Ana Sayfa Blog Sayfa 401

Akbelen direnişçileri Ankara yolunda

Muğla Milas‘taki Akbelen Ormanı‘nda Limak-İçtaş ortaklığı YK Enerji‘nin kömür madenini genişletmek için yaptığı ağaç kıyımına karşı bölge halkı ve çevre aktivistlerinin direnişi 15’nci gününde.

Vatandaşların parlamentoya yaptığı çağrı ise CHP‘den yanıt buldu ve Meclis‘te genel görüşme önergesi verildi.

Buna göre, TBMM Genel Kurulu, CHP’nin  ilişkin önergesini müzakere etmek üzere, yarın (8 Ağustos Salı) olağanüstü toplanacak.

Akbelen halkı da görüşmelere katılmak ve vekillerle görüşmek için başkente  doğru yola çıkıyor. Sosyal medya hesaplarından yayınlanan çağrı şöyle: 

“İkizköy, Karacahisar ve Çamköylüler olarak Akbelen Ormanı için Ankara’ya gidiyoruz!

Köyümüz, topraklarımız, geleceğimiz için mücadelemiz yılmadan sürüyor. Tüm kamuoyunu biz köylülerle olmaya, dayanışmaya çağırıyoruz!
#AkbeleneSahipÇık
#AkbelendenVazgeçmiyoruz”

Meclis’teki siyasi partilere çağrı yapan vatandaşlar, “Çağrımız bütün milletvekillerine ve siyasi partilere, Meclis yarın, 8 Ağustos Salı günü Akbelen için olağanüstü toplanıyor. Biz İkizköylüler yarın Ankara’da olacağız. Sizleri de bu katliamın daha da büyümesini engellemek için göreve davet ediyoruz” dedi. 

200 vekil hazır bulunmalı

Genel Kurul’da görüşmelere başlanabilmesi için 200 milletvekilinin hazır bulunduğu toplantı yeter sayısı aranacak. Toplantı yeter sayısının sağlanamaması halinde olağanüstü toplanma çağrısı düşecek. Toplantı yeter sayısının sağlanması halinde ise görüşmelere geçilecek.

Birleşimde, CHP’nin, Akbelen’deki maden sahasındaki çalışmalarla ilgili genel görüşme önergesi ele alınacak.

Müzakerelerin sonunda, genel görüşme açılıp açılmamasına, işaretle oylama yoluyla karar verilecek. 151’den az olmamak şartıyla oylamaya katılanların salt çoğunluğunun sağlanması halinde, genel görüşme açılacak. Genel görüşmenin yapılacağı gün, özel gündem olarak Danışma Kurulu’nca tespit edilecek. İki günden az, yedi günden fazla olmamak kaydıyla genel görüşme için gün belirlenecek.

ABD’de, nükleer füzyon yoluyla ikinci kez enerji üretildi

ABD’de bilim insanları, bir nükleer füzyon reaksiyonundan ikinci defa net enerji üretmeyi başardıklarını açıkladı. İlk başarılı deneme aralık ayındaydı.

Kaliforniya eyaletindeki Lawrence Livermore Ulusal Laboratuvarı’ndan yapılan açıklamaya göre, 30 Temmuz’daki deneyde, aralık ayında olduğundan daha fazla enerji elde edildi.

Laboratuvar sözcüsü, deney sonuçlarının hâlâ incelendiğini açıkladı.

5 Aralık’ta yapılan deneyde bilim insanları bir yakıtın üstüne lazer tutarak iki hafif atomu daha yoğun bir atom olarak birleştirmeyi başarmıştı.

Nükleer füzyonda ‘büyük adım’: İşlem için gereken enerjiden fazlası üretildi

ABD Enerji Bakanlığı, lazerin 2.05 megajul harcamasına karşın füzyon sonucu 3.15 megajul enerji elde edildiğini söylemişti.

Nükleer füzyon, ağır atomların parçalandığı nükleer fisyonun tam tersi.

Bugün nükleer enerji santrallerinde fisyon teknolojisi kullanılıyor. Ama bu işlem sonucunda çok fazla atık ortaya çıkıyor ve bunlar uzun süre radyasyon yayıyor. Bu atıklar tehlikeli ve güvenli bir şekilde depolanmaları gerekiyor. Nükleer füzyon ise çok daha fazla enerji ürettiği gibi, çok daha az miktarda ve kısa ömürlü radyoaktif atık üretiyor. Hidrojenin ağır formları olan deteryum ve trityumdan oluşan 1 kilogramlık füzyon yakıtından elde edilebilen enerji, 10 milyon kilogramlık fosil yakıttan elde edilene denk. Ayrıca bu işlem sırasında sera gazı salımı olmadığı için iklim değişikliği açısından zarar oluşturmuyor.

Ancak füzyonda elementleri bir arada tutmak için çok büyük miktarlarda sıcaklık ve basınç gerekiyor. Geçen aralık ayına kadar hiç bir deney, bu işlem için harcanan miktardan daha fazla enerji üretmeyi başaramadı.

Bilim insanları 70 yıldır bu süreci yeryüzünde tekrar ederek temiz nükleer enerji üretmeyi hedefliyordu.

Yakın gelecekte ‘kullanılabilir füzyon enerjisi’ mümkün mü?

Füzyon deneyi başarılı sonuçlansa da, bunun dünya genelinde üretime geçmesi için aşılması gereken çok sayıda engel var. Pahalı kurulum masrafları ve daha büyük ölçeklerde enerji üretim ihtiyacı bunlardan ikisi.

Gelecekte bu teknolojinin yaygınlaşması, fosil yakıtlara duyulan ihtiyacın azalmasını sağlayarak küresel ısınmayla mücadeleye de katkı sunabilir.

Fakat bilim insanları bunun yakın zamanda gerçekleşmeyeceğini vurgulayarak mevcut imkânlarla karbon salımını azaltmaktan vazgeçilmemesi gerektiğini belirtiyor.

Nükleer füzyon tartışmaları: Çok geç kalındı, dikkatleri acil yapılması gerekenlerden uzaklaştırıyor

Bazı uzmanlar ve bilim insanları da nükleer füzyonun insanlığı kurtarabilmesi için artık çok geç olduğu kanısında. Üstelik bu yeni yeni teknolojinin ölümcül silahların geliştirilmesinin de önünü açabileceği uyarısı yapılıyor.

‘Cengiz Holding’in Kazdağları’ndaki Danıştayca iptal edilen projesi bir kez daha durdurulmalı’

Ekoloji savunucuları, Cengiz Holding‘in Çanakkale‘nin Çan ilçesine bağlı Halilağa Köyü‘nde yapmak istediği ancak daha önce Danıştay tarafından iptal edilen Halilağa Bakır Madeni projesi için bir kez daha yürütmeyi durdurma kararı verilmesi çağrısı yaptı.

Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği tarafından yapılan açıklamada Cengiz Holding’in Halilağa Bakır Ocağı Kapasite Artışı, Cevher Zenginleştirme Tesisi ve Atık Depolama Tesisi Projesi‘ne karşı daha önce açılan ve kazanılan davanın Danıştay tarafından onaylandığı hatırlatıldı.

Şirketin buna rağmen ikinci kez Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) süreci başlattığını ve “ÇED olumlu” kararı aldığını ifade eden dernek, Kazdağları’nda projeye yönelik ağaç kesimine başlandığını bildirdi.

Kazdağları

‘Dava süreci devam ediyor’

Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği, ilk davadan bu yana yaşanan gelişmeleri şu şekilde özetledi:

“Cengiz Holding’in Kazdağları’ndaki Halilağa Bakır Madeni projesine açtığımız ve mahkemede kazandığımız ilk davayı Danıştay onadı. Danıştay, bilirkişi raporu ile dosyada bulunan bilgi ve belgelerin birlikte değerlendirilmesine dayanarak ruhsat alanında bulunan tüm arkeolojik unsurların varlığının ve ÇED alanıyla etkileşiminin tam olarak ortaya konulamadığının anlaşıldığından ÇED raporunun bu yönüyle de eksik olduğunu belirtti. Eksik ÇED raporuna dayanılarak verilen ‘ÇED olumlu ‘kararında hukuka uyarlık bulunmadığı için Mahkeme kararının onandığını bildirdi.”

Dernek, mahkeme kararının Danıştay taradından onamasını “Sevinçliyiz” diye değerlendirse de “Ancak şirket ikinci ÇED süreci başlatarak yeniden ‘ÇED olumlu’ kararı aldı” diye ekledi.

Bunun üzerine 95 davacı ile yeniden dava açıldığını belirten ekoloji savunucuları, dava sürecinin devam ettiğini belirtti.

Kazdağları

‘Acilen yürütme durdurulmalı, ÇED olumlu kararı iptal edilmeli’

Cengiz Holding’in Kazdağları’na telafisi mümkün olmayan zararlar vereceğinin kaydedildiği açıklamada Halilağa Bakır Madeni projesi kapsamında şantiye alanı ve yol inşaatları için ağaç kesimlerine başlandığı aktarıldı.

Dernek, itiraz yolu kapalı olarak iptal proje için bir kez daha yürütmeyi durdurma kararı verilmesi çağrısında bulundu:

Danıştay’ın itiraz yolu kapalı olarak iptal ettiği bu proje için Çanakkale İdare Mahkemesi tarafından ikinci kez acilen yürütmeyi durdurma kararı verilmeli ve ‘ÇED olumlu’ kararı iptal edilmelidir. Cengiz Holding Kazdağları’ndan gidene kadar davanın peşini bırakmayacağız ve takipçisi olacağız.

Cengiz, Kazdağları’ndan çek git!

Kazdağları

‣ Cengiz Holding, mahkeme kararıyla iptal edilen proje için Kazdağı’nda ağaç kesimine başladı
‣ Cengiz Holding’e Halilağa’da geçit verilmedi: Hiçbir maden projesi Kaz Dağları’ndan daha değerli değil
‣ Cengiz Holding’den Kazdağları’nda ‘ya pazarlık ya kamulaştırma’ teklifi: Arsanız madencilik için gerekiyor
‣ Halilağa’da Cengiz Holding’in bakır madenine verilen ÇED olumlu kararı iptal!
‣ Mahkemeden Cengiz Holding’in Halilağa bakır madeni için yürütmeyi durdurma kararı

Kamulaştırılan Dikmece’nin köylüleri bahur ve rihenlerle yürüdü: Gitmedik, buradayız

Haber: Burcu Özkaya Günaydın

*

HATAYHatay’ın Antakya ilçesinin Dikmece köyünde tarım ve zeytinlik arazilerine kamulaştırma kararı alındı. Zeytinlikleri, arazileri ellerinden alınan Dikmeceliler hem depremin altıncı ayı hem de kamulaştırmalara karşı bahur, rihen ve Türk bayrağı ile yürüdü.

Dikmeceliler, “Gitmedik, buradayız”, “Ma rihna nihna hon” (Gitmedik, buradayız) “Susma sustukça sıra sana gelecek”, “Vali istifa” sloganları attı.

Geçtiğimiz hafta toprakları için yürüyen Dikmeceliler, kolluk kuvvetlerinin müdahalesiyle gözaltına alındı. Dikmeceliler, bir haftadır yaşam nöbeti tutuyor. Asla topraklarını bırakmayacağını belirten Dikmeceliler, Hatay Valisi Mustafa Masatlı’nın katıldığı bir programda “Dikmece’de kamulaştırma çalışması yapıldı. Bölge halkıyla konuşuldu, anlatıldı” sözlerine tepki göstererek, Vali istifa”, “Dikmece burada vali nerede” sloganları attı.

Dikmece
Fotoğraf: Burcu Özkaya Günaydın

‘Burada yaşayacağız, asla terk etmeyiz’

Dikmece sakinlerinden Sertap Olgay, kendilerine tebligat gelmediğini, kamulaştırmayı bir gün köye ölçüm yapmaya gelenlerden öğrendiğini belirtti.

Olgay şunları kaydetti:

Ölçüm için gelenlere ne olduğunu sorduk. Bize köyün boşaltılacağını söylediler. Öyle öğrendik. Burası bize dedelerimizden kaldı. Topraktan, tarımdan başka bir şey bilmiyoruz. Biz de depremzedeyiz, insanlar için ev yapılsın ama neden biz çıkıyoruz topraklarımızdan. Hatay’da doğduk, burada yaşayacağız, asla terk etmeyiz.

‘Bizim için ikinci deprem’

Sadece Dikmece değil, Orhanlı, Gülderen de istimlak edilen köylerden.

Gülderenliler de istimlaklara tepki gösterip, “Bizim için ikinci deprem” dedi.

Su, yemek, asbest gibi sorunlarla boğuşan Antakya’da kamulaştırmalar önümüzdeki süreçte kentin önemli sorunları arasında yer alıyor.

‣ Hatay’da inşaat için tarım arazileri kamulaştırılan Dikmece halkı nöbete başladı
‣ Dikmece’de de jandarma copu: Zeytinlerini ve tarım arazilerini savunan köylüler gözaltına alındı
‣ Hatay’da kamulaştırma kararı verilen köyde üç günde ikinci yangın: Tesadüf mü?
‣ Hatay’da zeytinlikler acele kamulaştırma ile imara açıldı: Bu şehir öldürülmeye çalışılıyor

Yeniköy ve Kemerköy termik santrallerinin bedelini kim ödüyor?

Yeniköy ve Kemerköy Termik Santrali‘ne yakıt sağlamak gerekçesiyle Akbelen Ormanı‘nda yapılan ağaç kesimi için Muğla 1’inci İdare Mahkemesi‘nde açılan davanın sonuçlanması beklenmezken, iki santrale ilişkin hukuksuzlukların başlangıcı 1990’lı yıllara dayanıyor.

Limak Holding ve IC Holding ortak iştiraki Yeniköy Kemerköy Elektrik Üretim ve Ticaret AŞ‘ye (YK Enerji) Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından tahsis edilen maden sahasının genişletilmesi için yapılan ağaç kesimi 24 Temmuz’dan bu ayın başına kadar sürdü. Kesimi Bakanlığa bağlı Orman Genel Müdürlüğü gerçekleştirdi.

‣ Distopik bir gerçekliğin sınırlarında solumak: Termik Santraller

Esas hakkında karar çıkmadı

İkizköy Çevre Komitesi tarafından yürütmenin durdurulması talebiyle açılan dava yaklaşık iki buçuk yıldır devam ediyordu. Kamu eliyle gerçekleştirilen kesimle, davanın esası hakkında verilecek karardan önce ormana müdahale edildi. Muğla 1’inci İdare Mahkemesi’nin gelecek günlerde duruşma açması ve esas hakkında karar vermesi bekleniyor.

Ancak Akbelen Ormanı’nda yaşananlar, iki santral nedeniyle bölgede gerçekleşen ekolojik yıkımın son aşaması.

Deutsche Welle‘nin aktardığına göre Yeniköy Termik Santrali 1986, Kemerköy ise 1993 yılında işletmeye alındı. Muğla’daki üçüncü termik santral Yatağan ise 1982 yılından beri faal.

Yeniköy ve Kemerköy santrali
Fotoğraf: Bülent Kılıç / AFP

İlk başvuru 1993’te yapıldı

İzmir Çevre Hareketi Avukatları, Nisan 1993 ve Şubat 1994 tarihli dilekçelerinde, her üç santralin de zorunlu izinleri almadıkları ve işletilmelerinin çevre ve kamu sağlığı açısından tehlike oluşturduğunu belirterek Sağlık Bakanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, Türkiye Elektrik Kurumu‘nun (TEAŞ) aralarında olduğu idari makamlardan termik santrallerin kapatılması yönünde işlem yapmaları için talepte bulundu. Ancak bu talep söz konusu makamlarca reddedildi.

Çevre avukatları, Temmuz 1993 ve Mayıs 1994 tarihlerinde her santral için ayrı ayrı dava açtı. Aydın İdare Mahkemesi‘nde açılan davalar yaklaşık üç yıl sürdü. 30 Aralık 1996 tarihinde verilen kararlarda mahkeme, bilirkişi raporlarına dayanarak başvurucuların termik santrallerin işetilmesinin durdurulmasına ilişkin isteminin idare tarafından reddedilmesinin hukuka aykırı olduğuna karar verdi. Bilirkişiler, santrallerin önemli miktarda nitrojendioksit, sülfürdioksit yaydıklarını ve zorunlu baca filtrelerinin olmadığını saptarken, Aydın İdare Mahkemesi’nin kararında, santrallerin halihazırda kirliliğe neden olduğuna, insan sağlığı ve çevre için zararlı olduğuna ve çalışmaların sürdürülmesi durumunda halka telafisi olanaksız şekilde zarar vereceğine dikkat çekildi.

‣ Yeniköy Termik Santrali’nde neler oluyor: Filtreleri gece kapatılıyor mu?

Ekonomik gerekçeler sunuldu

Aydın İdare Mahkemesi’nin kararının Anayasa‘ya göre 30 gün içinde uygulanması gerekirken dönemin Bakanlar Kurulu 3 Eylül 1996 tarihinde santrallerin kapatılmasının enerji kısıtlamasına ve iş kaybına neden olacağı, bu nedenle bölgedeki turizm gelirinin etkileneceği sonucuna vararak santrallerin durdurulmamasına karar verdi.

Aydın İdare Mahkemesi’nin kararları 3 ve 6 Haziran 1998’de Danıştay tarafından da onaylandı. Danıştay, 29 Nisan 1999’da davalı idari makamların karar düzeltme istemlerini de reddetti. Ancak Danıştay kararı da uygulanmadı. Çevre avukatlarının mahkeme kararlarını yerine getirmedeki ihmallerinden dolayı Bakanlar Kurulu ve diğer yetkililer aleyhinde ceza davası açılması talebi de ilgili Savcılıklar tarafından reddedildi.

Bunun üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuru yapıldı. AİHM, 12 Temmuz 2005’te adil yargılanma hakkının ihlaline ilişkin bir karar verdi ve Türkiye‘yi tazminata mahkum etti.

‣ Türkiye kömüre doymuyor: Planlanan termik santraller için revizyon yapılmalı

35 bin 195 erken ölüme yol açtı

Peki mahkeme kararlarına rağmen kapatılmayan santrallerin halk sağlığına maliyeti ne oldu?

Avrupa Sağlık ve Çevre Birliği‘nin (HEAL) Ocak 2022’de yayınladığı rapor durumun ciddiyetini ortaya koyuyor.

Türkiye’de santrallerin neden olduğu kronik kömür kirliliğinin kümülatif sağlık etkisi ve maliyetinin hesaplandığı rapora göre, Yeniköy ve Kemerköy termik santralleri işletmeye alındıktan 2020 sonuna dek toplamda 35 bin 195 kişinin erken ölümüne neden olurken, sadece Yeniköy termik santrali 23 bin 595, sadece Kemerköy termik santrali 11 bin 600 kişinin erken ölümüne yol açtı. Yeniköy Termik Santrali’nin 154 bin 343, Kemerköy Termik Santrali’nin ise 78 bin 297 çocuğun bronşit hastası olmasına yol açtığı tespit edildi.

‣ Kömürlü termik santrallerin 55 yıllık karnesi açıklandı: 200 bin erken ölüm, 4.8 trilyon sağlık maliyeti

Yıllık sağlık maliyeti 23 milyar TL

HEAL’in çalışması, Muğla’da bulunan üç termik santralin yarattığı hava kirliliğinin sağlık maliyetinin, tüm Türkiye’deki termik santrallerin sağlık maliyetinin neredeyse üçte birine denk geldiğini gösteriyor.

Çalışmaya göre Yeniköy Termik Santrali’nin devrede olduğu 1986-2020 arasında devlete yüklediği sağlık harcaması maliyeti 508 milyar 500 milyon lirayı bulurken, 1993 yılında çalışmaya başlayan Kemerköy Termik Santrali’nin maliyeti 2020 sonuna dek 260 milyar 400 milyon TL olarak hesaplandı.

Yeniköy Termik Santrali’nin işletildiği 35 yılda yıllık ortalama sağlık maliyeti 14 milyar 528 milyon TL iken Kemerköy Termik Santrali’nin 9 milyar 300 milyon TL oldu. Buna göre iki termik santralin toplam yıllık ortalama sağlık maliyeti 23 milyar 828 milyon TL’yi buluyor.

Türk Tabipleri Birliği (TTB) Halk Sağlığı Kolu Üyesi Dr. Ahmet Soysal da HEAL’in çalışmasının durumun vahametini açıkça ortaya koyduğunu belirtiyor.

‣ Yatağan’da suç üstü: Şirket, maden için verilen yargı kararını görmezden geliyor

‘Bilişsel gelişimi de yavaşlatıyor’

Soysal, termik santrallerin yarattığı hava kirliliğinde baca filtresinin de bir çözüm olmadığını belirterek santral olan bölgelerde Dünya Sağlık Örgütü‘nün önerdiği yıllık limit değerlerin üzerinde bir partikül madde kirliliği olduğuna dikkat çekiyor. Partiküler madde (PM) havada asılı katı veya sıvı maddelerin mikroskobik parçacıkları olup en tehlikeli hava kirliliği olarak tanımlanıyor.

Son bilimsel çalışmalara göre en önemli hava kirleticilerin iki buçuk mikron ve altındaki partikül maddeler (PM 2,5) olduğuna işaret eden Soysal, “Bunlar kimyasal yapılarına göre insanda sadece solunum sistemi ve akciğer hastalıklarına neden olmuyor, nörolojik hastalıklara neden oluyor, çocuklarda bilişsel gelişimi yavaşlatıyor. Düşük ağırlıklı doğum olaylarına neden oluyor. Demans ve alzheimer ile PM 2,5 hava kirliliğinin ilişkisini ortaya koyan yeni çalışmalar var. Çocuklarda bilişsel gelişim açısından gerilik yarattığına dair çalışmalar var” diyor.

Kömür madenlerinin “yerli milli enerji” söylemiyle kullanılmaya devam edilmesini “koskocaman bir aldatmaca” olarak niteleyen Soysal, “Güneş ve rüzgar enerjisi yerli milli değil mi? Avrupa’da artık kömürlü termik santraller belli bir program çerçevesinde kapatılıyor. Yani Doğu Avrupa ülkeleri dışında Avrupa ülkelerinde hemen hemen kömürlü termik santral kalmadı. Türkiye 2015’te Paris İklim Anlaşması‘nı imzaladı, 2021’de onayladı. Anlaşmaya göre 2053’te karbon nötr hale gelmesi lazım. Termik santralleri çalıştırarak karbon nötr hale gelmemiz mümkün değil” diyor.

Aydın İdare Mahkemesi, Danıştay ve AİHM kararlarına rağmen Yeniköy ve Kemerköy Termik Santrali çalıştırılmaya devam edilirken, 23 Aralık 2014 tarihinde yapılan özelleştirmeyle Limak Enerji-IC İçtaş Enerji ortaklığına devredildi.

‣ Muğla için aktivistler Meclis’te: Termik santrallerin yarattığı kırıma derhal son verilsin!

Arıtma yatırımı halen bitmedi

İki şirketin ortak iştiraki YK Enerji ise paylaştığı bilgi notunda, santrallerin yıllık yaklaşık 1 milyar dolarlık bir doğal gaz ithalatını engelleyerek cari açığın kapatılmasına katkı sağladığını belirterek Akbelen’deki ağaç kesimini savundu. Madencilik faaliyetleri devam etmediği takdirde elektrik üretimlerinin 2024 yılı içerisinde durmak zorunda kalacağını aktaran şirket ayrıca, devir alınan ünitelerde baca gazı arıtma sistemlerinin geliştirilmesi ve kapasite artırımı için toplam 360 milyon Euro‘luk rehabilitasyon yatırımının halen devam ettiğine işaret etti.

Aralık 2019’da Türkiye Büyük Millet Meclisi‘nde kabul edilen torba yasaya eklenen maddeyle baca filtresi olmayan 13 termik santrale gerekli mevzuata uymaları için tanınan süre 30 Haziran 2022’ye kadar uzatılmış, kamuoyunda tepkiye neden olan yasa maddesi Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından veto edilmişti. İklim Değişikliği Politika ve Araştırma Derneği ise Temmuz 2021’de yayınladığı “Özelleştirilmiş Termik Santraller ve Çevre Mevzuatına Uyum Süreçleri Raporu”nda, Yeniköy ve Kemerköy santrallerinin de aralarında yer aldığı 13 kömürlü termik santralin 1 Ocak 2020 ve öncesinde olduğu gibi çevreyi kirletmeye devam ettiğini ve hala çevre mevzuatına uyumsuz olduğunu ortaya koymuştu.

Maden ocakları İkizköy’e dayandı

İki santrale kömür sağlamak için 15 km boyunca uzanan maden ocakları ise en son İkizköy‘e dayandı. Çevre avukatlarının iki santralle ilgili hukuk mücadelesi 30 yıldır devam ediyor.

Ağaç kesimine direnen İkizköylülerin avukatlarından Avukat Arif Ali Cangı, İkizköy direnişiyle ilgili ilk çalışmalarının kamulaştırmaların iptaline yönelik olduğunu söylüyor.

Maden ocaklarının önce en eski mahalle olan Işıkdere Mahallesi‘ni yuttuğunu, kamulaştırmalar sırasında halka verilen güvencelerin yerine getirilmediğini ve Ova mevkiye de tebligatlar gelmeye başladığını ifade eden Cangı, bunun üzerine direnmeye karar veren İkizköylülerin yaşama hakları için üç yıldan beri mücadele ettiklerini anlatıyor:

“Akbelen Ormanı’nın ağaçları kesilmeye başlayınca, bedenleriyle karşı koydular, kesimi durdurdular. Açtıkları davalardan bir türlü yürütmeyi durdurma kararı çıkmayınca 17 Temmuz 2021 tarihinde Akbelen ormanı girişine çadırlarını kurarak, ormanı fiilen koruma altına aldılar. Yangın bahanesiyle şirketin ağaç kesmeye başlaması üzerine, İkizköylüler ve yaşam savunucuları yine bedenleri ile karşı durdurdular, bunun üzerine Mahkemelerden yürütmeyi durdurma kararları çıktı.”

Tarım ve Orman Bakanlığı’nın Kasım 2020’de YK Enerji’ye verdiği iznin Akbelen’de ağaç kesimiyle ortaya çıktığını ve bu işleme ilişkin Muğla 1’inci İdare Mahkemesi’ne dava açtıklarını belirten Cangı, davada üç kez bilirkişi raporu istendiğini söylüyor.

‣ Termik santrali işçilerine Akbelen çağrısı: İşçinin yeri toprağı için direnen köylülerin yanıdır!

Bilirkişi raporu silsilesi

Cangı, Eylül 2021’deki ilk keşifte hakimin avukatlara hakaret ettiğini bunun üzerinde reddi hakim başvurusunda bulunduklarını, ancak söz konusu hakim hakkında bir soruşturma açılmadığını aktarıyor.

Mart 2022’deki ikinci bilirkişi inceleme öncesi ise Resmi Gazete‘de yayımlanan maden yönetmeliğindeki değişiklikle birlikte tapuda zeytinlik olarak kayıtlı olan alanlarında madencilik faaliyetlerinin önü açıldı. Mayıs 2022’de hazırlanan bilirkişi raporunda madencilik faaliyetlerinin orman ekosistemini tamamen yok edeceği kabul edildi ama aynı zamanda bölgedeki tüm kömürün çıkarılabilmesi için Akbelen Ormanı’nın madenciliğe açılması gerektiği de savunuldu. Bilirkişi raporuna itiraz edildi. Ağustos 2022’de ise üçüncü bilirkişi keşfi yapıldı. Yine itiraz edilen raporda, ormanın kömür madenciliğine açılabileceğine uygun olduğu konusunda kanaat bildirildi.

Raporun bilimsellikten uzak hazırlandığını ve bir önceki bilirkişi raporuyla taban tabana zıt olduğunu belirten Cangı, “Raporda ‘Bölgedeki zeytin ağaçlarının çoğu 70’li yıllarda verilen maden ruhsatlarından sonra dikildiğinden korunması gerekmez’ ifadesi dahi yer alıyor” diyor ve ekliyor:

“Önceden kurgulandığı çok net. Bu rapor üzerine 1 Aralık 2022 tarihinde mahkeme yürütmeyi durdurma talebimizi reddetti. Bu tarihten beri Akbelen Ormanı hukuki güvenceden mahrum şekilde yaşamını sürdürüyordu. Biz ısrarla davanın henüz sonuçlanmadığı ve esası hakkında verilecek karardan önce ormana müdahale edilmemesi gerektiğini vurguladık. Ancak buna izin vermediler.”

Türkiye’de hukukun aşındığı ve yargının görevini yapmadığı görüşünü paylaşan Cangı, “Eğer yargı görevi yapmış olsaydı şu anda Akbelen Ormanı kesilmemiş olurdu. Yeniköy ve Kemerköy santrallerine ilişkin uygulanmayan mahkeme kararlarından bugüne aslında ciddi bir ekolojik yıkım yaşanmış durumda. Akbelen’de yaşananlar bunun son aşaması” diye konuşuyor.

‣ Termik santrale karşı tek kişilik barikat: Tayyibe Teyze

‘Bu davayı kazanacağız’

Akbelen’deki ağaç kesimi sonrası tomruklar alandan çıkarılmaya devam ederken yapılan işlem bununla da sınırlı kalmayacak. Toprağın kazınmasıyla ekolojik örtü de yok olacak. Şirketin paylaştığı bilgi notuna göre tarım alanları ve zeytinlikler de maden sahasına katılmak için sırada bekliyor.

Cangı, şunları söylüyor:

“Zira halen ben iddia ediyorum biz bu davayı kazanacağız. Muğla İdare Mahkemesi’nde kazanamazsak İzmir Bölge İdare Mahkemesi‘nde kazanacağız. Reddederse Danıştay‘da kazanacağız. Danıştay’da kazanamazsak Anayasa Mahkemesi’nde, Anayasa Mahkemesi’nde kazanamazsak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi‘nde kazanacağız. Çünkü çevre hukukunun ve insanlığın geldiği aşama itibarıyla tüm hukuk kurallarını yerle bir eden bir olayla karşı karşıyayız.”

Santrallerin 30 yıllık geçmişi ise ilgili dava kazanılsa dahi mahkeme kararlarının ne kadar uygulanacağına ilişkin soru işaretleri yaratıyor.

Türkiye’nin dört bir yanından doğa savunucuları Akbelen’de ağaçlar için toplandı

Muğla Milas‘taki Akbelen Ormanı‘nda, Limak ve IC-İÇTAŞ holdinglerinin iştiraki YK Enerji tarafından işletilen Yeniköy-Kemerköy Termik Sanrali‘nin kömür sahasını ormanı yok ederek genişletme girişimine karşı 24 Temmuz’da başlayan direniş 16’ıncı gününe girdi.

Bölge halkının yıllardır süren mücadelelerine ve yargı kararlarına rağmen kesilen binlerce ağaca yenilerinin eklenmemesi için bugün (6 Ağustos) Türkiye’nin dört bir yanından binlerce kişi Akbelen Ormanı’na akın etti.

Bölge halkı ve günlerdir kolluk kuvvetlerinin biber gazlı, coplu saldırılarına maruz kalan onlarca aktivistin ‘Büyük Akbelen Buluşması’ çağrısına kulak veren doğa savunucuları, nöbet alanında alkışlarla ve sloganlarla karşılandı.

Özellikle İstanbul, Ankara, İzmir ve Muğla’dan bölgeye akın eden insanlar bir yandan İkizköy halkına ve ormanda nöbet tutanlara destek verirken bir yandan da “Ekokırım Yasası” için imza veriyor.

Otobüslere engel

Destek için bölgeye gidenler, yolda engellemelerle de karşılaştı.  Özellikle İzmir‘den yöreye ulaşmaya çalışan otobüsler jandarma tarafından GBT gerekçesiyle defalarca durdurulup saatlerce bekletildi.

Akbelen direnişçilerinden Bahadır Altan’ın aktardığına göre beş kez durdurulan beş otobüsteki insanlara tek tek GBT yapıldı. Altan, “Burada çoğalmamız Limak’ı ve onu koruyan kolluk güçlerini rahatsız ediyor. “Biz burada demokratik tepkimizi dile getiriyoruz ve devlet bunu engellemeye çalışıyor.” dedi.

Gezi’ye selam!

Aşırı sıcak bir havada, henüz kesilmemiş ağaçların altında oturan vatandaşlar Siya Siyabend grubunun solisti Bizon Murat ve başından beri direnişi destek olan Praksis grubunun şarkılarıyla gelenleri karşıladı; Akbelen’den Gezi direnişine şarkılı türkülü  selam yollandı.

Bariyerlerle çevrili alanın diğer tarafında ise güneşten korunmak için çadırların içinde bekleyen kolluk gücü,  iş makinelerinin kesim sahasında yürüttüğü çalışmaları korumak üzere bekliyor.

Ünlüler, vekiller ve meslek örgütlerinden de destek

Bugünkü büyük eyleme Mert Fırat, Kerem Fırtına, Levent Üzümcü, müzisyen Tolga Çandar, EMEP İstanbul Milletvekili İskender Bayhan, CHP Milletvekilleri Semra Dinçer, Gizem Özcan ve Cumhur Uzun, Yeşil Sol Parti, HDP, İzmir Sağlık Platformu, İzmir, Muğla, Aydın Tabip Odaları, AYÇEP, İzmir Barosu, MUÇEP, Bandırma Demokrasi Platformu, İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri, İDA Dayanışma Derneği, Praksis Müzik Kolektifi ve Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu da katılarak direnişçilere destek verdi.

Alanda toplananlara hitap eden İkizköy Çevre Komitesi’nden Nejla Işık, “14 gündür burada büyük bir katliam var. Ama burada oluşunuzla Akbelen yeniden doğuyor. Burayı madene vermeyeceğiz. 4 senedir bağırıyoruz. Madene verecek toprağımız, bir tane dalımız yok. Bu uğurda dedik ki İkizköylü kadınlar olarak boynumuz kıldan ince. Ormanımız için öleceksek bu uğurda öleceğiz, mücadeleden vazgeçmeyeceğiz. Akbelen için gelen yüreklere sağlık. Madene vermeyeceğiz burayı yine ağaçlandıracağız” dedi.

Kavurucu sıcak altında kilometrelerce insan zinciri 

Kalabalığın artması üzerine İkizköy-Ören yolununun iki yanında insan zinciri oluşturan eylemciler, “Her yer Akbelen, her yer direniş” sloganlarıyla kilometreler boyunca yürüdü.

Ören’e doğru uzayan insan zincirine jandarma da “barikat zinciri” kurdu ve aktivistlerle birlikte yol kenarında yürüyüşe ‘katıldı.’

Meclis salı günü olağanüstü toplanacak

Öte yandan Akbelen’de direniş sürerken, muhalefet de TBMM’yi olağanüstü toplanmaya çağırdı.

CHP’nin çağrısı üzerine Akbelen’deki ağaç kıyımını görüşmek üzere salı günü olağanüstü toplanacak. Genel Kurul‘da, muhalefet tarafından toplantı yeter sayısı olan 200 milletvekili bulunursa gündeme geçilecek ve CHP’nin, Akbelen’de yaşananlara ilişkin önerileri görüşülecek.

Akbelenliler de Meclis görüşmesi sırasında Ankara‘da olacak.

 

Queer tarihin sarkacı

Yazan: Samuel HUNEKE

Yeşil Gazete için çeviren: Özde ÇAKMAK

*

26 Nisan’da, Montana Temsilciler Meclisi Delege Zooey Zephyr’ın meclis salonuna girmesini önlemek için ezici bir çoğunlukla oy kullandı. Sekiz gün önce, eyaletin ilk trans kadın meclis üyesi olan Zephyr reşit olmayan kimselere yönelik cinsiyeti onaylayan bakımı yasaklamak için sunulan bir kanun teklifi sırasında sesini çıkarmaya cüret etmişti. Meslektaşlarının “[kendi] ellerini kana bulayacaklarını” söylemişti: Trans gençleri bakımdan mahrum bırakmak “işkenceden farksız”dı. Buna karşın kanun teklifi meclis engeline takılmadı ve Eyalet Valisi Greg Gianforte tarafından – Gianforte’nin nonbinary oğlunun son dakika itirazına rağmen – yasalaştı.

Bu karar, 2020’den bu yana muhafazakâr eyaletleri etkisi altına alan LGBTQ karşıtı yasalar tsunamisinin bir parçasıdır. Yalnızca bu yıl ocak ile nisan arasında drag performansları yasaklayan, devlet okullarının müfredatından LGBTQ içeriği çıkaran, halk kütüphanelerindeki kitapları sansürleyen, reşit olmayanların yanı sıra yetişkinler için de cinsiyet onaylayan bakımı yasaklayan ve yetişkinleri tersine geçişe (de-transition) zorlayan yasalar dahil bu türden dört yüzü aşkın kanun teklifi sunuldu. Transları spordan dışlamaya ve toplumsal cinsiyet kimlikleriyle uyumlu tuvaletlere erişimden mahrum bırakmaya yönelik kanun teklifleri gibi en çok tartışılan malûm konular da öne çıktı.

‘Bir nesildir muhafazakarların elde ettiği en önemli kazanım’

Ulusal Demokrat PartiObama yıllarından beri LGBTQ haklarının sözde koruyucusu – sessiz kalmayı tercih etti. Biden’ın Eğitim Bakanlığı bile trans sporcular hakkında okul bölgelerinin trans öğrencileri belli sporlardan men etmesine bizzat izin veren uydurma bir “uzlaşma” kuralı çıkardı. Fakat eyalet ölçeğinde, yasaların bolluğuna Demokrat meclis üyelerinin tepkisi öfkeli olsa da genellikle yetersizdi. Eyalet senatörü Machaela Cavanaugh’un trans karşıtı bir yasa teklifini on haftadan uzun bir süre boyunca ağırdan alarak meclisi oyaladığı ve “oturumu yerle bir edeceğine” yemin ettiği Nebraska’yı ele alalım. Meslektaşı Senatör Megan Hunt, Cumhuriyetçi Parti meclis üyelerine, “Köprü yakıldı. Soğukkanlı değiliz,” dedi. Cumhuriyetçiler yine de – on iki hafta sonra kürtajı da yasaklayan – yasa teklifini mayısın ortasına dek zorladı, kısa süre sonra vali imzasını atarak onu “bir nesildir sosyal muhafazakârların elde ettiği en önemli kazanım” olarak adlandırdı. Yeri gelmişken, Hunt şimdi oğlunun trans olması nedeniyle çıkar çatışması yaşadığı iddiasıyla bir etik şikâyetin öznesi oldu.

 2023’ün gemi azıya alan transfobisi LGBTQ haklarının daimî reddinin değil, yeni bir queer çağın doğuşunun habercisi olabilir.”

Zephyr meslektaşlarının ellerindeki “kan”dan söz ettiğinde metaforik anlamda konuşmuyordu. Araştırmalar cinsiyet onaylayan bakımın translar arasında çarpıcı biçimde daha düşük depresyon ve intihar oranlarıyla ilişkili olduğunu gösteriyor. Kentucky Yasama Meclisi reşit olmayan kimselere yönelik ergenlik durdurucu ilaçlar ve hormon tedavisi dahil olmak üzere cinsiyet onaylayan bakımın tümünü yasaklamak için oylama yaptığında, eyalet senatörü Karen Berg bir önceki yıl kendini öldüren trans oğlu Henry hakkında konuşmak için ayağa kalktı. Cumhuriyetçilerden ve aşırı sağ müttefiklerinden gelen aşırılıkçı retorik LGBTQ karşıtı şiddetin – geçen yıl Colorada Springs’deki Club Q’ye yönelik silahlı saldırıdan drag etkinliklerde boy gösteren silahlı aşırı sağ milislere – çarpıcı bir şekilde artmasına yol açtı.

Bununla birlikte, Cumhuriyetçi Parti’nin neden kitap yasaklarından oluşan bir platform ve yetkililere çocukların cinsel organını denetleme izni veren yasalar ortaya atarak transfobiyi ikiye katlamaya devam ettiği gizemini koruyor. Bu yasalar popüler değil: Anketler düzenli aralıklarla Amerikalıların büyük bir bölümünün onlara karşı çıktığını gösteriyor; GLAAD ‘in son anketine göre heteroseksüel Amerikalıların tamı tamına yüzde 91’i kuirlerin ayrımcılıkla karşılaşmadan yaşayabilmeleri gerektiğine inanıyor.

Kuirlere zulüm yeni bir şey değil

Elbette, en makul açıklama tüm bunların yalnızca sinik bir manevra, Cumhuriyetçilerin tutarsız ekonomi politikalarını örtbas eden bir kültür savaşı olmasıdır. The American Principles Project’in başkanı geçtiğimiz günlerde New York Times’a demeç verdiğinde bunu kabul etti: “İsteyenlerin rahat rahat konuşabilecekleri bir mesele” bulmaya çalışarak “atıp tutuyoruz.” Bu yasalar yakın vadede başarılı bir hamle olsa da olmasa da – halihazırda olmayacaklarına dair hatırı sayılır kanıt var (bkz: gerçekleşmeyen 2022 kızıl dalgası) – uzun vadede geri tepeceklerini ummamızın bir sebebi var. Cinsellik ve toplumsal cinsiyetin tarihi insan kimliğini denetlemek ve uyum sağlamayanları yok etmeye yönelik şiddet içeren girişimlerle doludur. Ne var ki, çoğu zaman, bu girişimler kısa vadede nasıl bir baskı gerçekleştirirse gerçekleştirsin, reformun ve devrimin kıvılcımını yakmışlardır. Bu bakımdan, 2023’ün gemi azıya alan transfobisi LGBTQ haklarının daimî reddinin değil, yeni bir queer çağın doğuşunun habercisi olabilir.

 *

Kuirlere zulmetmek yeni bir şey değil. Ta Asur kanunlarından beri binlerce yıldır sodomi ve toplumsal cinsiyet ifadesini denetleyen yasalar var. Öte yandan, Avrupa’da modern anti-queer yasalar – sodomi yasaları – şeklinde düşündüğümüz yasalar yalnızca on ikinci yüzyılda şekillenmeye başladı. Daha önce kitaplara girmişlerdi ancak bu dönemde biraz daha sistematik olarak dayatılmaya başladılar. Bu Avrupalı toplumların Yahudiler, kadınlar ve oğlancılar dahil olmak üzere aykırı saydıklarına göz açtırmayarak tarihçi R.I. Moore’un deyişiyle “zulmeden toplum”umuzun temelini attıkları çağdı. Bu yeni toplumsal yasaklar birdenbire ortaya çıkmadı; yeni seçkinlerin hükümet üzerindeki denetimlerini pekiştirmek için kullandıkları tutarlı bir politik stratejinin parçasıydı. Yani, modern çağdaki muhafazakârların seçimleri kazanmak için günah keçilerine bel bağlamaları gibi, ortaçağ seçkinleri de otoritelerini sağlamlaştırmak için aykırı kişileri şeytanlaştırıyorlardı.

Ne var ki kuirliğin kökünü kazımakta son derece etkisizlerdi. Bugün özdeşleştiğimiz ve beyan ettiğimiz terimler – queer, trans, gey, lezbiyen, bi –henüz icat edilmedikleri için ortaçağ ve erken modern dönemlerde queer yaşama dair kanıtlar en iyi ihtimalle düzensizdir. Fakat elimizdeki kanıtlardan sodomi yasalarının pratikte queer seksi engelleyemediğini biliyoruz. İtalyan kent devleti Floransa 1432’de oğlancıları tutuklamak ve aleyhlerinde dava açmak için Gece Hizmeti’ni (Office of the Night) oluşturduğunda, yetkililer kentteki erkeklerin büyük bir bölümünün oğlancılıkla ilgilendiğini keşfettiler. Kent çapında kırk bin nüfus içerisinden on yedi bin yerleşimci en az bir kez itham edildi. Aynı şekilde, Alman kenti Köln’deki din görevlileri 1484’te oğlancıları sorguya çektiklerinde kentte queer erkeklerden oluşan geniş bir alt kültür keşfettiler. Sodomi yasaları pek de etkili değildi.

Modern toplumun ‘queer iyileştirme’ pratikleri

Fakat bu yasalar ve pratikler günümüzdeki queer yaşama hiç benzemiyor. Toplumsal cinsiyet ve cinsellik anlayışları gerçekte on dokuzuncu yüzyılda çarpıcı bir biçimde değişmeye başladı, cinsel kimliğin yükselişini insan davranışını anlamanın bir yolu olarak gören muazzam bir paradigma değişikliği gerçekleşti. Batılı hükümetler sodomi yasalarını düzenli olarak uygulamaya başladılar; polis karakolları pratiğe karşı sert önlemler almak için ahlâk masaları kurdu. Doktorlar ve bilim insanları bu fenomenleri incelemeye ve niceliğini belirtmeye merak sararak “sapkın” davranışı tanımlamak için yaftalar icat ettiler: Homoseksüel, onanist [mastürbasyon yapan kimse, genellikle erkek], travesti. Bu kuirliğin modern zulmünün başlangıcıydı; retorikleri bugün gördüğümüz biçimde soykırımcı olmasa da amaçları kuirliği anlamak ve böylece “iyileştirmek”ti.

Ancak bu iki ucu keskin bir kılıçtı. Sistematik zulüm sistematik direniş doğurur. Devletlerin ve seksologların zulme hedef olanları tanımlamak için kullandıkları dil aynı zamanda ezilenlere zulümlerini ifade edebilecekleri bir dil verdi. İlk queer siyasi hareketlerin bu dönemde oğlancılık yasalarına ve uygulamalarına karşı ortaya çıkması tesadüf değildir. Şaşırtıcı bir hızla güç kazandılar. Almanya’da, tarihteki ilk queer siyasi lobi olan Scientific-Humanitarian Committee 1897’de kuruldu ve ülkenin sodomi yasalarının feshedilmesi için baskı yaptı. Grup aralarında Nobel ödüllü Albert Einstein ve Thomas Mann’ın da olduğu önde gelen politikacılar, hukukçular ve entelektüellerden binlerce imza alan dilekçeler dağıttılar. Hareket ilerici avukatların ve seksologların on yıllardır devam eden baskısının nihayet cinsel devrim yıllarında meyvesini verdiği 1960’lara dek yasayı değiştirmeyi başaramadı. Buna karşın, daha önce tahayyül edilemeyen biçimlerde queer yaşamı görünür kıldı.

Günümüzdeki geri tepme sağ cenahın gücünün değil, çaresizliğinin işaretidir.”

 

O çağ, yine Almanya’da, ilk trans siyasi hareketin doğuşuna tanıklık etti. Kendilerini “travesti” (günümüzdeki aşağılayıcı iması yoktu) şeklinde adlandıran bu kadınlar ve erkekler Weimar Cumhuriyeti döneminde bir araya gelmeye başladılar. İlk trans süreli yayın 1920’li yıllarda yayımlandı; trans sorunlarına adanan ilk sosyal ve siyasi örgütlenmeler aynı on yılda şekillendi. Trans Almanlar bilhassa polisten sözde “trans sertifikaları” (görünürde tacize uğramadan tercih ettikleri kıyafetleri giymelerine izin veren belge) almaları için birbirlerine yardım ederek ayrımcılıkla mücadele ettiler. Hatırı sayılır bürokratik engelleri aşmayı gerektirse de bazıları yasal olarak isimlerini değiştirmeyi başardı. Liberal yasal kurumlar içerisinde çalışmaya razı olan 1920’lerdeki savunucular başarılı trans, lezbiyen ve gey politik hareketler başlatmak için toplumsal önyargı ve zulümden kaynaklanan queer yılgınlıktan faydalandılar.

Baskıların ardından özgürleşme dönemi gelir

Bu dönem 1933 yılında, Adolf Hitler Almanya’nın şansölyesi olarak adlandırıldığında hızla kapandı. Sonraki on iki yıl kuirlerin geleneksel toplumsal cinsiyet normlarını dayatmakta kararlı faşist bir rejim tarafından şiddetle zulme uğramasına tanıklık etti. Elli bin queer erkek şişirilmiş bir oğlancılık yasası kapsamında suçlu bulundu. Yaklaşık on bin kişi bir kısmının tıbbi deneylere maruz kaldığı toplama kamplarına gönderildi. Sayıları bilinmeyen queer kadınlar ve translar tacize uğradı, hapse atıldı ve cinsel davranışları ve toplumsal cinsiyet ifadeleri yüzünden toplama kamplarına gönderildi. Gelgelelim Naziler dahi queer Almanya’nın ışığını söndüremedi. Savaştan sonra, kuirler ülkeyi LGBTQ’ler için dostane bir yer haline getirme çabasıyla bir kez daha örgütlenmeye başladılar. Pek çok açıdan başarılı oldular.

İnişli çıkışlı Alman LGBTQ tarihinde daha genellenebilir bir dinamiğin etkisi var. Bitmek bilmeyen baskıların ardından çoğu zaman özgürleşme dönemleri gelir. Neticede, ABD’de II. Dünya Savaşı’nı – queer Amerikalıları eşi benzeri görülmeyen biçimde bir araya getirmişti – Lavanta Korkusu izledi. 1970’lerin gey özgürlük hareketi, portakal suyu sözcüsü Anita Bryant ve onun zararlı “Save the Children” (Çocukları Kurtarın) kampanyasıyla somutlaşan muhafazakâr bir tepkiyle karşılaştı. 2010’ların kazanımları şimdi gözümüzün önünde gelişen felaketten önce gerçekleşmişti.

Fakat bu baskıların her birinin daha cüretkâr, daha başarılı queer özgürlük kampanyalarının fitilini ateşlediği de aynı ölçüde doğru. Almanya’da sodomi yasalarının uygulanması nasıl tarihteki ilk queer hak mücadelelerinden birini doğurduysa, faşizmin yoksunlukları da savaş sonrası aktivistlere genişletilmiş haklar için mücadele ettikleri bir dayanışma ve ahlâki açıklık hissi verdi. Lavanta Korkusu, ABD eşcinsel hareketinin ilk zaferlerine yol açtı; polis tacizi hâlâ Amerikan queer aktivizm tarihinin dönüm noktası olarak görülen Stonewall ayaklanmalarına neden oldu. Reagan yönetiminin homofobisiyle tahmin edilemeyecek boyutlarda kötüleşen AIDS Krizi yeni ve daha radikal hareketler doğurdu. İkinci Bush yönetiminin gey evliliğini siyasi bir araç meselesi olarak kullanması görkemli bir şekilde geri tepti.

Bu demek değil ki bu hareketler queer dayanışmanın kusursuz somut örnekleriydi – tam aksine. Her birine kendi içsel uyuşmazlıkları, itibar kaygıları ve önemsiz husumetler musallat olmuştu. Örneğin, Amerikan queer hareketi uzun süre trans haklarına şüpheyle ya da doğrudan düşmanca baktı – ancak bu yavaş yavaş değişmeye başlayan bir şey. Fakat özgürleşmenin kusurlarını eleştirmek bizi pek çok alanda kaydettiğimiz ilerlemeyi ve bu ilerlemenin genellikle yoğunlaştırılan zulüm anlarından sonra patlak verdiğini kabul etmekten alıkoymamalı.

Sağcılar kuirlere zulmettiklerinde bu çoğunlukla toplumsal cinsiyet normlarının kalıcı bir şekilde muhafazakâr zemine kaymasına değil, daha ziyade kuirlere yönelik hakların boyutunun genişlemesine yol açıyor. Uzun vadede queer aktivist hareketler zulümden kaynaklanan dayanışma ve sempatiden yararlanarak muhafazakâr engeli baskı gücüne dönüştürdüler.

*

Günümüzdeki geri tepme sağ cenahın gücünün değil, çaresizliğinin işaretidir. Bu durum onun korkutuculuğunu azaltmıyor. Queer tarih, hiç şüphesiz, şiddet dolu bir tarihtir. Geçmişte toplumsal cinsiyet ifadeleri ve cinsel arzuları uyumlu olmayan kişileri hedef alan, denetleyen, dışlayan ya da toptan yok etmeye çalışan yasaların olmadığı tek bir an yoktur. Sağın dili gitgide soykırımla ilişkili bir hâl alıyor: “Transgenderizm kamusal yaşamdan tamamen sökülüp atılmalı,” muhafazakâr bir yorumcuya göre. Geçen yazın mpox krizi boyunca bazı muhafazakârlar kuirlerin kamplara yerleştirilmesine yönelik çağrı yaptı. Durum soykırımsallaştıkça, retorik daha da ikiyüzlü ve daha az tutarlı hale geliyor. Transların ve kuirlerin çocuklar için tehdit oluşturduğunda asılsız bir şekilde ısrar eden aynı kişiler çocuklar okullarında düzenli aralıklarla silahla vurulurken “düşünceler ve dualardan” fazlasını sunamıyorlar.

Önümüzdeki günler, aylar ve yıllarda eziyet ve ölüm olacak. İstedikleri bu. Gitmemizi istiyorlar. Fakat kuirliği gerçekten yok etmenin hiçbir yolu yok. İnsan deneyimine içkin. Öğretilen ya da miras alınan bir şey değil. Siz “sapkınlığın” bir biçimini yok ettikçe bir başkası ortaya çıkıyor. Faşistler tam da bu yüzden bizi bu denli korkutucu buluyorlar. Onlar sabit normlar ile uygulanabilir kurallar ve “erkeklerin erkek gibi olduğu” daha basit bir zamana dönme arayışı içerisindeyken, kuirler onların bu arzularının beyhudeliğinin canlı tezahürleridir.

Makalenin orijinali için tıklayın

 

Tüketim toplumunda ormanları korumak

Akbelen ormanları Limak tarafından devletin desteğiyle yasadışı bir şekilde yok ediliyor. Üstelik Limak’ın Akbelen’de yaptığının aynısını Cengiz Holding de Kazdağları’nda yapmak için hiç vakit kaybetmedi. Bu devlet destekli çevre suçlarına karşı kimi ormanda nöbette, kimi destekte, kimi yaygınlaştırmaya çalışıyor, kimi onlardan haber bekliyor.

Ormansızlaşma son yıllarda gittikçe artan ciddi bir problem, en önemli sebebi de endüstrileşme. İklim krizinin sebep olduğu yangınlar da çok büyük alanlara zarar verse de endüstriyel faaliyetler için ormanların bilerek yok edilmesi en büyük sebeplerden biri. Ormansızlaşmaya doğrudan ya da dolaylı olarak etkisi büyük olan birçok sektör var; madencilik, hayvancılık, gıda, kimya gibi.

Kimi sektörlerin tropik ormanlara etkisi doğrudan fark edilebiliyor; örneğin kahve, kakao, hindistan cevizi yağı gibi batılı ülkelerin çok tükettiği ürünleri elde etmek için Amazon ormanlarının büyük kısmı yok edildi. Bu araştırmada G7 ülkelerinin tüketim alışkanlıkları sebebiyle yılda kişi başına dört ağacın yok edildiği ortaya konuyor.

Madencilik de ormansızlaşmayla doğrudan ilişki kurabildiğimiz alanlardan biri. Ülkemizde de uzun süredir halkın yerelinde mücadele ettiği madencilik için ormanların yok edilmesi, Kazdağları’nda süren direniş gibi kimi zaman altın, gümüş gibi değerli metaller için kimi zaman da Akbelen’de olduğu gibi kömür, yani enerji için yapılıyor.

Kimi sektörler de ormansızlaşma ile aslında temelden bağı olsa da görünür olmadığından bağlantı kurmak için daha çok bilgi gerekebiliyor, işte endüstri de tam olarak bu görünmeyen alanları yeşile boyuyor. Amazon ormanlarından elde edilen palm yağının kozmetikten gıdaya birçok ürünün içinde bulunması, madencilik faaliyetleri sonucu elde edilen enerjinin nerelerde kullanıldığı, hayvancılık için gereken tarım alanlarının nasıl ormanların kesilmesiyle elde edildiği üzerine daha çok bilgi sahibi olmaya başladığımızda ağacı kesen testereden çok daha fazlasının ormansızlaşmada katkısı olduğunu görüyoruz.

Amazon ormanlarının %80’inin yok olmasından doğrudan hayvancılık sektörü sorumlu iken bunu yalnızca yiyecek et olarak düşünmemek gerekli. Örneğin deri üretimi hayvancılık endüstrisi ile moda endüstrisinin iş birliği yaptığı ürünlerden biri.

Moda endüstrisinin ormansızlaşma ayak izi

Moda endüstrisi kullanılan malzemelerden üretim sürecine kadar baştan aşağı ormansızlaştırmada pay sahibi. Doğal liflerin üretimi için gereken hayvancılık ve tarım faaliyetleri ormanlık alanların yok edilmesiyle, sentetik liflerin üretimi için kullanılan ağaçlar ve enerji gereksinimi ağaçların kesilmesi ve madencilik faaliyetleriyle, aksesuarlar yine madencilikle ilgili.

Kanadalı kuruluş Canopy’nin 2020 yılında yayınladığı rapora göre moda endüstrisinin tedarik zincirinin %48’i ormansızlaşma ile ilişkili. 2018’de 6,5 milyon ton insan yapımı selülozik lif üretildi, bu üretim süreci temel olarak ağaçları kimyasal bir işlemden geçirerek tekstil lifine dönüştürmekten oluşuyor. 2,5-3 milyon ton ağaçtan 1 milyon ton bitkisel ipek çıktığı için viskozun üretim sürecinde ağacın 3’te 2’sinin boşa harcandığı da raporda belirtiliyor. 2020 verilerine göre viskozun üretilmesi için yılda 150 milyon ton ağaç kesildiği hesaplanıyor. Tüm bu üretim süreciyle aynı anda her yıl dünya çapında 83,5 milyon ton teksilin çöp olduğunu da düşündüğümüzde; bu tüketimin ihtiyaçtan çok fazla bir yerde olduğunu rahatça söyleyebiliriz.

Tüketim ürünü ister moda olsun, ister mobilya, ister ağaç ister plastik, elektronik, gıda; biliyoruz ki tüketim kültürü bizi getirdiği yerde hep daha fazlasına, ihtiyaçtan fazlasına zorluyor. Daha fazlası ise dünyaya daha fazla zarar vermeye, daha fazla ağaç kesilmesine, daha fazla enerji ihtiyacına, daha fazla ormansızlaşmaya, daha fazla aşırı sıcağa, daha fazla sele, iklim krizine, çöp sahalarına yol açıyor.

Modası geçmeyen mit: Enerji açığı

“Boşa akan sular”a HES yaparken kurutulan nehirler, kömürle karartılan yaşam alanları, nükleer santrallerle ısıtılan deniz sularının bir ortak noktası çevreye zarar vermekse asıl ortak noktaları modası hiç geçmeyen “enerji açığı” mitinden beslenmeleri.

Enerji açığı mitine baktığımızda yine tüketim kültürünün “ihtiyaç fazlası”nı gereklilik gibi satmasıyla karşılaşıyoruz. Enerji nerede açık veriyor, neye yetmiyor diye baktığımızda ise yine sanayiyi görüyoruz. Termik için ağaç kesmezsek, nükleer santral yapmazsak enerjisizlikten öleceğimize dair bu korku mitini, yine ağaçları kesen sanayi üretiyor. Çevre suçlarında faili bulmak aslında hiç de zor olmuyor; nerede bir termik santral varsa aynı fotoğrafta birlikte poz veren bir sanayi odası, bir sanayiciler birliği, yakın zamanda kanunu çıkacak örneğin daha enerji verimli filanca ürünün üreticileri çıkıyor.

Tüketim kültürünü körükleyen endüstriler birbirlerini desteklediği için, çevre suçlarına giden yol birbirine bağlı zincirlerden oluşuyor. Bu da bize gösteriyor ki o zincirleri kırmak için elimizde başka imkânlar da var.

Ormanlar kesilirken verdiğimiz mücadele kepçeler garaja, testereler dolaba, failler evlerine gittikten sonra da devam ediyor. Tüketim kültürünün bir parçası olmayı bıraktığımız anda zincire çomak sokuyoruz.

Mücadele bitmez, yeni yollar üretir

Moda endüstrisinde ormansızlaşmaya karşı yapılan çalışmalar yeşil yıkama veya sadece tedarik zincirine odaklanan küçük aktivizm hareketlerinin ötesine geçemiyor. Ormansızlaşmaya dair yeşil yıkama çalışmaları olan markalara baktığımızda aslında ormansızlaşma ile doğrudan ilgisi olan koleksiyonlarındaki deri parçaları görebiliyoruz, polyester ipliklerini üreten kimya fabrikalarının enerjilerini sağlamak için ormanların kesildiğini biliyoruz.

Akbelen’e, Kazdağları’na, maalesef daha birçok çevre suçunun işlendiği yerlere gidemeyen, orada olamayanların da yapabileceği çok şey var, her zaman.

Akbelen’de kesilen 65 bin ağacın hangi sektör, firma tarafından alındığını henüz bilmiyoruz, ama sistemi biliyoruz. İster moda, mobilyacılık, vs alanında olsun, tüketimin açtığı yolda ormanları kese kese kâr eden endüstriyle tüketim kültürüne karşı çıkarak mücadele edebiliriz.

 

Akbelen’den Cerattepe’ye, enerjiden madene Türkiye’de orman tahsisi gerçeği-1

Siyasetin ve ormancılık bürokrasisinin yetkili isimleri tersini söylemeye devam etse de Türkiye’nin ormanları büyük bir baskı altında. Ormancılık politikaları ormanları korumaktan çok onlardan ekonomik yararlar üretmeye odaklı. Şeffaf ve demokratik olmayan karar alma mekanizmaları yatıp kalkıp buna kafa yoruyor. Üstelik ormanlardan üretilen ekonomik yararlar toplumun geneline dönük olmaktan çok belirli kesimlerin çıkarlarına hizmet ediyor.

Ormansızlaşma ve orman bozulması, aşırı odun üretimi, orman yangınları, endüstriyel ve özel ağaçlandırmalar, korunamayan ‘korunan alanlar’ ve ormancılık örgütünün yetersizliği ile birlikte ilk akla gelen sorun başlıklarından biri de ormanların ormancılık dışı kullanımlara tahsisi. Bu köşede yıllardır bu konuların tamamıyla ilgili çeşitli yazılar yayımladım. Öyle görünüyor ki yayımlamaya devam edeceğim. Herkes elinden geleni yapmalı. Benim de yapabildiğim bu.

Ormanların ormancılık dışı kullanımlara tahsisi

Akbelen Ormanı’nda yaşananlar ormanların ormancılık dışı kullanımlara tahsisi konusunu yeniden ön plana taşıdı. Bu yazı dizisinde konuyu kapsamlı bir şekilde ele almaya çalışıp, sonunda Akbelen örneği için bir değerlendirme yapacağım.

Öncelikle şunu vurgulayayım; orman alanları bazı durumlarda ormancılık dışı kullanımlara tahsis edilebilir. Bu tahsisin hangi koşullarda ve hangi şartlarla yapılabileceği akıl ve bilim öncülüğünde tartışılıp yasal düzenlemelere yansır. Sanırım, halkın yoksul-zengin demeden tamamına ücretsiz olarak hizmet edecek olan bir göğüs hastalıkları hastanesinin, bu hastane için başka hiçbir alternatif alan yoksa, ekolojik ve kültürel açıdan vasat nitelikler taşıyan bir parça orman alanında yapılmasına kimse karşı çıkmaz. Çünkü hastanenin yapılabileceği alternatif bir alan yoktur ve böyle bir hastanenin ormandan daha yüksek bir kamu yararı üreteceği varsayılabilir.[1] Ancak parasının hesabını bile yapmakta zorlanan holdinglerin vakıfları tarafından yine paralı azınlığa hizmet etmek amacıyla kurulan bir özel üniversitenin[2] ormanda yapılması akıl ve bilimle açıklanamaz; ne zorunluluk koşulu yerine gelmiştir ne de üstün kamu yararı. Böyle bir tahsis kamu vicdanını zedeler, zedelemiştir de.

Kısaca, ‘orman ne olursa olsun orman olarak kalmalıdır, ormanlarda başka hiçbir faaliyete izin verilemez’ demek, mevcut koşullar dikkate alındığında maalesef olanaklı değil. Bunu diyen de yok zaten.

Günümüzde yaşanan sorun, ormanın bazı ormancılık dışı faaliyetler için tahsis edilememesi değil, tersine, ormanın hemen hemen akla gelen her türlü ormancılık dışı faaliyete kolaylıkla tahsis edilmesi ve bu tahsis işlemleri yapılırken aklın ve bilimin öngördüğü ve Anayasa’yla güvence altına alınan koşulların gözetilmemesi.

Dilerseniz meselenin yasal boyutunu biraz daha açalım. Anayasa’nın 169’uncu maddesinin 2’nci fıkrası aynen şöyle:

“Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanuna göre, Devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına[3] konu olamaz.”

Ben hukukçu değilim ama fıkranın sonundaki ‘kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz’ ifadesi benim yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığım zorunluluk ve üstün kamu yararı koşulunun hukuki izdüşümü olsa gerek. Yani ormancılık dışı bir faaliyet;

  • Orman alanı dışında bir yerde yapılma olanağına sahip değilse ve
  • O faaliyet, tahsis edilecek orman alanının ürettiği kamu yararından daha yüksek bir kamu yararı üretiyorsa, söz konusu faaliyet için bir orman alanı tahsisi yapılabilir.

Anayasa’nın yukarıda belirttiğim hükmü doğrultusunda bazı yasal düzenlemeler aracılığıyla orman alanları ormancılık dışı kullanımlara tahsis edilmektedir. Bu yasal düzenlemeler;

  • 6831 Sayılı Orman Yasası’nın 16, 17, 18 ve Ek 9’uncu maddeleri ve
  • 2634 Sayılı Turizmi Teşvik Yasası’nın 8’inci maddesi ile
  • Bu yasa maddelerinin uygulanmasına ilişkin yönetmeliklerdir.

Örneğin, son günlerde yoğun olarak tartışılan Akbelen Ormanı’nın kömür madeni işletmeciliği için tahsisi işleminin yasal dayanağı Orman Yasası’nın 16’ıncı maddesidir.

Zemini sağlam oluşturmak için şunu da eklemekte yarar var. Bu yasal düzenlemelerin öncü versiyonları henüz Anayasa’da konuyla ilgili bir madde yokken, hatta henüz 1924 Anayasası[4] yürürlükteyken de vardı. Örneğin, Türkiye’nin ilk modern orman yasası olan ve derslerimizde öğrencilerimize, Türkiye’de bilimsel ve teknik ormancılık evresini başlattığını söylediğimiz, 1937 tarih ve 3116 Sayılı Orman Yasası’nın[5] 16’ıncı maddesi ormanlar üzerinde herhangi bir irtifak hakkı tesisi konusunda bakanlar kurulunu[6] yetkili kılmıştır. Benzer şekilde 3116 Sayılı Orman Yasası’nın yerini alan ve halen yürürlükte olan 1956 tarih ve 6831 Sayılı Orman Yasası’nın[7] ilk yayımlanan halinde de 16, 17 ve 18’inci maddeler ormanlarda kurulacak irtifak haklarına, yani ormanların ormancılık dışı kullanımlara tahsisine ilişkindir. Demek istediğim şu: Ormanların ormancılık dışı kullanımlara tahsisinin bazı rasyonel nedenleri var ve bu nedenler doğrultusunda söz konusu tahsis işlemleri geçmişten beri yapılıyor. Ancak…

İşte bu ‘ancak’tan sonrası çok önemli. Dilerseniz serinin bu bölümü yeterince uzadığı için devamını bir sonraki bölüme bırakalım.

*

[1] Bütünüyle insan merkezli bir bakış açısı olduğunun ve bu bakış açısının çok zehirli etkilerinin bulunduğunun farkındayım. Fakat konuyu basit bir yolda ilerletmek istediğim için şimdilik kaydıyla bu detayları dışarıda bırakmayı tercih ediyorum.
[2] Türkiye’de özel üniversite yok. Bu anayasal olarak mümkün değil. Devlet üniversiteleri dışındaki üniversiteler vakıf üniversitesi. Ancak kamuoyunda yaygın olarak özel üniversite terimi kullanıldığı için burada da özel üniversite demeyi tercih ettim.
[3] İrtifak hakkı oldukça karmaşık bir hukuki terim olmakla birlikte ben basitçe şu şekilde anlatabilirim: Bir taşınmaz üzerinde irtifak hakkı tesis edilen kişi ya da kuruma belirli sürelerle bazı yararlanma yetkileri veren ancak alım, satım ya da miras gibi mülkiyet haklarını taşınmazın asıl sahibinde bırakan bir yararlanma hakkıdır. Umarım benim bu tanımım hukukçuları çok fazla kızdırmaz.
[4] İrtifak hakkıyla ilgili hüküm ilk kez 1961 Anayasası’nda yer aldı. 1982 Anayasası da aynı hükmü benimsedi.
[5] 18 Şubat 1937 tarih ve 3537 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır.
[6] Yasadaki tabir ile Vekiller Heyeti
[7] 8 Eylül 1956 tarih ve 9402 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır.

Kentleri bekleyen tehlike: Sıcak dalgası

Açık Radyo’da iki haftada bir çarşamba günleri yayınlanan Sudan Gelen’in 135’inci programında konumuz,  sıcak dalgası ve onunla mücadelede kentsel ve bireysel yöntemlerdi.

Konuğum ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Ender Peker ile meseleyi enine boyuna konuştuk.

Akgün İlhan: İnsanlık tarihinde yaşanan en yüksek küresel ortalama sıcaklıklar geçtiğimiz ay, yani temmuz ayında kaydedildi. Yüzlerce insan hayatını kaybetti, ormanlar yandı ve yanmakta. Ülkemizde de benzer iklim afetleri yaşanıyor. Öncelikle sıcak dalgası nedir? Sıcak dalgasının afet olarak kabul edilmeye başlanması daha yeni sayılır. Bunun nedeni nedir ve sıcak dalgasının diğer afetlerden farkı nedir?

Ender Peker: Sıcak dalgası dediğimiz hadise, kentlerde ciddi derecede sağlık sorunları doğuran, hatta ölümlere yol açabilen, doğal çevrede orman yangınlarını tetikleyebilen, tarımsal üretimi sekteye uğratabilen, kısacası yaşama dair çok boyutlu riskler barındıran meteorolojik bir olgu.

Dünya Meteoroloji Örgütü ve Dünya Sağlık Örgütü‘nün tanımlarına baktığımızda, sıcak dalgası oluşumunun bir yörede veya kentteki sıcaklık normallerine bakılarak tanımlandığını görüyoruz. En basit şekliyle, sıcak dalgasının tanımlanabilmesi için geçmiş 30 yıl gibi geniş bir periyottaki sıcaklıklar baz alınıyor. Bu geniş dönemdeki sıcaklık değerlerine göre bugün beklenen sıcaklığın kaç derece olduğu belirleniyor. Beklenen değerin 3 ile 5 derece üzerine çıkıldığı ve bu sıcaklık değeri de en az 3 gün art arda sürdüğü zaman sıcak dalgası tanımı yapılıyor. Yani bir örnek üzerinden gidecek olursak, diyelim ki son 30 yılın değerlerine bakarak bugün Ankara’da beklenen en yüksek sıcaklık 30 derece olsun. Eğer meteorolojinin sunduğu hava tahminleri önümüzdeki 3 gün boyunca bunun 3 derece üzerinde gösteriyorsa, sıcak dalgası için hazır olmamız gerekiyor. Yani 35 derecenin üzerinde sıcak dalgası olur gibi net bir eşik değerden bahsetmiyoruz burada. Bu değer, kente göre değişiyor. Örneğin, Mardin’de bugün 35 derece sıcaklık normali olabilecekken, aynı değer aynı gün için Samsun’da sıcak dalgası olabiliyor.

Sıcak dalgası, bir iklim afeti. Diğer iklim afetlerine benzeyen yanı belirli bir coğrafyayı, belirli bir kenti veya bölgeyi etkiliyor olması. Sıcak dalgalarını diğer afetlerden farkı kılan tarafsa, önceden tahmin edilmesinin mümkün olması ve bu sayede de en azından birtakım önlemlerin alınmasına izin vermesi. Diğer taraftan, sıcak dalgasının bir afet olarak algılanması deprem ve sel gibi diğer iklim afetlerine kıyasla çok daha zor. Çünkü gözle görülen ani bir oluşumdan, bir etkiden ziyade; sinsice ortaya çıkan sessiz bir etkiden bahsediyoruz. Tabi, tahmin edilebilir derken şunun da altını çizmek gerekir: Sıcak dalgasının geleceğini bilmek bireysel önlemler almaya izin verecek bir süre tanıyor. Ancak kent ölçeğinde düşündüğümüzde sıcak dalgalarından etkilenmeyi en aza indirgemek için önceden hazırlıklı olmamız gerekiyor. Yani, kentlerimizi, diğer afetlerle birlikte olası sıcak dalgalarına da dirençli hale getirmemiz gerekiyor diyebilirim.

‘Termal konforumuz’ ne alemde?

Sıcak dalgası kentleri ve insanları nasıl etkiliyor? Sen bu konuda yıllarca çalışan bir bilim insanı olarak, sıcak dalgalarıyla mücadelede “kentsel termal konfor”un önemini anlatıyorsun. Nedir termal konfor ve neden gereklidir?

Termal konforu, en basit tanımıyla bireyin beden ısısıyla mekândaki sıcaklık değeri arasında bir denge noktasının sağlanması olarak tanımlayabiliriz. Termal konfor, sıcaklık, nem, hava hızı gibi faktörlerle ilişkili bir kavram. Bunlar, bireyden bağımsız değişkenler. Bunların yanı sıra, algılanan termal konfor, bireyin metabolik sıcaklığı, giyim tercihi, hareketlilik oranı gibi kişisel faktörlere göre de değişkenlik gösterebiliyor.

Termal konforun sağlanmasında fiziksel mekânın etkisi çok yüksek. Yaşadığımız mekanlar, sıcaklık ve hissettiğimiz termal konfor arasında üçlü bir ilişki var. Dolayısıyla, sıcak kaynaklı risklerin azalması için termal konforun sağlandığı yaşam çevrelerini üretmek zorundayız. Bunu söylerken hem içinde yaşadığımız, çalıştığımız binalardan, yani kapalı mekanlardan bahsediyoruz. Hem de kentte dolaşım alanları olarak tarif ettiğimiz açık ve kamusal alanlardan bahsediyoruz.

Kapalı mekânları düşündüğümüzde, binaların tasarımı, çatı ve duvarların biçimi ve malzemeleri gibi bileşenler, iç mekânda deneyimlediğimiz termal konforun temel belirleyicileri. Bu bileşenler, aynı zamanda konforun sağlanması için tükettiğimiz enerji miktarlarını da belirliyor. Tabi burada konforu sağlamak için ağırlıklı olarak kullanılan klima gibi aktif soğutma cihazlarından ve bunların tükettiği enerjiden bahsediyorum.

Dış mekanlara baktığımızda ise, sıcak dalgalarından etkilenmeye en açık olan mekânlar, yaya deneyiminin yoğun olduğu ve bireylerin doğrudan güneş ışınlarına maruz kalabildiği mekanlar; yani yollar, kaldırımlar, meydanlar, otoparklar diyebiliriz. Bu alanlar, kentsel açık alan yüzeylerinin yaklaşık üçte birini oluşturuyor ve güneşe doğrudan açık olmaları sebebiyle de kentsel ısı adası etkisi dediğimiz oluşumun artmasına neden oluyorlar. Peki kentsel ısı adası etkisi nasıl oluşuyor? Beton, asfalt gibi ısıyı tutma gücü yüksek olan malzemeler gün içinde depoladıkları ısıyı gece geri bırakıyorlar. Bu ısı salımıyla, yapılı çevrelerin yoğun olduğu kentsel alanlar, doğal çevrenin ağırlıklı olduğu kırsal alanlara göre daha fazla ısınıyor. Maalesef, oluşan kentsel ısı adası etkisi de sıcak dalgalarının etkilerini kentlerde daha yıkıcı bir hale dönüştürüyor.

Peki kentsel ısı adası etkisini azaltacak ve termal konforun sağlanmasını sağlayacak yöntemler var mı? Ülkemizde ve dünyada bu etkiyi azaltacak iyi örneklerin bulunduğu kentler hangileri ve bunların serin kalma yöntemleri neler? Biraz anlatır mısın?

Aslında sıcaklarla mücadele geçmiş zamanlardan beri insan yerleşimlerinin temel konularından birisiydi. Bugün kullandığımız teknolojik soğutma araçlarının henüz olmadığı dönemlerdeki geleneksel yerleşimler bunun ipuçlarını bize veriyor. Örneğin, geleneksel Mardin kent dokusu yaşayan bir örnek. Avlulu taş konutlar, doğal serinletme ve ısıyı hapsetme kapasitesi sayesinde, aşırı sıcak hava koşullarında bile iç mekânlarda konforlu bir yaşam deneyimi sunuyor. Aynı zamanda, avlu formu, yarattığı gölge fırsatlarıyla açık mekânda zaman geçirmeye olanak sağlıyor. Bu sayede de klima kullanımından kaynaklı enerji tüketiminde büyük oranda tasarruf sağlanıyor.

Yapı formlarının seçimi ve yapıların nasıl bir düzende bir araya geldiği, dış mekanda yaya deneyimini etkileyen bir konu. Örneğin, devamlı bir cephe oluşturacak bir yapı düzeni, yayalar için kesintisiz gölge oluşumu sağlar. Bunun yanında, sokakların genişliği, sokağı tanımlayan yapı yüksekliklerinden fazla olduğunda, güneşe maruz kalma süreleri uzar, gölge oluşumu süresi de kısalır. Yine Mardin’de eski ve yeni kentin sokaklarına baktığımızda, bir tarafta konforlu bir yaya deneyimi varken, yeni kentte özellikle kadınların belirli saatlerde sokağa çıkamadıklarını görüyoruz. Bunda tabi dini inanışlar gereği giyim tarzı ve güneşe maruz kalmaktan kaçınma ihtiyacının etkisi büyük. Tabi burada tarihi kentleri kopyalamak gibi bir savım yok, ama geçmişten çıkaracağımız pasif tasarım ilkelerini bugünün teknolojileri ile birleştirmek, sıcaklarla mücadelede etkin çözümler bulmanın temel stratejisi olabilir.

Mekansal dokunun yanı sıra, konforlu bir yaya deneyimi sunmanın bir başka yolu da, sistematik bir ağaçlandırma planlamasından geçiyor. Bildiğimiz gibi ağaçlar buharlaşma ve terleme yoluyla bulundukları çevreyi soğutma etkisine sahip. Kentsel ısı adası etkisini düşürmek ve gölgelik alanlar oluşturmak açısından da kentsel tasarımın aslında en önemli bileşenleri, ağaçlar. Tabi ağaçlandırmanın kenti soğutmada etkin bir şekilde kullanılabilmesi için, noktasal ağaçlandırma uygulamalarından çok, kentin bütününe yayılan bir yeşil ağ sisteminin oluşturulması önemli. Bu hususta, ‘yeşillendirme planı’, ‘ağaçlandırma planı’, ‘gölge planı’ gibi sistem arayışı içerisinde olan mekânsal çalışmalar yapılıyor. Örneğin, Barselona “Yaşam İçin Ağaçlar” sloganıyla bir Ağaç Master Planı üretti.

Bu plan, kentsel açık yüzeyleri mümkün olan en üst düzeyde ağaçlandırarak, bir yandan çevre kalitesini artırmayı hedefliyor, bir yandan da vatandaşların fiziksel ve mental sağlıklarını korumayı ve iyileştirmeyi hedefliyor. 20 yıl içerisinde kentin %30’unun ağaçlarla örtülü olması planlamış. Aynı zamanda, ilköğretim düzeyinden başlayarak tüm topluma ağaçların ekolojik sistemdeki rolleri ve faydaları üzerine eğitici programlar düzenlemek gibi hedefleri var.

Tabi kentlerde tüm sert zeminleri de geçirgen yapamayız. Her yeri ağaçlarla kaplamamız mümkün değil. Bu noktada da asfalt ve beton gibi yine sert, ancak güneşi yansıtan ‘serin’ yüzey kaplama malzemeleri arayışları var. Örneğin Los Angeles’ta, mevcut asfalt kaplamanın üzerine uygulanan su bazlı bir ‘serin’ yüzey kaplaması geliştirilmiş. Asfalt, emülsifiye edici maddeler, mineral dolgu maddeleri, polimerler ve geri dönüştürülmüş malzemelerden oluşan bir soğutucu tabaka üretmişler. Sonra da bir bölümü bu açık renkli karışım, bir bölümü de bildiğimiz koyu asfaltla kaplanan bir yolun termal kamera görüntülerine bakmışlar. Açık renkli tabakanın bulunduğu bölümün koyu renkli bölümden yaklaşık 17°C daha az ısındığı ölçülmüş.

Yani burada temel vermek istediğim mesaj şu: Planlama ölçeğinden mikro-ölçekte tasarım çözümlerine kadar mümkün olan her alanda ısı etkisini azaltıcı kentsel politikaları ve uygulama araçlarını tanımlamamız gerekiyor.

‘En ihtiyaç duyulan anda, ormanları katletmek akla ve bilime sığmaz’

Bu iyi örneklerden ve büyüyen ihtiyaçlarımızdan yola çıkarak, Ankara, İstanbul ve İzmir gibi metropollerin birer ısı adasına dönüşmesini engellemek için neler yapılmalı? Bunların yapılmasının önündeki zorluklar neler ve bunlar nasıl aşılabilirler?

Tabi iklim krizinde ağaçlandırmanın öneminden bahsediyoruz. Yeşil çatıların, yeşil cephelerin uygulanabilirliğini tartışıyoruz. Ülkemizde ne oluyor diye baktığımızda yetişmiş ormanların katledildiği bir dönemden geçiyoruz. Bu akla ve bilime sığmayan bir durum. Biz kent içi ağaçlandırmaların arttırılması için planlama ve tasarım ilkeleri nasıl geliştirilebilir derken, bir yandan var olan ormanlar katlediliyor. Bir kere, her ne olursa olsun bundan vaz geçmek şart. Bakın deprem oldu, yeniden inşa edilecek alanlar için orman ve mera statülerindeki arazilerde yapılaşmanın yolunu açan bir kararname çıktı. Bir kere şunu kabul etmemiz lazım; afetlere dirençli kentler üretmek için tüm afet tiplerini birlikte ele alan bütüncül bir planlama yapılması gerekiyor. Yani kaş yaparken göz çıkarmamak gerekiyor. Bütüncül bir planlamanın yapılabilmesi için de çok disiplinli ve katılımlı bir planlama anlayışı benimsenmeli.

İklim krizi karşısında kentleri üretme biçimimizi yenilememiz şart. Planlama standartlarımızın güncellenmeye ihtiyacı var. Örneğin artık, plan yaparken kişi başı yeşil alan miktarı belirleyecek bir dönemde yaşamıyoruz. Yeşil alanların kentteki yapılı alanlardan daha fazla yer kaplaması gerekiyor. Mekansal planlarla birlikte üretilecek, iklimlendirme ve soğutma odaklı kente özgü gölge planlara ihtiyacımız var. Planlara çizdiğimiz bloklar inşa edildiğinde nasıl bir çevre oluşturuyor. Gölge yaratıyor mu? Hangi saatlerde nasıl bir gölge sunuyor? Bunları önceden modellemek gerekiyor. Yeni inşaatlarda ruhsat öncesi zorunlu kılınacak ağaçlandırma ve yeşil alan tasarım kodları geliştirilmeli. Sitelerin ortak açık alanlarının kenti soğutmadaki rolü ne olabilir? Bunları çalışmak gerek. Sonra, meydanlar… Zaten sınırlı sayıda meydanımız var kentlerde. Ve bunlar tamamen sert zeminle kaplı. Sıcak dalgasının kentlileri vurması için davetiye niteliğinde meydanlarımız. Meydanlar, gölge veren ağaçlar ve serinletici etkisi olan su elemanları ile yeniden tasarlanmalı. Aşırı sıcaklardan kaçabileceğimiz, kent içi nefes alma mekanları olarak düzenlenmeli. Benzer şekilde, otoparklar, yansıtıcı yüzey alanı çok geniş olan ve kentlerde büyük oranda yer kaplayan kullanımlar. Otoparklar yarı-geçirgen zemin malzemeleri ve gölge veren peyzaj elemanları ile tasarlanarak, ısı tutma güçleri azaltılmalı. Diğer taraftan, kaldırımlar, gölge veren doğal ve yapay elemanlarla kesintisiz konforlu yürüyüş sağlayacak biçimlerde tasarlanmalı. Tabi tüm bunların bir bütünlük içerinde olabilmesi için yerel yönetimlerin sıcak odaklı kentsel müdahaleleri mevcut mekânsal planlar ve bütçe programlarıyla bütünleştirmesi gerekiyor. Bunun olabilmesi de yöneticilerin sıcak kaynaklı riskleri ciddiye alarak belediyelerin gündemine almalarıyla ilişkili bir konu.

Bu durumda kentleri sıcak dalgalarına hazırlamak uzun vadede gerçekleşecek gibi duruyor. Ancak hemen önümüzdeki günlerde bir sıcak dalgası daha geliyor. Kısa vadede kentlerde yaşayan bireysel olarak sıcak dalgalarından etkilenmemek için nelere dikkat etmeliyiz?

Bireysel olarak, iklim krizini ciddiye alan ve kentleri daha yaşanabilir hale getirebilecek yöneticileri seçmekle başlayabiliriz. Tabi yöneticilerden önce kendimizi birey olarak nasıl korumalıyız dersek, ben halk sağlığı uzmanı değilim ama uzman arkadaşlarımın önerileri doğrultusunda bildiklerimi paylaşabilirim.

Kapalı mekanlarda, özellikle güneş gören cephelerde pencere ve perdeleri kapalı tutmak gerekiyor. Ortam sıcaklığını artıracağı için elektrikli aletleri çalıştırmamak, gereksiz aydınlatma ünitelerini açmamak gerek. Evin farklı noktalarında kaplar içerisinde su bulundurmak, buharlaşma ile ortam ısısını azaltma yöntemlerinden biri. Oda sıcaklığımızı aralıklı olarak ölçmek de önemli. İçerdeki sıcaklığın gündüz saatlerinde 32°C’yi, geceleri ise 24°C’yi geçmemesi öneriliyor. Gerekirse vantilatör ve klima kullanılabilir. Ancak uzun süreli klima kullanımının iklim değişikliğine daha da fazla katkı yapacağını unutmayalım. Evde hiçbir cihaz yoksa ve tahammül edilemeyecek sıcaklıklar oluşursa, gerekirse klimalı kamu binaları, kütüphaneler ve yaşam merkezlerine gidilebilir.

Dış mekanlarda ise, öncelikle gerekli değilse dışarı çıkmamak lazım. Eğer çıkmak zorunlu ise, mümkün olduğunca gölge alanlarda kalmaya çalışmak lazım. İnce, bol, açık renkli kıyafetler, yüz ve enseyi koruyacak şapkalar tercih edilebilir. Bağ, bahçe, tarımla uğraşıyorsak, sıcak dalgaları olduğu günlerde kesinlikle ara vermek gerek. Aşırı fiziksel aktivite riskli durumlar doğurur. Yine bu günlerde, bol su tüketmek, hafif yemek, şeker, kafein ve alkolden uzak durmak da doktorların önerileri arasında.