Ana Sayfa Blog Sayfa 389

Yumurtalık lagünleri için karar doğanın lehine, bakanlığın aleyhine

Ramsar statüsündeki Yumurtalık lagünlerinin 2008’den, koruma sınırları daraltılarak milli park statüsüne geçirilmesine yönelik karara açılan davada yeni bir gelişme yaşandı. İskenderun Çevre Koruma Derneği tarafından açılan davada İdari Dava Daireleri Kurulunca Cumhurbaşkanlığı, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ve Tarım ve Orman Bakanlığı aleyhinde bir karara imza attı. Söz konusu kurumların Danıştay İdari Davalar Kuruluna gittiği temyiz talebi kabul edilmedi.

İskenderun Çevre Koruma Derneği’nin Yumurtalık lagünlerinin AKP Bakanlar Kurulunca 2008’de milli park statüsüne geçirilmiş olmasına karşı dava açmış, Danıştay 10. Dairesi davayı reddetmişti.

Ancak temyizle 2021’de Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunca bozma kararı verildi. Bu kez de bakanlığın talebiyle karar temyiz edilmişti.

Fakat İdari Dava Daireleri Kurulu Bakanlığın temyiz talebini reddederek çevreciler lehine karar vermişti. İdari Dava Daireleri Kurulundan çıkan son kararla birlikte Danıştay 10. Dairesi’nin çevreciler lehine vermiş olduğu karar bir kez daha karara bağlanmış oldu.

Danıştay 10. Dairesi’nin temyizi istenen kararında şu ifadelere yer veriliyor:

“Öte yandan, Ramsar Sözleşmesi uyarınca sözleşmeyi imzalayan her Devlet tarafından, ülke toprakları içindeki sulak alanların ‘Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Listesi‘ne eklenmesi, listeye dahil edilen bu alanların giderek artan şekilde kaybına sebep olacak hareketlerin şimdi ve gelecekte durdurulması, bu alanların korunmasının geliştirilmesi, ayrıca listeye dahil edilmemiş olsa dahi sulak alanlarda, koruma alanları oluşturularak gerekli tedbirlerin alınması taahhüt edilmekte olup anılan listeye ekli sulak alanlardan birisi olan davaya konu Yumurtalık Lagünü’nün tahribata uğramasına yol açabilecek davaya konu kararda söz konusu uluslararası sözleşmeye de uyarlık bulunmadığı,

Bu durumda, Yumurtalık Lagünü’nün koruma statüsünün değiştirilmesini gerektiren şartlar oluşmadığından, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararında hukuka uyarlık bulunmadığı sonucuna varıldığı, gerekçesiyle kararın iptaline karar verilmiştir.”

Ne olmuştu?

Ramsar statüsündeki Yumurtalık lagünlerinin AKP Bakanlar Kurulunca 2008’de koruma sınırları daraltılmış, tabiat koruma alanından çıkarılmış, milli park statüsüne geçirilmişti. Bakanlar Kurulunun bu kararı iptal edilmesi için İskenderun Çevre Koruma Derneğince dava edildi.

2016’da ise Danıştay 10. Dairesi davayı reddetti. Temyiz üzerine 2021’de Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunca bozma kararı verildi. Bunun üzerine Danıştay 10. Dairesi Dernek lehine bozma kararı vermişti. Daha sonra kararı Bakanlık temyiz etmişti.

İdari Dava Daireleri Kurulu Bakanlığın temyiz talebini reddederek çevreciler lehine karar vermişti. Böylece AKP hükümetinin 2008’de Ramsar statüsündeki Yumurtalık lagünlerinin koruma statüsünü daraltmak için Bakanlar Kurulu kararıyla yaptığı işlem nihai olarak bozulmuş oldu.

İdari Dava Daireleri Kurulu bir önceki 2021’deki bozma kararında ise sulak alanlar Ramsar listesinde yer almasa dahi, RAMSAR şartlarını taşıyorsa Ramsar listesindeymiş gibi koruma altında olmaları gerektiği yönünde bozma kararı vermişti.

Böylece Ramsar listesinde yer almayan ancak Ramsar şartlarını taşıyan Bargilya sulak alanının Ağaoğlu inşaata verilmesi gibi işlemlerin de önü kapatılmıştı.

Depremden sonra Hatay’daki asbestli ve diğer canlı sağlığına zararlı diğer atık maddeleri barındıran molozların deniz ekosistemine karışacak şekilde kontrolsüz dökümü ve İskenderun körfezinin kirletilmesi, Ramsar sekretaryasına şikayet edilmesi gereken bir diğer konu olarak hala masada duruyor.

Kanada ve Kanarya Adaları’ndaki yangınlar kontrolden çıktı: 50 bini aşkın kişi tahliye edildi

Kanada, batıda British Columbia eyaletinden doğuda Quebec‘e kadar ülke genelinde aynı anda devam eden binden fazla yangınla kayıtlara geçen en kötü orman yangını sezonunu yaşıyor.

Yangının büyük bir hızla yayılmaya devam ettiği British Columbia’da olağanüstü hal ilan edildi. 36 bin nüfuslu Batı Kelowna kentindeki evler alevlerin tehdidi altında.

BBC‘nin aktardığına göre, bölgede yaklaşık 30 bin eve tahliye emri gönderilirken yetkililer “önemli sayıda evin” alevlere teslim olduğunu açıkladı.

Eyalet Başbakanı David Eby, “yangın çok hızlı ilerliyor ve önümüzdeki günler çok zorlu olacak” dedi. McDougall Creek‘te süren yangın 24 saat içinde 64 hektardan 6800 hektarlık bir alana yayıldı. Bölgede yaşayan yaklaşık 4 bin 800 kişiye tahliye emri verildi.

Yine yangınlar nedeniyle ülkenin Kuzeybatı Toprakları (Northwest Territories) bölgesinde de nüfusun yarısı güvenli bölgelere götürüldü. Alevler bölgenin başkenti Yellowknife‘ın eteklerine kadar ulaştı. 20 bin nüfuslu kentin neredeyse 19 bini hava ya da kara yoluyla tahliye edildi.

Fotoğraf: Chris Helgren / Reuters
‣ İklim krizi: Kanada’daki orman yangınlarının tüm yaz devam edeceği tahmin ediliyor
‣ Kanada’da acil durum: Alberta’daki 110 yangında 43 bin hektar orman küle döndü
‣ Kanada’da 12 milyon hektar ormanlık alan kül oldu: İki ülke büyüklüğünde

En yüksek alarm seviyesine geçildi

British Columbia’da irili ufaklı yaklaşık 400 yangın sürüyor. 18 Ağustos akşamı 15 bin eve tahliye emri gönderilmişken, bu rakam ertesi akşam 30 bine yükseldi. Bunlara ek olarak 36 bin evin daha tahliye edilmesi gerekebilir.

Yangınlar nedeniyle ülkede olağanüstü hal durumu ilan edildi. Acil müdahale ekipleri de Ulusal Hazırlık Seviyesi‘ni 5’inci dereceye yükseltti. En yüksek olan bu seviye, ülkedeki tüm itfaiye çalışanlarının orman yangınlarına müdahale ile görevlendirilmesi anlamına geliyor.

Yangınlarda şu ana kadar bir can kaybı yaşandığı bilgisi gelmedi ancak özellikle Batı Kelowna’nın kuzeyindeki yerleşim bölgelerinde ciddi maddi hasar oluştuğu belirtiliyor.

Kanada tarihinin en kötü orman yangını mevsimlerinden birini geçirken aktif yangın sayısının binin üzerinde olduğu ifade ediliyor.

Uzmanlara göre bunun bir nedeni, insan kaynaklı iklim değişikliği nedeniyle bahar aylarının normalden daha sıcak ve kurak geçmiş olması.

Fotoğraf: Chris Helgren / Reuters
‣ ‘İklim değişikliği, orman yangını riskini en az yüzde 30 artıyor’
‣ İklim Masası: Mega yangınlar biyoçeşitliliği tehdit ediyor, koruma şart

Tenerife’de yangına havadan müdahale imkansız

İspanya’nın Kanarya Adaları‘na bağlı Tenerife Adası’nın kuzeydoğusundaki tabiat parkında 15 Ağustos’ta başlayan orman yangınlarıyla mücadele devam ediyor.

Kanarya Adaları Acil Durum Servisi yaptığı açıklamada, 26 bin kişinin yangınlar nedeniyle tahliye edildiğini duyurdu. Alevlerin kontrolden çıkarak 11 kasabayı etkilediği ancak turistik bölgelere henüz ulaşmadığı kaydedildi.

CNN‘in aktardığına göre, Kanarya Adaları Özerk Yönetimi Başkanı Fernando Clavijo ise daha fazla kişinin tahliye edilmesi için talimat verdiğini açıkladı. Yoğun dumanlar nedeniyle yangına havadan müdahale etmenin imkansız olduğunu belirten Clavijo, şu ana kadar 5 bin hektarlık alanın küle döndüğünü açıkladı.

Fotoğraf: Nacho Doce / Reuters
‣ İklim krizi: İspanya’da mega-yangınlar erken başladı: Sekiz köy ve kasaba boşaldı
‣ Kanarya Adaları’ndan Tenerife’de orman yangını: 3 bin kişi tahliye edildi

Tenerife’deki yangınlar ‘daha önce görülmedi’

Tenerife Adaları Belediye Başkanı Rosa Davila da bu yangınların Kanarya Adaları’nda daha önce hiç görülmediğini söyleyerek, “Önceliğimiz insanların hayatını korumak” dedi.

Adada alevlere müdahale sürerken bilim insanları, iklim değişikliğinin daha sık ve daha güçlü hava olaylarına yol açtığını belirtiyor.

Kanarya Adaları’nda son dönemde etkili olan aşırı sıcaklar kuraklığa yol açmış ve orman yangınları riskini artırmıştı.

Temmuz ayında komşu ada La Palma‘da da büyük orman yangınları meydana gelmişti. Yangında birkaç saat içinde 4 bin 500 hektarlık alan yanarken, 2 bin 500 kişi de evlerinden taliye edilmişti.

Fotoğraf: Nacho Doce / Reuters
‣ Orman yangınları giderek artacak: Dumanı ciddi sağlık riskleri taşıyor
‣ 10 soruda orman yangınları

İklim değişikliği ve orman yangınları

Kömür, petrol ve gaz kullanımı başta olmak üzere sera gazı emisyonuna yol açan insan faaliyetlerinden kaynaklanan iklim değişikliği, havadaki nem oranını düşüren, kuraklık nedeniyle toprağın nemini kaybetmesine neden olan, yoğun sıcaklıklar nedeniyle orman altı örtülerinin veya ağaçların daha kolay tutuşmasını sağlayan etkilerde bulunarak hem orman yangınlarının başlamasını kolaylaştırıcı, hem de kontrol altına alınmasını ve söndürülmesini zorlaştırıcı etkilerde bulunuyor.

Uzmanlar, iklim krizinin orman yangınlarının meydana gelme riskini en az yüzde 30 artırdığına dikkati çekiyor.

İklim değişikliği orman yangınlarını da körüklüyor

BM Kalkınma Programı Limak’la ortaklığını sonlandıracağını duyurdu

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Türkiye Ofisi, Limak Şirketler Grubu’nun sosyal yatırım kolu olan Limak Vakfı ile işbirliğini sonlandırdığını açıkladı.

Sosyal medyada yapılan paylaşımlardaki sorulara açıklık getirmek amacıyla yapıldığı belirtilen açıklamada, UNDP’nin 2016 yılından beri “Türkiye’nin Mühendis Kızları” adıyla bilinen, geleneksel olarak erkeklere özgü kabul edilen mühendislik ve diğer teknik mesleklere kadın katılımını artırmayı amaçlayan bir programı desteklediği ifade edildi.

Programın Limak Vakfı tarafından yürütülen kız çocuklarına yönelik burs programı biçiminde başladığını aktaran UNDP Türkiye, söz konusu programı Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ile imzalanan bir anlaşma kapsamında kadınların ekonomik güçlenmesine yönelik etkili bir araç haline getirmek üzere Limak Vakfı ile birlikte çalıştığını belirtti.

Açıklamada, projeye ilişkin şu detaylara yer verildi:

“Geçtiğimiz yedi yıl boyunca, 860 kız çocuğu ‘Türkiye’nin Mühendis Kızları’ programından yararlanmış, öğrenim bursları almanın yanı sıra staj, mentorluk, koçluk, ağ oluşturma ve işe yerleştirme dahil farklı biçimlerde desteklere kavuşmuştur. Program, 25 ilde 39 devlet üniversitesini kapsamaktadır ve 40 ildeki 125 lisede de mühendislik mesleğini tanıtıcı faaliyetler düzenlenmiştir. “

‘UNDP hiçbir zaman Limak’a fon sağlamadı’

UNDP’nin program giderlerini karşılamak üzere Limak Vakfı’ndan toplam 795,060 ABD doları fon aldığını kaydeden açıklamada, sosyal medyada iddia edilenlerin aksine UNDP’nin hiçbir zaman Limak’a finansman sağlamadığı vurgulandı.

UNDP Türkiye, bu ortak girişimin sonuçlarıyla gurur duyduğunu ifade ederken, girişimin bir kurumsal sosyal sorumluluk modeli olarak birçok ödül aldığını ve kadınların güçlenmesi alanında sıklıkla “en iyi uygulama”lardan biri olarak anıldığını bildirdi. Programın 6 Şubat’ta yaşanan Kahramanmaraş merkezli depremlerin ardından deprem bölgesindeki kız çocuklarına ilave 71 mühendislik bursu sağlayacak biçimde hızla uyarlandığı eklendi.

‘İncelemeler başka seçenek bırakmadı’

UNDP’nin özel sektör ile ortaklıkları, oldukça ayrıntılı ve titiz bir incelemeye tabi olduğunu kaydeden açıklamada, özenli inceleme sürecinin, UNDP’nin faaliyetlerinin BM’nin eşitlik, insan hakları ve Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın dayanağı olan ilkelere temel bağlılığı ile uyumlu olduğundan emin olunmasını sağladığı bildirildi.

UNDP, değişen koşullara bağlı olarak özenli incelemelerini güncellediğini aktararak şunları kaydetti:

Son aylarda sivil toplum aktivistleri tarafından dile getirilen endişeler, UNDP’yi Limak Grubu için özenli inceleme sürecini yenilemeye teşvik etmiştir. İnceleme sonuçları, UNDP’ye Limak Vakfı ile ortaklığını sona erdirme dışında başka bir seçenek bırakmamıştır. Ayrıntılar, UNDP’nin önümüzdeki günlerde ortakları ile yapacağı görüşmelerde kararlaştırılacaktır.”

‘Türkiye’nin Mühendis Kızları’ projesinde şekillenmiş eşitlik ve kadının güçlenmesi ilkelerine taahhüt ve bağlılığının tam olduğunu vurgulayan UNDP Türkiye, şu anda deprem bölgesinde genç kadınların yararlanabileceği eğitim fırsatlarını genişletmeye odaklanmış olarak, bu ilkeleri aktif biçimde hayata geçirmekte olduğunu açıkladı.

Akbelen Limak UNDP

Ne olmuştu?

24 Temmuz’da Limak Holding’e bağlı YK Enerji, Muğla’nın Milas ilçesindeki İkizköy mevkiinde yer alan kömür madenini genişletmek üzere Akbelen Ormanı‘nı ve İkizköy’ü yok etmek üzere ağaç kesimine başlamıştı.

Kesimin, Muğla Valiliği’nin yaptığı açıklama ile 30 Temmuz itibarıyla durdurulduğu belirtilmişti. Bu süreçte on binlerce ağaç Anayasa’ya aykırı ve izinsiz bir şekilde katledilmişti.

Katliam, yalnızca 2,5 yıl kömür sağlayacak olan maden nedeniyle yerinden edilecek olan İkizköylülerin yanı sıra ekoloji savunucuları tarafından da tepkiyle karşılanmıştı.

İkizköy Çevre Komitesi bir açıklama yayımlayarak BM’ye Limak ile yürüttüğü işbirliklerinin sonra erdirilmesi ve sosyal sorumluluk çalışmalarının sonlandırılması çağrısında bulunmuştu.

Limak Holding’in Akbelen’de sebep olduğu hak ihlallerinin BM ilkeleri ile bağdaşmadığını ortaya koyan İkizköy Çevre Komitesi, kuruluştan Akbelen’de yaşananları durdurmak için etki gücünü kullanmasını ve kendi şeffaflık taahhüdüne istinaden kamuoyunu bilgilendirmesini de talep etmişti.

‣ Akbelen’den BM’ye çağrı: Limak iş birliğini sonlandır
‣ WWF-Türkiye, madencilik faaliyetleriyle ilişkisi bulunan isimlerle yollarını ayırıyor

Akbelen’den Cerattepe’ye enerjiden madene Türkiye’de orman tahsisi gerçeği-3

İlk iki bölümde, genel olarak orman alanlarının ormancılık dışı kullanımlara tahsisinin yasal dayanaklarını, uygulamaların bu yasal dayanaklarla çelişkilerini ve geçmişten günümüze yapılan tahsislerle son 10 yılda yapılan tahsislere ilişkin istatistikleri özetlemiştim.

Akbelen’den Cerattepe’ye, enerjiden madene Türkiye’de orman tahsisi gerçeği-1
Akbelen’den Cerattepe’ye, enerjiden madene Türkiye’de orman tahsisi gerçeği-2

Şimdi enerji sektörü ile birlikte en çok orman tahsisi yapılan sektör olan madenciliğe biraz daha yakından bakmanın zamanı geldi.

Maden ve madencilik

3213 Sayılı Maden Yasası, maden tanımını şöyle yapıyor:

“Yer kabuğunda ve su kaynaklarında tabii olarak bulunan, ekonomik ve ticarî değeri olan petrol, doğal gaz, jeotermal ve su kaynakları dışında kalan her türlü madde, bu Kanuna göre madendir.”

Ardından yasa, madenleri altı farklı grup altında topluyor. Örneğin birinci grupta kum, çakıl, kiremit kili, çimento kili gibi daha çok inşaat sektörüne yönelik madenler var. Kömür, altın ve gümüş gibi adı çok geçen madenler dördüncü grupta. Elmas, safir ve yakut gibi daha değerli olanlar beşinci grubu oluşturuyor.

Gelelim madenciliğe… Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından yapılan tanıma göre “Madencilik genel olarak arama faaliyetleri ile başlayan, cevher üretimi ve zenginleştirme işlemleri ile devam eden, cevherin bittiği alanların kapatılması ve çalışma alanının doğaya yeniden kazandırılması ile projenin sonlandırıldığı bir süreçler bütünüdür.”

Madencilik ve ormanlar

Madenler çoğunlukla yer kabuğunda bulunduğu için madencilik faaliyetleri yerkabuğunun üst tabakalarının doğal yapısını bozar. Bu nedenle yeryüzünde bulunan orman, tarım alanı, otlak vb. ekosistemler madencilik faaliyetlerinden olumsuz etkilenir. Diğer ekosistemleri kenarda tutarak ormanların madencilikten nasıl etkilendiğinde biraz daha yakından bakalım.

Elbette madenciliğe konu madenin türü ve maden işletmeciliğinin şekli gibi pek çok faktör ormanların madencilikten etkilenme tür ve şiddetini değiştirir. Ancak genel bazı etki türlerinin olduğunu da görmezden gelemeyiz. Orman Genel Müdürlüğü (OGM) çok da eski olmayan bir tarihte madenlerin ormanları nasıl etkilediğine dair bir rapor hazırlatmış.[1] Söz konusu rapor madenciliğin orman ekosistemlerine verdiği zararları ayrıntılı şekilde aktarıyor. Dileyenler şu  bağlantı adresinden bu raporun tamamını okuyabilir. Raporda yer alan aşağıdaki ifade konumuz açısından dikkat çekici:

“Açık maden ocağı işletmesi doğal ekosistemlere çok kapsamlı etkiler yapmaktadır. Bu işletmeler bir yandan ekosistemin bir bölümünü yok etmekte, çevre ekosistemler üzerinde de kalıcı etkileri devamlı olmaktadır.”

Rapor neden özellikle açık maden ocağı işletmeciliğine değiniyor? Çünkü madencilik amaçlı orman tahsislerinin çoğu açık maden ocağı işletmelerine gidiyor. Örneğin, dizinin bir önceki bölümünde şöyle demiştik: 2013-2022 yılları arasındaki 10 yıllık dönemde madencilik için yapılan orman tahsisi işlem sayısı 25 bin 556 ve tahsis edilen orman alanı miktarı 103 bin 620 hektar. Aynı dönemde açık maden işletmeciliğine yapılan tahsis sayısı 9 bin 761 (tüm madencilik tahsis sayısının yaklaşık %38’i) iken tahsis edilen orman alanı ise 53 bin 130 hektar (tüm madencilik tahsis alanının yaklaşık %51’i). Oysa yine aynı dönemde kapalı maden işletmeciliği için yalnızca 231 tahsis işlemi yapılmış ve 221 hektar orman tahsis edilmiş. Bu verilerden de kolaylıkla hesaplanabileceği gibi açık maden işletmeciliği amaçlı bir tahsis işlemi başına ortalama 5,44 hektar orman tahsisi yapılırken kapalı maden işletmeciliği için bu miktar bir hektarın bile altında kalıyor.

Kamuoyunda yapılan tartışmalarda gözden kaçan konulardan biri, ormanlarda meydana gelen zararların maden çıkarmak amacıyla tahsis edilen alanlardan çok daha geniş alanlara yayılıyor oluşu. Maden ocağından madenin çıkarılmasına ek olarak başka pek çok madencilik faaliyeti için çeşitli altyapı tesislerinin kurulması ve bunun için de orman alanı tahsisi gerekir. 2013-2022 arası 10 yıllık dönem örneğinden devam edersek, bu dönemde sözünü ettiğim madencilik altyapı tesisleri için 10 bin 550 adet tahsis işlemi (tüm madencilik tahsis sayısının yaklaşık %41’i ve açık maden işletmesi tahsis sayısının yaklaşık %8 fazlası) gerçekleşmiş ve bu işlemlere 32 bin 699 hektar orman alanı tahsis edilmiştir (tüm madencilik tahsis alanının yaklaşık %32’si ve açık maden işletmesi tahsis alanının yaklaşık %62’si).

OGM bünyesinde hazırlanan teknik rapor bu konuyu atlamıyor ve orman ekosistemlerine verilen zararların tahsise konu alanlarla sınırlı kalmıyor olmasına da özel bir vurgu yapıyor. Ekosistem parçalanması dediğimiz olgu nedeniyle civar ekosistemlerde meydana gelen olumsuz etkiler bir başka OGM raporunda[2] da şöyle dile getiriliyor:

“Parçalanma süreci, peyzajın kompozisyonunu, konfigürasyonunu ve fonksiyonlarını dönüştürür. Tipik olarak habitat yıkımı veya izolasyonu anlamına gelir ve birçok çalışma, habitatların ve özellikle ormanlık habitatlarının uzun süreli parçalanmasının biyolojik çeşitlilik ve ekosistem süreçlerini güçlü bir şekilde etkilediğini göstermektedir.”

“Orman parça boyutunun azaltılması ve parça izolasyonundaki artışın, kuşların, memelilerin, böceklerin ve bitkilerin bolluğunu yüzde 20 ila 75 oranında azalttığı, tohum yayılımı ve dolayısıyla orman yapısı gibi ekolojik işlevleri etkilediği ve aynı zamanda ekosistemde bir azalmaya katkıda bulunduğunu göstermiştir.”

Kamuoyunda yapılan tartışmalar çoğunlukla tahsis edilen orman alanı ile sınırlı kaldığından civar ekosistemlerin de madencilikten ağır hasarlar aldığının bir kez daha altının çizilmesinde yarar var. Madenciliğe tahsis edilen alanlarda ise zararlar elbette daha keskin. Lafı çok fazla evirip çevirmeye gerek yok, yüzbinlerce yıllık evrimin sonucu ortaya çıkan koca bir ekosistem tam anlamıyla yok oluyor. Madencilik faaliyetleri bittikten sonra yapıldığı söylenen rehabilitasyon çalışmaları ise bambaşka bir peri masalı ki, buna da ilerleyen bölümlerde değineceğim.

Madencilik faaliyetleri ne ölçüde ormana bağlı?

Türkiye gibi şeffaflık yerine karartma ilkesinin egemen olduğu ülkelerde sağlıklı verilere ulaşarak bilimsel değerlendirmeler yapmak çok kolay değil. Yetkili kamu kurumları ya hiç veri paylaşmamayı ya da çok genel verileri paylaşarak konuyu kapatmayı tercih ediyor. OGM de öyle yapıyor. Her yıl orman tahsisleri ile ilgili istatistikleri açıklıyor, evet. Ama örneğin açık maden işletmeciliği deyip geçiyor ve istatistikleri tüm Türkiye için açıklıyor. Hangi maden türleri öne çıkıyor, bunlardan hangileri için daha çok orman tahsisi yapılıyor, hangi il ve bölgelerde yoğunlaşıyor gibi pek çok soruya OGM istatistikleriyle yanıt vermek olanaklı değil. Durum böyle olunca, bizim gibi akademisyen ve araştırmacılar sağ kulağımızı sol elimizle göstermek zorunda kalıyoruz. Hoş, ona bile razıyız ama pek çok durum için bu bile olanaklı olmuyor.

Yukarıda sözünü ettiğim veri yetersizliği sorununu aşmak için sevgili dostum Prof. Dr. Erdoğan Atmış öncülüğünde değerli meslektaşım Damla Yıldız ve ben bir araştırma yaptık. Henüz sonuçlarını bilimsel bir yayına dönüştürmediğimiz bu araştırmada, detaylarına girmeden aktarayım, 2014 ile 2022 yılları arasında ÇED olumlu kararı almış 1311 ÇED raporunu inceledik. Söz konusu ÇED raporları üzerinde yaptığımız analizler sonucunda şu sonuçlara ulaştık:[3]

  • ÇED raporuna konu projelerin yaklaşık %44’ü I., II. ve V. grup madenlerle ilgiliyken, %35’i enerji, %18’i petrol ve doğalgaz ile III. ve IV. grup madenler, %2,5’i de turizm sektörlerine ait.[4]
  • Yukarıdaki sektör-alt sektör sınıflandırması kapsamında, proje alanına göre en yüksek orman alanı tahsisi petrol ve doğalgaz ile III. ve IV. grup maden yatırımlarına yapılmış gözüküyor. Bu gruptaki 258 projede toplam proje alanının yaklaşık %41’i orman. Bu oran enerji yatırımlarında %34, I., II. ve V. grup madenlerde %18 ve turizmde ise %4 civarında.
  • Grup yerine ayrı ayrı alt sektörlere baktığımızda en yüksek orman tahsis oranının mermer ve dekoratif taşlara ait olduğunu görüyoruz. Bu alt sektörün yaklaşık 1694 hektar olan toplam proje alanının %70’i (1187 hektar) orman alanı. Bu oran kömür ocaklarında %56, I. grup madenlerde %50 oranında.

Bu bölümü şu hatırlatmayla tamamlayayım: Yukarıdaki bulgular incelenen ÇED raporları kapsamındaki projelerle ilgili. ÇED gerekli değil kararı verilen projelerde tablonun nasıl olduğunu anlamak için bambaşka araştırmalar yapmak gerekiyor. Fakat görünen o ki, madencilik büyük ölçüde ormanlarımızı kaygı verici derecede tehdit ediyor.

Konuyu irdelemeye sonraki bölümlerde devam edeceğim.

*

[1] Yıldızbakan, A., Taşdemir, C., Albayrak M., “2017. Maden Sahalarının Ormana Verdiği Zararların Araştırılması” Teknik Rapor. OGM Dış İlişkiler Eğitim ve Araştırma Dairesi Başkanlığının 10.07.2012 tarih ve 158 sayılı emirleri gereği 06.06.2016 tarihinde Doğu Akdeniz Ormancılık Araştırma Enstitüsü Müdürlüğü ve Adana Orman Bölge Müdürlüğünün Ortaklaşa Yaptığı “Araştırılması İstenen Konuların Belirlenmesine Yönelik Toplantı” gereği.[2] OGM, 2020., “Sürdürülebilir Orman Yönetimi Kriter ve Göstergeleri 2019 Türkiye Raporu”. Strateji Geliştirme Dairesi Başkanlığı, Ankara.
[3] Ön değerlendirme olarak kabul etmek yararlı olur. Nihai ve kesin sonuçlar bilimsel bir yayına dönüştükten sonra ortaya çıkacaktır. Yayımlama sürecinde editör ve hakem görüşleri doğrultusunda farklı analizler yapmak gerekebilir.
[4] Bu sınıflandırma ÇED kapsamında bizim dışımızda yapıldığı için biz de aynı şekilde kullanmak durumundayız.

Gıda krizi: Gerçekten çiftçilik iyi, fabrikalar kötü mü?

Yazan: George Monbiot

Yeşil Gazete için çeviren: Eren Yılmaz

*

Hiçbir şey bu konudan daha önemli değil ve başka hiçbir konu bu kadar mit ve hayal kırıklığıyla kaplı değil gibi. Nasıl beslendiğimiz, bu yüzyılı sağ salim atlatıp atlamayacağımızın ana belirleyicisi; çünkü başka hiçbir sektör bu kadar zarar vermiyor. Yine de rahatlatıcı yanılsamaların gücü nedeniyle nesnel bir şekilde bunu tartışmaya başlamayı başlayamıyoruz.

Gıda, en ilerici insanları bile gerici hale getiren olağanüstü bir özelliğe sahiptir. Sosyal ve siyasi değişiklikleri kabul edebilecek olan insanlar, beslenme alışkanlıklarımızın değişmesi gerektiğini önerdiğinizde öfkeyle tepki verebilirler. Daha da tuhafı, nasıl yemek yememiz gerektiği konusundaki ultra muhafazakar inançlar ile böyle düşünen insanların davranışları arasında bir uçurum var.

Daha büyük arazilerde daha çok tarım sürdürülemez

Michael Pollan‘ın “Büyük büyük büyük büyük annenizin yemeyeceği hiçbir şeyi yemeyin,” önermesinden bahsedenlerin hemen ertesi gün Tayland yemeği, sonraki gün Meksika yemeği, bir sonraki gün Akdeniz mutfağından yediklerine şahit oldum; bu geniş yelpazedeki malzemelerle yapılmış yemeklerin hiç kimsenin büyük büyük büyük büyükannesi tarafından tanınmayacağını iddia ederken, kendileri bu yemeklerle çok daha iyi yaşam sürdürüyorlar.

Bizi engelleyen bir şey var: Dürüst bir konuşmanın önüne geçen derin bir baskı. Bu baskı; gıda yazarlarını, ünlü şefleri ve bazı çevrecileri gezegen krizine çözümler önermeye iterken, iddia ettikleri problemlerden daha da zararlı hale getiriyor. Onların çözümleri -örneğin büyük miktarda arazi talebi olan hayvanların eti gibi- kalan vahşi ekosistemleri yok etmeden ölçeklenmesi imkansız mesela: Gezegenimiz bunun için yeterince büyük değil. Peki bu engellemeler neler ve nasıl ortaya çıkıyor?

Regenesis adlı kitabımı yayınlamamın üzerinden bir yıl geçti ve bu sürenin çoğunu insanları bu kadar öfkelendiren şeyin ne olduğunu anlamaya çalışarak geçirdim. Sanırım insanları bu kadar öfkeli yapan şey, bilişsel tarihçi Jeremy Lent’in “kök metafor” olarak adlandırdığı bir düşünceyi zorlamamdır: şuurlu farkındalığımız olmadan tercihlerimizi etkileyen derinlere yerleşmiş bir fikir.

Bu durumda kök metafor, Kral Charles III‘ün Transilvanya‘yla olan aşk ilişkisinde örneklenmişti. Yakın zamanda New Statesman‘da incelenen Transilvanya’da bulduğu şey, “modernlik öncesi hayatın mükemmel bir şekilde şişelenmiş modeliydi.” Kralın şöyle dediği bildiriliyor: “Zamanın olmazsa olmazı çok önemli” dedi kral: “Manzara, çocukken okuduğunuz hikayelerin bazılarından çıkmış gibi.” Transilvanya’daki tarım görünüşte (veya yakın zamana kadar) çocuk kitaplarında “olması gerektiği” gibiydi: İneklerin buzağıları ile, ördeklerin ve kedilerin kendi yavrularıyla birlikte toprak yolu paylaştığı küçük köyler; koyunların otlayıp insanların otları biçip konik yığınlar yaptığı yeşil çayırlar. Başka bir deyişle; kralın dediği gibi, çocuk masallarına benziyordu.

Zalánpatak, Transilvanya, Romanya’da hayvan yemi için saman yapımı. Fotoğraf: JasonBerlin/Alamy

Transilvanya’daki bu masal tarımı, romantiklerin iddia ettiği gibi asla işlemedi. 19. yüzyıldaki yaygın et yeme alışkanlığı, sadece Avustralya ve Amerika‘nın sömürgeleştirilmesi ve temizlenmesi ve büyük ölçüde İngiliz İmparatorluğu tarafından zengin ülkelerin et emdiği küresel bir sistemin oluşturulmasıyla mümkün hale geldi. Sözde geleneksel diyetimizi sağlayan sığır ve koyun çiftçiliği, kıtanın yerlilerinin zorla yerlerinden edilmesine ve ekosistemlerin büyük ölçekte tahrip edilmesine yol açtı ve bu süreç günümüze kadar devam ediyor. Bu karanlık gerçeklikleri maskeleyen hikayeye meydan okuduğunuzda, bunun nasıl kimliğinize  yönelik bir saldırı olarak algılandığını göreceksiniz.

Yediğimiz her şey en az bir fabrikadan geliyor

Küresel gıda krizlerine gerçek çözümler ne güzel ve nasıl da rahatlatıcıdır. Bunlar kaçınılmaz olarak fabrikaları içerir ve hepimiz fabrikalardan nefret ederiz, değil mi? Aslında yediğimiz neredeyse her şey en az bir fabrikadan (muhtemelen birkaçından) gelmiştir. Bunu kesin bir şekilde inkar ediyoruz, bu yüzden nüfusun %95’inin et yediği ABD’de yapılan bir ankete katılanların %47’si mezbahaların yasaklanması gerektiğini söyledi.

Çözüm daha fazla tarla değil; bu, ekosistemleri daha da fazla ve vahşice yok etmek anlamına gelir. Kısmen daha iyi, daha kompakt, zulüm içermeyen ve kirlilikten arınmış fabrikalar yaratmak asıl çözümdür. “En çok korkulan” en iyi seçenekler arasında, çok hücreli organizmaları (bitkiler ve hayvanlar) yetiştirmekten, çok daha azıyla çok daha fazlasını yapmamıza olanak tanıyan tek hücreli canlılar (mikroplar) üretmeye geçiş yapmak bulunmaktadır.

Kral Charles muhtemelen bundan hoşlanmazdı. Ancak beslenmesi gereken 8 milyar insan ve onarmamız gereken bir gezegen var ve bunlar kısıtlayıcı hayallerle gerçekleştirilemez. Kendimi, bir yanda acımasız, kirlilik yaratan ve kendini yok eden geleneksel tarım modeliyle, diğer yanda tarımsal yayılma ve dünyayı açlık felaketine götürecek bir hayal ülkesiyle çekişirken buldum. Hangisinin daha kötü olduğuna karar vermek zor.

Makalenin İngilizce orijinali

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için: Dünyayı kurtaran öfke

Unus pro omnibus, omnes pro uno!

“Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” anlamına gelen bu Latince özdeyişi duymayan yoktur herhalde! Hele ünlü yazar Alexandre Dumas‘ın Üç Silahşörler romanını okuduktan sonra… Dumas, bu dünyaca ünlü eserinde, bu Latince özdeyişin Fransızca karşılığını kullanıyor: Un pour tous, tous pour un! Eserde bu özdeyiş, Athos, Portos, Aremis ve d’Artagnan adlı Fransız silahşörler grubunun sadakat sloganı! Muhtemel komplolara karşı Fransa Kralı’nı korumaya and içen bu grup, bu zorlu mücadelede, bu sloganda ifadesini bulan, birbirlerine karşı ettikleri sadakat yeminine sırtlarını dayıyorlar.

Peki, ya bizler? Yani, biz, insan türü… Bizi de Fransa Kralı’nı korumaktan çok daha zorlu bir mücadele beklemiyor mu? Fransa Kralı’nın  karşı karşıya kaldığı tehditlerden çok daha büyük bir tehditle biz yuvamızı, Dünya’yı, karşı karşıya bırakmadık mı?

İklim değişikliğinden söz ediyorum…

İklim değişikliğinin yarattığı tehditleri, verdiği zararları anlatmaya gerek yok… Sorum şu: Bizler, doğanın yardım çığlıklarına daha ne kadar sessiz kalacağız? Neyse ki bu sesi duyan, duyuranlar da var… Neyse ki ve iyi ki…

Bu sesi duyanlardan biri de Megan Herbert & Michael E. Mann‘ın yazdığı, yine Megan Herbert’ın resimlediği Dünyayı Kurtaran Öfke kitabının kahramanı küçük Sophia... Kahramanımızın bu sese kulak verişi, aslında Sophia’yı çok şaşırtan bir sürprizle, davetsiz misafirlerle başlıyor. Peki, kim mi bu davetsiz misafirler? Türlü türlü iklim mültecileri… Kimi iklim değişikliğinden ötürü deniz sularının yükselmesinden yuvasını kaybetmiş; kimi ormansızlaşmadan, kimi kuraklıktan dolayı artık yiyecek bulamayan insanlar, hayvanlar… Küçük bir kız çocuğu bunca derde nasıl derman olabilir ki! Onlara nasıl yardım edebilir ki! Böylesi düşünceler içinde çaresizlikten kıvranan Sophia, neyden yardım alıyor dersiniz? Elbette duygularından, özellikle yetkililerin sağır kulakları karşısında gittikçe kabaran öfkesinden! Sophia’nın en sonunda artık bir volkan gibi patlayan öfkesi, ta buzullara dek, herkese ulaşıyor, koca bir çığlık olup büyüyor!

Peki, Sophia mücadelesinde yalnız mı? Tabii ki hayır! Sophia, bu yola iklim mültecisi dostlarıyla koyuluyor. Kâh iklim değişikliğinin deniz sularının kimyasını değiştirmesinden dolayı yuvası tehdit altında olan deniz kaplumbağasının sırtı bir pankartın yazılacağı masa oluyor; kâh yine iklim değişikliğinden ötürü yiyecek sıkıntısı çeken flamingonun gagası pankartın boyasını taşıyor! Dayanışma henüz gezegeni kurtarmasa da, bir sese ses oluyor; umudu büyütüyor!

Sorunu sadece tasvir etmeyen, en küçük adımlarla bile bir yerden başlayabileceğimizi anlatan bu kitap okura umut oluyor! Kitabın sonunda yer alan Eylem Planı, büyük, küçük, her okura “Benim de yapabileceğim bir şeyler var” hissi veriyor. Tabii bilgisiz eylem de olmaz! O nedenle kitabın son sayfalarına bir nevi iklim değişikliği ansiklopedisi eklenmiş…

“Tüm bunlar, bir kitabı çocuk dilinden uzaklaştırıp didaktik yapar!” mı dediniz? Kitabın melodik dili, gülümseten, komik tasvir ve resimlemeleri bu sorunu ortadan çoktan kaldırıyor!

Yazının sonunda başındaki özlü söze dönelim mi, ne dersiniz? Evet, birimizin hepimiz, hepimizin birimiz için olduğu gibi tüm evrende her şey birbirine bağlı… Adı üstünde, doğanın kendine ait bir döngüsü var… En ufak bir değişiklik, kelebek etkisi misali tüm canlıların, hepimizin canını yakıyor. O zaman Sophia gibi haykıralım mı: “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için!”

Künye

Yazan: Megan Herbert & Michael E. Mann

Resimleyen: Megan Herbert

Çeviren: Gülfer Kırbaş

Yayınevi: NotaBene Yayınları

 

 

 

Aktivist bir akademisyenin gözünden hapishane: Cezayı göze alır, yine yaparım

Yazan: Jan Goodey (*)

Yeşil Gazete için çeviren: Özge Altaş Güven

*

Cezaevinde geçirilen kısa bir sürenin yaşanmış deneyimi nedir? Devlet gücüne direndiği ve iklim değişikliğinin en kötü tahribatlarından kaçınmak için daha temiz bir gelecek için mücadele ettiği için dokuz aya mahkum edilen (‘suçlu’ savunması nedeniyle altı aya indirildi) bir çevre aktivisti için bu ne anlama geliyor?

Üç cezaevi, dokuz hücre arkadaşı ve iki buçuk aylık hapis cezası büyük bir şey değil – kısa bir süre. İran ya da Meksika‘da %100 daha kötü koşullar, daha yüksek tarifeli tıkış tıkış hücreler ve olası bir ölümle karşı karşıya kalırsınız.

Adrenalin

Tüm artıları ve eksileriyle liberal bir demokraside yetişmiş olmak – 1970’lerde Essex belediye binalarında, tek ebeveynli bir ailedeıodt büyüdüm – cezaevine tıkılmanın tıkılmanın yarattığı stres ve sıkıntılarla baş etmene yardım edemiyor.
HMP Belmarsh‘a tutuklu bir mahkum olarak geldim. Benim bölümüm, çoğu uzun süredir müebbet hapis yatan kişilerle doluydu. Bu korkutucu ve adrenalini yüksek bir durumdu. “Ev blokları” adı verilen komşu bölümde ise çok sayıda genç çete üyesi vardı.

İlk kez mahkum olmuştum. Cezaevine girmemin nedeni bir iklim eylemiydi ve ben bir göl hayvanı gibi yaşıyordum. Neredeyse hiç göz teması kurmuyordum – sadece gözden uzakta olmak, cezamı çekmek ve çıkmak istiyordum. Çoğu zaman idare ediyordum.

Yaratıklar

Her gün avluda kimseyle konuşmadan,  telaşsız bir şekilde egzersiz rutinlerimi yaptım. Ama sonunda dostlar da edindim ve hep minnettar kalacağım insanlarla karşılaştım: Duygudaşlık sahibi, bir çırpıda kendilerini sizin için ortaya koyan nazik adamlar – tabii ki sizin makul biri olduğunuzu anladıklarında.

HMP Wandsworth‘da ise altı hafta boyunca D kanadında kaldım; telaşlı, gürültülü, şiddet doluydu. Çöpler periyodik olarak üst kat pencerelerinden aşağıya doğru inerken, zemin kattaki hücrelerde kedi büyüklüğünde fareler için artıklar birikirdi.

Sert plastik pencerelere bitişik ranzalarda (iki kişilik) gece gündüz yatağınızda uzanırırken, yaratıklar bir metre ötenizdeki polistiren yemek kaplarını ve yukarıdan atılan çeşitli yiyecekleri kemirirdi.

Gözyaşları

Hapishanede klişeler yıkılır ve kitap kapaklarının ardında size göz kulak olacak insanlar vardır. Gümüş dişler, yara izleri, açık ten, koyu ten, Müslüman, Hıristiyan; bütün bunların orada hiç bir anlamı kalmaz. İnsan, her şeyin ötesinde sadece insandır; hücresinde volta atan, zaman zaman gözyaşlarına boğulan, genel bir hüsran halinde…

Nakledilmeyi reddettiğim için tek başıma bir hücreye kapatılmıştık – sonunda beni gönderdiler elbette – ve bir radyoya umutsuzca ihtiyacım vardı.

Temizlik görevlisi bir mahkûma, belki haber verir diye sordum ama bana kilisenin bir tane bulabileceğini söyledi.  Bu nazik davranış beni asla elde edemeyeceğim bir şeyin peşinde günlerce koşmaktan kurtarmıştı. Teşekkür olarak ona bir sigara verdim. “Bunu yapmak zorunda değilsin,” dedi.

“Biliyorum ama istiyorum,” diye cevap verdim.

Yansıma

Aile ve arkadaşlara gelince, bu onlar için büyük bir endişe kaynağıydı, ayrıca iş yükünde aşırı bir artış anlamına da geliyordu, özellikle de denkleme çocuklar eklendiğinde.

Çocuklardan bahsetmişken, High Down‘daki bir hücre arkadaşım, -gerçek bir stardı- kızların okuldan kaçması ve disiplinsizlik yüzünden ortalığı dağıtması konusundaki sızlanmalarıma şöyle cevap verdi: “Çocuğunuz sizi özlediği için ortalığı dağıtıyor. Disiplinle ya da yaramazlıkla alakası yok. Sadece, sade ve basit bir şekilde babasını özlüyor.”

Hapishane size güçlü bir karakter özelliğini, sağduyulu bilgeliği verebilir. Sabırlı olmak ve derinlemesine düşünmek için zamana sahip olmak elbette gerekli bir kötülük veya iyiliktir, nasıl baktığınıza bağlı.

Fasulye

Aktivistler, cezaevine atılma fikrini eyleme geçmenin önünde bir engel olarak görebilirler ya da belki de bu acil bir mesele değildir, ancak işin özüne bakacak olursak, evet, normalde kitap gönderebilirsiniz.

Hücrede zayıf ışıkta kitap okumak zor olabilir, özellikle de hücre arkadaşınız gündüzleri uyuyup geceleri film izlediği için şerit aydınlatmanın açık olmasını istemiyorsa. Ve evet, ihtiyaç duymanız halinde hücrenizden çıkarılmayı talep edebilirsiniz.

Bütün bunlar zaman alıcı işler; önce sizin dikkatli bir şekilde planlama yapmanız ve anlayışlı bir gardiyanınızın olması gerekir. Yemeğinizi de çeşitli standartlardaki menülerden seçebilirsiniz.

HMP’ye ait farklı kamu/özel hapishanelerde farklı kalitelerde yemekler bulunuyordu. HMP Belmarsh harika değildi (genellikle pirinç, patates ve çok pişmiş sebzeler veya ete düşkünseniz çok cılız tavuk veya sığır eti).

HMP Wandsworth iyiydi ve aynı şey cips ve fasulye alabileceğiniz HMP High Down (yeniden yerleştirme hapishanesi Cat C) için de geçerliydi.

Sınırlar

Benden tanıştığım göçmenler hakkında da yazmam istendi. Öncelikle söylemem gereken, onların -elbette- çok daha açık bir rejim uygulayan gözaltı merkezlerinde olmayı tercih ettiklerini görüyorsunuz.  Bir Cezayirli ve bir Iraklı Londralı ile aynı hücreyi paylaşmış biri olarak, cezanızın bitiminden sonra “göçmenlik gözetiminde” tutulmanın yarattığı hayal kırıklığını anlayabiliyorum.

Açıktır ki çarpık adalet sistemi hüküm giymiş ve ikamet izinleri iptal edilmiş kişileri sınır dışı etmeye çalışacaktır.

Cezayirli hücre arkadaşım “Nasıl oluyor da sen benim ülkeme bir uçak biletiyle gelebiliyorsun da ben aynı şeyi yapamıyorum” diye sormuştu.  Buna cevabım yok.  Bu bir ‘sınır yok’ argümanı.

Sessiz

Sonuç olarak, bir doğrudan eylem aktivisti olarak, Rojava‘ dan Papua Yeni Gine‘ye kadar ezilen insanlara yardım eden ve benden çok ama çok fazlasını yapmış ön saflardaki aktivistlerin izinden gidiyorum: Gezegen için olduğu kadar hayvanlar için de hayatlarını ortaya koyan, sessiz, duyarlı varlıklara zalimce ve insanlık dışı muameleyi durdurmak için uzun hapis cezalarına çarptırılan Keith Mann ve Mel Broughton/Brown gibi insanların…

Cezayı bilseydim ben de aynı şeyi yapar mıydım sorusuna cevabım, evet (ama ailemi daha iyi hazırlardım).

Dayanışma

Hapishane zordur. HMP Belmarsh’ta hücre arkadaşım ölümden bir adım uzakta olduğunuzu söyledi. Eğer bir yere tıkılmaya tahammül edebilir ve üzerinizdeki üstünüzdeki kontrolle baş edebilirseniz,  bunu başarabilirsiniz.

Mahkumlar arasında inanılmaz bir nezaket olduğunu söyleyebilirim. Pazar günleri kilisede herkesin duası kendisi için değil, başkası içindir. Cezaevinde becerikli ve sağduyu sahibi olmak gerekir; bir su ısıtıcısı kullanarak birinci sınıf yemek pişirmeyi deneyin – bu pratik gerektirir.

Toparlayacak olursam, eylemlerimi yönlendiren ekolojik zorunluluk, Majestelerinin keyfine göre “karaya çıktığım” zamankinden daha yüksek bir seviyede. Küresel dekarbonizasyon ve tüm varlıklar için yenilenebilir bir geleceğe adil bir geçiş için mücadele eden ön saflardaki aktivistlerle dayanışma içindeyim.

(*) Jan Goodey Kingston Üniversitesi‘nde gazetecilik alanında öğretim görevlisidir. Bu makale ilk olarak Resurgence & Ecologist dergisinin son sayısında yayınlanmıştır.

Makalenin İngilizce orijinali

Marmarisliler belediyenin yeşil alana salon yapmasını istemedi: Referandumdan ‘hayır’ çıktı

Marmaris’in İçmeler beldesindeki Cumhuriyet Parkı’nda yapılması planlanan ‘İçmeler Çok Amaçlı Salon‘ projesine karşı yapılan referandumda yaklaşık yüzde 77 oranında hayır oyu çıktı, proje iptal edildi.

Marmaris Belediyesi’nin ‘6 Prestijli Proje‘ olarak sunduğu projelerden biri olan ‘İçmeler Çok Amaçlı Salon’ projesine İçmeler sakinlerinin karşı çıkması ve ekoloji aktivistlerinin protesto çağrısında bulunmasının ardından proje iptali için referanduma gidildi.

16-17 Ağustos tarihlerinde yapılan referandumda kurulan sandıklara 4 bin 833 kişi oy kullanmak üzere çağrıldı. Katılımın yüzde 50’den az olduğu referandumda, 341 evet oyuna karşı 1154 hayır oyuyla halkın itirazı ortaya çıkmış oldu ve proje iptal edildi.

Marmaris halkı betonlaşmaya karşı: Giderayak 29 yıla ipotek istemiyoruz!

Referandum sonrası açıklamada bulunan Marmaris Kent Konseyi yönetim kurulu, beldenin elinde kalan son yeşil alan olan ve “afet acil toplanma yeri” olarak tanımlanan Cumhuriyet Parkı’nın önemine dikkat çekerek katılımcı demokrasinin bir ihtiyaç olduğunu vurguladı.

 

Çin’de sel felaketi: 33 kişi hayatını kaybetti, 18 kişi kayıp

Çin’in başkenti Pekin‘de meydana gelen son sel felaketinde ölü sayısı 33’e yükseldi. Can kayıplarının arasında beş kurtarma üyesinin de bulunduğu ve 18 kişinin kayıp olduğu bildirildi.

Ülkenin kuzey bölgeleri alışılmışın üzerinde yoğun yağış tehdidi altında bulunurken, Pekin Belediye Başkan Yardımcısı Xia Linmao’nun 16 Ağustos’ta yaptıkları açıklamada, yoğun yağışların, özellikle şehrin dağlık batı kesimlerini etkilediğini ve 59 bin evin çökmesine, neredeyse 150 bin evin hasar görmesine, 15 bin hektardan fazla tarım arazisinin su altında kalmasına neden olduğunu belirtti.

Independent‘ın aktardığına göre, şehir hükümeti afetlerde çok sayıda yol ve 100’den fazla köprünün de zarar gördüğünü açıkladı.

Geçtiğimiz hafta sonu, Çin’in diğer bölgeleri de Doksuri Tayfunu nedeniyle ağır sel felaketleri yaşadı. Pekin’in hemen dışındaki Hebei eyaleti, bölgenin en kötü sel felaketlerinden bazılarına tanık oldu. Pekin’in güneybatısındaki Zhuozhou‘da sular 12 Ağustos’ta çekilmeye başladı ve yetkililer 125 bin kişinin evlerine dönmesine izin verdi.

Fotoğraf: AP

Bir yanda kuraklık, bir yanda sel felaketi

Diğer taraftan Çin’in bazı bölgeleri kavurucu yaz sıcakları ve kuraklıkla boğuşuyor. Kuraklık ve temmuz ayının sonundan bu yana gerçekleşen aşırı yağışlar, hem insanların sağlığını tehdit ediyor hem de sonbahar hasadını olumsuz etkiliyor.

İklim krizi: Çin’i kavuran sıcak dalgası ülkede tarım ve ekonomiyi tehdit ediyor

Jijin eyaletinin kuzeydoğusunda bulunan Shulan şehrinde altı kişi hayatını kaybetti ve dört kişi kayboldu. Bölgede beş gün boyunca etkili olan yağışlar sokaklarda taşkına yol açtı ve on binlerce kişinin tahliye edilmesine neden oldu. Kuzeydeki Heilongjiang eyaleti sakinleri de taşkın sularının sokaklarına doluşuna tanık oldu.

‣ Şiddetli yağışlar Çin’in kuzeybatısında ölümcül sel ve toprak kaymasına yol açtı

Daha önce, Çin‘in kuzeybatısındaki Xi’an şehrinin eteklerinde şiddetli yağmurların ardından ani sel ve toprak kayması sonucu en az 21 kişinin öldüğü ve altı kişinin de kayıp olduğu bildirilmişti.

İsmi Korece’de kartal anlamına gelen Doksuri tayfunu, geçtiğimiz temmuz ayında ortaya çıktı; Filipinler, Tayvan, Çin ve Vietnam’da büyük hasarlara neden oldu.

Dünyada sel felaketleri neden artıyor?

Kömür, petrol ve gaz gibi fosil yakıt kullanımı başta olmak üzere insan faaliyetlerinden kaynaklanan iklim krizi, aşırı hava olaylarının şiddetini, süresini, görülme sıklığını ve etki alanını artırıcı bir rol oynuyor.

Uzmanlar artan sıcaklıklar nedeniyle su döngüsünün hızlandığına dikkati çekerken, uzun süreli kuraklıklar nedeniyle toprağın suyu emme kapasitesinin azalmasından sonra görülen aşırı yağışların sel ve taşkınları beraberinde getirdiğini ve vurguluyor.

İklim krizinin yanı sıra kentlerdeki asfalt ve beton yüzeylerin artması da sel ve taşkın gibi afetlerin daha sık görülmesine yol açıyor. Suyun toprak tarafından emilmesini engelleyen bu tür yüzeyler, kentleşmenin ve özellikle plansız yapılaşmanın yoğun olduğu bölgelerde görülen yağışların afete dönüşmesinde rol oynuyor.

Bilim insanları afetlerle mücadelede doğa temelli çözümlerin önemine vurgu yaparak “sünger şehirler” oluşturulmasının önemine işaret ediyor. Bu kapsamda asfalt yerine sıkıştırılmış çimen veya toprak gibi malzemelerin kullanılması, yağışların sele dönüşmesini engellemenin yanı sıra yer altı sularının beslenmesini sağlayarak kuraklıkla mücadelede de önemli avantajlar sağlıyor ve asfalt yollardan çok daha az maliyetle yapılabiliyor.

İklim krizi sel riskini nasıl artırıyor?

EŞİK’ten Bakanlara: Nafaka üzerinden adaleti ölçersek borçlu çıkarsınız

Eşitlik İçin Kadın Platformu‘ndan (EŞİK), Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş ve Adalet Bakanı Yılmaz Tunç‘un açıklamalarına işaret edilerek bakanlara “1 gün evli kalıp onlarca yıl nafaka ödeyen kaç erkek var derhal açıklayın, gerçek bir mağduriyetse, para toplayıp nafaka borçlarını biz ödeyeceğiz!” çağrısında bulunuldu.

Bakanlardan arka arkaya kadınların ve çocukların haklarını ortadan kaldırmaya yönelik yasal değişiklikleri gündeme aldıklarına dair yapılan açıklamalara tepki gösterilerek “1 gün evli kalıp on yıllardır eşine nafaka ödeyen kaç erkek var açıklayın!” denildi.

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş, 26 Temmuz’da düzenlediği basın toplantısında nafaka hakkının sınırlandırılacağına dair bir açıklama yapmıştı. Göktaş şunları dile getirmişti:

“Süresiz nafaka bence adil bir durum değil. Mağdur olan erkeklerimiz varsa onun da yanındayız.”

Kadın hakları savunucuları Bakanın bu açıklaması konusunda kadınların nafaka hakkına dokunmanın da bir şiddet biçimi olduğunu hatırlatmıştı.

Aile Bakanı’nın ardından 16 Ağustos’ta da Adalet Bakanı Yılmaz Tunç nafaka hakkını, hatta Medeni Yasa‘nın Aile Hukuku bölümünü toptan ele alacak bir düzenleme hazırlığında olduklarını dile getirdi.  Tunç şunları dile getirmişti:

“Hem erkeği hem de kadını mağdur etmeden yeni bir düzenlemeye gidilecek.”

‘İspatlayın’

EŞİK tarafından yapılan açıklamada ise “Daha önce defalarca farklı yetkililer tarafından ve son olarak da Adalet Bakanı tarafından dile getirilen ‘1 gün evli kalıp onlarca yıl nafaka ödeyen kişiler var’ iddiasının artık bir an önce ispatlanmasını istiyoruz” denilerek şu ifadelere yer verildi:

“Çünkü bu ve benzeri asılsız iddialar, konunun asıl mağduru olan kadınların ve çocukların görmezden gelinmesine ve sanki erkekler mağdur oluyormuş gibi gerçek dışı bir algıya yol açıyor. Bir gün evli kalıp onlarca yıl nafaka ödeyen kaç erkek olduğuna, söz konusu dosyaların numaralarına, ödedikleri nafaka miktarına, nafakanın kadına mı yoksa çocuğa mı ödendiğine dair acilen kamuoyunu bilgilendirin.”

Şimdiye kadar kamuoyuna, 1 gün evli kalıp onlarca yıl nafaka ödemiş gerçek bir vaka bile yansımamışken; daha iki üç gün önce oğlunun nafakasını ödemediği için eski eşiyle davalık olan bir babanın, eski eşine ‘Ferrari aldım gel seni gezdireyim’ demesi gibi haberlerin basına yansıdığına da dikkat çekilen açıklamada şunlar aktarıldı:

“Bir gün evli kalıp onlarca yıl nafaka ödemek gibi, varsa bile birkaç istisnayı geçmeyecek bir iddia nedeniyle, devlet eliyle milyonlarca kadın ve çocuğun haklarının gasp edilmesine göz yummayacağız. Nafaka konusunun gerçek mağduru olan kadın ve çocukların unutturulup, kadınlara ve çocuklara yasal hakları olan nafakasını ödemek istemeyen erkeklerin mağdurmuş gibi gösterilmesi operasyonlarına karşı çıkmaya devam edeceğiz.”

‘Nafaka üzerinden adaleti ölçersek borçlu çıkarsınız’

“Süresiz nafaka adil değildir”, “Ölene kadar nafaka mı olur?” gibi cümlelerin ısrarla dile getiriliyor olmasına da tepki gösterilen açıklamada ek olarak  “Oysa Bakan Göktaş’ın da yakından tanıdığı Belçika da dahil; İngiltere, Almanya gibi bazı ülkelerde koşulları varsa, nafaka yükümlüsü öldükten sonra bile nafaka yükümlülüğü devam etmektedir” ifadeleri kullanıldı.

Ayrıca Medeni Yasa’ya da işaret edilerek yoksulluk nafakasının boşanma durumunda yoksulluğa düşecek olan tarafa ödeneceği de dile getirildi. EŞİK’in açıklamasında kadın yoksulluğuna da dikkat çekildi:

“Kadın yoksulluğu ortadan kaldırılmadan; hayatın her alanında eşitlik sağlanmadan; çocuk yaşta evlendirilme, en az üç çocuk, ‘annelik kariyerdir’ gibi politikalar 21 yıldır kadınlara dayatılmışken ve kadın istihdamı yüzde 30’un altına düşmüşken yoksulluk nafakası tartışılamaz. Kaldı ki, kadın istihdamının yüzde 80’leri geçtiği İzlanda’da nafaka hakkı uygulanmaya devam ediyor.”

‘Nafaka kadın erkek eşitsizliğinin doğal bir sonucu’

EŞİK’in açıklamasının devamında ise şu ifadelere yer verildi:

“Nafaka yüzyıllardır süren ev işinden eğitime, istihdamdan çocuk bakımına hayatın her alanına yayılan kadın erkek eşitsizliğinin doğal bir sonucudur. Tüm bu eşitsizliği ortadan kaldırmak için hiçbir şey yapmayan iktidarlar ve erkekler, kadınların evlilik sonrası hayatta kalmalarına ve çocukların eğitimlerine devam etmeleri ve geçimlerine destek olan nafakaya göz dikemez. Nafaka hakkı aleyhine yapılan her konuşma zaten komik miktarlarda olan nafakaların ödenmemesine neden oluyor. Anayasa gereği kadın erkek eşitliğini fiilen sağlamakla yükümlü olanlar, söylemleriyle eşitsizliği artırmaktan derhal vazgeçmelidir.”

‘Nafakadan bahsedilirken asıl hedef Medeni Yasa’

“Adalet Bakanı Tunç, ‘Özellikle Aile Hukuku konusunda geniş bir çalışmamız var. Bilim Komisyonumuz şu anda çalışıyor. Aile Hukukunu toptan ele alacak bir düzenlememiz söz konusu olacak’ dedi. Bu konuşmasıyla daha önce defalarca ortaya koyduğumuz bir gerçek açıkça dile getirilmiş oldu: Nafaka hakkının tartışılması sadece nafaka hakkı ile sınırlı değildir. Bu tartışmayı ortaya atan ve sürdürenlerin asıl hedefi, kaynağını laiklikten alan Medeni Yasa’dır. Nafaka hakkını tartışmaya açan ve gündemde tutanlar, aynı zamanda evlilik içinde edinilen mallarla ilgili kadın emeğini gözeten mal rejimini, kadının miras hakkını, İstanbul Sözleşmesi‘ni, 6284 sayılı Yasa’yı, Anayasa’nın eşitlik ilkesini, yasal evlilik yaşını, karma eğitimi, kısacası kadın erkek eşitliğine dair her türlü yasal ve toplumsal zemini aşındırmaya ve yok etmeye çalışanlardır.

Aile Hukukunda yapılması planlanan düzenlenmenin kadınların lehine olmayacağı daha işin yöntemine bakıldığında bile anlaşılmaktadır.

Bağımsız kadın örgütleri dışlanarak 2016 yılında hazırlanan TBMM Boşanma Komisyonu raporunda Medeni Yasa’ya, Ceza Yasası’na ve 6284 sayılı şiddet Yasası’na yönelik bu saldırılar açıkça yazılmıştı. Şimdi de kadınların, kadın örgütlerinin, Meclis’teki diğer partilerin ve muhtemelen iktidar partisi milletvekillerinin bir kısmının bile haberdar olmadığı bu yasal düzenleme çalışmalarının kimler tarafından, hangi kapalı kapılar ardında ve ne tür pazarlıklarla yürütüldüğü belirsizdir.

Bilim Komisyonu denilen yapı kimlerden, hangi bilim insanlarından oluşmaktadır? Bu yapı içinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ya da ilahiyat fakültelerinin temsilcileri bulunmakta mıdır? Bu komisyon neden kamuoyundan gizlenerek oluşturulmuştur?

Adalet Bakanı Tunç, açıklamaları arasında ‘Özellikle boşanma davalarının, nafaka ve tazminat davalarından ayrı tutularak uzun süren boşanma davalarının önüne geçilmesi gerekiyor. Çünkü tarafları mağdur eden bir durum söz konusu’ demektedir. Boşanma davaları hızlandırılacak derken açıkça nafaka konusu ile boşanma konusunun ayrı ele alınacağını itiraf etmektedir. Bu itiraf, seçimlerden önceki Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın gündeme aldığı ama oy kaybından korkularak ertelenen eski yasa değişikliği taslağının yeniden gündeme getirileceğini düşündürtmektedir.

Hızlı boşanma davası demek, binlerce kadın ve çocuğun nafaka da bağlanmaksızın, aile konutundan da atılarak ekonomik şiddetin en ağırına maruz bırakılması, yokluğa ve yoksulluğa terk edilmesi demektir. Boşanma dilekçesi verilir verilmez (nafaka ve kusur araştırması yapmadan) boşanma kararı verilmesi erkeklere tek taraflı boşanma hakkının, ‘boş ol’ sisteminin geri getirilmeye çalışılması demektir.

‘Yasalara dokunma uygula!’

EŞİK’te bir araya gelen kadınlar olarak bu süreci yakından ve kaygı ile izliyoruz. Aile Hukukunun temel hükümlerini değiştirmek, milyonlarca kadın ve çocuğun hem bugününü hem de geleceğini tehlikeye atmak demektir. Laik hukuk sistemine ve Medeni Yasa’ya sonuna kadar sahip çıkacağız. İktidara kadınların kazanılmış haklarına ve anayasal laiklik ilkesine karşı saldırılara son vermesini tekrar hatırlatıyoruz: ‘Yasalara dokunma uygula!”