Ana Sayfa Blog Sayfa 740

LCW önünde protesto: Gökkuşağının renkleriyle sesleniyoruz, nefrete inat yaşasın hayat!

Kadın Savunma Ağı, gökkuşağı renklerini kullanmayı yasaklayan giyim firması LC Waikiki’yi İzmir’de protesto etti.

Gökkuşağının renklerinde giyinen kadınlar, 8 Ekim Cumartesi günü firmanın Karşıyaka Çarşı şubesi önünde toplanan kadınlar, mağazanın girişini de gökkuşağına boyadı.

Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank, LC Waikiki Yalova Lojistik Merkezi Açılış Töreni’ndeki konuşmasında LGBTİQ+’ları hedef göstermiş, “Ürünlerinde LGBT çağrışımı yapan işaretleri kullanmayan LC Waikiki firmasına teşekkür” etmişti.

Firmanın pandemi döneminde firmanın, çalışanların sendikalaşmasına da engel olduğunu hatırlatan grup, “Ürünlerinde ‘LGBTİ+ özendirdiği’ için gökkuşağı kullanmama kararı alan LCW’nin önünde bedenlerimiz ile gökkuşağı yaptık. İşçi, kadın, LGBTİ+ düşmanı LCW önünde gökkuşağının renkleriyle sesleniyoruz:Nefrete inat yaşasın hayat!” açıklamasını paylaştı.

ODTÜ anlattı: ‘Rant Yolu Projesi’ sadece ODTÜ’yü değil Ankara’yı, Türkiye’yi ilgilendiriyor

Ankara‘da eski Belediye Başkanı Melih Gökçek döneminden beri tepkiyle karşılanan ODTÜ Yolu Projesi, Mansur Yavaş döneminde devam ettiriliyor.

Tartışmalı proje, 2017 yılında ODTÜ arazisinde büyük bir ağaç kesiminin ardından büyük tepki görmüş, 2019’da belediye yönetiminin değişmesinden bu yana eski dönemden pek çok proje rafa kaldırılırken Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) arazisinden geçecek “Bilkent-İncek Çevre Yolu Çevre Yolu Bağlantısı” projesi bazı farklarla yeniden uygulanmaya konmuştu.

ODTÜ’lü öğrenciler, Ankaralılar ve uzman meslek odaları, belediyenin bilimsel bir ulaşım planının olmadığını, inşaatların hukuki kararlara rağmen rant için sürdürüldüğünü ve halka yalan söylendiğini savunarak projeye hala karşı çıkıyor.

Uzmanlar projenin, büyük bir orman ekosistemini barındıran ODTÜ arazisinde ekolojik bir yıkıma da neden olacağına dikkat çekiyor.

Ankara’nın hortlayan kabusu ODTÜ Yolu projesi: Neler oluyor?

Öğrenciler, kesime ve yol inşaatına engel olmak için alanda çadırlı nöbete devam ediyor. Geçtiğimiz hafta Ankara Büyükşehir Belediyesi (ABB) binası önünde açılan stantlarda, halk proje ile ilgili bilgilendirildi ve belediyeye vermek üzere yazılan dilekçeye destek çağrısında bulunuldu.

ODTÜ Çevre Topluluğu‘ndan Sualp Özel ile tüm süreci canlı yayında konuştuk.

Özel,   ABB’nin taleplerine karşı verdiği tepkilere değindi:

“Ne zaman bir eylem planlasak önceki gününde Belediye’den, bizim açıklamalarımızın ‘manipülatif ve yanlış’ olduğu yönünde paylaşımlar yapıldı. Orada eylem yaparken belediyeden pankart açıldı ’28 sene sonra hoşgeldiniz’ diye. Biz dün de bu projeye karşıydık, bugün de karşıyız. Bu yol yanlış.”

Gökçek döneminde projeye karşı yaptıkları eyleme CHP’den milletvekillerinin de destek verdiğini hatırlatan Özel, “Dünle bugün arasında CHP için değişen nedir?” sorusuna da yöneltti:

“Alana her çıktığımızda belediyeden “katılımcı belediyecilik anlayışı”nı vurgulayan paylaşımlar yapılıyor.“Katılımcı belediyecilik anlayışı”nı vurgulayan Ankara Belediyesi’nde katılımcı bir belediyecilik göremiyoruz. Beklentimiz halkın bu konuda daha fazla ses çıkarabilmesi ve bu sesle bu yolun engellenmesi.Yolu anlatmaya başladıkça kamu yararı doğrultusunda yapılmadığını ifade edince insanların fikirleri değişiyor. Bunu görmek güzel.”

ODTÜ Çevre Topluluğu olarak tüm sorunların sistemden kaynaklandığını düşünüyoruz” diyen Özel, Öğrenciler olarak iklim krizine karşı önlemler alınması gereken bir zamanda yaya veya bisiklet yerine  araba yoluna öncelik verilmesini  “Enerji ihtiyacını da artırmak zorunda değiliz yeni yolları da yapmak zorunda değiliz” diye eleştirdiklerini de ekliyor. Özel uzmanların değerlendirmelerini de hatırlatıyor:

“Burada trafiğin artacağını, bu yola ihtiyaç olacağını söyleyerek projeyi meşrulaştırmak istiyorlar. Ancak biliyoruz ki her yol, kendi trafiğini beraberinde getirir.Bu yolun yapılması büyük bir ekosistemin yok olması anlamına geliyor. Ortaya çıkacak gürültü kirliliğiyle de ekosistem daralacak.”

 

Birleşmiş Milletler’in düzenlediği iklim değişikliği konferansları ne vaat ediyor?

Birleşmiş Milletler’in 1992’de Rio’da düzenlediği Çevre ve Gelişme Konferansı sırasında üzerinde anlaşma sağlanan üç önemli sözleşme var. İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi bu sözleşmelerin belki de en fazla gündemde kalanı. Sözleşmenin maddeleri uyarınca her senenin sonunda bir taraflar konferansı (Conference of Parties – COP) düzenleniyor.

Bu konferansların yirmi altıncısı geçen sene Birleşik Krallık’taki Glasgow şehrinde düzenlenmişti. Bu seneki konferans da Mısır’ın Sharm el-Sheikh şehrinde 6 – 18 Kasım tarihlerinde yapılacak. Bu konferanstan neler beklememiz gerektiğine bakmadan önce daha önceki 26 konferansta elde edilenlere bakmakta yarar olduğunu düşünüyorum.

Şekilde de kolayca görebildiğimiz gibi ilk Taraflar Konferansı’nın düzenlendiği 1995 yılından bu yana arada görülen ekonomik krizler ve pandemiyi bir kenara bırakacak olursak, atmosferdeki sera gazı oranında gözle görülebilecek bir azalma olmamış. Hatta salımların arttığı bile söylenebilir. Bu toplantılar işe yarayacak olsa geçen zaman içerisinde elde edilen sonuçların CO2 salımlarına da yansıması gerekir. Böyle bir durum var mı? Hayır. Bu toplantılar 30 senedir yapılıyor ve karbon salımları 30 senedir artmaya devam ediyor. Çünkü bu durumun arkasındaki temel nedenleri değiştirmek için yeterli çaba göstermiyoruz.

Küçük ülkeler, büyük kirleticilere karşı…

Yeterli çaba gösterilmemesini biraz da bu anlaşmaların “devletler üstü” yapısına bağlayabiliriz. “Devletler arası” anlaşmalara uyulmadığı takdirde iki tarafın da yaptırımları olabilir. Böylesi “devletler üstü” anlaşmalarda ise neredeyse tüm devletler taraf konumundadır. Özellikle de ABD gibi taraflar yan çizdiği zaman bir yaptırım uygulamak elbette söz konusu olmuyor. “Ben bu konuda çok çaba gösteriyorum” diyen ülkeler bile yeterli çaba göstermedikleri için durum gittikçe kötüye gidiyor.

Durumun ciddiyetini kavrayan ülkeler ise oldukça küçük ülkeler. Bunların arasında deniz seviyesindeki yükselme ile önümüzdeki 30 sene içerisinde toprakları yok olacak ülkeler yer alıyor. Ne var ki bu gibi ülkelerin nüfusu da 15.000-100.000 civarında. Bu ülkeler ABD, Rusya, Çin veya AB ile kıyaslandıklarında çok küçük bir nüfusu temsil ettiklerinden dolayı, ellerinden gelen her şeyi yapsalar da maalesef seslerini pek duyuramıyorlar. Siyasi karar alıcıları en fazla zorlayacak noktanın kamuoyu baskısı olması gerekiyor. Ancak bu baskı konferansların yapıldığı 30 yıl boyunca birkaç sokak gösterisinden ileri gidemiyor. Bunun arkasındaki temel sebep ise bizim bu konuya yeterince önem vermiyor olmamız.

Örneğin ülkemizde, seçim dönemlerinde veya genelde politikacılarla konuşurken çoğunluk, çoğu zaman “iklim değişikliği veya çevre sorunları benim için en önemli konudur, bu konuda ne yapıyorsunuz?” diye sormuyor. Biz,  ekonomi / işsizlik / COVID / eğitim konularında neler yapıldığını soruyoruz. “İklim değişikliği konusunda ne yapıyorsunuz?” diye soranların sayısı fazla olmadığı için de politikacıların buna verdiği önem de orantılı olarak düşük oluyor. Bu durum sadece Türkiye özelinde değil, diğer ülkelerin çoğunluğu için de geçerli.

Halk baskı kurmazsa, politikacı yapmaz

Durum böyleyken politikacılar ciddi bir baskı hissetmiyor. İnsanlar istemedikçe politikacılar kendiliklerinden bir şey yapmaz. Politikacıların yaptığı iş, halkın onlardan ne istediğine dayanır. Halk olarak biz iklim değişikliği konusunda çalışmayı bir görev olarak belirlemediğimiz sürece, politikacılar o konuda çalışıyor gibi görünseler bile diğer konularla kıyaslandığında buna pek önem veremezler. Bu konuya politikacıların daha çok önem vermesi için öncelikle bizim daha çok önem vermemiz gerekir.

Konferans öncesinde konuşulan ilginç konulardan biri de taze İngiliz Kralı 3. Charles’ın Mısır’daki toplantıya katılıp katılmayacağı. Bundan önceki 26. Konferans İskoçya’nın Glasgow şehrinde yapıldı. İngiltere hükümeti bu toplantıya çok önem verdi ve iklim değişikliği konusunda neler yapacağına dair büyük vaatlerde bulundu. Ancak, özellikle Rusya-Ukrayna kriziyle artan enerji krizi içerisinde ve Birleşik Krallık’ta başbakan olarak Boris Johnson’ın yerine Liz Truss‘ın göreve gelmesiyle Britanya hükümetinin iklim krizine bakışı oldukça değişti. Liz Truss’ın kurduğu kabinenin önemli bir kesimi “iklim değişikliği de neymiş? Bizim çok daha önemli sorunlarımız var, enerji krizi de bunun başında geliyor” diyen insanlardan oluşuyor. Bu insanların sorunu da haliyle önümüzdeki kışı geçirmek… Batı Avrupa’nın elinde kış boyu yetecek enerji yok. Özellikle Batı Avrupa’nın enerji ve endüstriyel üretimleri enerji krizinden dolayı düşmekte. Bu yüzden, o ülkeler açısından bu kış çok zor geçecek. Ekonomik açıdan bakıldığında İngiltere, geçen yıl iklim konusunda verdiği sözlerin çoğunu unutmuş durumda.

Avrupa’nın zor kışı, odağı Doğu’ya kaydırabilir

İngiltere’de bu konunun önemli bayraktarlarından biri, geçen yıl bu zamanlarda Prens Charles olan Kral Charles’tır. Prens Charles geçen seneye kadar serbestçe birçok ülkeye gidip konuşmalar yapıyor ve iklim krizi konusunda daha fazla çalışma ve çok sayıda değişiklik yapılması gerektiğini söylüyordu. Kral sorumluluğunu yüklendiğinde ise Mısır ziyareti için başbakandan bir görüş alması gerekti. Liz Truss kralın Mısır’daki iklim konferansına katılmasına pek de sıcak bakmadı, çünkü bir taraftan İngiliz hükümeti “iklim konusunda verdiğimiz sözleri tutmamız biraz zor” derken öbür tarafta kralın Mısır’a gidip “tüm dünyanın şunları yapması gerekir” demesinin ülke açısından doğru olmayacağını düşündü. Böylece prensken biraz daha rahat davranabilen Charles, kral olunca sorumlulukları arttığından dolayı bu şartlar altında Mısır’a gidemiyor.

Bu kış enerji sıkıntısıyla ilgili durum sadece İngiltere’yle sınırlı olmayacak, Almanya‘da ve Avrupa Birliği‘nin genelinde de bu davranışın benzerlerini göreceğiz. ABD zaten iklim konusunda pek atak değildi. Bu nedenle, bu toplantıda politik ağırlığın yavaş yavaş doğuya kayması beklenebilir. Bu toplantıda Çin ve Hindistan’ın öne çıkarak politikalar konusunda önderlik yapmaya başlaması şaşırtıcı olmayacaktır. Ancak geçmiş 26 konferanstan edindiğimiz tecrübeler onların da çok önemli bir gelişme sağlayacak kadar katkıda bulunmayacağını gösteriyor.

 

 

Bizi bilmediklerimiz ve görmediklerimiz mahveder

Bir anneyseniz çocuğunuzu bilmediğiniz bir şeyle beslemez güvenmediğiniz ellere teslim etmezsiniz. Çünkü bilmediğiniz ya da görmediğiniz şeyler sizi hep korkutur. Hepimiz öyle değil miyiz? Bilmediğimiz ve görmediğimiz şeyler konusunda hep bir tedirginliğe sahibizdir. İşte tüketim çarkı içerisindeki ürünlerin etiketleri de bu nedenle var. Yani tüketici, üzerinde içindekilerin ne olduğuna dair herhangi bir bilgilendirmenin olmadığı ürünleri tercih etmeme eğilimindedir.

Ya da değil midir? Örneğin çocuğunuza mama alırken içerisindekiler kısmında mamanın içerisine konduğu plastik ambalajın da içeriğinde ne olduğunu yazıp yazmamasını dert ettiniz mi hiç? Ya da çocuğunuza aldığınız plastik oyuncağın içeriğinde ne olup ne olmadığına dair detayları merak ettiniz mi? Ya da üzerinize aldığınız kıyafetin etiketinde, %100 pamuk/polyester/elastan bilgisinden ve ütüleme/yıkama talimatından başka bir şey yazmaması sizi hiç şüphelendirdi mi? Muhtemelen hayır! Demek ki biz içeriğini bilmediğimiz şeyleri tüketmekten imtina etmiyormuşuz! Bu durum da bizi bu ürünlerin yarattığı kirleticilerin yayılımına katkı sağlayan bir mobil kirlilik yayma aparatına dönüştürüyor.

Ne kadar mikroplastik yaydığımızı bilmiyoruz

Örneğin yeni yıkanmış bir polar elbiseyi giyip köşedeki markete gittiğinizde farkında olmadan poların yapıldığı akrilik malzemeden kopan mikroplastiklerin farkında olmadan bir yayıcısı olursunuz. Farkında değilsiniz çünkü poları üreten firma size böyle bir durumun olabileceğinden bahsetme yükümlülüğüne yasal olarak sahip değil! İşte siz yürürken saldığınız bu mikroplastikleri hem kendiniz hem de diğerleri solumak durumunda kalacak. Bitmedi! Köşedeki markete gittiğinizde aldığınız şişe su ve bir paket abur cubur ile siz, bunları yerken başkaları da bu ambalajın çöpünden dolayı ciddi miktarda mikroplastik partikülden etkilenecekler. Üstelik ne o su şişesini üreten ne de suyu o şişenin içerisine koyan firma size bu ihtimallerden bahsetme zorunluluğuna yasal olarak sahip değil. Üstelik biz daha henüz günlük tam olarak hangi üründen ya da hangi ortamdan ne kadar mikroplastiğe maruz kaldığımızı tam olarak bilmiyoruz. Buna dair herhangi bir düzenleme de, uyarı da, etiket de, bilgi de yok.

Gelin çok ilginç bir örnekle devam edelim. İsveç merkezli bir kuruluş olan ChemSec’te çalışan bir grup insan, hemen hemen her gün maruz kaldıkları ancak buna hangi üründen ne kadar düzeyde maruz kaldıklarını bilmedikleri bir kimyasalın yani PFAS’ın (bu kimyasal hakkında daha detaylı bilgiyi şuradan edinebilirsiniz) kanlarındaki miktarını merak etmişler. Kendilerinden aldıkları kan örneklerini bu konuda yetkin bir laboratuvara göndermişler ve analiz ettirmişler. Ne yazık ki sonuç korkunç. Kan örneği gönderen 12 kişiden dokuzunun kanında yüksek derecede PFAS çıkmış. Çok ilginç değil mi? Oysa tükettiğiniz ya da kullandığınız hiçbir ürünün etiketinde size böyle bir kimyasala dair bilgi verilmemişti.

Dahası da var. Yine yakın zamanda yapılan bir çalışmada anne sütünde mikroplastiklere rastlanmış. İnsan anne sütünde mikroplastiklerin bulunmasını, mikroplastiklerin insan plasentasında daha önceki keşfiyle birlikte düşündüğümüzde son derece hassas bebek popülasyonunun nasıl bir tehdit ile karşı karşıya olduğunu daha iyi anlıyoruz. Çünkü emziren annenin tükettiği yiyeceklerde, içeceklerde ve kullandığı mutfak ev/iş eşyalarında ve kişisel bakım ürünlerinde bulunan ya da ambalajlarından yayılan kimyasallar ve mikroplastikler potansiyel olarak toksik etki göstererek bebeklere geçer. En başta bahsettiğimiz yani çocuğumuza bilmediğimiz şeyi yedirmeme dikkatimiz bile bebekleri bu zehirlere maruz kalmaktan kurtaramıyor. Çünkü en çok güvendiğimiz sütümüz aracılığıyla da bu kimyasallardan yeteri düzeyde çocuklara transfer edebiliyoruz. Üstelik anne sütünün etiketi ve içindekiler kısmı da yok.

Plastik endüstrisinin rolü

Peki bu kadar önemli ve sonsuza kadar da canlılığı etkileyen bir problem için neden yeteri düzenleme yapılmıyor? Neden plastik ürünlerin nasıl üretildiğine dair herhangi bir etiketleme şeffaflığı söz konusu bile değil? Yani beslenmek için aldığımız ürünlerin içeriğine konan tatlandırıcı, koruyucu, kıvam arttırıcı, renklendirici ya da bin türlü başka kimyasal için kılı kırk yaran, her ay gıda sahtekarlığıyla ilgili listeler yayınlayan bakanlıklar neden bu gıdaların içerisine konduğu ambalajların sahip olduğu tehlikeye dair bir düzenlemeye gitmiyor?

En son katıldığım bir bakanlık projesi toplantısında bir bakanlığın yetkilileri, daha ham yani sıfır plastikten üretilen ambalajlardaki kimyasal tehdidini bile tam konuşamamışken, geri dönüşüm denilen son derece zehirli bir prosesin sonucu üretilen plastiklerin gıdayla teması konusunda yasa değişikliği için çalıştıklarını ballandıra ballandıra anlatmışlardı. Gerekli çekinceleri belirtmiş olsak da bir şeyin değişmeyeceğini bilmek biraz can sıkıcıydı çünkü ne yasayı hazırlayanlar ne de buna sevinenler konudan zerre haberdar olmadıkları için, bahsedilen çekinceleri “ama Avrupa’da böyle” gibi bir argümanla savunuyorlardı.

Bakın bugün plastik ambalajların içerisinde hangi kimyasalların olduğunu ve bu plastiklerdeki gıdaları tüketince ne düzeyde mikroplastiğe ve kimyasala maruz kalınacağına dair bir uyarıyı bir etiket şeklinde plastiğin üzerine yapıştırsak emin olun elinizi bile sürmekten imtina edersiniz. Ancak bunu yapmak ne şimdi ne de yakın gelecekte mümkün değil. Neden mi? Çünkü milyon dolarlık plastik endüstrisi buna izin vermemek için elinden geleni ardına koymaz.

İklim krizi konusunda adım atmayı kişisel önlemlere indirgemenin de arkasında yine aynı endüstri var. Çünkü canlıların sağlığı, doğmamış bebeğin kanı ya da yeni doğmuş bebeğin içtiği sütün ya da beslendiği gıdanın temizliği sadece bir detay! Daha depozito iade sistemini bile doğru düzgün kuramıyoruz, sırf bu işin ana aktörü olan ambalajlı içecek satıcıları ayak direttiği için! Tek kullanımlık plastikler konusunda adım bile atılamıyor çünkü bunun üreticileri bunu istemiyor ve karar alım süreçlerinde de bilimsel bilgiden daha etkililer. Henüz bu basit adımları bile atamıyorken plastik üretim süreçlerinin beşikten mezara şeffaf olmasını beklemek ne yazık ki şimdilik başka baharlara kalıyor. Bize de bilmediğimiz ve görmediğimiz üretim süreçlerinin yine bilemediğimiz ve göremediğimiz zehirlerinden korkmak ve bunlarla mahvolmak kalıyor.

 

 

Svante Pääbo: Heyecan veren bir ödül – Kenan Mortan

Nobel Edebiyat Ödülü Fransız Annie Ernaux’e verildi. Gerekçe çok anlamlı: Kişisel  hafızanın köklerini ve kolektif  kısıtlamalarını  ortaya  çıkarmadaki  cesareti ve soğukkanlı keskinliği..

Dört romanını Türkçeye Can Yayınları kazandırmış. “Kürtaj” adlı romanı, filme konu oldu, Venedik’te Altın Aslan Ödülü aldı.

Ama ben bugün sizlere 2022 Nobel Tıp Ödülü ‘nün sahibi  Prof. Svante  Pääbo’yu anlatmak istiyorum, heyecan verici  bir öykü…

Nobel Tıp Ödülü ‘imkansız görünen bir görevi başaran’ Pääbo’ya

Nobel ödüllerinin gerekçesinde tanımlama vardır, yargı yoktur, “neden verildiği” anlatılır. Bu defa farklı oldu. Nobel Komitesi  bu yılki Tıp Ödülü için “İmkansız görülen bir görevi başardı” ’ifadesini kullandı. Devamı şöyleydi: “Keşifleri bizi insan yapan eşsiz özelliklerin araştırılması için temel sağlıyor.” 

Dr.  Pääbo, Neandertal genomunun dizilimini gerçekleştirdi, nesli  tükenmiş  canlıların genomik bilgisini inşa etti, paleogenomi  bilim dalına öncülük etti. Bitmedi; insan türünün akrabası olan “denisovalı”ları keşfetti. İnsanın evrimsel  tarihinde yeryüzüne nasıl yayıldıkları kanıtladı.

İsveçli bilim insanı Dr. Pääbo (doğ.1955) hep eski ve bozulmuş  genetik materyalle ilgilendi, Sibirya’da 2008’te bulunmuş bir parmak kemiğinden elde edilen DNA’nın dizilişini  gerçekleştirdi, bununla  Neandertallerin  hem insandan hem de şempanzeden farklı  olduğunu kanıtladı. Homo sapienslerin 70.000 yıl önce Afrika’dan göç ettikten sonra Avrupa’da yaşayan Naendertallerle çiftleştiğini anladı. İnsan DNA’sının  yüzde 1-4’ünün  Naendertallerden geldiği  belirledi.

Hastalık olarak “’Tip 2” diyabetiği onların  armağanıydı. Homo sapiens, bu göç sonrası  o güne dek bilmediğimiz ‘’denisovalılar’’la da çiftleşmişti. Güney Asya insanının DNA‘sında denisovan genleri vardı. Bu genetik miras vücutlarının düşük oksijen düzeyleriyle mücadele etmelerine yardımcı oluyor ve yüksek enlemlerde hayatta kalmasını sağlıyordu.

İşte bu kadar…

İlk insanın dünyaya yayılımı ve kimlerle çiftleştiği ve birbirinden gen alışverişi yaptığı konusunda artık sağlam bilgilere sahibiz.

Buna şapka çıkarılır…

Babadan oğula geçen ‘merak’

Dr Svante  Pääbo,  eğitiminin tümünü  Avrupa ülkelerinde aldı. Lisans ve yüksek lisansı İsveç’ten. Çok farklı alanlardan beslendi. Önce dil ve çeviri okudu. Sonrasında Rusça ve Ejiptoloji öğrendi. Tıp lisansı aldı ve fizyoloji ihtisası yaptı.

Babası Dr. Sune Bergstrom  “Homo sapiens’lerin  Afrika’dan  dünyaya yayıldıklarını” kanıtlayarak 1982’de Tıp Nobel’ini almıştı. Bunun bir tesadüf olduğunu hiç sanmıyorum. “Merak” dediğimiz  yetinin ikinci kuşakta devamı diyelim buna. Bununla, bir baba ve oğula ilk kez Nobel Tıp Ödülü verilmiş oldu.

İnsanlığa basamak atlatan, Darwin’in Evrim Teorisi‘ni pekiştiren, soluksuz bir mesainin sonucu olan bu bulgular -gelin bu işe bir keşif diyelim-, müthiş mi müthiş keyifli…

*

Yaşar Kemal usta, Alpay Kabacalı’yla uzun söyleşisinin  bir yerinde şöyle  sesleniyor: İnsanın iki dünyası var. Bir tanesi insanın düş dünyası , mit  dünyasıdır. O dünyayı yaratır, sıkıştığı zaman o dünyaya sığınır. Bu iki dünya kesişmiyor. İkisini birden yaşıyor insan.’ 

Dünyada tekstil sektörünün kirli ‘normalleri’

24 Nisan 2013’te Bangladeş’te sekiz katlı bir bina çöktü ve içeride çalışan üç binin üzerinde tekstil işçisinin 1.133’ü hayatını kaybetti. Rana Plaza Faciası olarak anılan bu olaya katliam demek için elimizde çok sebep var.

Tekstil sektörünün tüm dünyada geçerli olan normallerini konuşmak için Rana Plaza’dan çokça bahsetmek gerekli. Çünkü bu örnek hem bütün hak ihlallerini ortaya koyuyor hem de bu kadar büyük bir faciaya kayıtsız kalamayan dünya kamuoyu sayesinde yaşanan iyi yöndeki gelişmelerin sürdürülebilirliği tehlikede.

Bangladeş dünya hazır giyim üretimi haritasındaki en büyük üretici hacme sahip ülkelerden biri. Bunun sebebi ise işçilerin güvencesiz, haklarından mahrum bir şekilde çok zor koşullar altında çok ucuza çalıştırılıyor olması, yani markalara çok ucuza üretim yapılabiliyor olması.

Göz göre göre gelen katliam

Rana Plaza katliamı gerçekleştiği sıralarda tekstil işçileri haftada 80 saate kadar çıkabilen mecburi mesailerle ayda ortalama 38 dolar ücret alıyorlardı.

Bir gün önceden binada oluşan çatlaklar nedeniyle belediyenin tehlikeli raporu vermesi üzerine binadaki bazı banka ve dükkanlar boşaltılmıştı. Bu koşullarda binaya girmeyi reddeden tekstil işçileri patronlarının işten çıkarmakla tehdit etmesi sonucunda girmek zorunda kaldılar. Bu ücretlerle ve koşullarla çalışmak, insanları bir gün bile çalışmamanın getireceği açlıkla karşı karşıya bırakıyor ve patronların tüm isteklerine boyun eğmek zorunda kalıyorlar. Bir gün işe gitmemek karşılığında üç gün ücretsiz çalışmak veya işsiz kalmak, belediye tarafından tehlikeli olarak işaretlenen kaçak bir yapıya girmek zorunda kalmak bunlardan yalnızca birkaçı. Yoksullukla mücadele eden ülkelerdeki küçük üreticiler bu hak ihlallerini bizzat hükümetlerin görünmez desteğiyle yapabiliyorlar. Türkiye’deki durumun da gittikçe kötüye gittiğinden bahsetmiştik.

Şunu belirtmek gerek Rana Plaza ne ilkti ne de bir istisna; tekstil fabrikalarındaki bu koşullar sektörün normaliydi ama batının ilgisi bu kadar büyük bir katliam olmadan oraya çekilmedi. Bu faciadan kısa bir süre önce Tazreen hazır giyim fabrikasında çıkan yangında 117 kişi yaşamını yitirmişti ve tekstil işçilerinin bu koşullara karşı mücadelesi sürüyordu. Ama o sırada tekstil işçilerinin koşullarını iyileştirmeyi hedefleyen Clean Clothes Campaign (CCC)’nin kampanyasına yalnızca 2 şirket imza atmıştı.

Bangladeş Yangın ve Bina Güvenliği Anlaşması’nın getirdikleri 

Rana Plaza faciasına kadar kafasını diğer tarafa çevirmeyi sektör normali haline getiren dünya bu görüntülerden sonra adımlar atmak zorunda kaldı ve Mayıs 2013’te Bangladeş Yangın ve Bina Güvenliği Anlaşması (Bangladeş Accord) imzalandı.

70 uluslararası marka ve uluslararası ve Bangladeşli sendika ve sivil toplum kuruluşları arasında imzalanan anlaşma yasal olarak bağlayıcı olmasıyla bir ilk. Markalara işyeri güvenliği ile ilgili konularda Bangladeş yasalarının şart koşmadığı yükümlülükler getiriyor ve temelde Bangladeş hazır giyim sektöründeki çalışma koşullarını iyileştirmeyi amaçlıyor. Markaların tedarik zincirindeki şirketlerle ve bu şirketlerde çalışan işçilerle ilişkilerinde yeni sorumluluklar yükleyen ve iyileştirmelerin finansmanını yüklenmesini sağlayan anlaşmanın uygulanmasından Uluslararası İşçi Örgütü (ILO) sorumlu. ILO’nun yönetim kurulu başkanını atama yetkisi var ve Bangladeş Devleti de anlaşmada rol ve sorumluluk sahibi. Kısacası anlaşma o güne kadar sorumluluk almayan/almaktan kaçan herkesin mecburen oturduğu bir masa.

Rana plaza öncesinde yalnızca iki şirket CCC’nin işçi haklarını iyileştiren kampanyasına katılmayı kabul etmişken Bangladeş’te üretim yaptıran birçok uluslararası marka yalnızca 1.133 kişinin ölümüyle dünyanın dikkatinin çekildiği enkazda etiketleri görüldüğü veya iş anlaşmaları ortaya çıktığı için bu anlaşmayı imzalamak zorunda kaldılar. Bu enkazda gördüğümüz etiketlerin arasında Bangladeş’te üretim yaptıran LC Waikiki, Defacto, Seven Hill, Rodi Jeans, Batik, Colin’s ve Collezione gibi Türkiyeli şirketler de vardı. Bu şirketlerin en öne çıkanlarından, Türkiye’de hazır giyimin en geniş tedarik zincirine sahip LCWaikiki marka adı tüm haberlerde öne çıkana kadar bu anlaşmayı imzalamamak için direndi. Sonunda imzaladığında bunu marka imajını düzeltmek için yaptı, hayatta olan ve çalışan işçilerin yaşam koşullarını iyileştirmek veya ölenlerin ailelerine tazminat ödemek için değil.

Bangladeş Accord tehlikede

O güne kadar işçilerin yaşam koşullarında iyileştirmeye yanaşmayan markaları ve devleti masaya oturttuğu için çok önemli olan Bangladeş Accord, beş yıllık imzalandığı için devamlı tehlikede. Çünkü markalar her yıl 2013’teki kadar yoğun bir şekilde imaj düzeltmek gereği duymuyorlar. İşçilerin haklarını gözetmek fazla maliyetli olduğu için bunu düşürmek istiyorlar veya imzalamaktan vazgeçiyorlar ya da anlaşma şartlarında pazarlık yapıyorlar.

Bangladeş Devleti de uluslararası büyük şirketleri üzmektense işçilerin haklarını gasp etmeyi tercih ettiği için anlaşmanın neresinde durduğunu tahmin etmek zor değil.

Yangın ve Bina Güvenliği Anlaşması’nın kalıcı hale getirilememiş olması tekstil sektöründeki büyük tehlikelerden biri ama tek sorun değil. Bu anlaşmadaki bir diğer durumsa uluslararası sendikalar ve Bangladeş’teki işçilerin ortaklaşamadığı noktalar. Özellikle işçilerin talepleri odağından markaların makul bulduğu çizgiye getirilmiş olması eleştirileri mevcut.

Tekstil sektöründe devletlere, markalara, büyük ve küçük üreticilere, hatta sendikalara sorumluluk yüklerken bu ürünleri kullanan tüketiciler olarak sorumluluğumuzu yok sayamayız.

Tedarik zincirinin çok katmanlı olması üretimin en ucundaki insanların koşullarına tanıklık etmemizi zorlaştırıyor olabilir ama imkânsız değil. Bu teknoloji ve iletişim çağında bunu görmüyor olmamız, bakmıyor oluşumuzla ilgili. Daha ucuza daha çok giysi alabilmek için dünyanın her yerindeki tekstil işçilerine arkamızı döndüğümüz sürece işçiler bu zor koşullarda yaşamaya ve ölmeye devam edecekler.

 

Kentler için Küçük Sözlük

Bu köşede genel olarak kentlerle, ama özel olarak Türkiye’deki kentlerle (metropol özellikleri olanlardan, kasabalara kadar bütün kentlerle) ve çoğu kez, güncel olan kentsel durumla veya sorunlarla ilgili yazılar/ küçük tartışma metinleri yer alıyor. Ama bazı haftalar farklı bir yaklaşımla (ve itiraf etmek gerekiyor ki oldukça öznel) küçük bir tanımlar listesi gibi de düşünülebilecek bir dizinin ilginç hatta belki de işe yarar olabileceğini düşünüyorum. Bu yazıların başlığı “Kentler için Küçük Sözlük” olacak.

Belli bir terimle ilgili birer paragraflık açıklamalar olarak düşünülebilecek bu küçük sözlükteki tanımlar, tam ve eksiksiz olmayacak. Bazı durumlarda aynı terim/ konu/ başlıkla ilgili yeni paragraflar eklenebilecek veya gelişmelere göre yeni (düzeltilmiş/ geliştirilmiş) açıklamalar yapılmaya çalışılacak. Bu “sözlük”, bir sözlük standardında olmayacak. Yani terimle ilgili son sözü söylemiş ve en geçerli, kalıcı, doğru ve eksiksiz tanımı getirmiş olmayacak. Daha çok ortak bir kavram havuzu oluşturabilmek için, tartışma başlıkları listesi gibi düşünülebilecek bir çalışma olacak.

Maddeler neyle ilgili olacak?

“Küçük Sözlük”ün bir yararı konu ya da kavramla ilgili bir tek paragrafın sağlayabileceği kesintili ama sıçramalarla çeşitlilik sağlayan yaklaşımın okuyucuyu sıkmaması, bir konu etrafında dolaşıp durduğu için giderek ağırlaşmadan güçlü (ama her zaman tartışmalı) ifadeleri, kapsamlı ama yoğunlaştırılmış düşünceleri derişik ve dinamik bir biçimde iletmek olacak.

İşlevi de (ya da o kadar iddialı olmasa da amacı), kolay okumayla hatta belki eğlenceli bir okumayla kent üzerine düşünmeyi yüreklendirmek olacak. Kentte (yaşadığımız kente veya dünyanın herhangi bir kentinde) gündelik olarak olup bitenleri anlamlandırabilmek için bazı kavramların nasıl işe yarayacaklarını keşfetmek vb. türünde küçük ve öznel kazanımlar sağlanabilecek.

Bu listede/ sözlükte yer alacak terimler/ kavramlar veya her türlü kentsel ögeler, gündelik yaşamda kentte geçerli olan bazı terim/ adlandırma/ mecaz veya sloganları vb. olabilir.

Düşünmeyi ve daha derli-toplu bir anlamın ortaya çıkabilmesini sağlamak için kavramları/ konuları sınıflandırmak yararlı olacak: Kentlerde barınma/ konut ile ilgili başlıklar, ulaşımla kent içi dinamizmle ilgili başlıklar, ayrımcılıkla ilgili başlıklar, ekolojik durum ve kısıtlarla/ kirlenmeler veya korumalarla ilgili başlıklar, yoksullukla ilgili başlıklar, çalışma durumu/ çalışma ve üretim biçimleriyle ilgili başlıklar vb. gibi sınıflandırmalar yapılabilir.

Nasıl yazacağız?

“Küçük Sözlük”ün asıl ilginç ve eğlenceli yanı okuyucuların da kendi kentsel yaşamlarında gördükleri/ gözlemledikleri olaylar/ olgular ya da nesneler hakkında bir sözlük maddesi yazmaları için, burasın açık bir köşe gibi kullanılmasıyla sağlanabilir. Maddeler, bilinen anlamların bir sözcük açıklaması gibi olabileceği gibi öznel bir bakış açısıyla yazılmış ve belki daha önce düşünülmemiş yeni anlamalara doğru düşündürücü fikirler de olabilir. Metro herkesin bildiği ve kullandığı bir araç, ama bu araca başka bir açıdan bakılması/ değerlendirilmesi; işlevlerin, belki fiilen olan ama bir tanım olarak daha önce kayıt edilmemiş bir biçimde ifade edilmesi gibi olabilir.

Yukarıdaki paragrafları yazmak, yapılması düşünülen işin aşağı-yukarı “ekşi sözlük” gibi bir deneye ne kadar benzediğin düşündürdü. Gerçekten çok benzer bir öneri, ancak farkı şu ki sadece kente ve kentin mekansal ve toplumsal (ki zaten bu kavramlar ilişkilidir), gece ve gündüz, dururken ve hareket ederken vb. bütün hallerine bir bakış içerecek. Kesik-kesik ama belki ileride bir anlam bütünlüğü yaratarak kentlerin hallerine ve içinde bulunduğu durumun farklı kesimlerden, değerlendirme yaklaşımlarının gözünden nasıl algılandığına ve yorumlandığına dair derlemeler için bir birikim oluşturulabilir?

Bu son özellikler “Sözlük”ü  galiba Christopher Alexander’in “A Pattern Language (Bir Örüntü Dili)” kitabına getirdi. Bu çok “kadim” kitaplar[1], insan yaşamındaki çok çeşitli kipleri/ davranışları/ yapma biçimlerini veya örüntüleri yapılarla ilişkilendirerek, oldukça öznel bir bakış açısıyla anlatıyor. Bir küçük örnek vermek gerekirse; kentsel ölçekte bazen “ karnaval, sessiz yerler, ulaşılabilir yeşil, küçük kamusal meydancıklar, yüksek yerler, sokaklarda dans etmek, havuzlar ve ırmaklar, doğum yeri, kutsal yer” gibi örüntüler tanımlanıyor/ tartışılıyor. Ama kitapta tek yapı birimi ölçeğinde de “kalın duvarlar, odalar arasındaki dolaplar, güneş gören mutfak tezgahları, açık raflar, yoğun ve karışık kullanılan tezgahlar vb.” gibi yüzlerce örüntü anlatılıyor.

Galiba bu kitap hem olan-biteni anlama, hem de hayal kurma, nasıl bir kent istediğimize dair örüntüler ya da bir örüntü dili geliştirmek bakımından daha iyi bir örnek olacak.

Barınma ile ilgili terimlerle bir deneyelim:

Barınma

Gerçekte “konut sorunu” olarak ifade edildiğinden daha geniş yorumlanabilecek bir hak/ kentli hakkı olarak kabul edilen, mülkiyet ya da yasal bir koşul gerektirmeyebilecek ama mutlaka her insan-birey/ aile veya bir arada bulunan insan topluluğu/ canlı için sağlanması gereken bir hizmet. Hizmetin sağlanması bir kamu yönetimine (devlet ya da belediye vb. gibi) düşen bir görev olabileceği gibi uluslararası bir örgütlenmeden yerel örgütlenmelere kadar herhangi sivil girişime de düşebilir. Terim, kar amacı ya da ekonomik bir amaç olmaksızın sağlanması gereken, gündelik yaşamı (en alt koşullarda/ standartlarda sağlasa bile) sürdürebilmek için gerekli fiziksel ve toplumsal-kültürel “barındırma” koşullarının oluşmasını gerektirir. Son cümleler daha çok sığınmacıları, ani göç akımlarını, afet durumunu, en yoksulları vb. çağrıştırıyor olabilir. Ancak barınma, bütün insanların ve diğer canlıların ihtiyacı olan ve birbirinden çok farklı biçimlerde ve düzeylerde, doğa koşullarına veya insan eliyle yaratılmış tehditlere karşı koruma sağlayan bir kabuğun (çadırdan-mağaradan, bütün konforları sağlanmış çatılı yapılara kadar) biyolojik ve psikolojik/ sosyal-psikolojik korumaları sağlamasıdır. Geçici veya kalıcı olabilir, ancak barınma canlıların hem en temel hakkı, hem de en genel ve öncelikli ihtiyacı olarak düşünülmeli ve her koşulda, örgütlü ya da örgütsüz bireyler ve kurumlar tarafından sürekli geliştirilebilecek bir biçimde düzenlenmelidir.

[Yukarıdaki örnekte görülebileceği gibi, barınma maddesi o kadar kapsamlı ki bir paragrafa asla sığabilecek gibi değil. Ama yine de kavramın özüne dair bazı özellikler yakalanmışsa daha ekolojik, daha sosyolojik, daha örgütsel ya da daha teknik (diyelim mimari vb.) bakımlarından ek sözlük maddeleri yazılarak daha kapsamlı bir anlamanın sağlanması yoluna gidilebilir.]

Bir de konut başlığını (sosyal konut, toplukonut, gecekondu, vb. türü özel halleri şimdilik bir yana bırakarak) deneyelim:

Konut

Konut, “ev” kavramına göre daha teknik veya daha nesnel olarak düşünülse bile içinde gündelik yaşamın bütün kiplerinin yer alabileceği, çok düşük yapı standartlarından çok üstün standartlara kadar insan/ aile/ küçük topluluk barınmasını sağlayacak fiziksel bir yapı olarak tanımlanabilir. Konut, kentsel bir hak olmakla birlikte, barınma kadar öncelikli bir hak olarak düşünülmeyebilir. Çünkü konut, genellikle toplumun içinde bulunduğu ekonomik ve hukuki sisteme göre bir mal/ meta ya da nesne veya sağlanmış hizmet türü vb. olarak da kodlanmış olabilir. Konut, hem biyolojik gereksinimlerin ve günlük yaşam rutininde yerine getirilmesinde istenebileceklerin olası karşılıklarını mekansal olarak sağladığı gibi, ruhsal/ psikolojik olarak da (başta mahremiyet olmak üzere) gereksinimlerin insan onuruna yakışır bir düzeyde sağlayan bir fiziksel yapı olarak düşünülebilir. Ancak konut çoğu kez (özellikle kapitalist toplumlarda) bir mal ve mülk olarak düşünülen ve konut gereksiniminin karşılanmasında mülk-konut yaklaşımının ön planda tutulduğu bir nesne olarak düşünülür ve planlanır ve kentsel rant yaratımı ve denetimi bakımından en işlevsel olan kentsel kullanıştır.

*

[1] Christopher Alexander- Sara Ishikawa- Murary Silverstein (1977), A Pattern Language Towns Buildings Construction, Oxford University Press, New York
Christopher Alexander (1979), The Timeless Way of Buildig, Oxford University Press, New York

 

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Küçük insanlar, büyük hayaller: Frida Kahlo

“Coyaacan’da doğdu. Küçüklüğünde garip bir hastalığa yakalandı o yüzden bacaklarından biri incecik kaldı. Ama o cesur bir kız olmaya karar vermişti. Onu farklı kılan bir şeye sahipti. Bir gün bir otobüse bindi ve… eski hayatı sona erdi… bir ayna sayesinde birleşmiş kaşlarını gösteren otoportreler çizmeye başladı.”

Kitap Meksikalı ressam Magdalena Carmen Frida Kahlo Calderon’un çocukluğundan başlayarak onun resim sanatı ve kişisel hayatına dair önemli eşikleri okurla paylaşıyor. Bir süre sağlık nedenleriyle yatakta kalmak zorunda olan Frida, önce ayağının resimlerini sonra da tavana yerleştirilen bir ayna yardımıyla otoportrelerini çiziyor. Hastalığın kendisini esir almasına izin vermeyen Frida, çizdiği resimleri Meksika’nın ünlü ressamı Diego Rivera’ya gösteriyor, iki ressamın resme olan tutkuları onları birbirine yaklaştırıyor ve evleniyorlar. Frida dünya ölçeğinde tanınan bir ressam haline geliyor. Hayata veda etmeden önce çizdiği son resmin adını ‘Yaşasın Yaşam’ koyuyor.

Hiç bitmeyen mücadele azmi

Kitap Frida Kahlo’nun hayatında bir sürü iniş çıkış olmasına rağmen hiç bitmeyen mücadele azmine vurgu yapıyor. O olumsuzluklar karşısında yılgınlığa kapılmıyor, onları sanatının birer aracı haline getiriyor. Bir insanın yaşayabileceği en kötü tecrübe bile onun fırça darbeleriyle güzel bir tabloya dönüşüyor. Doldurduğu zamanı sevgiye, mücadeleye, tutkuya ve resme dönüştürüyor ve bütün dünyada iz bırakan kadın ressamlardan biri oluyor. Yaşadığı dönemin ve sağlık sorunlarının çok ötesine geçerek sadece küçük okurlar için değil bütün insanlık için olumlu bir model oluyor.

Frida Kahlo kitabının görsellerinde Meksika’nın öne çıkan giyim özellikleri, Frida’nın bitişik kaşları ve çizdiği tablolar öne çıkıyor. Frida Kahlo, “Küçük İnsanlar&Büyük Hayaller” kitap serisinde yer alan on altı kitaptan biri. Seride aktrist Audrey Hepburn’dan boksör Muhammed Ali’ye kadar dünyada iz bırakmış birçok tanınmış insan var.

Küçük İnsanlar&Büyük hayaller-Frida Kahlo kitabı Maria İsabel Sanchez Vegara tarafından yazılmış. Resimlemeler Gee Fan Eng’e ait ve Martı Çocuk Yayınları’ndan çıkmış. Türkçeye çeviren ise Nazlı Gürkaş.

Maria Isabel Sánchez Vegara

İspanya’nın, Barselona şehrinde doğan Maria Isabel Sánchez Vegara, çocuk kitapları için yeni ve yaratıcı konseptler araştıran yazar ve yönetmen. 15 yıldan fazla süredir bir reklam ajansı için çalışıyor. Sanchez Vegara, çocuklar ve popüler kültür arasında yeni ve taze bir ilişki kurmayı amaçlıyor, yaratıcılığı öğrenmeyle birleştiriyor.

Bir ayda Avrupa’da iki bin çocuk sığınmacı kayboldu

Avrupa İstatistik Ofisi’nin (Eurostat) verilerine göre Temmuz ayında, Avrupa genelinde 2 bin çocuk sığınmacı ‘ortadan kayboldu’. Avrupa’daki sığınma merkezlerine başvuran reşit olmayan yabancı uyruklular, daha sonra yetkililere haber vermeden bu merkezleri terk etti.

En fazla “kayıp vakası” Bulgaristan ve Avusturya’da meydana geldi. Avusturya’da bu yıl  içerisinde çoğu Afganistan kökenli toplam beş bin çocuğun mülteci barınma merkezlerinden ayrıldığı belirlendi.

BBC Türkçe’den Yusuf Özkan’ın haberine göre; uzmanlar, reşit olmayan sığınmacıların nereye gittiği konusunda yeterli denetim olmadığını ve bunların büyük bölümü, insan tacirlerinin eline düştüğünü söylüyor.

Hollandalı kamu yayıncısı NOS’a göre, Avrupa’da refakatsiz çocuk sığınmacı sayısı artmaya devam ediyor.

Eurostat verilerine göre, Temmuz ayında Hollanda’daki tüm sığınma başvurularının yüzde 17’si refakatsiz yabancı uyruklu çocuklar tarafından yapıldı. Bu, Temmuz ayında Avrupa Birliği (AB) ülkeleri içersindeki en yüksek, reşit olmayan sığınmacı başvurusuydu.

Temmuz ayında, birlik genelinde iki bin çocuk sığınmacı, iltica başvurusundan sonra haber vermeden kampları terk ederek kayıplara karıştı.

Sığınma başvurusu sonrası, mülteci merkezlerinden haber vermeden ayrılan çocuklar konusunda da en yüksek orana sahip olan ülkeler, Bulgaristan ve Avusturya oldu.

Avusturya Mülteci Ajansı uzmanlarından Lisa Wolfsegger‘e göre, Viyana hükümeti, Dublin Tüzüğü uyarınca, reşit olmayan sığınmacıları, ailelerinin bulunduğu ülkelere gönderiyor. Bu nedenle bazı çocuklar, başvurudan hemen sonra haber vermeden kampları terk ediyor.

İnsan kaçakçılarının avı: Kampların dışında bekliyorlar

Avusturya’da sığınmacıların ilk başvuru yaptıkları Traiskirchen kampının aşırı kalabalık olduğuna işaret eden Wolfsegger, NOS’a, “Kampta 400’ü reşit olmayan iki bin sığınmacı var ve denetim yok” dedi.

Avusturyalı uzmana göre, kamplarda sırt çantası ile dolaşan çocukları, dışarıda insan kaçakçıları bekliyor.

Viyana hükümetinin, kayıp sığınmacı çoçuklar konusuna yeterince önem vermediğini savunan Wolfsegger, reşit olmayan mültecilerin bakım altına alınmasını ve korunmasını istiyor.

Hollanda’daki Groningen Üniversitesi Çocuk ve Göç Hukuku Araştırma Merkezi‘nden Lamper Zijlstra, kayıp sığınmacı çocuklar konusunda insan tacirlerinin kesinlikle fazla güce ve etkiye sahip olduğunun altını çiziyor.

Zijlstra‘ya göre, uzmanların elinde, reşit olmayan sığınmacıların Avrupa’da nasıl haraket ettiğine dair çok az bilgi var. Hollandalı uzman, savunmasız çocukları ilgilendiren bu konuda ortak bir Avrupa yaklaşımına ihtiyaç duyulduğunu vurgulayarak, “Ama ne yazık ki henüz bu konuda bir adım yok” diyor.

Hollanda’da da Ağustos ayına kadar 85 çocuk, haber vermeden sığınma merkezinden ayrıldı. Araştırmacı gazeteci Sanne Terlingen, kayıp çocukların çoğunun insan kaçakçılarının eline düştüğünü söylüyor.

Hollandalı gazeteciye göre, kayıp Vietnamlı çocuklardan ikisi, İngiltere’nin Essex kentindeki bir soğutmalı kamyon kasasında ölü bulundu.

Terlingen, insan kaçakçılarının baskısı altındaki Vietnamlı çocuk sığınmacıların İngiltere, Almanya ve Belçika‘da kenevir tarlalarında ve “güzellik salonlarında” sömürüldüğünü belirtiyor.

Konser yasakları sürüyor

Sanatçıların konserlerine karşı resmi makamların yasakları sürüyor. Şırnak Üniversitesi Rektörlüğü, müzisyenler Erkan Oğur’un ve İsmail Hakkı Demircioğlu’nun 10 Ekim’de 15 Temmuz Kongre ve Kültür Merkezi’nde  vermesi planlanan konser için yapılan salon talebini reddetti. Müzisyen Tuna Kiremitçi’nin İBB Güngören Erdem Beyazıt Kültür Merkezi‘nde vereceği konser ise sanatçının yaptığı açıklamaya göre kandil gerekçesiyle iptal edildi.

Konseri iptal edilen sanatçılardan Erkan Oğur, sosyal medya hesabından şu açıklamayı yaptı:

“10 Ekim Pazartesi günü Şırnak Üniversitesi 15 Temmuz Kongre ve Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilmesi planlanan Erkan Oğur- İsmail Hakkı Demircioğlu konserimiz salon tahsis talebimizin reddedilmesi nedeniyle iptal edilmiştir. Bilet alan dinleyicilerimiz biletlerini bilet satış noktaları üzerinden iptal edebilirler.”

Bir yasak da Tuna Kiremitçi’ye

Müzisyen ve yazar Tuna Kiremitçi de konseri iptal edilen isimler arasında. 

Kiremitçi, bugün İBB Güngören Erdem Beyazıt Kültür Merkezi‘nde vereceği konserin ‘mevlit kandili’ gerekçesiyle yasaklandığını duyurdu.

Tuna Kiremitçi sosyal medya hesabı üzerinden konuya ilişkin şu açıklamada bulundu:

“Konserimizi son anda yasaklayan hükümet erkanı: Ne yapmak, nereye varmak istemektesiniz? Şarkılardan bu korku niye?”

Yasaklanan diğer konser ve etkinlikler:

‣Kürtçe müzik konserini ‘gerekli izinler alınmadı’ diye iptal eden belediye, pankartı kendi asmış
Niyazi Koyuncu ve Apolas Lermi’nin konserlerine de engel
ODTÜ ve YTÜ konserleri iptal edildi
‣İrem Derici’nin Elazığ’daki konseri de iptal!
‣Eskişehir’de 15 gün tüm etkinlikler yasak
‣Kozlu Müzik Festivali iptal edildi
‣Bursa Valiliği’nden Medea’ya Göre Ahlak’ oyununa yasak
‣Zeytinli Rock Festivali de yasaklandı