Ana Sayfa Blog Sayfa 162

[Bir şarkının hikayesi] You don’t have to say you love me / Dusty Springfield

Mezzo soprano sesiyle, soul ve caz müzik türlerinde şarkılar söyleyen ve dramatik baladları ile de tanınan İngiliz şarkıcı Dusty Springfield, kardeşleri ile kurduğu folk vokal trio’sundan sonra, 1963 yılından itibaren müzik hayatına solo olarak devam etti.

Birkaç şarkısı ile İngiltere’de listelere girmeyi başarmış olsa da, solo müzik kariyerinde henüz bir imza şarkısı olmayan genç şarkıcı, 1965 yılında “San Remo İtalyan Müzik festivaline “konuk sanatçı sıfatı ile davet edildi.

Eurovision Şarkı Yarışması‘na da ilham kaynağı olan ve her yıl adını da aldığı İtalyan Riviera’sının turistik beldesi San Remo’da yapılan festival, 1951 yılından itibaren İtalyan müziğine birçok genç yeteneği kazandırmıştı. Yarışmanın 1953 ve 1971 yılları arasındaki formatı ise şimdikinden farklıydı. Tüm şarkılar, yarışmanın bir şarkıcı yarışmasından çok bir şarkı yarışması olduğunu belirtmek için iki farklı şarkıcı tarafından seslendiriliyor ve her şarkıcı kendi orkestra düzenini kullanıyordu.

Nakarat ayarı: Sevmene de sevdiğini söylemene de gerek yok!

Dusty Springfield, iki İtalyan şarkısını seslendirse de finallere katılma hakkı kazanamamıştı. Fakat iyi bir gözlemci olan genç şarkıcı, elinde bloknotu ile diğer yarışmacıların şarkılarını dikkatle dinleyip not alıyordu. Şarkının sözlerinden tek kelime dahi anlamamış olsa da, finale kalan şarkılardan, Pino Donaggio’nun seslendirdiği, “Io,che non vivo piu di un’ora senza te ” (Sensiz bir saat bile yaşayamayan ben), onu fazlasıyla duygulandırmıştı. Şarkının İngilizce aranjmanını yapmaya kararlı olan Springfield, Donaggio’nun şarkısının asetat kaydını alarak Londra’ya döndü.

Springfiled’in bu isteğini gerçekleştirmesi biraz zaman alacaktı. Mart 1966’da Donaggio’nun görkemli ve cesur şablonuna sadık kalarak, stüdyoda şarkının müzik kaydını yaptılar fakat ellerinde henüz şarkı sözlerinin tercümesi yoktu. Springfiled’in arkadaşı olan Wicki Wicham, Yardbirds grubun menajeri ve arkadaşı olan Simon Napier-Bell’e bir akşam yemeğinde konuyu açtı. İtalyanca sözleri anlamamışlardı ve ikisinin de daha öncesinde şarkı sözü yazma deneyimi yoktu.

İlk olarak akıllarına gelen aşk karşıtı bir şarkı yazmaktı ve nakarat olarak “You Don’t Have To Love Me” (Beni sevmene gerek yok) sözlerini kaleme aldılar.  Ancak bu sözler müziğe uyum sağlamıyor ve bir hece daha eklemek gerekiyordu. Nakarat, “You Don’t Have to Say You Love Me” (Beni sevdiğini söylemene gerek yok) şeklinde değiştirilince, artık şarkı başka bir yöne evrilmişti ve ortaya hayal kırıklığı, fedakarlık ve aşka teslimiyeti anlatan bir hikaye çıkmıştı.

Sana ihtiyacım olduğunu söylediğimde
Her zaman yanımda kalacağını söylemiştin.

Değişen ben değildim, sendin ve şimdi sen gittin,
Beni sevdiğini söylemene gerek yok, sadece yakınımda ol
Sonsuza kadar kalmana gerek yok, bunu anlarım.

Springfield şarkıyı söylemek için stüdyoya girdi ama kendi performansını bir türlü beğenmiyordu. Sözleri istediği duygusallıkta aktarmak için 47 deneme yapması gerekecekti. Sonunda, doğru akustiği elde etmek için bir merdiven boşluğuna sığındı ve şarkı sözlerini uzatarak, buğulu sesiyle eşsiz bir performans sergilemeyi başardı. Müziğin güçlü duygusal temasından da faydalanarak, aşk acısını, gururu, kırgınlığı ve her şeye rağmen bitmeyen umudunu dinleyiciye aktarmayı başarmıştı.

Dusty Springfield bu şarkısıyla İngiltere’de 1 numaraya yükseldi. Sanatçı, başarısını Atlantik’in öteki yakasına da taşımış ve Bilboard Hot 100’de dördüncü sıraya kadar yükselmişti. Rolling Stone dergisi 2004 yılında şarkıyı, “Tüm zamanların en iyi 500 Şarkısı “listesinde 491’nci sırada gösterdi.

Anısını onurlandıranlar

Şarkıya, içinde Cher, Dany Brillant, Tony Dallara gibi ünlülerin de bulunduğu birçok sanatçı cover yaptı. En çok bilineni ise 1970 yılında Elvis Presley’in yaptığı cover olmuştu. ”Kral”, kendine has yorumu ile şarkıyı hem İngiltere’de hem de Amerika’da tekrar hit yapmıştı.

Tüm Zamanların En iyi 100 Şarkıcısı arasında 35’nci sırada gösterilen Dusty Springfield, 59 yaşında meme kanserine yenik düştü. Hit şarkılarından “Son of a Preacher Man”,1994 yılında Tarantino’nun ünlü filmi “Pulp Fiction”da kullanıldı ve sanatçıyı tekrar listelere taşıdı. 2008 yılında country/blues şarkıcısı Shelby Lynne, Springfield için sanatçının 10 şarkısının bulunduğu bir “Anma Albümü” çıkardı.

Shelby Lynne  albümünde “You Don’t Have To Say You Love Me”yi, orijinal şablonuna göre oldukça farklı olarak, söz ağırlıklı ve akustik gitar eşliğinde yorumladı. Şarkıya daha taze bir hava katan bu yorum da dinlemeye değer.

Şarkının İtalyanca orijinaline dönersek, 1965 San Remo müzik festivalini “Se piangi, se ridi” adlı şarkısıyla Bobby Solo kazandıysa da dünya genelinde farklı dillerde 80 milyon kopya satan şarkısıyla Pino Donaggio’nun şarkısı “Io, che non vivo (senza te)” şimdiki nesillere dahi ulaşmayı başardı ve İtalyan müziğinin ölümsüz şarkıları arasında, üst sıralarda yerini aldı.

Kaynakça

  • Beviglia J., Behind The Song “You Don’t Have to Say You Love Me” by Dusty Springfield, American songwriter, 2020
  • Cheal D., You Don’t Have to Say You Love Me-Dusty Springfield’s 1966 hit is rich in drama and history, Financial Times, 24.01.2022
  • Schipilliti M., Io,ceh non vivo: i cinquanta’anni di un successo planetario, 22.01.2015, il mattino di Padova
  • Wikipedia, Dusty Springfield, You Don’t Have to Sat You Love Me, San Remo.

Gezegenden yaşadığımız mahalleye ‘katılım’ meselesi

[email protected]

Evet, seçim öncesindeyiz.

Evet, yerel bir seçim öncesindeyiz.

Evet Türkiye, demokrasiyle tek bağını neredeyse sandık aracılığıyla kuruyor veya burada böyle bir bağın demokrasi olduğu ileri sürülebiliyor.

Evet demokrasi Türkiye’de önemsenmiyor ya da çok önemsenmiyormuş gibi görünüyor.

Yine de iyi-kötü bir demokrasi arayışı veya özgürlüklere, eşitliğe, demokrasiye doğru bir yürüyüş iki yüzyıldır (böylece II. Mahmut dönemine çıpa atmış oluyoruz) sürüyor bu ülkede.

Son haftalarda demokrasinin belki özü ya da temel ekseni diyebileceğimiz katılım kavramı üzerinde duruyoruz. Ancak genellikle katılımı yerel ölçekte, küçük topluluklar arasındaki politik etkileşimin bir öğesi olabilecek bir düşünce gibi ele alıyoruz.

Oysa “ölçek büyüdükçe de demokrasinin uygulanabilmesi ve bu demokrasinin katılımcı olması söz konusu olabilir mi?” sorusunu hemen hiç irdelemiyoruz.

Çünkü toplumsal ve politik ölçek büyüdükçe, katılımın giderek temsili demokrasinin araçlarını ve mekanizmalarını kullanmaksızın gerçekleşmesinin olanaksızlığını düşünüyoruz. Yani her insanın talepleri, önerileri olabileceğini giderek unutuyoruz.

Belki de tam tersini yapmak, katılım düşüncesinin veya arayışının ölçek büyüse de gerçekleşebilme olanağının hatta gereksiniminin üzerinde düşünmek, arayışı daha kapsamlı ve bütüncül hale getirmek gerekiyor.

Küresel zorluklara uyum sağlamak ve katılım

Dünyanın pek çok ülkesinde  yükselen milliyetçi, popülist dalgaya, aşırı sağın yükselmesini, göç ve mülteci hukukunu, ayrımcılıkları, yerel savaşları veya ‘vekalet’ savaşlarını, ‘terör’ olaylarını, teknolojik gelişmelerin toplumları-cinsleri ve yaş gruplarını vb. nasıl etkilediğini, iklim değişikliğinin göstergelerini ve sıcak-kurak mevsimleri hep birlikte izliyoruz.

Neredeyse her birey, her insan, gezegenin neresinde olursa olsun bu değişimlerden etkileniyor. Bu tür olguların hemen hepsinin ‘küresel’ ama bir tek türde tanımlanmamış küresellikler olduğunu biliyoruz.

Bu ‘küresel’ duruma karşı veya değişimlere uyum veya uyarlanmak-direnmek için ne yapılabileceği hakkındaki kararları kim veriyor? Ve kararlardan kim etkileniyor? Birey olarak bu tür kararların oluşumu hakkında söyleyecek bir sözümüz var mı? Varsa bu sözü nerde söyleyeceğiz? Nasıl söyleyeceğiz? Ya da başka türlü söyleyecek olursak bu ölçekteki olgularda etkilenenlerden biri olarak “olaya” katılmamız söz konusu mu?

Belki katılabiliriz. Katılmamız gerekir, hatta ne kadar çok ve etkin bir biçimde katılabilirsek o kadar iyi olur. Ancak “bunu nasıl yapabiliriz?” sorusunu tartışmadan önce iki konuya değinmek gerekiyor: Birincisi katılımı (tartışma/ karar alma/ uygulama/ uygulamaları izleme ve eleştirme vb. gibi) çeşitli aşamalarda gerçekleşebilen, bu aşamalara özgü mekanizmaları kullanabilen politik bir süreç olarak görebilir miyiz?

İkincisi, katılımı sadece pozitif bir katkı olarak mı değerlendirmeliyiz? Ya da protestolar, direnişler, grevler ve gösteriler-işgaller biçimindeki karşıt ve engelleyici eylemlerle de katılmış olabilir miyiz?

Eğer her iki soruyu da olumlu yanıtlıyorsak, yani, olgunun sadece belirli aşamalarına katılımın da bir katılım türü olabileceğini ve bunu negatif tepki göstererek yapabileceğimizi düşünüyorsak katılımcı demokrasiyi her ölçekte irdeleyebiliriz. Böylece artık sıkıldığınızı düşündüğünüz yerellikten uzaklaşarak da kavrama bakmaya devam edebiliriz.

Ulus-devlet ölçeğinde veya bölgesel ittifaklar/ örgütler hatta küresel ölçekte bile katılım söz konusu olabileceğini kabul etsek bile bunun bir etkisi var mı?

Herhangi bir olguyu gerçekten dönüştürebilir miyiz?

Belki, bugünlerde ’Netflix’te gösterimde olan “Soğuk Savaş” belgeseline göz atan olmuştur, 1945’ten beri nükleer savaş ya tehdidinin veya tırmanmanın nasıl kolay ve hızlı, nasıl sanki olağan bir şeymişçesine gelişiverdiğini görüyorsunuz.

Kim veriyor bu kararları? En iyi olasılıkla temsili demokrasinin bir temsilcisi veya bir otokrat/ militaristi bir bürokrasi, hatta sivil bürokrasi, daha da inanılmaz olanı, bir iletişim uzmanı veya teknisyeni… Ama bu nükleer teknolojiden zarar görecek halkların hiç biri bu kararın içinde değil. Katılmaları söz konusu bile olamaz.

Yorgun halklar tartışarak ‘daha iyi’ bir yere gelebilir mi?

Bir anda küresel etki yaratacak bir karar konusunda kim topluma danışır? Bu (diyelim ki nükleer) silahtan etkilenecek/ zarara uğrayacak halk da, onları tehdit eden teknolojiyi geliştiren ve uygulayan ülkenin halkı da katılmaz bu sürece. Hiroşima’ya ve üç gün sonra Nagazaki’ye ikinci bombanın atılmasına gerçekten bir gerek var mıydı?

Gerçi şu da sorulabilir: Nagazaki’den sonra gazetelerde yayınlanan bir ankete göre, ABD halkının yüzde 87’si nükleer bombayı onayladığını söylüyor; birkaç gün önce Putin’i yüzde 80’in üzerinde oyla seçen Rus halkı (taktik nükleer silahların kullanılmasına doğru gelişen) Ukrayna savaşına onay veriyor; bunlar da “katılım” sayılmaz mı?

Elbette gazetelerin yaptığı anketin doğruluğundan da, Rus halkının gerçekten nesnel ve özgür bir ortamda seçim yaptığından da kuşkuluyum; ama burada asıl önemsenmesi gereken nokta, savaşa/ nükleer silahların kullanılmasına karşı çıkış neden bu kadar zayıf?

Ve hangi ölçekte olursa olsun, etkisi veya işlevselliği ne kadar düşük olursa olsun, yeryüzünde yaşayan bireyler olarak bazı ülkelerin yurttaşları veya bazı kentlerin halkları, bir mahallenin sakini olarak kendi onurumuzu, etik değerlerimizi, insan hakları ilkelerini veya demokratik ilkeleri, katılım irademizi koruyabiliyor muyuz?

Neden katılmak konusunda isteksiz veya çekingen olalım? Ya da oluyoruz? Hangi etmenler katılım hevesimizi/ irademizi yok ediyor? Nasıl katılabilirim? Katılınca daha etkili sonuçlar elde etmek için ne yapabilirim?

Neden bu tür sorular üzerinde daha çok tartışmıyoruz?

Tartışırsak eğer daha “iyi” bir yere gelebilir miyiz birey olarak, topluluk olarak, toplum olarak, insan olarak?

Yanıtın “evet” olduğuna inanıyorum.

Evet yapabiliriz.

Evet, Türkiye’nin ve dünyanın şu çok kötü/ kötümserlik çağıran aşamasında bile yapılabilecekler var. Stalin’in en baskıcı ve acımasız olduğu dönemlerden sonra bile, Sovyet halkı Komünist Partisi’nin içinden, daha demokratik dengelere doğru bir gelişim yaratabildi.

Demokrasi, demokrasinin katılımcılıklara açılan nitelikleri bir defa elde edilebilecek ve sonra da sürekli bunun üzerine koyarak ilerlenebilecek bir süreç değil. Bunlar için sürekli uğraşmak ve (antagonist olmayan, şiddet içermeyen bir biçimde) sürekli/ her an mücadele etmek, yeniden kurmak gerekiyor.

Bunun çok yorucu ve katlanılamaz bir durum olduğu söylenebilir. Ama bütün yelkenleri suya indirmek, pes etmek ve itaat, daha mı katlanılabilir bir durum? Her gün Hitler rejimi içinde yaşamak mı daha az yorucu? Türkiye’nin adım adım ilerlediği despotik diktatörlüğe razı olmak mı daha sakin?

Bütün halklar yorgun. Neredeyse umutsuz bir sağ dalganın üzerinde kayıyoruz.

Ne yapacağız?

Açık Radyo: Yeryüzü sorumluluğunun sesi

Açık Radyo‘nun benim hayatımda ve hatta Antalya‘daki birçok insanın hayatında özel bir yeri var.

2010’un ikinci yarısında Açık Radyo dinleyicisiyken 2017’de gıda toplulukları üzerine yapılan bir yayın beni çok etkilemişti. Arkadaşlarımızla konuşup Türkiye‘nin gıda üretiminin büyük bir bölümünü gerçekleştiren Antalya’da neden bir gıda topluluğu kurmuyoruz dedik.

Ve böylece Antalya Gıda Topluluğu‘nun temelleri atıldı.

Gıda topluluklarında ve kooperatiflerde topluluk destekli tarım anlayışı vardır. Tohum yeşerip ürün oluncaya kadar adil gıda üreten üreticiyi önceden desteklersiniz. Üreticinin aile bireyleriyle hemhal olup, tüm sorunlarıyla yakından ilgilenirsiniz.

Tüketici değil türetici olarak tanımladığımız üyeler, üreticilerle birlikte bireyliğini koruyarak topluluğun selametini düşünür hep.

İşte yeryüzünün sorumluluğunu alma anlamında Açık Radyo ve bizim topluluğumuz da kardeştir ve dayanışır.

Tohum yeşerdi, şimdi sıra destekte

Radyomuzdan aldığı feyzle kurulan Antalya Gıda Topluluğu (AGT) 2021’deki büyük Manavgat yangınından sonra Antalya Ekoloji Ağını da kurdu. Ekoloji Ağı, Akdeniz Bölgesi’ndeki birçok ekolojik sorunda etkin oldu ve olmaya devam ediyor. Birçok üyemiz Açık Radyo’nun da destekçisi.

Toprağa atılan tohum büyüdü ve güzellik saçmaya devam ediyor.

Dikkatlerimizin çalındığı, manipülasyonun en yüksek düzeyde olduğu, yalan haber ve bilginin agresif bir şekilde dolaşımda olduğu teknokapitalizm çağında Açık Radyo gibi radyolar, nefes almanızı sağlar.

İstanbul Tabip Odası’ndan partnerimiz Açık Radyo’nun Dünya Mirası Adalar programına ödül
İlk kez 1995’te ‘Merhaba Kainat!’ diyen Açık Radyo yeni yaşına girdi

Biraz mola verir, durup düşünür, dinlediklerinizle hayal kurar ve imgeler üretirsiniz. Sistemin yalnızlaştırıcı ve atomize ediciliğine karşı dayanışmanın tadını yaşarsınız. Ütopyalarınızın, düşlerinizin gerçek olabileceğini dillendirme cesareti gösteren sesler duyarsınız.

21. Radyo Şenliği‘nin yaşandığı şu günlerde, dinleyicisi, destekçisi ve programcısı olduğum Açık Radyo’ya siz de destek vermek isterseniz, 0212/343 41 41 nolu telefonu arayarak ya da Açık Radyo’nun web sitesinden destekçi olun butonunu tıklayarak destek olabilirsiniz.

Kirala(n)manın ve karaktersizleşmenin örgütlenmesi olarak reklam ajansı ya da seçime dair bir küçük dipnot

Pan-insanlığın pan-kapitalizmi, pan-kapitalizmin pan-insanlığı biçimlendirmesi ve belirlemesiyle birlikte sınır tanımaz bir akışkanlığa kavuşmuş olan para (= ya da sermaye), hükümran bir güç olarak ilişkiye geçtiği her şeyi belirler. Merkezi, kutsal kitabı, ahlakı, yasası ve kuralı yoktur. Her şeyin biçimini alır ve her şeye biçim verir. Bütün ulus devlet ve din temsilcilerini, parti liderleri ve medya yöneticilerini satış temsilcisine dönüştürür. Ordu komutanlarını, üniversite rektörlerini, kanaat önderlerini ve köşe yazarlarını hizmetine atar.

Artık en etkili ve sonuç alıcı kurum aile, okul, din, medya, ordu ya da parti değil “reklam ajansı”dır; reklam ajansı bütün kamu değerlerini estetize ederek, sevimli kılarak parada eşitler.

Önce aile şirketleşir ve şirket büyük bir aile olarak yeniden yapılanır. Sonra toplum şirketleşir ve şirket “müteşebbis+hissedar+müşteri”lerden müteşekkil bir toplam olarak toplumlaşır. Ardından toplamların toplamı olarak dünya’yı ele geçirmiş olan “pasif piyasa toplumu” gelir.

Gönüllü kölelik ve rıza

Özne ol(a)mayanların oluşturduğu bu toplumsallık biçimi mevcut insan ufkunun ulaştığı son aşamadır. Bu aşama ile birlikte, diğer bütün toplumsallık iddiaları hayattan düşmüş, ucuz ve ucuzluk hem kitleselleşmiş hem de coşkuyla karşılanan ve sevinçle alkışlanan bir biçime bürünmüştür.

Artık tüm kurallara hükmeden akışkan para ve bu durumu sevinçle organize eden “ucuzluğu seçmişlerin” içerik verdiği, paydasını ucuzluğun oluşturduğu yeni bir değerler toplamı vardır.

Bu yüzden:

Çok kullanışlı ve uyarıcı olduğu için “ucuzluğu kabul ve organize eden müteşebbis+hissedar+müşteri” olarak adlandırmayı tercih ettiğimiz “Razı gelen kişi, herhangi birinden daha özgür ve köleleştirilenden daha az ‘boyun eğmiş’ değildir: Yalnızca farklı bir şekilde boyun eğmiştir ve kendi belirlenmişliğini sevinçle yaşar: Gönüllü kölelik ne kadar varsa, rıza da o kadar vardır: Aslında mutlu tabiyetlerden başka bir şey yoktur.” [1] – “Razı gelen,” özgür, mutlu ve seçimlerinin kölesidir; kendisinin nedeni ve sonucudur.

Bu yüzden:

Pasif piyasa toplamı sevinç duyularak, mutlu olunarak ve kahkaha atılarak kabul ve organize edilmiştir.

Kendi tarafından yaratılmış (yeni) kendisinin (eski) kendisine karşı zaferidir bu.

Ya da özne olmaktan vazgeçmenin uygun adım yürüyüşlerle, pencerelere asılan bayraklarla, sezon sonu indirim kampanyalarıyla, on iki aylık taksitlerle, “kaçmaz!” ve “eskileri atın!” çağrılarıyla, marşlarla ve seçim sandıklarıyla kutlanan ifadesidir. [2]

Dikkate almamız gereken basit, çıplak gerçek budur.

Esas sorun şudur:

Özne ol(a)mayanlar hiçbir biçimde özne ol(a)madıklarını kabul etmezler; özne olmanın acı çekmeyi gerektiren sorumluluğundan kaçarlar. Kendi adına konuşmaktansa adına konuşulmasını tercih ederler. Daha ötesi (yeni) kendilerini sevebilmek için (eski) kendilerinden nefret etmeleri gerektiği gerçeğini bir türlü göze al(a)mazlar.

Bu yüzden:

“Özne-birey, özerk ve özgür iradeye sahip bir varlık olduğuna, eylemlerinin de egemen ‘isteme’sinden kaynaklandığına inanır. [Çünkü] Azat olmayı yeterince istemişse, köle olması mümkün değildir, dolayısıyla eğer köleyse, bunun sebebi iradesinin olmayışıdır –bu da köleliğin gönüllü olduğunu kanıtlar. (…) Zira özneler hiçbir surette özne olmasalar da, öyle olduklarına inanırlar.” [3]

Çünkü:

“Kendini kandırma zehrini bir kez tadan insanlar, bir daha kendilerini [kendilerinden] asla kurtaramazlar.” [4]

Reklamın rolü

Kendini kandırmanın örgütlenmiş, estetize edilmiş ve her ne olursa olsun ikna etmenin bir yolunu bulma kurumunun adı ise reklam ajansıdır.

Reklam, boyun eğdirme ve boyun eğmeye razı olmanın taşıyıcısıdır.

Reklam ajansı ise silah kullanmadan, kan dökmeden, zor kullanmadan süreci organize eden sorumsuz iş bitiricidir; hem razı olunmasını hem de rıza göstermekten haz duyulmasını sağlayandır. Estetik bir kapan kurduğu için rıza mekanizmaları üretimindeki en etkin kurumdur: Bu yüzden pasif piyasa toplamında reklam her şeydir; hem her şeydir hem de hiçbir sorumluluğu olmadığı için hiçbir şeydir.

Reklam ajansı kiralık olduğu için karaktersiz, karaktersiz olduğu için de kiralıktır. Kiralık ve karaktersiz olanın birbirini biçimlendirerek birbirini belirlediği, bu biçimlendirme ve belirlemenin pasif piyasa toplamını da biçimlendirip belirlediği bir ucuz insanlık durumu söz konusudur artık.

Bu yüzden reklam ajansı pasif piyasa toplamında parası olan her ucuzluk düşkünü “müteşebbis+hissedar+müşteri”nin kapısını çalabildiği bir kamu genelevidir. Estetik ve ikna edici bir genelev örgütlenmesi olarak kamusal alanı pasif piyasa toplamının ihtiyaçlarına göre yeniden ve yeniden biçimlendirmekle yükümlüdür. –Evet, parası olan, siki kalkan ve amı ıslanan her ucuzluk düşkünü “müteşebbis+hissedar+müşteri” bu genelevin kapısını çalma özgürlüğünü yaşayabilir! (Yaşasın özgürlük!)

Reklamın hedef kitlesini oluşturan pasif ve sorumsuz “müteşebbis+hissedar+ müşteri” ise bir “razı gelen” olarak boyun eğmeyi seçmiş, benimsemiş, kendi kurduğu kapana (üstelik) para ödeyerek kendi ayaklarıyla giren kişidir. Genelevi hem inşa eden hem de aktif biçimde kullanarak varlığının sürdürülmesini sağlayan bir tüketicidir.

Bu yüzden:

Reklam kendisinden önce üretilmiş bütün değerleri estetize edilmiş ambalajlarla ezer, geçer.

Çünkü:

En parlak yaratıcılar reklam ajansları tarafından istihdam edilmektedir artık.

Ya da:

En parlak yaratıcılar “kurucu yaratıcılık”ı seçerek “suç” işlemektense reklam ajansı kurarak “yıkıcı yaratıcılık”ı tercih etmiştir. (Yaşasın yaratıcı kapitalizm!) [5]

Daha önce cellat kurbanı, kurban celladı kan dökerek biçimlendirirken, artık, reklam “müteşebbis+hissedar+müşteri”yi, “müteşebbis+hissedar+müşteri” reklamı kan dökmeden ucuzlukta(n), pasiflikte(n) ve kendisine karşı sorumsuzlukta(n) biçimlendirmektedir.

Ve bu sürecin adresi yoktur, adresi olmadığı için de özne ol(a)mayanların oluşturduğu toplamın her bir parçası esas sorumludur: “Kentlerin üzerinde yükselen ve ışıklarıyla gecenin doğal ışığını boğan reklam panoları kuyrukluyıldızlar gibi toplumun başına gelmekte olan doğal afetin, donarak ölmenin habercisidir. Ancak bu panolar gökten inmemiştir. Yeryüzünden yönetilirler. Bu ışıkları söndürüp, sadece ona inanıldığı sürece gerçekleşme tehlikesi taşıyan o korkulu rüyadan uyanıp uyanmamak yine insanlara bağlıdır.” [6]

Kabul etmemiz gereken basit, çıplak gerçek ise şudur: Reklam estetiğinden daha estetik, daha ikna edici, daha haz verici ve daha ucuz başka bir kitlesel değerler örgütlenmesi ise henüz yoktur.

Yok olması ise “tufan” nedenidir.

Nokta! [7]

*

[1] Lordon, F., Kapitalizm, Arzu ve Kölelik: Marx ve Spinoza’nın İşbirliği, s. 118.
[2] Seçim, gösteri dünyasının (= show business) en kitlesel parçasıdır artık. Seçilen, kendisini bir ürün gibi tasarlamak, cilalamak, paketlemek ve sunmak; seçen, bu ürünün “kâr getirisine” göre davranmak; partiler ise bir şirket gibi davranarak, “piyasa” ile “müteşebbis+hissedar+müşteri”ler arasındaki verimlilik beklentilerini organize etmekle yükümlüdürler. Pasif piyasa toplamı siyaseti, siyaset pasif piyasa toplamını biçimlendirmiştir. Esin kaynağı için bkz.: Gaulejac, V. D., İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum: İşletme İdeolojisi, Yönetsel İktidar ve Toplumsal Taciz, s. 237.
[3] Lordon, F., Kapitalizm, Arzu ve Kölelik: Marx ve Spinoza’nın İşbirliği, s. 33, 125.
[4] Oe, K., Kişisel Bir Sorun, s. 166.
[5] Esin kaynağı için bkz.: Haiven, M., Radikal Hayalgücü ve İktidarın Krizleri: Kapitalizm, Yaratıcılık, Müşterekler, s. 181, 193. – “Yaratıcı kapitalizm” düşüncesinin öncüsünün dünyanın en zenginleri arasında yer alan Bill Gates olduğunu da bir kenara not edelim (s. 193).
[6] Horkheimer, M.,& Adorno, T. W., Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar, s. 389.
[7] Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlanacak olan Çok Kalpli Asi adlı deneme kitabından bir bölüm.

 

Malatya Çevre Platformu’ndan Hasan Kaya: ‘Depremden sonra burada sağlıklı insan kalmadı’

Malatya yalnızca 6 Şubat depremleri ile yaşanan zorluklarla değil, şehrin her yanında devam eden ekokırım faaliyetleri ile de sürekli mücadele halinde.

Malatya Çevre Platformu sözcüsü Hasan Kaya, iktidarla iş birliği içerisindeki yerel yönetimlerin şehrin sağlığını gözetmediğini, Malatya’nın neredeyse bütün ilçelerinde yapılan ve planlanan madencilik başta olmak üzere çeşitli endüstriyel faaliyetlerin şehri tükettiğini anlatıyor.

Resmi kaynakların istatistiklerine göre şehirde artan solunum yolu ve kalp hastalıkları da, bilinçsizce taşınan asbest ve maden faaliyetlerinin en somut belirtilerinden biri.

Malatya’da altından bakıra 1300 proje: Depremden sonra yüzde 73 arttı
Malatya’da hayati talep: Depremin öldürmediği bizleri, asbestle öldürmeyin

 

Planlanan Sinop NGS alanı için imar planları yayımlandı

Sinop Valiliği Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü, Sinop‘ta inşa edilmesi planlanan nükleer santral projesinin detaylarını ve çevresel etki değerlendirmelerini içeren “Sinop/ Abalı köyü/ İnceburun Yarım adası / Sinop NGS için hazırlanan 1/5000 ölçekli Nazım İmar Planı” ve “1/1000 ölçekli Uygulama İmar planı”nı yayımladı.

Rapor, Sinop Nükleer Enerji Santrali (NES) projesinin planlama ve hazırlık aşamalarında oldukça ilerlediğini gösteriyor ve projenin çeşitli teknik etütler, yer seçimi kararları, çevresel etki değerlendirmeleri ve imar planı düzenlemeleri gibi önemli adımlarını kapsamlı bir şekilde ele alıyor.

Merkezi Ankara’da bulunan ATN İmar AŞ ile Türkiye Nükleer AŞ’nin imzasıyla hazırlanan rapora göre, proje her biri net 1.140 MWe kurulu güce sahip toplam dört adet basınçlı su reaktörü nükleer güç ünitesinden oluşuyor. Santralin oplam kurulu gücü 4.560 MWe olacak şekilde planlanmış. Proje alanının yüzölçümü 1005 hektar, planlama alanının yüzölçümü ise sadece nükleer santral alanını için 975 hektar. Kıyı yapılarının bulunduğu alan ise bu 975 hektar yüzölçümlü planlama alanı dışında kalıyor.

Deniz tarafında ise beş adet konvansiyonel eğimli dalgakıran, derin deniz deşarj hatları ve bir adet rıhtım inşa edilmesi planlanıyor.

NES’in işletilmesi aşamasında gerekli olacak soğutma suyu, Karadeniz’den çekilecek ve yine Karadeniz’e deşarj edilecek. Bunun için de deniz suyu alma yapıları, pompa binaları, deniz suyu deşarj yapısı, deşarj hattı bağlantı çukuru ve her biri iki nükleer üniteye hizmet edecek şekilde difüzör ile sonlanan iki adet derin deniz soğutma suyu deşarj hattı da inşa edilecek.

Yapılacak her bir reaktörün kullanım ömrü ise işletmeye alınmasından itibaren 60 yıl.

Nazım ilan planı ve uygulama planı bir ay boyunca Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü ilan panosunda ve web sitesinde askıda kalacak. Bu süre içinde her iki plana da itirazlar yapılabilecek.

nükleer santral

Yapılması planlanan NES’in çevresel etki değerlendirme (ÇED) sürecinin tamamlandığı belirtilen raporda, “Türkiye’nin ikinci nükleer enerji santrali olacak Sinop Nükleer Enerji Santrali (NES) Projesi inşaat öncesi çalışmaları Türkiye Nükleer A.Ş. (Proje Sahibi) tarafından yürütülmektedir. Sinop NES Projesi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir projesi olup, Sinop NES proje şirketi tarafından inşa edilecek ve işletilecektir” bilgisi yer alıyor.

Ancak, Danıştay 6. Dairesi, ÇED olumlu kararının iptali ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin itirazları reddeden Samsun 3. İdare Mahkemesi‘nin kararını 2023’ün Şubat ayında bozmuş ve çok sayıda sivil toplum örgütünün ortak başvurusundaki temyiz istemini kabul edere, dosyayı geri göndermiş  ve yeni bilirkişi oluşturulmasını istemişti. Bu konuda henüz herhangi bir gelişme sağlanmadı.

SİNOP NGS için temyiz istemi kabul edildi: Danıştay ÇED raporundaki eksiklerin giderilmesini istedi

Raporda, santralin Türkiye’ye ait olacağı ve Sinop NES Proje Şirketi tarafından işletileceği belirtilmesine rağmen, Türkiye’nin Rusya Devlet Atom Enerjisi Kurumu (Rosatom) ile ikinci nükleer enerji santralinin yapımı için görüşmeler yaptığı biliniyor. Rusya da birçok kez bu santralin inşaatına talip olduklarını ve Türkiye ile bu konuda anlaştıklarını belirtmişti. Raporda herhangi bir Rusya ortaklığına dair bilgi de bulunmuyor.

Erdoğan Putin’le görüştü: Akkuyu, Sinop, üçüncüyü de farklı bir merkezde yapacağız
Sinop’a da talip olan Rosatom, Akkuyu NGS’nin aynısını önerdi

nükleer santral

Rapora göre, santral bölgesinde  “ihtiyaç duyulması halinde” güvenlik, sağlık, eğitim vb. sosyal donatı alanları, büyük kentsel yeşil alanlar, kent veya bölge/havza bütününe yönelik her türlü atık bertaraf tesisleri ve bunlarla entegre geri kazanım tesisleri, arıtma tesisleri, sosyal ve teknik alt yapı, karayolu, demiryolu, havaalanı, baraj, enerji üretimi ve iletimine yönelik kullanımlar için yapılar yapılacak. Bunlar için Çevre Düzeni Planı değişikliğine gerek duyulmayacak, ilgili idarenin onayı yetecek.

‘Deprem riski yok ama zemin sorunlu, mühendislik çalışmaları gerekir’

Raporda, “Sinop NES alanına ait daha önceden yapılmış herhangi bir imar planına esas Jeolojik Jeoteknik Etüt Raporu bulunmadığı” da belirtiliyor; “Bu rapor; Sinop İli, Merkez İlçe sınırları içerisinde yaklaşık 1036 hektar yüz ölçümüne sahip kara alanı ve 455 hektar yüz ölçümüne sahip deniz alanının sondajlara, laboratuvar deney sonuçlarına ve jeofizik çalışmalara dayalı jeolojik-jeoteknik özelliklerin belirlenerek, yerleşime uygunluk değerlendirilmesinin yapılıp, 1/5000 ve
1/1000 ölçekli imar planına esas teşkil etmesi amacı ile hazırlanmıştır” deniyor.

Planlama alanının yenilenen Türkiye Deprem Tehlike Haritası’na göre düşük deprem aktivitesine sahip olan 4. derece deprem bölgesi sınırları içerisinde kaldığı yazılan raporda, seçilen alanda jeolojik-jeoteknik kriterlerin değerlendirilmesi sonucu, jeoteknik açıdan önlem alınmadığı takdirde şişme, oturma vb. gibi mühendislik sorunların oluşabileceği killi-siltli kumların yayılım gösterdiği alanlara da dikkat çekiliyor.

Yüksek yeraltı su seviyesine deniz suyu girişi olduğu için oturma miktarlarının değişkenlik gösterebileceğine zemin sorunlarının yaşanmaması için jeoteknik açıdan mühendislik çözümlerin uygulanması gerekeceği belirtiliyor.

Önerilen mühendislik yöntemleri ve önlemlerin sıralandığı metinde, “Kendi ve komşu parselin ve yolun güvenliği sağlanmadan yapılaşmaya gidilmemelidir” deniyor.

Sinop nükleer santral planları

Kaza olsa bile radyasyon limit değerlerin altında olacakmış

İmar planı uygulama raporunda, çıkan ÇED Raporu’na da atıfta bulunularak, santralin çevre üzerinde olumsuz bir etki yaratmayacağı iddia edilirken, Nükleer Tesislerde Radyasyondan Korunma Yönetmeliği’nce belirlenen planlanmış ışınlanmayla radyasyona maruz kalma durumunda halkın alabileceği kişisel yıllık etkin dozun sınırı 1 mSv olarak belirlendiği belirtiliyor; ayrıca  rutin deşarjların flora ve fauna üzerinde önemli bir etkisinin olmayacağı öne sürülüyor.

Kaza durumu senaryolarında ise yapılan değerlendirmeler sonucunda radyolojik etkilerin, ülke mevzuatında belirlenen limit değerlerinin altında olduğu görülmüş.

Kullanılmış yakıt 10 yıl havuzlarda bekletilecek

Projeden kaynaklanacak kullanılmış radyoaktif yakıt ise, uygulama planına göre  10 yıl boyunca kullanılmış yakıt havuzlarında bekletilecek. Santral sahasındaki Kullanılmış Yakıt Ara Depolama Alanı’na aktarılacak kullanılmış yakıtın, santralin işletme ömrünün sonuna kadar burada kalması öngörülmüş. Nihai bertarafla ilgili ise yine santral sahasında depolanacağı bildiriliyor.

Yaklaşık 500 hektarlık alanda toprak sıyrılacak

Proje kapsamında kazı işlemlerine başlanmadan önce faaliyet gösterilecek olan alandaki bitkisel toprak tabakasının sıyrılacağı belirtilen planda, nükleer santral alanı, idari-sosyal bina alanları, kazı fazlası malzeme depolama alanı ve yollar için toplam 492,9 hektarlık alanın kullanılacağı yazılmış. Proje kapsamında toplam sıyrılacak bitkisel toprak miktarı ise yaklaşık 1.478.700 m³ olarak hesaplanmış.

Proje kapsamında deniz ortamında yapılacak olan kazı ve dip taraması işlemlerinden çıkarılacak malzeme ise yaklaşık 2.500.000 m³ civarında.

Kırmızı liste’deki endemik bitkiler toplanıp başka alanlara dikilecek

Proje alanının 10 km’lik etki alanı içerisinde, Bozburun Yaban Hayatı Geliştirme Sahası, Hamsilos Tabiat Parkı ve Sarıkum Tabiatı Koruma Alanı olmak üzere üç adet korunan alan bulunuyor. Ayrıca en az altı endemik bitki türü, tehlike altındaki türler olarak listelenmiş. Bunlardan Verbascum degenii CR (kritik olarak tehlikede), Isatis arenaria EN (tehlikede), kalan üç tür ise LC (asgari endişe) tehdit kategorisinde bulunuyor. Proje ve çalışma alanında bunların dışında Bern Sözleşmesi ve CITES kapsamına giren toplam beş tür bulunuyor.

Planda, bitkisel toprağın sıyrılması öncesinde bütün bu korunması gereken türlerin, tohumları, soğanları ve yumrularının toplanacağı, depolanacağı ve daha sonra benzer alanlara dikileceği belirtiliyor.

Dokuz ormanlık habitat etkilenecek

Proje alanı ve çalışma alanında belirlenen dokuz habitat tipi planda şöyle sınıflandırılmış: “Antropojenik alanlar” düşük, “yapay ibreli ormanlar”, “riparyan ormanlar”, “kumullar” ve “kıyı kayalıkları”orta, “yaprak döken ormanlar”, “subasar ormanlar (longoz)”, “garik (yalancı maki)” ve “sazlıklar” yüksek ekolojik öneme sahip.

Raporda özellikle taban suyundan beslenen subasar ormanları ve kıyı kayalıklarıyla birlikte garik (yalancı maki) alanlarının ve “yüksek öneme sahip” olarak değerlendirilen Sarıkum Gölü ve Aksaz gibi doğal tatlı su göl veya bataklıklarının çevresinde bulunan sazlıkların  mevcut taban suyunu besleyen kaynaklarda oluşacak bir azalma veya yön kaymasıyla olumsuz etkileneceği kaydediliyor. Önlemler ise mümkün olduğu kadar mevcut yolların kullanılması, yeni yollar açılmasının sınırlandırılmasından ibaret.

İnşaat aşamasında karasal fauna üzerine olası etkiler ise şöyle sıralanmış:

  • Bitkisel toprak, kazı fazlası malzeme, ekipman, yol vs. için alan kullanımından kaynaklı yaşam alanlarının kaybedilmesi,
  • Nadir, tehdit altında veya nesli tükenmekte olan türlerin yuvalama yerlerinin ve/veya yüksek biyoçeşitliliğin bulunduğu yaşam alanlarının kaybedilmesi,
  • Arazinin hazırlanması ve inşaat faaliyetleri sırasında yayılan toz ve araçlardan kaynaklı egzoz gazlarının ve gürültünün ekosistem üzerinde verdiği rahatsızlık,
  • Çalışma esnasında yaban hayatına müdahale,
  • Habitat parçalanması,
  •  Artan trafik yükü nedeniyle gürültü ve titreşimin flora ve fauna üzerinde verdiği rahatsızlık…

‘Rahatsız olan deniz canlıları uzaklaşır’

Soğutma suyu olarak kullanılacak Karadeniz’in denizel ortamında oluşacak seri sorunlar ise planda şu şekilde anlatılıyor

  • Deniz yapılarının inşası sırasında oluşması muhtemel geçici bulanıklık ve alandan uzaklaşamayan fitoplankton, zooplankton ve bentik organizmalar ile  bunlarla beslenen bölgedeki balıklar etkilenecek,
  • Deniz ortamında yapılan çalışmalar sırasında, sudaki askıda katı madde
    oranının artması, deniz suyunu süzerek beslenen canlılar üzerinde beslenme ve yaşam koşullarını bozan bir etki oluşacak,
  • Deniz doldurma çalışmaları özellikle dipte beslenen balıkların beslenme alanlarının lokal ve geçici olarak kaybına sebep olabilecek,
  • İnşaat faaliyetleri nedeniyle, yumuşak substratum yapısının sert substratuma dönüşmesiyle sediman yapısında değişiklikler olabilecek,
  • İnşaat esnasında artan gemi trafiği ve gürültü deniz memelilerinin beslenme ve yaşama alışkanlıklarında değişikliklere sebebiyet verebilecek,

Metinde tüm bunların deniz dibi taraması sonucunda deniz taban yapısının değişmesinden kaynaklanacağı belirtiliyor ancak bu etkinin lokal ve geri döndürülebilir olduğu öne sürülüyor: “Dip canlılarının çalışmalardan sonra bu bölgeye tekrar yerleşmesi beklenmektedir. Diğer taraftan, dipte beslenen balıkların ve varsa deniz memelilerinin alandan uzaklaşması beklenmektedir”

Sinop’ta nükleer santral hevesinin hikayesi

Sinop Nükleer Güç Santrali projesi, ‘Türkiye’nin karbon emisyonlarını azaltma ve enerji ihtiyacını karşılamak gerekçesiyle planlanan ikinci nükleer santral’ olarak tanıtılıyor. İlk olarak 1980’de kentin Abalı Köyü İnceburun mevkii’,  nükleer santral kurulumu için uygun yer olarak seçilmişti.

2013’te Japonya ile devletlerarası anlaşma imzalandı, ancak maliyet tahminlerinin ikiye katlanması üzerine 2019’da proje durduruldu. 2022’de Rusya ile görüşmelere başlandı. 2023’te ise Güney Kore‘den KEPCO teklif sundu.

Proje, çeşitli teknik, çevresel ve ekonomik zorluklarla karşılaşarak, uluslararası işbirlikleri ve anlaşmazlıklarla dolu karmaşık bir hikayeye sahip.

‣ Sinop nükleer santrali davasında TEMA Fukuşima’ya işaret etti: Tarih unutmaz
‣ Akkuyu’da Sinop’ta yargı kamu vicdanına karşı, tek çare dayanışma – Pınar Demircan
Sinop’a nükleer santral toplantısına STK temsilcileri alınmadı
‣ Sinop NGS, halka Sinop’u terk ettirme projesidir!
Nükleer santralin yeniden ‘ısıtıldığı’ Sinop’ta huzursuz bekleyiş sürüyor: Yaşamak istiyoruz

Öte yandan, ÇED süreci kapsamında gerçekleştirilmesi gereken halkın katılımı toplantısı Sinop halkının itirazlarına rağmen yapılmış sayıldı. 2019’da Ankara’da yapılan değerlendirme toplantısına ise Sinop’tan katılan sivil toplum örgütleri alınmamıştı. Halkın katılımı toplantısında Sinop Nükleer karşıtı Platform üyesi 17 kişiye ise dava açıldı, dava, 4 Mart 2020 tarihinde davalıların beraatiyle sonuçlandı.

ÇED Raporu ise Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından 11 Eylül 2020 tarihinde onaylandı.

Sinop Nükleer Santrali projesi, son yıllarda önemli aşamalar kaydetti. 2023 başlarında, Türkiye Nükleer Enerji Anonim Şirketi‘ne (TÜNAŞ) “Kurucu” statüsü verilerek, projenin resmiyet kazandığı bir döneme girildi. Mayıs 2023’te TÜNAŞ, Sinop İnceburun mevkiinde saha onayı için başvuruda bulundu. Nükleer Düzenleme Kurumu, başvurunun uygunluk kontrolünü tamamlayarak ayrıntılı inceleme sürecini başlattı.

21 Mart 2024’te Sinop Valiliği Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü tarafından yayınlanan 1/5000 ölçekli Nazım İmar Planı Açıklama Raporu, projenin son durumunu açıklayan belge oldu.

TEMA’dan çağrı: Orman ve su varlıklarına ihtiyacımız var

Birleşmiş Milletler‘in bu yıl “Ormanlar ve İnovasyon: Daha İyi Bir Dünya İçin Yeni Çözümler” temasıyla kutladığı Dünya Ormancılık Günü ve Orman Haftası’na ilişkin TEMA Vakfı’nın yayınladığı bildiride, ormanların ve inovasyonun çevre problemlerinin çözümündeki kritik rolüne vurgu yapılırken, Türkiye’nin orman ve su varlıklarıyla ilgili mevcut tehditler ve çözüm önerileri ele alındı.

TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç, ormanların sunduğu ekosistem hizmetlerinin yanı sıra, ormansızlaşmanın ve orman yangınlarının yol açtığı yıkıma dikkat çekti. Yılda ortalama 10 milyon hektar orman alanının yok olduğunu belirten Ataç, yenilikçi teknolojilerin orman koruma ve sürdürülebilir yönetimde oynadığı önemli role işaret etti.

Deniz Ataç, sözlerini şöyle sürdürdü:

Ormansızlaşma nedeniyle dünyada her yıl ortalama 10 milyon hektar orman alanı kaybediliyor ve orman yangınları sebebiyle yaklaşık 70 milyon hektar alan olumsuz etkileniyor. Karasal biyolojik çeşitliliğin yüzde 80’ine ev sahipliği yapan ormanlar ayrıca erişilebilir suyun da yüzde 70’ini sağlıyor. Ormansızlaşmayı azaltmak ve ormanların tahribatlarını önlemek için yeni yaklaşımlara ve teknolojilere ihtiyaç var. Drone (hava çekimi), uydu teknolojisi, uzaktan algılama ve yapay zekâ uygulamaları gibi yeniliklerin yanında orman yangınlarına karşı kullanılabilecek erken uyarı sistemleri; ormanları koruma, izleme ve sürdürülebilir orman yönetimi konularında önemli bir role sahip.

Ataç, Türkiye’deki orman ve su varlıklarının korunması gerektiğinin altını çizerek, özellikle maden, enerji ve turizm sektörlerine verilen izinlerin doğal kaynakları tehdit ettiğini vurguladı. 2012-2022 yılları arasında verilen izinlerin büyüklüğüne ve madencilik faaliyetlerinin su kaynakları üzerindeki olumsuz etkilerine değindi.

TEMA’dan yerel seçimler öncesi çağrı: Afetlere dirençli kentler istiyoruz!
Ormancılar, ‘ormanların ormancılık dışı kullanıma tahsisi’ni konuşacak
21 Mart Dünya Ormancılık Günü: Türkiye’deki ormanlara kurulan işletme sayısı 68 bini aştı!

Madencilik izinleri ormanların ve su varlıklarının geleceğini tehdit ediyor

Ülkemizdeki ormanların ve su varlıklarının geleceği için koruma politikalarının öneminin altını çizen Ataç, “Türkiye, orman varlığını artıran ender ülkelerden biri olmasına rağmen, orman mevzuatında maden, enerji ve turizm gibi sektörlere kullanım alanı için verilen izinler ormanlarımızı tehdit ediyor” diyerek, 2012-2022 yılları arasında verilen izinlerin 400 bin hektarı (533 bin futbol sahası) aştığını ve sadece maden izni verilen alanların büyüklüğünün 110 bin hektara (146 bin futbol sahası) ulaştığını hatırlattı.

Vakfımızın 29 ilde yaptığı haritalandırma çalışmalarına göre; bu illerin toplam yüzölçümünün yüzde 67’si madenlere ruhsatlı iken yüzde 65’i ise orman alanıdır. İklim, biyolojik çeşitlilik ve su varlıkları için hayati öneme sahip olan ormanları koruyan politikaların hayata geçirilmesi gerektiği tartışmasızdır. Ayrıca madencilik faaliyetleri, yer altı ve yüzey sularını da kirleten, suya ağır metaller ve radyoaktif maddeler karışmasına yol açan ciddi bir tehdittir. Bir yandan iklim krizi su varlıklarımızın azalmasına neden olurken diğer yandan mevcut temiz su varlıklarının madencilik faaliyetleri nedeniyle zarar görmesi ve yok olması, tüm canlıların en temel yaşam kaynağını kaybetmesi anlamına gelmektedir.

2,2 milyar kişi güvenli içme suyundan mahrum

Bu yıl Dünya Su Günü’nün teması ise “Barış için Su” olarak belirlendi. Bu tema ile suya erişimde kimsenin geride bırakılmaması, suyun kullanım ve yönetiminde herkesin ihtiyaçlarının gözetilmesi ve suyun daha barışçıl bir dünya için önemli bir aktör olarak  değerlendirilmesine vurgu yapılıyor.

TEMA

Suyun, üzerinde rekabet edilecek bir kaynak değil, aksine tüm canlıların yaşam hakkı olan doğal bir varlık olduğunu vurgulayan Ataç, “Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) 2022 yılında yayınladığı bir rapora göre  dünya nüfusunun yaklaşık yarısı, yılın bir bölümünde ciddi bir su kıtlığı yaşıyor. Aynı zamanda Dünya Sağlık Örgütü ve Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu’nun 2023 yılında açıkladığı verilere göre hiçbir arıtma işleminden geçmeyen yüzey sularını içen 115 milyon kişi de dahil olmak üzere 2,2 milyar kişi hâlâ kaliteli ve yeterli içme suyuna ulaşamıyor” ifadelerini kullandı.

TEMA: ‘Türkiye’nin su potansiyelinde 2030 yılına kadar yüzde 20 azalma bekleniyor’

Türkiye’nin üç tarafının denizlerle çevrili olmasına rağmen, karasal su varlıkları açısından zengin bir ülke olmadığına dikkat çeken Deniz Ataç “Ülkemizde kişi başına düşen yıllık yenilenebilir su potansiyeli sadece bin 313 metreküp, bu oran ülkemizi su stresi yaşayan ülkeler arasına sokuyor. İklim değişikliğinden dolayı artan sıcaklıklar, buharlaşma, kuraklık ve artan nüfusla birlikte, 2030 yılına kadar su potansiyelinde yüzde 20 azalma ve kişi başına düşen su miktarının ise bin meptreküpün altına düşmesi bekleniyor” dedi.

Bu sebeple azalan su varlıklarımızı korumak için hemen harekete geçilmesi gerektiğini ifade eden Deniz Ataç, “Mevcut su varlıkları; madencilik faaliyetlerinden korunmalı, yoğun su kullanımı olan endüstriyel tesislerde su tasarrufu yapılmalı, su iletim hatlarında kayıp ve kaçak kontrolleri yapılmalı, tarımda verimli sulama sistemlerine geçilmeli ve yeşil alanlarda su ihtiyacı az olan bitkiler tercih edilmelidir. Bireysel olarak da suyu israf etmemek ve ihtiyaç doğrultusunda kullanarak gereksiz su kullanımını azaltmak ve toplumu bu konuda bilinçlendirmek de büyük önem taşıyor” dedi.

Şırnak’ta sel felaketi: Eğitime ara verildi

Şırnak‘ın Cizre ilçesini etkisi altına alan şiddetli yağışların ardından Cizre başta olmak üzere, Uludere ve Beytüşşebap ilçelerinde eğitime bir gün süreyle ara verilmesine neden olan olumsuz hava koşulları, bölge sakinlerini zor durumda bıraktı.

Şırnak

Şırnak’ı etkileyen şiddetli yağışlar, Cizre ilçesinde caddeleri ve sokakları sular altında bıraktı. Rögarların taşması sonucu biriken sular, yaya ve sürücüler için zorlu anlara sebep oldu. Bu sırada, sel sularına kapılan bir kişi, önce kendi imkanlarıyla kurtuldu. Ancak, peşinden gelen başka bir kişiyi kurtarmak isterken yine sulara kapıldı. Görüntüler, can pazarının yaşandığı anları yansıtırken, iki kişinin de sonunda kendi çabalarıyla sel sularından kurtulduğu bilgisi paylaşıldı.

İlçede yaşanan sel felaketi sonucu yaklaşık altmış ev ve araç hasar gördü. Belediye ekipleri, zarar gören bölgelerde temizlik çalışmalarına başladı. İtfaiye ekipleri ve çevre sakinleri, sular altında kalan evlerde mahsur kalanları kurtarmak için seferber oldu.

Şırnak

Şırnak Valiliği tarafından yapılan açıklamada, Cizre, Uludere ve Beytüşşebap ilçelerinde olumsuz hava koşulları sebebiyle eğitime bir gün süreyle ara verildiği duyuruldu. Aynı zamanda, engelli ve hamile kamu çalışanları için idari izin kararı alındı.

Avrupa’da 2024 yılının ağacı seçildi: Ormanın kralı, Polonya’nın kayını

Avrupa‘nın dört bir yanındaki en eşsiz ağaçların seçildiği Avrupa’da Yılın Ağacı ödülünün bu yılki kazananı, Polonya‘daki kayın ağacı oldu.

Devasa kalın bir gövdeye sahip bu görkemli ağaç, Polonya’nın Niemcza bölgesindeki Wroclaw Üniversitesi‘nin botanik bahçesinde yaşıyor. 200 yaşındaki kayın ağacı, bölge halkınca ‘Bahçenin Kalbi’ olarak adlandırılıyor.

Avrupa çapında yapılan oylamada yaklaşık 40 bin oy alan ağaç, Polonya’da da her yıl düzenlenen ağaç yarışmasını da üst üste kazanan üçüncü ağaç oldu.

Ağaçları sevmeyen var mı?

Euronews‘in aktardığına göre, 2011’de başlayan yarışmayı düzenleyen Çekya çevre kuruluşu Nadace Partnerstvi’nin proje yöneticisi Adam Holub, “Bana ağaçları sevmediğini söyleyen tek bir kişiyle bile tanışmadım. Çevresel bir dokunuşla önemli bir mesajı iletmek için çok etkili bir şekilde kullanabileceğiniz iki sembol var: Ağaçlar ve arılar” dedi.

Holub, yarışmanın asıl amacının ağaçlar yoluyla yerel topluluklar ile çevre arasındaki ilişkiyi teşvik etmek olduğunu belirtti: “Bu aynı zamanda yerel temsilcileri Avrupa düzeyine çıkarma fırsatını da vermek anlamına geliyor.” 

Bu yıl yarışmaya 15 ülke katıldı ve antik bir zeytinden ayakta kalabilmek için biraz yardıma ihtiyaç duyan zeytine kadar zengin geçmişe sahip ağaçları öne çıkardı. İşte dikkat çeken ağaçlardan bazıları şöyle:

Fransa'nın 'Bayeux'ün Ağlayan Kayını' ağacı ise ikinci sırada yer aldı.

Fransa’nın ağlayan kayını

24.807 oyla ikinci sırayı Fransa’dan ‘Bayeux’ün Ağlayan Kayını’ aldı.

40 metrelik gölgelik alanıyla 160 yaşındaki bu ağacın ayakta kalabilmesi için yapay bir destek yapısı kullanılıyor.

İtalya'nın üçüncüsü 'Luras'ın Bin Yıllık Zeytin Ağacı'.

İtalya’nın antik zeytini

Üçüncü sırada, 13.933 oy ile ‘Luras’ın Bin Yıllık Zeytin Ağacı’ yer alıyor.

Zeytin ağacının Sardunya‘nın  küçük bir kasabası olan Luras’ta 3000-4000 yıldır, yani Tunç Çağı döneminden beri yaşadığı tahmin ediliyor . Zeytin ağacına ödül, “dayanıklılığın ve sürekliliğin gerçek bir sembolü” olduğu için verildi.

Portekiz 2024 Avrupa Yılın Ağacı listesine dördüncü olarak girdi.

Portekiz’Den bakımlı japon kamelyası

Dördüncü sırada ise 13.508 oy ile Portekiz’in ‘Camellia’ (bir Japon kamelyası) ağacı yer alıyor. Özenli bakımı yapılan ağaç, Guimaråes şehrinde antik Villa Margaridi‘nin asırlık bahçelerinde yaşıyor.

Çek Cumhuriyeti'nin 'Tarla Ortasındaki Armut Ağacı' beşinci oldu.

Çekya’dan ‘Tarlanın ortasındaki armut ağacı’

İlk beşte yer alan ağaçların sonuncusu ise 10. 433 oy toplayan Çek Cumhuriyeti’nden “Tarlanın Ortasındaki Armut Ağacı.” Bölgedeki güçlü batı rüzgarlarının etkisiyle oluşan kendine özgü şekliyle ağaç, eski Çekoslovakya dönemindeki kolektifleştirme, tarlaların sağlamlaştırılması ve arazi ıslahı inşaatı sırasında hayatta kalmayı başardı.

2024 yılının ödül kazanan ağaçlarının tam listesini web sitesinde görebilirsiniz.

Nükleer Enerji Zirvesi: Avrupa’nın nükleer yanlısı liderleri, atom enerjisini canlandırma peşinde

Nükleer yanlısı 11 Avrupa ülkesinin lideri ve enerji uzmanları, dün Brüksel‘in başkenti Brüksel’de ilk kez düzenlenen Nükleer Enerji Zirvesi‘nde yıllardır süren kademeli gerilemenin ardından Avrupa endüstrisini yeniden inşa etme arayışında nükleer enerjinin yeniden canlandırılması çağrısında bulundu.

Düşük karbonlu bir enerji kaynağı olarak “temiz enerji” şeklinde lanse edilmeye çalışılan nükleerin genişletilmesine yönelik siyasi çaba, Avrupa’nın iddialı iklim hedeflerine ulaşma çabasının bir parçası olarak görülüyor. Ancak nükleer yatırımların aşırı maliyeti, santrallerin inşasının çok uzun sürmesi, atık sorununun çözülememesi gibi  sorunlar, son projeleri de olumsuz etkiliyor.

Japonya’da 2011 yılındaki büyük depremin ardından yaşanan tsunaminin Fukushima Nükleer Santrali‘nde meydana getirdiği tahribatın ardından artan güvenlik endişeleri nedeniyle nükleer, Avrupa’da gözden düşmüştü. Fukişima’nın ardından Almanya altı nükleer santrali derhal, geri kalanları aşamalı olarak kapatmıştı. Ülkedeki son üç santral, nisan 2023’te kapatıldı.

Ancak Rusya‘nın 2022’de Ukrayna‘yı işgal etmesi ve Avrupa Birliği‘nin 2030 yılına kadar net sera gazı emisyonlarını yüzde 55 azaltma taahhüdünün ardından Rus gazına alternatif bulma ihtiyacı, nükleer enerjiye olan ilgiyi yeniden canlandırdı.

AB ülkeleri ise nükleer enerjiyi teşvik edip etmeme konusunda bölünmüş durumda. Nükleer genişlemenin çok önemli olduğuna inanan Fransa liderliğindeki gruba karşılık, rüzgar ve güneş gibi yenilenebilir kaynaklara odaklanılmasını isteyen nükleer karşıtı ülkeler Avusturya ve Almanya’nın da aralarında bulunduğu diğer kampta yer alıyor.

Belçika’daki Nükleer Zirvesi, nükleer karşıtlarının protestoları eşliğinde başladı
İlk Nükleer Enerji Zirvesi’ne sivil toplum tepkili: Pahalı, riskli, çözümden çok sorun getiriyor

Ortak bildiride yeni santraller yer alıyor

Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) başkanı Fatih Birol zirve öncesi gazetecileri, “Nükleer enerjinin desteği olmadan iklim hedeflerimize zamanında ulaşma şansımız yok” dedi.

Nükleer yanlısı ülkelerden Macaristan’ın Başbakanı Viktor Orban da Avrupa’nın kendisini “ideolojik yaklaşımların rehinesi” olmaktan kurtarması gerektiğini söyledi.

Nükleer karşıtlarının protestoları eşliğinde düzenlenen zirve sonrası yayımlanan ve Belçika, Bulgaristan, Hırvatistan, Çekya, Finlandiya, Fransa, Macaristan, İtalya, Hollanda, Polonya ve İsveç’in imzaladığı ortak bildiride de ülkeler, “mevcut nükleer reaktörlerin ömrünün uzatılmasını destekleyecek ve rekabetçi bir şekilde finanse edecek koşulların sağlanması gibi önlemler alarak nükleer enerjinin potansiyelini tam olarak ortaya çıkarmak için çalışmayı” taahhüt etti.

Açıklamada aynı zamanda yeni nükleer enerji santrallerinin inşası ve dünya çapında küçük modüler reaktörler de dahil olmak üzere gelişmiş reaktörlerin erken konuşlandırılmasının yanı sıra en yüksek düzeyde güvenlik ve güvenlik sağlanacağı da belirtildi.

Bildirgede, “Nükleer enerjinin, enerji üretiminin sıfır emisyonlu kaynaklarından biri olduğunu göz önünde bulundurarak, uluslararası finans sistemindeki Çevresel, Sosyal ve Yönetişim (ÇSY) politikalarına daha fazla dahil edilmesi çağrısında bulunuyoruz” denildi.

‘Nükleer için özel finansman eksiği yok, devlet destek vermeli

BM Atom Ajansı IAEA‘ının başkanı Rafael Grossi, finansmanın önemli bir konu olduğunu söyleyerek, nükleerin diğer enerji projeleriyle eşit şartlarda ele alınması gerektiğini ekledi: “Nükleer projelerin finansmanını yasaklayan uluslararası ve kurumsal bir mimarimiz hâlâ var. Finansal kurumların pek çok kararı, hükümetlerin bir şeyi istemesine veya buna karşı çıkmamasına bağlı.”

Grossi zirvede, geçen yıl Dubai’de gerçekleştirilen COP28 iklim konferansından bu yana çoğu ülkenin nükleerin çözümün bir parçası olduğu konusunda hemfikir olduğunu ve bunun da finansmanın güvence altına alınmasına yardımcı olacağını söyledi.

Belçika Başbakanı Alexander De Croo da Avrupa Yatırım Bankası‘nın yeni reaktörlerin finansmanına dahil edilmesini önerdi: “Özel finansman eksikliği yok. Tam tersine, eksik olan şey, özel finansmanı harekete geçirmek için doğru koşullar ve çok taraflı bir bankanın yatırımı çoğaltmak için bir kaldıraç olması gerekiyor olması.”

De Croo, bir soruya yanıt olarak da, mevcut operasyonları dengelerken Avrupa nükleer endüstrisi tedarik zincirlerinin mümkün olduğu kadar hızlı bir şekilde Rusya ile bağlantısını kesmesi gerektiğini de söyledi.

Pek çok Avrupa ülkesi, reaktörlerinin tedariki ve bakımı için Rus teknolojisine ve uranyuma bağımlı.

Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, nükleere olan “yenilenen ilginin”, AB’nin iklim hedeflerine, özellikle de “enerji güvenliğinin ve rekabetçiliğinin korunmasına” ulaşmak için “çok önemli bir anda” geldiğini söyledi.

ABD de nükleeri yeniden canlandırmanın yollarını arıyor.

ABD Başkanı’nın temiz enerjiden sorumlu kıdemli danışmanı John Podesta ise gazetecilere verdiği demeçte, “Dünya Bankası ve diğer kalkınma bankalarını nükleer finansman üzerindeki kısıtlamayı kaldırmaya teşvik eden Fransız girişimini destekliyoruz.” dedi.

Podesta, Kongre’nin yakın zamanda, özellikle helyum gibi gelişmiş yakıtlara yönelik bir zenginleştirme programını yeniden başlatmak için 2,7 milyar doları onayladığını da sözlerine ekledi.