Ana Sayfa Blog Sayfa 841

Yönetmen Erden Kıral vefat etti

‘Kanal’,Bereketli Topraklar Üzerinde‘ ve ‘Hakkari’de Bir Mevsim‘ gibi pek çok filme imza atan Türk sinemasının önemli yönetmenlerinden Erden Kıral, tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti.

Erden Kıral, Kıral, enfeksiyon nedeniyle yaklaşık 15 gün önce hastaneye gitmişti. Yoğun bakım ihtiyacı nedeniyle Antalya’nın Kumluca’da ilçesinde özel bir hastaneye sevk edilen Kıral, tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti. Kıral, beyin kanaması ve çoklu organ yetmezliği nedeniyle hayatını kaybetti.

DİSK’e bağlı Sinema Emekçileri Sendikası (Sine-Sen), Kıral’ın vefatını duyurdu:

Yönetmen Erden Kıral’ın cenazesinin, yakınları tarafından bugün Kumluca’daki özel hastaneden alınıp İstanbul’a götürüleceği öğrenildi.

1942 doğumlu Erden Kıral filmleriyle birçok ödül kazandı. Kıral 1984’ten beri Berlin Sanat Akademisi üyesiydi.

Kıral için 20 Temmuz Çarşamba günü Atlas Sineması‘nda sinemacıların katılımıyla bir anma töreni gerçekleştirilecek.

Erden Kıral, Teşvikiye Cami‘nde kılınacak öğle namazından sonra  Aşiyan Mezarlığı’nda toprağa verilecek.

Erden Kıral kimdir?

İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Seramik bölümü mezunu olan Kıral, Gerçek Sinema, Çağdaş Sinema ve Güney dergilerinde sinema yazıları yazdı ve editörlük yaptı.

Vatan gazetesinde ve 7. Sanat dergisinde “3. Dünya Sineması” ile ilgili araştırmaları yer aldı.

1984’ten beri Berlin Akademie der Künste üyesiydi. Bu kuruluşun sinema bölümünün kurucuları arasında yer aldı. Yolda filmi 2005’te Harvard Üniversitesi Sinemateğine kabul edildi.

İzmit Rotary Kulübü Aviva, Adana Film Festivali, Uluslararası İstanbul Film Festivali ve Beykent Üniversitesi tarafından ‘Yaşam Boyu Başarı’ ve ‘Onur Ödülleri’ aldı. 2009 yılında 4. Köyceğiz Film Festivali tarafından ‘Onur Ödülü’ verildi.

Kıral’ın filmleri şöyle:

  • Kumcu Ali Yaşar (1968)
  • Kanal (1978)
  • Bereketli Topraklar Üzerinde (1979)
  • Hakkâri’de Bir Mevsim (1982)
  • Ayna (1984)
  • Dilan (1987)
  • Av Zamanı (1988)
  • Mavi Sürgün (1993)
  • Aşk Üzerine Söylenmemiş Her Şey (1995)
  • Ay Hikâyeleri (1996)
  • Avcı (film, 1997)
  • Baba (2000)
  • Baba Evi (2001)
  • Babam ve Biz (2002)
  • Canım Kocacığım (2002)
  • Yolda (2005)
  • Vicdan (2008)
  • Haliç (2010)
  • Kuş (Yük) (2012)
  • Gece (2014)

[Bir konu/k] Kara çalınan bir ormanın mücadelesi: İkizköy’ün nöbeti

Muğla’nın Milas ilçesine bağlı İkizköy’de Yeniköy ve Kemerköy Elektrik Üretim ve Ticaret A.Ş.’nin (YK Enerji) iki termik santrale kömür sağlamak için genişletmek istediği kömür madeni sahasına karşı, yurttaşlar Akbelen Ormanı’nda tam bir yıldır nöbette.

İkizköy sakinleri ve bölgeye YK Enerji gelmeden önce İkizköy’ün bir mahallesi olan Işıkdere’deki evleri yıkılan vatandaşlar, İkizköy Çevre Komitesi üyeleri bir yıldır madene karşı nöbet tutuyorlar. Akbelen Ormanı’nın nöbetçileri, Yeşil Gazete’ye mücadelelerini olay yerinde anlattı:

Peki İkizköy’ün mücadelesi nasıl buralara evrildi?

Soruyu, İkizköy’deki mücadeleyi takip edenlerin yakından tanıyacağı bir isme, Çevre Mühendisi Deniz Gümüşel’e, sorduk.

Deniz’in hikayesi

Öncelikle tanımayanlar için, Deniz Gümüşel kimdir?

1999’da ODTÜ’den mezun oldum. O günden bugüne kadar da hep kar amacı gütmeyen çevre politikalarına destekte bulunan kuruluşlarda bulundum. Son on yıllık dönemde de iklim değişikliği politikaları ve enerji arzının ekolojik etkileri, bunun çevre politikalarına yansımaları üzerine uluslararası kuruluşlarda yer aldım.

2017 ile 2019 arasında da Avrupa İklim Eylem Ağı’nın ‘Kömürün Gerçek Bedeli: Muğla’ adlı çalışmasında araştırmacı ve yazar olarak yer aldım. Bu sırada Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy termik santrallerinin geçtiğimiz kırk sene içerisinde nasıl bir ekolojik yıkıma yol açtığının hava kirliliği alanında özgün modelleme çalışmaları, su ve toprak kirliliği ya da habitatların yok olması gibi alanlarda derinlemesine literatür çalışmasıyla bir resim çıkarmaya çalıştık.

Deniz Gümüşel, Akbelen Ormanı’ndaki nöbet alanını ziyarete gelen İklim Adaleti Kervanı yolcularına mücadelelerini anlatıyor; İkizköy’deki maden tehdidinin bulunduğu sahayı gösteriyor. – Fotoğraf: Cansu Acar

Bu üç termik santral ve onlara yakıt sağlayan maden sahaları 1979’da madenlerle başlıyor, 1982’de Yatağan 1986’da Yeniköy, 1994’te Kemerköy vs. Bu santraller aslında işletme ömürlerini tamamlamış olmalarına rağmen ve zaten işletme ömürleri boyunca da çevresel yıkıma yol açarak çalışmış santraller. 2014’te de özelleştirildiklerinde hükümet, bu özel şirketlere en az 25 yıl daha bu santralleri çalıştırma hakkı teslim ediyor.

İkizköy’ün doğuşu

İkizköy’le Deniz Gümüşel’in yolu nasıl kesişti?

Bölgede Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) başta olmak üzere çevre ve doğa koruma alanında ekoloji mücadelesi yürüten örgütlerle, özelikle kömürlü termik santral bölgede yaşayan ve göç etmek zorunda kalmış halkla buluştuk. Küresel iktisadın bu tür enerji yatırımlarında ‘dışsallıklar’ olarak söylediği şeyin aslında toplumun sırtına yükleyen bedeller olduğunu gösteren bir rapordu. Raporun yazılmasıyla birlikte paralel süreçte belki uzunca yıllardan sonra ilk defa Yatağan’da kömür madenin yuttuğu bu yerde bir köy hareketi doğmaya başlamıştı.

Akbelen Ormanı’nda nöbet tutan köpekler… – Fotoğraf: Cansu Acar

Ben de Milas’lıyım. Ailem son 25 yıldır Milas’ta yaşıyordu. 2019’da memleketimde böyle yurttaş inisiyatifinin başladığını görünce ve bütün o süreçte biriktirdiğim verileri paylaşmak amacıyla MUÇEP’le bu köydeki çalışmalara katıldım. Bir yandan Yatağan, Turgut’ta böyle br hareket yükselirken Temmuz 2019’da aynı sorunun Milas’ta İkizköy’de olduğunu öğrendik.

Maden kapıyı çalınca: Mülksüzleştirme, zorunlu göç ve yıkılan evler

Bir maden köyü nasıl etkiler?

Bir maden köyünüze geldiğinde bir mülksüzleştirme, zorunlu göç söz konusu. Köyün tamamını alıyor, evinizi yıkıyor, arazilerinizi ele geçiriyor. Sizi topraksız, işsiz, mesleksiz, geçim kaynaksız bırakıyor. Ya madende, termik santralde çalışmaya başlıyorsunuz ya da çoğunlukla aileler dağılıyor; ilçe merkezlerine geçmek zorunda kalıyor insanlar. Kendi evleri varken gidiyorlar kentin çeperlerinde kiralık evlerde oturmak zorunda kalıyorlar.

Köylerde nüfusun zaten önemli bir kısmı, yaşlı nüfus. Bu insanlar yetmiş yaşından sonra başka bir yere taşınıyor. Çok kötü hikayeler duyduk, deneyimlere tanık olduk.

İkizköy’ün mahallelerinden Işıkdere. Eskiden evlerin bulunduğu alan, şimdi YK Enerji’nin maden sahası. – Fotoğraf: Cansu Acar

Ama İkizköylüler de Temmuz 2019’da artık bu deneyimlerden yola çıkarak artık geri kalan mahallerimizi kömüre vermeyeceğiz diyordu. Onlardaki bu inanç, bu direnme iradesi bizi de çok heyecanlandırdı ve ortak olarak bir İkizköy Çevre Komitesi kurduk. İşte Deniz masa başı raporlar yazan, toplantılara katılan, araştırmalar yapan bir çevre mühendisinden alanda bir ekoloji aktivistine böyle dönüştü.

Bir garip terazi: Kamu yararı

İkinci bilirkişi raporunda iki bilirkişi ‘madenin geri dönülmez zararları olacak ama gerekli’ yönünde değerlendirmede bulunmuştu, şirket de enerji arzı’ vurguları yapıyor. Burada öne sürülen kamu yararı terazisine ilişkin ne söylersin?

Enerji şuanki piyasa içinde maalesef bir kamu hizmeti olarak sunulmuyor. Bütün bu enerji üretim süreçleri, şirketlerin karı önceliklendirilerek planlanıyor. Bu yüzden de elektrik fiyatları çok büyük oranlarda yükseliyor. Halkın çoğu için bu enerji yoksulluğu anlamına geliyor. Temel insani ihtiyaçlarını karşılamak için bile elektrik tüketimi yapamaz hale geliyor insanlar.

Elektriği bu şekilde kafamıza göre üretip, ya da şirketlerin yararı doğrultusunda üretip satmak bir kamu yararı olarak tanımlanamaz. Bütün yurttaşların temel ihtiyaçlarını karşılayabileceği, insani yaşam koşullarını karşılayabileceği düzeyde ve fiyatlandırmayla elektriğe ulaşmaları elbette kamu yararı. Kamu yararını elektrik arzında yeniden tanımlamamız gerekiyor:

Sanayide aşırı verimsiz elektrik kullanımı bize kamu yararı olarak sunulmamalı. Ya da tüketim çılgınlığının bir uzantısı olarak hizmet sektöründe aşırı tüketilen elektrik bize kamu yararı olarak sunulmamalı. Akbelen Ormanı’nın, su havzalarının, zeytinliklerin korunmasıdır kamu yararı. Bu haliyle çok adil bir kıyaslama değil.

Fotoğraf: İkizköy Çevre Komitesi

‘Artık Türkiye kömüre muhtaç değil, bunun bilincindeyiz’

Bu kısa bir mücadele değil, bunun farkındayız. Artık Türkiye kömüre muhtaç değil, bunun bilincindeyiz. Sadece kamunun yararının ne olduğuna dair bir netleşmeye ve kamunun, doğanın yararına politikalar üretmeye, uygulamaya geçirmeye ihtiyaç var.

Santralde çalışan arkadaşlarımız bile artık hayatlarında kömürün olmasını istemiyorlar: ‘Biz ekmeğimizi başka bir yerde karşılarız, emek verdiğimiz sürece aç kalmayız; bu toprak hepimizi besler’ diyorlar. Bir çoban ateşi yaktık. Bundan sonraki zorlu süreçte umarız bu çoban ateşi Türkiye’nin diğer yerlerinde de alevlenir.

Orman değiliz, artık lunaparkız-3: Aydos Ormanı’nda neler oluyor?

Bu yazı dizisinin ilk iki bölümünde, Türkiye’de ormanların korunan alan ya da rekreasyonel kullanım gerekçeleriyle nasıl tahrip edildiğini, Anayasa’nın 169’uncu maddesindeki “Devlet ormanları devlet tarafından yönetilir ve işletilir.” açık hükmüne rağmen bu alanların nasıl kâr amacı güden kişi ve kurumlara kiralanarak ekonomik rant ya da belediyelere kiralanarak siyasi rant yaratıldığını ana hatlarıyla anlatmaya çalışmıştım.

Orman değiliz, artık lunaparkız -1
Orman değiliz, artık lunaparkız- 2

Bu bölümde ise somut bir örnek olay hakkında bilgiler vererek diziyi tamamlamak istiyorum. Bu örnek olay Aydos Ormanı’nda yapılmaya başlanan millet bahçesi.

Aydos Tepesi İstanbul’un en yüksek noktası (537 m). Aydos Tepesi ve civarındaki alanlar, net kayıtlarına ulaşamasam da muhtemelen 1960’ların sonu ya da 1970’li yıllarda ağaçlandırma yoluyla oluşturulmuş çam ormanlarıyla kaplı. Yöreyi bilmeyenler için Google Earth’den aldığım iki görsel yardımıyla bu ormanın İstanbul için ne kadar değerli olduğunu anlatmaya çalışayım.

Birinci görselde Aydos Ormanı’nın İstanbul genelindeki konumu, ikinci görselde ise ormanın daha yakın perspektiften görünümü yer alıyor. Her iki görselde de, bir zamanlar büyük emekler harcanarak gerçekleştirilen ağaçlandırma çalışmalarıyla oluşturulmuş Aydos Ormanı’nın ve güneybatı komşusu olan Başıbüyük bölgesi ormanlarının kent tarafından nasıl yutulmaya çalışıldığı anlaşılabiliyor. Çocukluğum Kartal’da geçtiği için (70’lerin sonu ve 80’ler) o ormanlarla güneyindeki yerleşim alanları arasındaki büyük boşlukları, ormanların civarındaki güzelim doğal alanları şimdi bile rahatlıkla hatırlayabiliyorum. Ormanların kuzeyi ise bugün halen varlığını sürdürebilen, ancak daha kuzeye çekilmek zorunda bıraktığımız kuzey ormanları ile bitişikti. Şimdi koca koca şehirler kurulan Sultanbeyli, Sancaktepe gibi ilçelerin yerinde olsa olsa küçük, şirin köyler bulunuyordu. Bu kadar uzun anlatmamın nedeni, okuyucuya nasıl bir ormandan söz ettiğimi, bu ormanların nasıl oluştuğunu, bugüne kadar nasıl tahrip edildiğini ve oluşmuş kent denizi içerisinde bir şekilde kalabilmiş orman adalarının geleceğimiz açısından ne derece önemli olduğunu layığıyla aktarabilmek.

Aydos Ormanı’ndaki millet bahçesi projesine geçmeden önce şunu da hatırlatmak isterim. Şehrin içinde kalmış, daha doğrusu şehir tarafından kuşatılmış, içinde bir de gölet[1] bulunan bu küçük orman parçasında halkın rekreasyonel gereksinmelerini karşılamak için zaten ayrılmış üç farklı alan da bulunuyor. OGM’nin [2] resmi internet sayfasında verilen listeye göre bu alanlar; Kartal ilçesi sınırlarındaki Aydos B Tipi Mesire Yeri, Sultanbeyli ilçesi sınırlarındaki Aydos Kalesi B Tipi Mesire Yeri ve yine Kartal ilçesi sınırlarındaki Aydos Şehir Ormanı (D Tipi Mesire Yeri).[3] Yani bu küçük ama değerli orman parçası kent tarafından kuşatılmış olduğu gibi, kenti planlayanlar yeşil alan gereksinmesini gözetmeyi akıl edemedikleri veya bu gereksinmeyi rant uğruna görmezden geldikleri için, kentlilerin yeşil alan taleplerini karşılama yükünü de olanca ağırlığıyla omuzlarında taşımakta. Aşağıya söz konusu alanlarda kendi çektiğim birkaç görseli koyuyorum, dediklerimin daha iyi anlaşılabilmesi için.

   

Fotoğraflardan da görebileceğiniz üzere ormanın içinde yok yok; otoparklar, çok katlı restoranlar, yollar, kıyı düzenlemeleri, piknik alanları ve hatta dört katlı bir cami bile var. Bütün bunların bu alana nasıl yapıldığı, örneğin çok katlı restoran ve cami yapılarının planlı ve izinli olup olmadığı, izinliyse bunlara nasıl izin verildiği, dayanağının mevzuattaki hangi hükümler olduğu ayrıca araştırmaya muhtaç. Fakat ben şimdilik bunları bir kenara koyarak hem orman hakkında biraz daha fazla bilgi vermek hem de asıl konumuz olan millet bahçesine geçmek istiyorum. Çünkü bu küçük ve değerli ormana bindirilen bunca yük kimilerinin gözünü doyurmamış olmalı ki millet bahçesi projesi ile karşı karşıyayız.

Karadeniz ve Akdeniz tipi ekosistemlerin buluşma noktası

İki hafta önce Aydos Ormanı’nda sevgili Anna Zadrozna ile birlikte Aydos Ormanı Savunması’ndan sevgili Gönül Gümüşoğlu Özer ve sevgili Ahmet Taha Türk’ün rehberliğinde bir gezi yapma şansı yakaladım. Yalnızca o gezi sırasında yaptığım gözlemlere dayanarak Aydos Ormanı’nın ekolojik açıdan Karadeniz-Akdeniz geçiş zonu özellikleri taşıdığını söyleyebilirim. Ormanın ana bitki türünü oluşturan çamlar dikim yoluyla alana getirilmiş olsa bile alt tabakada bulunan meşeler, akçakesmeler, kocayemişler, katırtırnakları, ladenler vb. tipik maki florası bitkilerinin alanda doğal yollarla var olduğu açık. Diğer yandan, gezi sırasında hemen gözüme çarpan kestane ve fındıklarla dere yatağına yakın kısımlardaki kızılağaçlar da alana Karadeniz esintileri taşıyan doğal ağaç türleri olarak hemen göze çarpıyor.

Elbette İstanbul çiğdemine burada ayrı bir başlık açmak lazım. Nesli tehlikede olan endemik bir bitki olan İstanbul çiğdemi (Crocus olivieri subsp. İstanbulensis) doğal olarak yalnızca Aydos Ormanı’nda yetişiyor. Bu nedenle de Sultanbeyli Belediyesinin logosu İstanbul çiğdeminden esinlenilerek yapılmış.

Basit bir yürüyüşle ve tek bir rotada bile göze çarpan onlarca otsu ya da çalı formundaki bitki ekosistemin zenginliğini açıkça ortaya koyuyor. Herhangi bir bilimsel kaynaktan yararlanmasam da bize rehberlik eden dostlarımızın ormanda 100’ün üzerinde kuş türü saptandığını ifade etmesinin doğruluğundan hiç şüphe duymadım. Zira ormanın içindeki gölet kuşlar açısından ekosistemin değerini iki katına çıkarıyor. Gezi sırasında gölet üstünde uçuşunu izlediğim bir gri balıkçılı takip ederken sevgili Ahmet’in çekmiş olduğu fotoğrafı da aşağıda sizlerle paylaşıyorum.

Açıkçası dört bir yandan kentle kuşatılmış ve büyük ormanlarla bağı koparılmış Aydos Ormanı’nda çok fazla büyük yabanıl hayvan yaşadığını sanmıyorum. Fakat yine de sincap, tavşan, kirpi gibi küçük memelilerin ormanın hiç değilse yerleşimlerden ve insan etkisinden daha uzak kısımlarında yaşam sürdüğünü sanıyorum. Göleti hesaba katınca sürüngenler ve iki yaşamlılar açısından da ormanın zengin sayılabilecek bir tür çeşitliliğine ve popülasyona sahip olması muhtemel. Tüm bunlar ve benim aklıma gelmeyen diğer özellikler düşünüldüğünde, İstanbul gibi beton yığını haline gelmiş bir büyük kentin içinde kalmış böyle bir ormanın değerini sözcüklerle ifade etmek çok kolay değil. Yeri gelmişken, ormanın içinde, 11 ve 12’nci yüzyılda Doğu Roma İmparatorluğu döneminde inşa edildiği tahmin edilen Aydos Kalesi’nin [4] de bulunduğunu ve tüm bu doğal ve kültürel değerler nedeniyle bölgenin 1. Derece Arkeolojik ve 1. Derece Doğal Sit Alanı olarak koruma altına alındığını da hatırlatayım.

Aydos Ormanı Millet Bahçesi Projesi

Konuya Aydos Ormanı’na yönelik yapılaşma ve rant projelerinin bir önceki ayağını hatırlatarak girmek gerekiyor. O zamanki adıyla Çevre ve Şehircilik Bakanlığı[5] 21 Mart 2017 tarihinde, Kanlıca Orman İşletme Müdürlüğünün orman alanlarında imar planı yapılamayacağı uyarılarına rağmen Aydos Kalesi ve yakın çevresinin imar planını değiştirerek bölgede lokanta, büfe, kafeterya, otopark ve gezi yolları gibi tesislerin yapılmasının önünü açmak istiyor. Kamu Yararını Savunma Derneği tarafından açılan dava sonucunda İstanbul 1. İdare Mahkemesinin 27.11. 2018 tarih ve 2018/2067 sayılı kararı ile plan değişikliği iptal ediliyor. Bakanlığın istinaf başvurusu da İstanbul Bölge İdare Mahkemesi Dördüncü İdare Dava Dairesinin 2019/1942 sayılı kararı ile 30.10. 2019 tarihinde oybirliği ile reddediliyor. Bakanlığın son çare olarak yaptığı temyiz başvurusu da Danıştay Altıncı Dairesinin 11.4.2022 tarih ve 2022/4463 sayılı kararı ile oybirliği ile reddediliyor ve imar planı değişikliğini iptal eden önceki mahkeme kararları kesin olarak onanmış oluyor.

Millet bahçesi projesini, yukarıda özet olarak aktardığım süreç kapsamında ve Aydos Ormanı’nı yapılaşmaya açma planının bir başka yolu olarak değerlendirmek sanırım yanlış olmayacak. Bu projenin, imar planı değişikliği çabalarının yargıdan onay alamayacağının kesinleştiği dönemlerde ortaya çıkması da bu düşüncenin bence açık kanıtı.

Önce proje alanı olarak belirlenen orman, millet bahçesi yapılmak üzere Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına (ÇŞİDB) tahsis ediliyor. Buradaki önemli soru şu: Bu tahsis işlemi mevzuattaki hangi hükümlere göre yapılıyor? Bu konudaki amir hükümler Anayasa’nın 169’uncu maddesi ile 6831 Sayılı Orman Yasası’nın 17 ve 18’inci maddeleri. OGM bu maddelerdeki hükümlerin nasıl uygulanacağına dair iki farklı yönetmeliği 30 Kasım 2021 tarih v e 31675 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanmış durumda. [6],[7] Belirttiğim yasal düzenlemelerin hangi hükümlerine göre bu tahsisin yapılmış olduğunu ben gerçekten merak ediyorum. Bir bilen, meseleyi anlayan varsa lütfen açıklasın.

Yapılan bu tahsisin ardından ÇŞİDB 27.12.2021 tarihinde millet bahçesi yapım işini bir müteahhitlik firmasına ihale ediyor ve 5.1.2022 tarihinde de proje alanı bu firmaya teslim ediliyor. İnşaat alanına konulan bilgilendirme levhasından işi üstlenen firmanın Lef Yapı İnşaat olduğunu anlıyoruz.

Ormanda iş makineleri çalışmaya başladıktan sonra projeye karşı tepkiler önce civarda yaşayanlar tarafından gösterilmeye başlanıyor ve halka halka yayılıyor, başka pek çok örnekte olduğu gibi. Peki, ormanda proje kapsamında neler mi yapılıyor? Gördüklerim şöyle: Ormana iş makineleri girmiş. Bazı alanlarda bitki örtüsü bütünüyle kaldırılmış. Muhtemelen bu alanlarda bazı yapılar yükselecek veya otopark inşa edilecek. Bazı alanlarda üst tabaka bitki örtüsünü oluşturan ağaçlara henüz müdahale edilmemiş olmasına karşın alt tabaka bitki örtüsünü oluşturan çalılar ve otsu bitkiler bütünüyle kazınmış. Yollar açılmış. Doğal su akış alanlarında suyun akışını toprağın altına vermek için altyapı çalışmaları yapılıyor. Macera park adı verilen ve son derece masum görünmesine karşın son derece zararlı olan etkinlik alanında ağaçların gövdelerine platformlar inşa ediliyor. Bu platformlar kısa süre sonra ağaçlara yaşama şansı tanımayacak.  Bilmiyorum çalışmaların ilerleyen aşamalarında başka neler göreceğiz. Aşağıya bu söylediklerimi kanıtlayan fotoğrafları koyuyorum.

 

Millet bahçesi neden yanlış

Belki bazı okuyucular, “İyi de ne zararı var bu yapılanların ormana? Hem orman orman olarak korunuyor hem de halk yararlanabiliyor.” diye düşünebilir. Hayır, efendim, öyle olmuyor. Hem de hiç öyle olmuyor. Orman bir ağaçlar topluluğu değil. Boylu ağaçların altındaki çalıların ve otsu bitkilerin de orman ekosisteminde çok büyük rolleri var. Ormanın içerisinden geçen her yolun, ormana yapılan her tesisin, ormandaki her yapay sesin, ışığın orman ekosistemi üzerinde ilk bakışta anlaşılamayacak kadar büyük zararları var. Zaten bin bir emekle oluşturulmuş bölge ormanlarının üzerine görgüsüzce, saygısızca kentler inşa edip yok ettik. Her nasılsa kalmış ve gözümüz gibi korumamız gereken bu orman parçalarından uzak durmak, onların korunmasına hassasiyet göstermek, orada yaşayan kuşa böceğe, ağaca, çiçeğe ve o ormanlarda hakkı olan gelecek nesillere saygı göstermek bu kadar mı zor? Projenin adı üzerinde, bir bahçe projesi. Orman bahçe olamaz! Bahçe olursa, orman kalmaz!

Projenin bir diğer sakıncalı yönü de orman yangınları açısından yaratacağı risk. Son yıllarda ve özellikle geçen yıl yaz aylarında yaşadığımız kâbusları unuttuk mu? Daha birkaç gün önce aklımız, kalbimiz Datça’da, Çeşme’de değil miydi? Projenin yapıldığı ormandaki asli ağaçların çamlardan oluştuğunu ve bu ormanda geçmiş yıllarda kayıtlara geçmiş yangınlar bulunduğunu hatırlamak gerekmez mi? Aşağıdaki fotoğrafta hem ormanın kent tarafından nasıl kuşatılmış olduğunu, hem proje alnını (kırmızıyla çevrili alan, yaklaşık olarak) hem de geçmiş yıllarda çıkan yangınlardan birinde zarar görmüş orman alanını (maviyle çevrili alan) görebilirsiniz. Ekolojik açıdan bu kadar hassas, kentin bu derece içinde kaldığı için ayrıca değer taşıyan ve orman yangınları açısından en yüksek risk grubundaki bir orman alanına bu tür bir proje yapmanın savunulabilecek nesi var? Çok kez yazdım, söyledim; orman yangınlarına karşı alınabilecek en güçlü önlem insan-orman ilişkisini olabilecek en düşük düzeye indirmek. İki kere ikinin dört etmesi ne derece net bir bilimsel gerçekse bu söylediğim de o derece net. Hal böyleyken insanları ormanlara daha fazla sokacak bu tür projelerin, diğer zararlarını bir yana koydum, orman yangınları açısından yaratacağı tehdidi bile göremeyecek kadar akıl durgunluğu nasıl yaşanır?

Evet, meselenin özeti bu. Millet bahçesi projesi milletin, ağacın, kuşun, böceğin, çiçeğin ormanının elinden alınıp ranta açılmasından başka bir şey değil. Rant neresinde mi bu projenin? Anlatayım: Her şeyden önce bu projenin yapım sürecinde. Projenin yapımını üstlenen müteahhide ödenen paralar hepimizin cebinden çıkıyor. Daha sonra millet bahçesinde hizmet verecek tesislerin işletmecilerinin belirlenmesi ve işletilmesi aşamasında göreceğiz rantı. Sanırım o rant çoktan pay edilmiştir birilerine. Örneğin proje tamamlandığında macera park denilen alanı kimin işleteceğini sanıyorsunuz? Ve kimin bu alana, macera park denilen tesise girip ağaçtan ağaca gerilmiş halatlar üstünde yürüyebileceğini, buna kimin parasının yeteceğini düşünüyorsunuz? Aşağıdaki fotoğrafa bakın, macera park alanını çevreleyen o çitler neden yapılıyor? Parası olmayan giremesin diye. Hem nasıl bir para! İstanbul’un başka yerlerinde de var bu tür alanlar. Merak edenler oralarda uygulanan fiyat tarifelerini sorup öğrenebilir.

Şimdi neden lunapark dediğimi anladınız mı?

Bu yazı dizisinin adını ‘Orman değiliz, artık lunaparkız’ koyunca bazıları çok abarttığımı sanmış olabilir. Sözde halka, millete hizmet gerekçesiyle milletin ormanına bunları yapan anlayış, yarın aynı yaklaşımla “Canım ormanın şurasına da bir dönme dolapla iki çarpışan araba koysak fena mı olur?” dediğinde cevabımız ne olacak?  Lunapark olması için illa bunların mı olması gerekiyor? Gerekmiyor. Çoktan dönüştü ormanlarımız gözlerimizin önünde.

Ormanlarımız orman değil artık sevgili dostlar, onlar artık birer lunapark!

*

[1] DSİ tarafından 1981 yılında yapılan Kartal Samandıra Göleti
[2] Orman Genel Müdürlüğü

[3] Aslında, geçen yazımda belirttiğim üzere yeni çıkan Orman Parkları Yönetmeliği ile tüm bu alanların adı Orman Parkı oldu.
[4] Keçi Kalesi olarak da biliniyor.
[5] Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı
[6] https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2021/11/20211130-3.htm
[7 https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2021/11/20211130-4.htm

Sigara izmariti

Sigara içenler bilir (bundan 5 yıl öncesine kadar ben de bilirdim) sigaranın sonuna gelindiğinde daha fazla nefes çekmek zararlıdır, çünkü izmariti içersiniz. Yani öyle bir şeyden bahsediyoruz ki sigaranın kendisinden bile daha tehlikeli. Burada bahsettiğimiz tehlike sigara içenin yanmasına fırsat vermediğinde ortadan kalkan bir tehlike değil. Çünkü sigara izmariti içeriğindeki çeşitli kirleticiler ve atıldığında yapısı itibariyle bünyesine aldığı kirleticilerle birlikte adeta zehirli bir bomba niteliğinde. Üstelik sayısı da öyle az buz değil. 2019 yılında Türkiye’de 119,75 milyar adet sigara satışı gerçekleştirilmiş ve bunun %90’ı kontrolsüzce sağa sola atılmış diyebiliriz. Hatta %100 dersek bile hata yapmış olmayız çünkü sigara izmaritine dair özel bir planlama yok. Yani sigara izmaritlerinin çoğunluğu içeni daha fazla zehirlemeden doğaya atılmış.

Sigara izmaritleri, çoğu sigara içicisi tarafından uygun şekilde atılamayan tehlikeli atıklardır. Neden atılamayan peki? Çünkü sigara denilen şey her yerde içilebilen ve bu her yerde de sigara izmariti için uygun bir toplama noktası olması da imkânsız olduğu için atılamayan! Yani sigara denilen şeyin yönetimi ancak ve ancak yasaklama ve kısıtlamayla mümkün. Bunlar da yapılmadığı ya da yeterli düzeyde yapılmadığı için de sigara izmaritleri çevrede en bol bulunan çöplerden biri! Bu çöplerin önemli özelliklerinden biri de yukarıda bahsettiğimiz gibi çok sayıda kirletici içermeleri ve sızdırmaları. Bu da hem çevre hem de çeşitli organizmalar için bir tehdittir. Özellikle sucul canlılar ve hatta bitkiler üzerinde yapılan çalışmalarda, bu canlıların büyümesinin çeşitli aşamalarında sigara izmariti toksisitesinin komplikasyonları kanıtlanmıştır.

Geçen hafta Kadın Gezegeni isimli bloğun da sahibi olan Aslı ile bu konuyu konuşmuş ve sahillerde topladığı yüzlerce sigara izmaritini görünce bu sorunun nasıl da göz ardı edildiğini bir kere daha anlamış bulunduk. Aslı ile konuşurken konu hakkında yeteri Türkçe içerik olmadığını da fark ettik. Gelin bu sigara izmaritleriyle ilgili bazı bilgileri birlikte değerlendirelim.

Doğada kaldıkça ağır metaller sızıyor

Sigara izmaritleri, plajlarda ve kentsel alanlarda en çok karşılaşılan çöplerdendir. Önemli bir çöp olmanın yanı sıra, farklı kirletici türleri içermesi nedeniyle tehlikeli atık olarak kabul edilir. Çevredeki yoğun bulunurluğu ve toplanmasının imkansıza yakın düzeyde zor olması bu çöplerin atılmadan ve hatta tüketilmeden önce çöp haline gelmesini önleyecek önlemlere ihtiyaç duyulduğunu anlatmaktadır.

Sigara izmaritlerinin doğada kalma süresi bunlardan ağır metallerin ve PAH’ların (polisiklik aromatik hidrokarbonlar) sızmasını da artırmaktadır. Çoğunun içerisinde ağır metaller dışında nikotin gibi çeşitli toksinler de bulunmaktadır. Bu da bir sigara izmaritine 1000 litreye kadar suyu kirletebilme potansiyeli kazandırmaktadır.

Çoğu sigara filtresi üretimi kolay, ancak doğada kaybolması kolay olmayan plastik benzeri bir malzeme olan selüloz asetattan yapılır. Selüloz asetat filtrenin sigaranın kendisinden bağımsız olarak da bir risk teşkil ettiği aslında çok öncelerden beri bilinen bir gerçek. 1957 gibi erken bir tarihte, sigara filtrelerinden salınan selüloz asetat liflerinin solunmasıyla ilgili ortaya çıkan sağlık riski Philip Morris, Inc. tarafından bile ifade edilmiş. Ancak aynı şirketin güdümlü araştırmacılarının birçok manipülatif bilgiyi de dolaşıma soktuğu bilinmektedir. Bu bağlamda tütün endüstrisinin, filtreli sigaraların zararlı olduğunu endüstri dışındaki araştırmacılarla veya kamuoyuyla asla paylaşmama stratejisi izlemesi aslında var olan tehdidin de tahmin edilenden daha yüksek olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak 1957’de ABD’de sigara filtrelerinin zımni faydaları hakkında tütün şirketleri tarafından ‘yanlış ve yanıltıcı’ reklamlar hakkında başlatılan bir soruşturma tütün şirketlerinin aslında ürünlerinin güvenliği konusunda halkı nasıl aldattığını ortaya koyunca işin rengi de değişmişti. Neyse ki artık tütünün ve izmaritlerin sağlık üzerine olan zararları konusunda şüpheye yer yok. Ancak bu izmaritlerin doğadaki miktarı ve doğal ekosistemlere ve canlılığa olan doğrudan ve dolaylı etkisi konusunda araştırmalar hala yeteri düzeyde değil.

Tütün şirketlerinin yaptığı algı ve manipülasyon taktikleri oldukça tanıdık meseleler. Bugünlerde plastik endüstrisi ve geri dönüşüm kartelleri tarafından da benzer aldatmacalar piyasaya sunulmaya devam ediliyor. Tüm bunlar satılan malzemenin etkilerinin örtbas edilmesini hedefliyor.

Sigara filtrelerindeki lifler tıpkı okyanuslarımızdaki plastikler gibi davranır, güneşten gelen UV ışınları lifleri daha küçük parçalara ayırabilir ama yok olmazlar. Tek bir katı filtre, sonunda binlerce küçük mikroplastik meydana getirebilir. Tabii burada sadece sigara izmaritinin kendisinden bahsetmek yanıltıcı olacaktır. Sigara içmeyle beraber kullanılan plastik çakmaklar ve plastik filtreler de önemli derecede çevresel kirletici pozisyonunda. 2020 yılında yapılan sahil temizleme çalışmalarında en çok karşılaşılan sahil çöpü sigara izmaritleriydi.

Mikrofiber kaynağı

İzmaritler,  genellikle 15.000 liften oluşur. Yani ortalama bir sigara içicisi bir paket ile günde 300 000 mikrofiberi doğaya saçmaktadır. Aslında çoğu insan sigara filtresinin yapısının doğal ortamda biyolojik olarak parçalanabileceğine inanır. Ancak durum böyle değil. Bu inanışa katkı sağlayan etmenlerin başında ise biyoplastik gibi isimler ve “şu kadar yılda yok olur” vb. gibi yanıltıcı bilgiler gelmektedir. Bahsi geçen tüm tespitler, isimlendirmeler ve öne sürülen davranışlar, hep kontrollü laboratuvar modellemelerine dayanır. Oysaki bir sigara izmariti doğada sıradan bir plastikten daha farklı davranmamaktadır.

Sigara izmaritleri sadece birer izmarit kirliliği kaynağı değil aynı zamanda mikroplastik lif kirliliğinin de önemli bir kaynağı niteliğinde. Ne yazık ki, hem insanlar hem de karar vericiler bu mikroplastik kaynağına hak ettiği ilgiyi göstermiyor. Artık izmaritleri gelişi güzel sağa sola atmak da ciddi bir çöp atma sorunu olarak kabul edilmeli ve sigara üreticilerinin de bu kirlilik nedeniyle sorumluluk almaya zorlanmaları gerekmektedir. Öyle plastik üreticilerinin pespayeliği gibi izmaritleri üreten firmaların da pespaye bir şekilde sorumluluk reddi yapmaları engellenmelidir.

Sigara izmaritlerinin yarattığı kirlilik için bazı önlemler alınabilir. Bunlar:

  • Sigara izmaritlerinin de uygun bir depozito sistemine tabii tutulması önemli oranda kirliliğin önlenmesine yardımcı olacaktır. Bunu yaparken de ciddi bir planlama yapılması ve sürecin tüm aktörlerinin sorumluluk alacakları bir sistem kurulması gerekmektedir. Bu sistem, sigaraların bu depozito sistemine uygun olarak tasarlanmasından, izmaritlerin kullanıcılar tarafından depolanıp satıcıya iade edileceği bir kapalı taşınabilir kaplara kadar tüm detayları içermeli ve ona göre planlanıp organize edilmelidir. Ancak bu bile tek başına sorunun çözümüne katkı sağlamaktan uzaktır çünkü toplanan izmaritlerin ne olacağı sorununu doğuracaktır. Eğer sigara üreticilerinin, sigara izmaritlerinin kontrollü ortamlarda dekompozisyonun sağlanacağı sistemlere yatırım yapması sağlanırsa bu sorun da kısmen ortadan kaldırılabilecektir.
  • Bir diğer önlem de sahil, mesire yeri, milli park ya da diğer sucul ortamlar ile kontrolü mümkün olmayan açık-kapalı ortamlarda sigara tüketiminin yasaklanması ve sigara tüketiminin belirli alanlarda daraltılması önlemi olacaktır. Bu açıdan Japonya önemli bir örnek teşkil edebilir. Çünkü Japonya’da birçok yerde kafanıza göre sigara içemiyorsunuz, sigara içmek için belirlenmiş özel alanlara gitmeniz gerekiyor. Bu da sigara izmariti kaynaklı kirliliğin kontrol altına alınmasına önemli düzeyde katkı sağlamaktadır.

  • Belediyelerin sigara tüketimine ve sigara izmariti çöpüne karşı önlem almayı akıl etmelerinin zamanı gelmiş de geçiyor. Kimsenin ulaşamayacağı ya da ulaşmak için özel çaba harcayacağı demir yığını mobil atık getirme merkezi gibi anlamsız ve israf çözümsüzlükleri uygulamak yerine daha efektif olarak bu sorunları çözmek üzere organize olmaları gerekiyor. Atığın toplanmasında hala vatandaşın inisiyatif almasına bel bağlayan “-mış gibi” yapma çözümsüzlükleri tüm belediyelerde ortak akıl. Bu terk edilmeden bu sorunların çözümü imkânsız. Belediyeler kendi sorumluluk alanlarında sorumluluk almakla işe başlayabilirler. Mesela kendi kontrolleri altındaki yapılarda ve kamusal alanlarda sigara içilmesinin sınırlandırılması (bina dışları da dâhil) ve izmarit kirliliğine dair özel önlem almaları önemli bir başlangıç olabilir. Sahil belediyesiyse sahilde sigara içenlere cezai yaptırım önemli derecede caydırıcı olacaktır. Dünyada hiçbir ülke yasal yaptırımsız eğitim faaliyetiyle herhangi bir sorunu çözmüş değil. Kaldı ki bizim belediyeler eğitim faaliyetini bile yapmaktan imtina ediyorlar.
  • Sigara izmariti toplamak için özel ve düzenli faaliyetler organize etmek de sigara izmariti kaynaklı kirliliği azaltacaktır. Sigara içenlerin de içtikleri şeyin çöpünü yanlarında taşımayı öğrenmeleri de önemli bir kirlilik azaltım faaliyeti olacaktır.

Sonuç olarak sigara izmaritleri doğal ortamlarda en fazla karşılaşılan çöplerden ve birçok canlıyı da tehdit eder nitelikte. Herhangi bir sürede yok olmaları pek de mümkün olmayan bu çöpler önemli bir de mikrofiber kirliliği kaynağı. Bunun tek çözümü ise yasal yaptırımı olan ve denetlenen bir sistemin organizasyonuyla mümkün. Tabii uzun erimde sigaranın tümden hayatımızdan çıkartılması kesin çözüm olacaktır.

[Bir şarkının hikayesi] Sultans of Swing/ Dire Straits

“Kabul edelim ki bütün güzel şarkıların bir hikayeleri vardır.”

Classic Rock dergisi tarafından 1980’lerin en iyi İngiliz rock grubu olarak adlandırılan Dire Straits grubunun bas gitaristi John Illsley, ilk single’ları “Sultans of Swing” için böyle demişti.

Yeni kurdukları grubun gitaristi ve solisti olan Mark Knopfler ve onun kardeşi David ile üçü aynı daireyi paylaşıyordu  ve gruplarının adını boşuna Dire Straits (umutsuz durumlar) koymamışlardı. Gaz faturalarını ödemekte bile zorlanıyorlardı. Ama onları bu durumdan kurtaracak şarkı çok gecikmeyecekti.

1977 yılında, Mark Knopfler bir akşam Londra’nın güneyindeki Deptford’da bir bara gitti ve bardan döndüğünde kardeşi David ve John Illsley’e, o akşam dinlediği grubun kendisine ilham verdiğini ve albümleri için yeni bir şarkı yazacağını söyledi.

Şarkıyı ilk çaldığında grup arkadaşından aldığı tepki pek olumlu değildi hatta kendisi bile şarkının bir kıvılcımı olmadığını fark etmişti. Aradan bir kaç gün geçtikten sonra şarkının tüm akor yapısını değiştirdiğinde ise parça bambaşka olmuştu. Üstelik “Sultans of Swing”in çok güzel ve akıcı bir de hikayesi vardı. John’un dediği gibi “Bütün güzel şarkıların bir hikayeleri olurdu.”

Bir Londra barında Amerika’nın derinliklerinden gelen ses

Knopfler’ın kendi başından geçen bir olaydan esinlendiğini bildiğimize göre şarkıda anlatıldığı gibi o yağmurlu gecede Deptford’daki bara giren anlatıcı da kendisi olmalıydı.

Yağmurlu ve soğuk bir Londra akşamı parkı geçip nehrin güneyine doğru yürüyen kahramanımız, lokal bir bardan gelen müzik sesi ile duraklamıştı. Caz çalan bir grubun sesi idi duyduğu. Bu müziği duymak ona iyi gelmişti.

 You get a shiver in the dark
It’s a raining in the park but meantime-
South of the river you stop and you hold everything
A band is blowing Dixie, double four time
You feel alright when you hear the music ring

Bara girdiğinde, içeride yağmurdan kaçıp biraz da müzik dinlemek isteyen bir kaç dinleyici dışında fazla kimse görememişti. Londra’da trendy müzik için çok fazla rekabet vardı, ama saksafon ve trompetten gelen ses, Amerika’nın derinliklerinden gelen bir ses gibiydi, üstelik tam da Londra’nın güneyinde:

 Well now you step inside but you don’t see too many faces
Coming in out of the rain they hear the jazz go down
Competition in other places
Uh but the horns they blowin’ that sound
Way on down south
Way on down south
London town

 

Gitarist “George”u dikkatle izlemişti ve bütün akorları doğru çaldığını ama gitarını ağlatmak yerine soloyu daha çok nefesli sazlara bıraktığını gözlemlemişti. George’un gitarı eski ve yıpranmıştı, ancak o kadarını karşılayabilmişti.

 You check out guitar George, he knows-all the chords
Mind, it’s strictly rhythm he doesn’t want to make it cry or sing
They said an old guitar is all, he can afford
When he gets up under the lights to play his thing

Piyano (Honky Tonk) çalan Harry ise özel bir gece olmamasını umursamıyordu. Düzgün bir işi vardı ve kurtlarını dökmek için cuma akşamını beklemekteydi.

 And Harry doesn’t mind, if he doesn’t, make the scene
He’s got a daytime job, he’s doing alright
He can play the Honky Tonk like anything
Savin’ it up, for Friday night

Barmen son siparişleri almak için zili çaldığında, grup da  son parçalarını anons etmiş ve “İyi akşamlar, artık eve gitmek zamanı” deyip şöyle ilave etmişlerdi: “Biz Swing’in Sultanlarıyız”

 And then the man he steps right up to the microphone
And says at last just as the time bell rings
“Goodnight, now it’s time to go home”
Then he makes it fast with one more thing

“We are the Sultans
We are the Sultans of Swing”

Mark Knopfler’a esin kaynağı olan  “Swing’in Sultanları” adında bir grup gerçekten var mıydı ? Londra’nın güneyinde Deptford’daki bar hangi bardı? Bu konuda birçok spekülasyon yapıldı ve yapılmaya devam ediyor.

Bazı amatör araştırmacılar şarkı sözlerinde tarif edilen lokasyona en uygun düşen barın büyük olasılıkla White Swan olduğunu söylüyor. Şarkıda bahsi geçen müzisyenlerin ise Avustralya’lı ikili Vanda & Young‘dan George Young ve Harry Vanda olabileceğini iddia ediyorlar.

Knopfler kendisi ile yapılan söyleşilerde grubun görkemli isminin performanslarıyla büyük bir tezat oluşturduğunu söylemiş; “Swing’in Sultanları mı? Onlar hiçbir şeyin sultanı olamazlardı” diye de ilave etmişti. Gitaristlerinin  adının da gerçekten “George” olduğunu söylemiş olsa da  “ortalama müzisyenler olarak” tanımladığı bu grubun Vanda & Young olma olasılığı yok denecek kadar az. Ayrıca o tarihlerde George Young, kardeşlerinin kurduğu ünlü rock grubu AC/DC için Avustralya’da prodüktörlük yapıyordu.

Ancak Knopfler’ın Vanda & Young’dan esinlenerek gitarist “George” karakterinin yanına “Harry” ismini de eklemiş olması daha olası gözüküyor.

“Sultans of Swing”in 1977’de Pathway Stüdyoları’nda kaydedilen demosu şarkıya delicesine hayran olan Londra BBC radyosunun DJ’i Charlie Gillet tarafından haftalarca radyoda çalındı. Onun bu desteği sayesinde Dire Straits, sadece iki ay sonra ilk albümleri için Phonogram Records’la anlaşma sağlamıştı.

“Sultans  of Swing “ Record Mirror tarafından 1978 yılının en iyi onuncu şarkısı seçildi. Mojo dergisi şarkıyı, 2006 yılında “Tüm zamanların en iyi 50 İngiliz şarkısı “ arasında gösterdi. Mark Knopfler’ın gitar solosu ise Guitar World tarafından tüm zamanların en iyi 22’inci gitar solosu olarak gösteriliyor.

Grubun en çok satan albümü “Brothers İn Arms” olmasına karşın, Spotify’da en çok dinlenen Dire Straits şarkısı açık ara ile ilk single’ları “Sultans Of Swing” olmaya devam ediyor.

Belki de Mark Knopfler’ın  Deptford’daki o meçhul barda müzik yaparak harçlıklarını çıkarmaya çalışan “George” ve “Harry”ye sembolik te olsa bir telif hakkı ödeme zamanı geldi de geçiyor.

Kaynakça

  • Sexton P., Sultans Of Swing: Dire Straits Make The Scene…Eventually the song became an anthem for their early sound, 19.05.2022
  • Kielty M., Mark Knopfler Remembers The Real Sultans Of Swing,  16.01.2020, Ultimate Classic Rock
  • Hazzard J., Who were the Sultans of Swing (and where)?, youtube
  • Hughes R., The Story Behind The song: Sultans of Swing by Dire Straits, 13.02.2019, Classic Rock
  • Wikipedia, Vanda & Young, Sultans of Swing, Dire Straits.

Gündelik hayatın dervişi

Kim mi? Bir modern Alman edebiyatı yazarı Wilhelm Genazino. Genazino ayrıntıların yazarı. Günlük hayatın içindeki sığlıkların, derinliklerin, insanlık hallerinin ve bunun renkli, çok yönlü bakış açısıyla dervişane bir şekilde ele alınışının yazarı o. Yaşamın kendisi o kadar da abartılacak bir şey değil. Yeter ki arzularınız, tutkularınız ve entelektüel dimağınız yerinde olsun! Üstelik bunun bir yaşı da yok. Her şey akıp giderken tutamazsınız elinizde. En büyük güzellikler bile ancak seyredilebilir ya da yaşarsınız an olarak kalır size. Alıp götüremezsiniz bir yere, hapsedemezsiniz çekmecenize. Yaşadığınız hikayeler sizi siz yapar. Yani sürekli özlemini çektiğiniz sonsuzluk hissini gündelik hayatın içinden çekip çıkarırsınız ve ona derinliğini siz verirsiniz. Buna zor ya da kolay demek çok zor.

Bu paradoks hep bir mizah ve kara mizah eşliğinde yer alır Genazino’nun romanlarında. Ne diyordu şair: “Yaşamın tüm zorluğu bu kadar basit olmasında.” (*) Zen Budizmi ve tasavvufun kimi ekolleri de içrek felsefeler olarak görünmelerine rağmen bireye, kaçınık yaşamayı değil hayatın karşılaşmalarına hazır olmayı salık verir. Küçük büyük fark etmeksizin her olayda aldığınız tutum ve tavırla var edersiniz kendinizi. Hata yapıp karmaya düşersiniz, uğraşır Dharma’ya yaklaşırsınız.

Romanlardaki felsefe

Askeri okul yani lise 3’üncüsınıf öğrencisiyken Ankara‘da karşılaştığım bir kitabevi çalışanı, felsefe kitapları sorduğumda “felsefe okumak güzel ancak roman okumayı hiç ihmal etmemelisin” demiş ve bana felsefe kitabı yerine bir roman vermişti. Hiç unutmuyorum Graham Green‘in “Havana’daki Adamımız” romanıydı verdiği kitap. İyi ki karşılaşmışım o insanla! Bugün çok roman okuyorsam, bundan hayata dair bir şeyler çıkarıyorsam ve şimdi kitapçıysam bu karşılaşmanın payı büyüktür.

Felsefe aracılığıyla düşünürsünüz ama edebiyat aracılığıyla düşündüklerinize dair şeyler kalıcı bir hikayeye dönüşür. Bir romanın karakteriyle kurduğunuz özdeşlik ve bağ ve belki de sorgulama, hayatınıza yepyeni, capcanlı bir boyut katabilir. Öyle ki karakter yapıp ettikleriyle rüyalarınıza girebilir.  Ettiği bir cümle yaşamsal yakıcılığıyla hayatınızı altüst edebilir. İyidir altüst olmak. Kafası karışan insan hakikaten yaşayan insandır. Geleneğin ve toplumun basit, sıradan uyumuna değil, başka türlü bir şeye meyledendir. İşte Genazino’nun romanlarındaki anlatıcı karakter, günlük hayat içerisindeki anlık olağandışı kararları, yaşam tarzı, kendini alaya alabilen tutumu, alışamadığı basitlik ve hiçlik, sıra dışı cinselliği, evlilik fobisi, içine düştüğü trajikomiklikler ve hayat işte dedirtecek karşılaşmalarıyla buluşur bizimle. Bir yönüyle yazarın hemen her konuya dair felsefi hesaplaşmaları ve iç konuşmalarıyla da karşı karşıya kalırsınız. Bu iç sayıklamalardan birinde şöyle diyor anlatıcı ya da yazar:

“Belki de yine Traudel’in, eve adımını atmasından korkuyorumdur. Onca zamandır onunla birlikte yaşıyor olmama rağmen, aslında hala bir başkasıyla sürekli bir arada olmaya tahammül edebilecek miyim diye korku içindeyim. Hayatın yarısı bu aslında sözcüğüne dayanıyor! Ben bir çamaşırhane yöneticisi olmama rağmen, aslında içimden başka şeyler yapmak geçiyor. Kocaman leş gibi bir kentte yaşıyorum ama aslında bambaşka bir yerde yaşamak isterdim.” [1]

‘Ne ölümü unutun ne de hayatın kendisini’

Onun romanlarının çoğunda, evlilik öncesinde mutlu pozları olan insanların durumunu, hemen herkes gibi güçlerini abartarak evlenip bir de üzerine çocuk yaptıktan sonra yüzlerindeki sıkılmış ve hayat karşısında ezilmiş ifadeyi acı bir tebessümle okursunuz.

İş hayatına dair kara mizah örneği anekdotlar yer alır onun romanlarında. Örneğin Aşk Aptallığı romanının ana karakteri politika ve ekolojiye dair seminerler vererek geçinen bir “kıyamet uzmanı” dır. Ve bu durumu sevgilisi tarafından yer yer alaya alınır. Romanın bu karakterinin kendimle olan yaş benzerliği ve gerçi ben gönüllü olarak yapsam da verdiğim ekoloji konferanslarında söylemek zorunda kaldığım dünyadaki iklim bozulması, benim için çok ilginç bir karşılaşma oldu. Bazen sırf olumsuz şeyler söylemek zor geldiği için konferansların bazılarına gitmek istememesi çok anlaşılır geldi. Ben de ekoloji politik okumaların ve yayınların içinde boğulma hissi yaşadığımda edebiyata atıyorum kendimi, zaten okumayı çok istediğim romana, şiire ve öyküye. Bu arada 2019 yılında Hamburg‘da verdiğim bir ekoloji konferansının simültane çevirisini yapan sevgili Tevfik Turan yapmış Genazino kitaplarından olan Elden Düşme Dünya kitabının çevirisini. Çok hoş bir tesadüf oldu.

İş yaşamına dair incelikli kafa yormalar türlü önerilerle çıkar yine karşımıza Genazino’da. Örneğin, çalışan insanın hiç kimseye söylemeden işten bir anda çekip gidebilme özgürlüğü. Bireyin o anki iç sıkıntısı, bunaltı ve bulantısını kimseye açıklamak zorunda olmaması. Ve yarım gün çalışma hakkı olması herkesin. Bu öneriler için mücadele veren karakterler de yer alır Genazino dünyasında. Genazino’da bütünsel bir mücadele ve politikaya dair pek bir heves yoktur. Daha çok bireyin dünyasına odaklanır.

Türkçeye çevrilmiş dört kitabını da okuduğum Genazino anlatılarına dair şunları söyleyerek bitireyim: Onun derdi hem büyük hem küçük, hem derin hem sığ, ona göre yaşam hem basit hem zor. Gençlik de hem olanaklı hem sorunludur yaşlılık da! Yaşamda büyük bir anlam aramaya gerek yok ama anlamsız da olmaz. En sıradan görünen en sıra dışı olabilir, bunun tersinin de olabileceği gibi. Varoluşsal kaygılarınız sizi bilincin coğrafyasında sürekli yürütecektir. Yeter ki panik yapmayın. Geleni ve gideni soğukkanlılıkla ve coşkuyla karşılayın. Ölümü unutmayın ve hayatın kendisini de!

(*) Melih Cevdet Anday
[1] Wilhelm Genazino, Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk, Ayrıntı Yayınları, syf.17

İBB ‘Katılımcı Bütçe’ uygulamaları

[email protected]

Bir hafta önceki yazıda Türkiye’de yerel demokrasinin uygulanma biçimleri ve gelişimi üzerinde çok genel bir değerlendirme sunmuştum. Ancak, İBB’nin katılımcı bütçe uygulamalarını sınıflandırırken yapmış olduğum bazı değerlendirmenin hatalı olduğunu ve gerçeği biraz daha yakından görmeye çalıştıkça açık bir haksızlık yapmış olduğumu gördüm. Bundan ötürü okuyuculardan ve elbette İBB’nin Katılımcı Belediye programını geliştirmiş olan çalışanlarından özür dilemeli ve hatamı düzeltmeliyim.

İBB’nin “Katılımcı Bütçe” uygulamasına (İBB KBU) biraz daha yakından bakınca (benim için hala birçok bilinmez olsa da) bu çabada birçok ilginç yenilik ve gerçekten haksızlık edilmemesi gereken arayış/ uygulama düzenekleri bulunduğunu gördüm. Bu uygulama üzerinden “yerel demokrasi/ katılım” kavramlarıyla ilgili tartışmayı bu hafta biraz daha geliştirebiliriz.

Öncelikle “katılım” kavramının net ve tamamlanmış-bitmiş bir tanımı olmadığı için her katılımcı uygulamanın eksik/ yanlış veya yetersiz vb. olduğunu ileri sürmek olası. Oysa tartışmayı biraz daha iyi anlaşılır ve güvenilir bir zeminde yapabilmek için eleştirinin hangi ilkeler ya da öncüller doğrultusundaki yaklaşımla yapıldığının önceden açıklanması gerekli.

Katılım yöntemleri ve örüntüleri

Bu durumda “katılım” kavramını, tek tanımlı (“doğru” olan bir tek) yaklaşımla ele alabileceğimiz anlayışını terk etmek gerekiyor. Birçok kademde ve ölçekte, farklı yaklaşım ve yöntemlerle farklı katılım biçimleri tanımlanabilir. Eğer (diyelim ki bir kent veya metropol için) böyle çok parçalı bir katılım örüntüsü tanımlanıyorsa bunların her parçasının net bir biçimde tanımlanması ve açıklanması gerekir. Ancak bu yeterli olmayacağı için bu birçok farklı aşamada kullanılan katılım yöntemlerinin, toplam olarak “katılımcılık” anlayışının nasıl bütünleşen parçaları olduğunu/ olabileceğini de açıklamak gerekecektir. Anlayabildiğim kadarıyla İBB KBU, bütün bu özellikleri taşıyor.

Bu bakımdan (her aşmasını farklı anlam ve katkı olarak değerlendirebileceğimiz) katılımcılığın şöyle tasarlandığını söyleyebiliriz:

  • Hemşerilerin kendi çevrelerine bakarken/ yaşadığı ortamı (mekansal-fiziksel, toplumsal ya da sosyo-psikolojik vb.) değerlendirirken, düşünceleri/ talepleri veya önerileri/ düşleriyle kentin geleceği tahayyülüne katılım,
  • Düşüncesini somutlaştırarak ve bir kentsel uygulamaya dönüştürerek önerilerini (kentin kamusal yaşamı için bu önerileri türdeş olmayan özneler/ gruplar/ “hemşeri” geliştirmezse daha monolitik bir özellik taşıyan belediye teknisyenler/ politikacılar projeler biçiminde geliştirmek zorunda kalacaktır) kamusal yaşamı geliştirmeye (yarı-teknik) katılım,
  • Kentin kamusal bütçesinin hangi projelere/ uygulamalara ayrılacağı konusundaki niteliklerin ve önceliklerin belirlenmesi kararına katılım,
  • Hemşerilerin düşüncelerine/ düşlerine göre düzenlenmiş-geliştirilmiş projeler için yapılacak bütçe harcamaları (veya program uygulaması) ile ilgili izleme ve değerlendirme (İ&D) sürecine katılım.

Bu durumda, “katılım” kavramını ve uygulamasından ve bu uygulamaların her birinden (her aşmadan) beklenen “katılım yararı”, farklı bir biçimde (ve farklı uygulama teknikleriyle) açıklanıyor ve sonuç olarak İstanbul’da yaşayan

hemşerilerin ve

kendi kamusal kaynağını/ bütçesini karara katılan hemşerilerine danışarak kullanan İBB’nin,

“katılımdan” elde ettiği gerçekten çoğulculaştırılmış ve çeşitlenmiş, (kentin farklı katmanlarındaki kentlinin beklentilerine daha yakın, uçlara doğru saçaklanmış) ve somut-etkili bir büyüklükte bir kamusal yarara dönüşmüş oluyor. İBB KBU bu durumda, çok parçalı katılım düzeylerini ve tekniklerini, bütünleşik/ ortak bir kamusal yararda toplayarak İstanbul için bir kamusal yarar yaratmış oluyor. Bu kamusal yarar aynı zamanda, yerel demokrasinin gelişmesine, hemşerilerin yaşadıkları çevreye yabancılaşmalarının önlenmesine ve birçok bakımdan homojen olmayan küçük ihtiyaç/talep parçalarını bütünleştirerek kamusal hizmetin kalitesinin artmasına ve çeşitlendirilmesine katkıda bulunuyor.

Bu sürecin “yalınkat” ve “gösteriş için düzenlenmiş” bir katılımcı süreç olduğunu söylemek çok büyük bir haksızlık olur ve geçen yazıda bu hatayı yapmış olduğum için tekrar özür dilerim.

İBB KBU, katılımcılığın dünyanın bazı metropolünde benzer biçimlerde on yıllardır uygulandığını belirtiyor; ancak Türkiye’nin diğer kentlerinde henüz yok. Ankara için benzer bir çağrı, (2021 bütçesi için) 2020’de yapılmış, ama daha sonra nasıl uygulandığı ile de bir açıklama/ bilgi bulamadım. İzmir Belediyesi’nin farklı bir yaklaşımı olduğu açık. Ancak onun da kamusal yararın elde edilmesinde kamusal kaynakların katılımcı kullanımı için nasıl bir yaklaşım/ yöntem ya da çeşitli teknikler demeti uyguladığı konusunda kamuya açık bir bilgi bulamadım.

Eksikler…

Bu yıl ikinci döneminde olan bu uygulamanın Türkiye’deki yerel demokrasinin gelişmesine bir katkı olduğu kuşkusuz. Bununla birlikte İBB’nin internet sitesinde sunulan bilgilere bakarak yine de eleştirilmesi gereken veya geliştirilebilecek bazı yönlerinin olduğunu söylemek olası. Ancak bu defa daha dikkatli davranarak, bu eleştirilerin (Seyla Benhabib’in terimiyle) “antagonist” olmadığını, sürecin açık olduğunu düşünerek daha geniş bir tartışmaya katkıda bulunmayı amaçladığını belirtmeliyim.

Konu, oldukça kapsamlı bir değerlendirmeyi hak ediyor. Ancak bu kısa haftalık yazıda özetle söylemek gerekirse,

“Ön Değerlendirme ve Teknik Değerlendirme” aşamasındaki “ön değerlendirme” kriterlerinden biri dikkat çekici: “İBB Stratejik Planı amaç ve hedefleri ile uyumlu olması” deniliyor ki, bunun doğru olduğu kabul edilmeli. Ancak, “İBB Stratejik Planı ve mevzuata uygun” olmak eğer katılımcı bütçe sınırlarından birini oluşturuyorsa, bu durumda katlımın gerçek anlamını bulabilmesi için “Stratejik Plan” yapımı da katılımcı bir teknikle gerçekleştirilmiş ve onaylanmış olmalıydı. (Ya da bundan sonra bu doğrultuda geliştirilebilir?)

Bu arada, İBB Strateji Geliştirme Dairesi Başkanlığı, İstanbul Planlama Ajansı (İPA) ve İstanbul Kent Konseyi‘nin (İKK) oluşturduğu grubun bir çeşit seçici kurul olarak çalışacağı anlaşılmakla birlikte, hem bu grubun seçiminin ve sayısının daha net hem de toplanma ve karar alma kurallarının tam olarak belirlenmiş olmasının hemşerilerin katılımı bakımından daha güven verici olacağı söylenebilir.

Aynı aşamadaki “teknik değerlendirme” kriterleri de gerekçelendirilerek tam olarak sınırları belirlenmediği için (hiyerarşik bir üstünlük tanınmış olan teknik seçiciler tarafından) oldukça esnek (ve belki keyfi) bir eleme ögesi olarak kullanılabilecek gibi görünüyor.

“Oylama Sonuçlarının Açıklanması” aşamasında ise (başlangıçta çok geniş açıklamalar yapılmış olmasına rağmen) kaç projenin seçileceği veya bu yöntemle seçilecek projelerin toplam bütçesinin üst sınırı konusunda bir belirleme var mı, bu anlaşılmıyor. Varsa, bu da baştan açıklanmış olmalı. Gerçi “katılımcı bütçe modeli; (…) çeşitli biçimlerle bütçenin tamamının ya da bir kısmının nasıl harcanacağına dair kararlara katıldığı bir süreci tarif ediyor” deniliyor. Ancak, “bütçenin tamamı” ifadesinin bir yanılmaya yer vermemesi için daha iyi açıklanmış olması gerekiyor. (Acaba sadece “yatırım bütçesi” mi kast ediliyor? Öyle olsa bile, birçok zorunlu yatırım harcaması bulunması, kaçınılmaz değil mi?)

Son olarak İBB KBU, gerçekte bir İ&D aşaması içermiyor. (Gerçi yukarıda bulunduğu izlemini verecek biçimde yazıldı, ama bu bir dileği ifade ediyor.) Burada İ&D sisteminin de tanımlanması ve bu sürece,sadece bu yöntemle elde edilen projeler için değil, İBB’nin bütün proje uygulamalarının bu aşaması için katılımın nasıl olacağını tanımlamayan ayrıntılı bir planın eklenmesi gerekiyor.

Her şeye rağmen, İBB KBU gerçekten yenilikçi, heyecan ve esin verici bir uygulama. Bunun için hem İstanbul’daki politik iradeye hem de uygulamayı geliştiren ve gerçekleştiren teknik gruba içten bir teşekkür borçlu olduğumuz çok açık…

Katılımcı bütçe’ye katkı sunmak isteyen İstanbullular buraya tıklayabilir. 

 

 

Piyale Madra çiziyor- 39

Türkiye’nin önde gelen çizerlerinden Piyale Madra, çizgileriyle Türkiye ve dünyanın “hal ve gidişatını” yorumluyor.

James Webb sunar: Jüpiter ve uyduları

NASA, Güneş sisteminin en büyük gezegeni olan Jüpiter’in yeni görüntülerini yayınladı. James Webb Uzay Teleskobu‘nun yakaladığı görüntülerde Jüpiter’in uyduları Europa, Thebe ve Metis de net olarak görülüyor.

NASA’nın Goddard Uzay Uçuş Merkezi’ndeki proje yöneticilerinden Stefanie Milam, yayınlanan son görüntülerle ilgili “Her şeyi bu kadar net gördüğümüze ve ne kadar parlak olduklarına inanamadım. Güneş sistemimizde bu tür nesneleri gözlemlemek için sahip olduğumuz yetenek ve fırsatı düşünmek gerçekten heyecan verici” dedi.

Jüpiter, Güneş Sistemi’nin en büyük gezegeni olmasının ötesinde kütlesi tek başına diğer tüm gezegenlerin toplam kütlesinin 2½ katına ulaşır. Kendi etrafında dönüş süresi en kısa olan gezegen Jüpiter, en güçlü manyetik alana ve en büyük manyetosfere sahip.

NASA’dan tarihi kareler: Evrenin en derin kızılötesi görüntüleri

30 yıllık çalışma ve 10 milyar dolarlık maliyetle test sürecinin ardından görevine başlayan James Webb Uzay Teleskobu, hafta içinde de evrenin en derin ve en net kızılötesi görüntülerini göndermişti. Teleskobun elde ettiği görüntüler, uzay çalışmaları için büyük önem taşıyor.

‘Zaman yolcusu’ Webb teleskobunu canlı izleyin

 

Birleşik Krallık’ta aşırı sıcak acil durumu: 40 derece bekleniyor

Birleşik Krallık hükümeti, başta ülkenin orta ve doğu bölgelerde olmak üzere pazartesi ve salı günü aşırı sıcakların beklendiğini belirterek, sıcak dalgası için ulusal acil alarm verdi. Ülkenin meteoroloji örgütü Met Office,  yılın bu döneminde, önümüzdeki haftanın ilk iki günü için sıcaklıkları ilk kez 40C olarak tahmin etmişti.