuçlar tamamlanınca gelebilir.”

‘Maksat, Akbelen direnişini zayıflatmaktı’

Aktivistlerin kullanım suyuna erişimini engelleme girişiminin ardında Akbelen direnişini zayıflatmaya yönelik bir maksat bulunduğunu vurgulayan Ahmet Tatar, şu ifadeleri kullandı:

“Bu tanker yaklaşık iki yıldan fazla bir zamandır burada. İki yıldan fazla bir zamandır buraya bu tankerle köyden kuyulardan su geliyor. Bu iki yıldan fazla zaman içerisinde bununla ilgili herhangi bir test, tahlil ya da buna benzer herhangi bir şey yaptırılmadı. Bu hassasiyeti gösterdiklerini ya da bize ön sunumda bulunan Vali ve onunla beraber hareket edenler aslında amaçları bu suyun buraya girmesini engellemek, burada direnişte bulunan direniş ekibini zayıflatmak, onları rencide etmek ya da tahrik etmek hedefi. Ama bizim arkadaşlarımız barışçıl eylemleriyle çok medeni bir şekilde bunu püskürttüler. Buna izin vermediler. Ve sonuçta başardık. Numuneyi aldılar. Elbette ki iyi ya da kötü bunun bir sonucu gelecek. Ama biz bu suyu zaten kullanım amaçlı değerlendiriyoruz. insanlarımız, buradaki arkadaşlarımız bu sudan gerek kişisel temizlikleri olsun, gerekse alandaki birtakım temizlik faaliyetlerinde kullanıyorlar. Çok gerekli bir şey. İçme suyumuzu zaten pet şişelerle ya da işte tahlil ve testleri yapılmış, Sağlık Bakanlığınca onaylanmış suları içiyoruz. Onun dışında herhangi bir su içilmiyor.”

‣ Akbelen için geç değil, ağaç kesilse de orman yaşıyor
‣ Meclis, 8 Ağustos’ta Akbelen gündemiyle olağanüstü toplanacak
‣ Siyasi partiler, STK’lar, sendikalar ve Muğlalılar pazar günü Akbelen’de buluşuyor
‣ Akbelen’de işkenceyle gözaltına alınan Köseoğlu: Yeryüzü için mücadelemiz sürecek
‣ Lützerath’dan Akbelen’e dayanışma mesajı
‣ DEVA’lı Rızvanoğlu’ndan Akbelen’e Meclis’ten destek: 2.5 yıllık kömür için değer mi?
‣ İkizköy, dünyaya dört dilde seslendi: Sesimiz olun, Akbelen’de ekokırımı durdurun

Okyanus yüzeyi şimdiye dek kaydedilen en yüksek sıcaklığa ulaştı

Fosil yakıt kaynaklı “iklim bozulması”nın okyanuslar üzerindeki olumsuz etkisi her geçen gün daha da artıyor.

AB‘nin yeryüzü inceleme programı Copernicus iklim modelleme servisine göre, küresel ortalama günlük deniz yüzeyi sıcaklıkları (SST) bu hafta 20.96C’ye ulaşarak 2016’da ulaşılan 20.95C rekorunu kırdı.

Bilim insanları rekorun kırılmaya devam edeceğini söylüyor, çünkü genellikle okyanuslar küresel olarak en sıcak dönemlerini ağustos ayında değil, martta yaşıyor.

Aşırı yüzey sıcaklığı okyanusların yeni ‘normal’i

Mart ayında daha da ısınabilir

Copernicus’ta görevli Dr Samantha Burgess, “Rekoru görmüş olmamız, okyanusun bugünden gelecek mart ayına kadar ne kadar ısınabileceği konusunda beni endişelendiriyor” dedi.

Deniz suyu sıcaklıklarının artışı kısmen El Niño hava olayı tarafından tetikleniyor. 2016 da bir El Niño yılıydı. Ancak bu hava modelleri, giderek ısınan atmosfer nedeniyle etkisini daha fazla ve güçlü hissettiriyor.

Okyanustaki Haziran 2023 sıcak dalgası. Grafik: NOAA.

BBC‘ye konuşan Burgess, “Fosil yakıtları ne kadar çok yakarsak, okyanuslar tarafından o kadar fazla fazla ısı emilecek, bu da onları stabilize etmek ve bulundukları yere geri getirmek için o kadar uzun süreceği anlamına geliyor” ifadelerini kullandı.

Akdeniz suları, tarihinin en yüksek sıcaklığına ulaştı, okyanus sıcaklığı 38 dereceyi buldu
Dünyanın okyanusları artık çok, çok, çok hızlı ısınıyor

Son beş yılda ısınma hızlandı

Okyanuslar, iklimi düzenliyor, ısıyı emiyor, hava düzenlerini yönlendiriyor, bir karbon yutağı görevi görüyor ve denizden üflenen soğuk hava, kara sıcaklıklarını daha katlanılabilir hale getiriyor. Ancak onlar da ısındıklarında bu etkileri ve karbondioksiti emme yetenekleri azalacağından, atmosferde daha fazla sera gazı birikmesine katkıda bulunuyorlar. Isınan okyanuslar ayrıca deniz seviyesinin yükselmesine neden olan buzların erimesinin de başat nedenlerinden biri.

İklim krizi: Okyanus yüzey sıcaklıklarının rekor kırmasıyla aşırı hava olaylarında artış bekleniyor
Okyanuslar, ‘hafızasını’ kaybediyor
Okyanus dip sıcaklığı beklenilenden çok daha hızlı artıyor

Uydu verilerini değerlendiren bilim insanları, şimdiye dek alınan kayıtların tüm süresi boyunca, küresel ortalama deniz yüzeyi sıcaklığının 0,9C’ye yakın arttığını ve son kırk yıldaki artışın yaklaşık 0,6C olduğunu buldu. Son beş yıllık ortalama ise 1991 ile 2020 arasındaki ortalamanın yaklaşık 0,2C üzerinde.

En hızlı ısınan bölgelerden bazıları ise Arktik Okyanusu, Baltık Denizi, Karadeniz ve tropikal olmayan Pasifik’in bazı bölümleri.

2019’da yapılan bir araştırmaya göre, denizlerdeki sıcak dalgalarının sayısı giderek artıyor ve bu günleri sayısı son birkaç yılda üç katına çıktı. 2016’ya kadar olan 30 yılda, 1925-54’e kıyasla sıcak dalgası görülen günlerin sayısı yüzde 50’den fazla arttı. Bilim adamları, o sıradaki aşırı sıcaklığın deniz yaşamını yok ettiğini söylüyor: , “Orman yangınlarının devasa orman alanlarını yok etmesi gibi” .

Bir kömür santrali kapanırsa ne olur?

ABD‘nin Pittsburg kentinde daha temiz havanın faydaları, insanların sigarayı bıraktıktan sonra elde ettikleri sağlık kazanımlarıyla karşılaştırıldı.

Kentteki devasa Shenango Coke Works kömür santrali, yarattığı hava ve su kirliliği nedeniyle hükümet tarafından milyonlarca dolarlık para cezasına çarptırılmasının ardından Ocak 2016’da tamamen kapatılmıştı.

Araştırmacılar, santralin kapatılmasını bölge halkı arasındaki kalp krizi ve felç vakalarında neredeyse anında bir düşüşle ilişkilendirdi.

Hastanelere ve acil servislere başvuru azaldı

Euronews‘in aktardığına göre, New York Üniversitesi (NYU) Grossman Tıp Fakültesi’nde görev yapan araştırmacılara göre, santrale karşı yıllarca süren toplum baskısı, uzun saltanatının sona ermesine yardımcı oldu ve yerel halk da çok hızlı biçimde sağlık kazanımlarıyla “ödüllendirildi.”

Çalışmanın lideri Wuyue Yu, “Araştırmamız, bu kömür işleyen fabrikanın kapatılması ve fosil yakıt emisyonlarının önemli ölçüde ortadan kalkması sayesinde hava kalitesinde ve çevre sakinlerinin kardiyovasküler sağlığında önemli gelişmeler sağlandığına dair ikna edici bilimsel kanıtlar sağlıyor” dedi.

Devlet sağlık kayıtlarının analizlerine göre, kalple ilgili sorunlar için yerel acil servislere yapılan haftalık ortalama ziyaretler, kapatmanın hemen ardından yüzde 42 azaldı.

Çevresel Sağlık Araştırması dergisinde yayımlanan “doğal deney”in sonuçları da kişilerin sağlığı ile tesisin kapanması arasında güçlü bir genel istatistiksel ilişki olduğunu gösteriyor.

‘Sigarayı bırakmak gibi’

Neville Adası’ndaki bulunan Shenango Coke Works, 50 yılı aşkın bir süredir çelik üretiminde kullanılan kömür türevi kok kömürü üretiyordu. Kapanması, fosil yakıtla ilgili hava kirleticilerin emisyonlarında ani ve kalıcı düşüşlere yol açtı .

Günlük ortalama zehirli kükürt dioksit seviyeleri, tesisin yakınındaki hükümet hava izleme istasyonlarında yüzde 90 ve yaklaşık 10 kilometre uzaklıktaki bir istasyonda yüzde 50 düştü. İnsanların teneffüs edebileceği başka bir kömür yakma yan ürünü olan partikül maddedeki arsenik yüzde 66 azaldı.

Ocak 2016’dan Aralık 2018’e kadar olan verileri analiz eden araştırmacılar, uzun vadede insanların sağlığında da iyileşmeler gözlemledi.

Bu dönemde, tesisin kapanmasından önceki üç yıla kıyasla, kalp hastalığı nedeniyle yıllık ortalama 33 kez daha az hastaneye yatış oldu. Buna, iskemik kalp hastalığı (tipik olarak kalp krizi) nedeniyle yılda ortalama 13 kez daha az hastaneye yatış ve serebrovasküler olaylar (çoğunlukla inme ) nedeniyle yılda ortalama 12 kez  daha az hastaneye yatış da dahil .

Çalışmanın kıdemli araştırmacılarından Prof. George Thurston, hava kirliliğine maruz kalma oranındaki dramatik düşüşün faydalarını, insanların sigarayı bıraktıktan sonra deneyimledikleri hastalık ve rahatsızlıklardaki azalmayla karşılaştırdı .

NYU Langone Tıp ve Nüfus Sağlığı Departmanı’nda görev yapan Thurston,  “Analizimiz, fosil yakıtla ilgili hava kirliliğini düzenlemek ve azaltmak için uygulanan politikaların halk sağlığına gerçek faydaları olduğuna dair artan bilimsel kanıtlara katkıda bulunuyor” dedi.

Yu da fosil yakıtlı kirli havayı astım ataklarındaki ani artışlara ve ayrıca kalp krizi ve felce yol açan enflamatuar durumlarda uzun vadeli artışlara bağlayan çok sayıda geçmiş çalışma olduğunu ekledi.

Fosil Yakıtların Ötesinde (Beyond Fossil Fuels) kampanya grubunun Avrupa’daki farklı ülkelerde bulunan kömürlü termik santrallerin sağlık üzerindeki etkilerin üzerine yaptığı modellemede, kömürle ilgili en yüksek erken ölümler ve hastaneye yatışlar, tümü en iyi üreticiler olan Almanya , Polonya ve Sırbistan‘da görülüyor.

2016 yılında Avrupa’da 324 kömürlü termik santral bulunuyordu. Beş yıl sonra, kıtadaki santrallerin yarısını 2030’a kadar kapatma planlarını açıkladı ve giderek daha fazla ülke bu aşamalı çıkış tarihini taahhüt ediyor.

Türkiye’de durum

Türkiye‘de ise 326 TwH olan yıllık elektrik üretiminin %65i fosil yakıtlardan karşılanıyor. Senaryolar, tarihsel gelişimi koruyan “baz senaryo” eğilimi altında elektrik üretiminin, 2030’da 460 TwH’a, 2050’de ise  769 Twh’a çıkacağını gösteriyor. Fosil yakıtlara dayalı elektrik üretiminden kaynaklanan CO2 emisyonlarının ise 149 milyon ton’dan 2030’da 184 tona, 2050’de de 280 milyon tona ulaşacağını gösteriyor.

[İklim Masası] Türkiye kömüre mahkum değil

2021’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı açıklamayla Paris Anlaşması’na taraf olacağını ve 2053’te Net Sıfır Emisyon hedefini kabul edeceğini ilan etmesine rağmen, Muğla’nın  Milas ilçesinde bulunan Akbelen Ormanı’nın, Yeniköy Kemerköy termik santrallerine kömür sağlamak üzere maden ocağına dönüştürülmek istenmesi, Türkiye’nin enerji politikalarındaki samimiyeti de sorgulatıyor.

 

Su kaynaklarına el konulan Akbelen nöbetçilerinden müzikli eylem: Jandarma Gezi’yi unutma!

Muğla İkizköy‘deki Akbelen Ormanı’nda verilen ekoloji mücadelesi 12’nci gününde devam ederken kolluk kuvvetleri, aktivist ve köylülere kullanım suyu sağlayan tankerin nöbet alanına girişini engelledi.

Jandarma ilk olarak “tekerinin patlak olduğu” iddiasıyla tankeri durdurduysa da kısa zamanda yalnızca havasının inik olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine kolluk kuvvetleri, aktivistlerin sağlığı için tankerdeki suyun içilmeden önce laboratuvar ortamında analiz edilerek güvenliğinden emin olunması gerektiğini bildirdi ve aracın alana girişine izin vermedi.

Aktivistler ise İkizköylülerin kuyularından sağlanan suyun içme suyu olarak değil yalnızca bulaşık yıkamada ve tuvaletlerde kullanıldığını, dört yıldır Akbelen direnişinde kullanılmasına rağmen hiçbir sağlık sorununa yol açmadığını açıkladı.

Avukat İsmail Hakkı Atal, suyun analize gönderilmesi durumunda işlemlerin uzun süreceği ve nöbet alanının uzun bir süre susuz kalacağı uyarısı yaptı.

Aktivistler ise, Anayasa’ya aykırı ağaç kesiminin başladığı 24 Temmuz’dan itibaren neredeyse her gün aktivistler ve her yaştan köylülere yakın mesafeden ve uyarısız biber gazı sıkan, cop ve kalkanla müdahalede bulunan kolluk kuvvetlerine “Yüzümüze biber gazı sıkarken güvenliğimizi düşünmüyordunuz” diyerek tepki gösterdi.

Eylemciler, “Havama, suyuma, toprağıma dokunma” sloganları attı.

İl Sağlık Müdürlüğü‘nden ekipler alana gelerek incelemek üzere tankerdeki sudan numune aldı.

Vali Tavlı’nın görevden alınması çağrısı

Su tankerinin Akbelen nöbet alanına girişinin engellenmesi yönündeki emrin Muğla Valisi Orhan Tavlı tarafından verildiğine yönelik bir bilgi, kolluk güçleri tarafından doğrulandı.

Av. Atal, Vali Tavlı’nın görev yaptığı diğer illerde de özel şirketlerle işbirliği sağlayarak ekolojik yıkıma neden olduğunu ve halk sağlığını tehdit eden uygulamalarda bulunduğunu hatırlattı.

Atal ve ekoloji aktivistleri, ekokırım suçu işleyen Tavlı’nın görevden alınması çağrısını yineledi.

‘Suyumuz gelene dek alanı terk etmiyoruz’

Ekoloji savunucuları, nöbet alanının sürekliliği için gerekli olan su tankeri geri getirilene kadar alanı terk etmeyeceklerini açıklayarak eyleme başladı: “Bizim tankerimiz kesinlikle buraya girecek. Ne kadar engellerlerse engellesinler bunu sağlayacağız.”

Ardından Akbelen nöbetçilerinin bir kısmı jandarma barikatına karşı kol kola girerek barikat oluşturdu, bir kısmı ise barikatın önünde oturma eylemine geçti.

Doğa temelli enstrümanlarla müzikli eylem

Direnişçiler oturma eylemi sırasında ahşap tabure, çubuklar ve içine taşlar koyulmuş pet şişeler gibi doğa temelli enstrümanlarla şarkılar söyledi. Çok geçmeden diğer eylemciler de müzikli protestoya diğer enstrümanlarla katıldı.

Eylem sırasında “Jandarma, Gezi’yi unutma!” sloganı atıldı.

‣ Akbelen için geç değil, ağaç kesilse de orman yaşıyor
‣ Meclis, 8 Ağustos’ta Akbelen gündemiyle olağanüstü toplanacak
‣ Siyasi partiler, STK’lar, sendikalar ve Muğlalılar pazar günü Akbelen’de buluşuyor
‣ Akbelen’de işkenceyle gözaltına alınan Köseoğlu: Yeryüzü için mücadelemiz sürecek
‣ Lützerath’dan Akbelen’e dayanışma mesajı
‣ DEVA’lı Rızvanoğlu’ndan Akbelen’e Meclis’ten destek: 2.5 yıllık kömür için değer mi?
‣ İkizköy, dünyaya dört dilde seslendi: Sesimiz olun, Akbelen’de ekokırımı durdurun