Hayvan HaklarıManşetTarım-Gıda

Gıda krizi: Gerçekten çiftçilik iyi, fabrikalar kötü mü?

0
İllüstrasyon: Nate Kitch

Yazan: George Monbiot

Yeşil Gazete için çeviren: Eren Yılmaz

*

Hiçbir şey bu konudan daha önemli değil ve başka hiçbir konu bu kadar mit ve hayal kırıklığıyla kaplı değil gibi. Nasıl beslendiğimiz, bu yüzyılı sağ salim atlatıp atlamayacağımızın ana belirleyicisi; çünkü başka hiçbir sektör bu kadar zarar vermiyor. Yine de rahatlatıcı yanılsamaların gücü nedeniyle nesnel bir şekilde bunu tartışmaya başlamayı başlayamıyoruz.

Gıda, en ilerici insanları bile gerici hale getiren olağanüstü bir özelliğe sahiptir. Sosyal ve siyasi değişiklikleri kabul edebilecek olan insanlar, beslenme alışkanlıklarımızın değişmesi gerektiğini önerdiğinizde öfkeyle tepki verebilirler. Daha da tuhafı, nasıl yemek yememiz gerektiği konusundaki ultra muhafazakar inançlar ile böyle düşünen insanların davranışları arasında bir uçurum var.

Daha büyük arazilerde daha çok tarım sürdürülemez

Michael Pollan‘ın “Büyük büyük büyük büyük annenizin yemeyeceği hiçbir şeyi yemeyin,” önermesinden bahsedenlerin hemen ertesi gün Tayland yemeği, sonraki gün Meksika yemeği, bir sonraki gün Akdeniz mutfağından yediklerine şahit oldum; bu geniş yelpazedeki malzemelerle yapılmış yemeklerin hiç kimsenin büyük büyük büyük büyükannesi tarafından tanınmayacağını iddia ederken, kendileri bu yemeklerle çok daha iyi yaşam sürdürüyorlar.

Bizi engelleyen bir şey var: Dürüst bir konuşmanın önüne geçen derin bir baskı. Bu baskı; gıda yazarlarını, ünlü şefleri ve bazı çevrecileri gezegen krizine çözümler önermeye iterken, iddia ettikleri problemlerden daha da zararlı hale getiriyor. Onların çözümleri -örneğin büyük miktarda arazi talebi olan hayvanların eti gibi- kalan vahşi ekosistemleri yok etmeden ölçeklenmesi imkansız mesela: Gezegenimiz bunun için yeterince büyük değil. Peki bu engellemeler neler ve nasıl ortaya çıkıyor?

Regenesis adlı kitabımı yayınlamamın üzerinden bir yıl geçti ve bu sürenin çoğunu insanları bu kadar öfkelendiren şeyin ne olduğunu anlamaya çalışarak geçirdim. Sanırım insanları bu kadar öfkeli yapan şey, bilişsel tarihçi Jeremy Lent’in “kök metafor” olarak adlandırdığı bir düşünceyi zorlamamdır: şuurlu farkındalığımız olmadan tercihlerimizi etkileyen derinlere yerleşmiş bir fikir.

Bu durumda kök metafor, Kral Charles III‘ün Transilvanya‘yla olan aşk ilişkisinde örneklenmişti. Yakın zamanda New Statesman‘da incelenen Transilvanya’da bulduğu şey, “modernlik öncesi hayatın mükemmel bir şekilde şişelenmiş modeliydi.” Kralın şöyle dediği bildiriliyor: “Zamanın olmazsa olmazı çok önemli” dedi kral: “Manzara, çocukken okuduğunuz hikayelerin bazılarından çıkmış gibi.” Transilvanya’daki tarım görünüşte (veya yakın zamana kadar) çocuk kitaplarında “olması gerektiği” gibiydi: İneklerin buzağıları ile, ördeklerin ve kedilerin kendi yavrularıyla birlikte toprak yolu paylaştığı küçük köyler; koyunların otlayıp insanların otları biçip konik yığınlar yaptığı yeşil çayırlar. Başka bir deyişle; kralın dediği gibi, çocuk masallarına benziyordu.

Zalánpatak, Transilvanya, Romanya’da hayvan yemi için saman yapımı. Fotoğraf: JasonBerlin/Alamy

Transilvanya’daki bu masal tarımı, romantiklerin iddia ettiği gibi asla işlemedi. 19. yüzyıldaki yaygın et yeme alışkanlığı, sadece Avustralya ve Amerika‘nın sömürgeleştirilmesi ve temizlenmesi ve büyük ölçüde İngiliz İmparatorluğu tarafından zengin ülkelerin et emdiği küresel bir sistemin oluşturulmasıyla mümkün hale geldi. Sözde geleneksel diyetimizi sağlayan sığır ve koyun çiftçiliği, kıtanın yerlilerinin zorla yerlerinden edilmesine ve ekosistemlerin büyük ölçekte tahrip edilmesine yol açtı ve bu süreç günümüze kadar devam ediyor. Bu karanlık gerçeklikleri maskeleyen hikayeye meydan okuduğunuzda, bunun nasıl kimliğinize  yönelik bir saldırı olarak algılandığını göreceksiniz.

Yediğimiz her şey en az bir fabrikadan geliyor

Küresel gıda krizlerine gerçek çözümler ne güzel ve nasıl da rahatlatıcıdır. Bunlar kaçınılmaz olarak fabrikaları içerir ve hepimiz fabrikalardan nefret ederiz, değil mi? Aslında yediğimiz neredeyse her şey en az bir fabrikadan (muhtemelen birkaçından) gelmiştir. Bunu kesin bir şekilde inkar ediyoruz, bu yüzden nüfusun %95’inin et yediği ABD’de yapılan bir ankete katılanların %47’si mezbahaların yasaklanması gerektiğini söyledi.

Çözüm daha fazla tarla değil; bu, ekosistemleri daha da fazla ve vahşice yok etmek anlamına gelir. Kısmen daha iyi, daha kompakt, zulüm içermeyen ve kirlilikten arınmış fabrikalar yaratmak asıl çözümdür. “En çok korkulan” en iyi seçenekler arasında, çok hücreli organizmaları (bitkiler ve hayvanlar) yetiştirmekten, çok daha azıyla çok daha fazlasını yapmamıza olanak tanıyan tek hücreli canlılar (mikroplar) üretmeye geçiş yapmak bulunmaktadır.

Kral Charles muhtemelen bundan hoşlanmazdı. Ancak beslenmesi gereken 8 milyar insan ve onarmamız gereken bir gezegen var ve bunlar kısıtlayıcı hayallerle gerçekleştirilemez. Kendimi, bir yanda acımasız, kirlilik yaratan ve kendini yok eden geleneksel tarım modeliyle, diğer yanda tarımsal yayılma ve dünyayı açlık felaketine götürecek bir hayal ülkesiyle çekişirken buldum. Hangisinin daha kötü olduğuna karar vermek zor.

Makalenin İngilizce orijinali

You may also like

Comments

Comments are closed.