Çanakkale Gelibolu’da Koru Dağlarının eteklerinde yer alan Adilhan köyü sahilinde ormanlık alanda ağaçların kesilip bölgeye yirmiden fazla villa inşa edilmesine karşı çıkan Saros Gönüllüleri, çalışmaların durdurulmasını talep ederek bir protesto düzenlendi.
Eylemde konuşan Türkiye Ormancılar Derneği Marmara Şubesi Başkanı Sezai Kaya, sürecin bizzat takipçisi olacaklarını belirterek “Evreşe Belediyesi‘nin mesire alanı olarak kiraladığı iddia edilen ormanda, beton iki katlı villa inşaatları yükseldi. Bu alana yapılan betonarme yapıların yasal bir zemini yoktur” dedi.
Sezai Kaya, “Gelinen noktada Orman Bakanlığı‘ndan daha çok artık halkın fidanını, toprağını korumaya ve sahip çıkmaya çalışıyoruz. Ne olursa olsun belediye sorumluluğunda olan bir yer burası. Belediye kamu hizmeti verir. Biz kamuyuz” ifadelerini kullandı.
Saros Körfezinde Adilhan köyünün ormanlık alanınında ağaçlar kesilerek inşaa edilen beton vilları istemiyoruz. Ormanımıza sahip çıkıyoruz. Orman kıyımı sebebi ile Saros Gönüllüleri Gelibolu sözcüsü Tuğba Diner tarafından 23 Mart’ta basın açıklamamız yapılmıştır. @tugbadinerpic.twitter.com/3ECSs7UcNj
Keşan Kent Konseyi Başkanı Hasan Karagöz ise şunları söyledi: “Ülkemiz, dört bir yandan tam bir yağma ve talan altında. Halk, adeta ormanlarını, topraklarını, derelerini, sularını Çevre Bakanlığı’ndan korumakta. Burada yapılan şey kabul edilemez. Mücadele etmeliyiz. Burası birkaç yıl önce sulanabilir tarım arazisi niteliğinden çıkarılarak, mücavir alan olarak belirlendi. Ormanın 2017 senesinde Evreşe Belediyesi tarafından mesire alanı olarak kiralandığı biliniyor.”
MUĞLA- Limak, IC-İçtaş iştiraki YK Enerji‘nin termik santraline kömür tedarik etmek için tahrip edilen Akbelen Ormanı‘nda şirket, ekokırım suçuna devam ediyor. 23 Mart 2024’te çekilen görüntüler, şirketin gece gündüz demeden ekokırım suçuna devam ettiğini gösteriyor.
Akbelen Ormanı’nda gerçekleştirilen ve bölgedeki ekosistemi alt üst eden ekokırım suçu nedeniyle hem biyoçeşitlilik, hem bölgede yaşayan yurttaşlar ağır zararlar görüyor. Dinamitlerin patlatıldığı tesis nedeniyle yurttaşların evleri sarsılırken bölgedeki zeytinlikler de her gün havaya kalkan tozlardan zarar görüyor. Ormanda bugüne kadar kesilen ağaçlarla birlikte birçok canlı da iş makinaları nedeniyle yok oldu ve/veya yerinden edildi. Bölgedeki yurttaşlar köylerini terk etmemek için yıllardır mücadele veriyor.
ABD Tarım Bakanlığı‘nın (USDA) her yıl yayınladığı bitki dayanıklılık bölge haritasındaki son güncellemeler, hangi bitkilerin belirli bir lokasyonda rahatlıkla yetiştirilebileceğine dair önemli ipuçları verirken; iklim değişikliğinin bitkilerin yetişebileceği bölgeleri ve koşulları değiştirdiğini ortaya koyuyor.
Conversation‘ın aktardığına göre yayınlanan bitki dayanıklılık bölge haritası, kuzeye doğru hareket eden bitki dayanıklılık bölgelerindeki değişiklikleri açıkça ortaya koyuyor.
Bu değişiklik, Türkiye’de de benzer şekillerde gözlenebilir; özellikle kıyı bölgelerinde ve iç kesimlerde farklı iklim şartları göz önüne alındığında, bahçe düzenlemeleri ve bitki seçimlerinin bu yeni koşullara göre yapılması gerekeceği öngörülüyor.
2023 USDA bitki dayanıklılık bölge haritası, bitkilerin aşırı kış sıcaklıklarına dayanarak nerede yetişebileceğini gösteriyor. Daha koyu tonlar (mordan maviye) daha soğuk bölgeleri işaret ederken, güneye doğru ılıman (yeşil) ve sıcak bölgelere (sarı ve turuncu) geçiş yapar.
ABD Tarım Bakanlığı’nın her yıl yayınladığı bitki dayanıklılık bölge haritasındaki son güncellemeler, iklim değişikliğine bağlı olarak bitkilerin yetişebileceği bölgelerin ve koşulların değiştiğini ortaya koyarken, bu durumun küresel çapta bir fenomen olduğunu ve Türkiye’de de benzer şekillerde gözlemlenebileceğini belirtiyor.
Bilimsel çalışmalar, iklim değişikliğinin bitkilerin yetiştirilmesi üzerindeki etkilerinin çok yönlü olduğunu gösteriyor. İklim değişikliği, bitkilerin büyüme döngüleri, çiçeklenme zamanları ve meyve verme kapasiteleri üzerinde önemli etkilere sahip olabiliyor.
Aynı zamanda, bazı bitkilerin hastalık ve zararlılara karşı direncinde değişikliklere neden olabiliyor. Bu etkiler, bitki yetiştiriciliği ve bahçe düzenlemelerinde yeni stratejilerin benimsenmesini gerektiriyor.
Özellikle kıyı bölgelerinde ve iç kesimlerde farklı iklim şartlarının göz önüne alındığında, bahçe düzenlemeleri ve bitki seçimlerinin bu yeni koşullara göre yapılması gerekiyor. Bilim insanlarına göre bitki yetiştiriciliği ve bahçıvanlık uygulamaları, iklim değişikliğine uyum sağlayacak şekilde evrim geçirmeli; su tasarrufu sağlayan sulama teknikleri, yerel ve dayanıklı bitki türlerinin tercih edilmesi ve mevsimlere uygun bitki seçimleri gibi yöntemler ön plana çıkmalı.
Uzmanlar ayrıca, bitkilerin iklim değişikliğinin getirdiği stres koşullarına daha iyi adaptasyon sağlayabilmesi için toprak yönetimi ve gübreleme tekniklerinde de yenilikçi yaklaşımlar benimsenmesi gerektiğinin altını çiziyor.
Marmaris Kent Konseyi ve Marmaris Ekolojik Mücadele Komitesi tarafından 24 Mart’ta Marmaris Atatürk Meydanı’nda yapılan basın açıklamasında, 5 yıl aradan sonra Marmaris’in ‘fosil yakıt tüketimi ve otomobil pazarının reklam panosu olan’ ralli yarışlarına yeniden ev sahipliği yapmak zorunda bırakıldığı ifade edilirken, organizasyonun şehir için oluşturduğu tehditlere dikkat çekildi.
Marmaris Milli Parkı’nda gerçekleşen etkinliklerin kent yaşayanlarının fikri alınmadan, bilimsel gerçekleri, uluslararası sözleşmeleri göz ardı eden, dünyada benzeri görülmemiş dayatmacı bir anlayışla, bu bölgeyi rallinin yıkıcı etkilerine maruz bıraktığını ifade eden yurttaşlar, Marmaris’in orman varlığının yüzde 16’sını yangında kaybetmiş olduğunu hatırlattı.
2018 yılında yaşanan ve ralli etkinliğinden bir aracın alev alması sonucu 22 hektar ormanlık alanın kül olduğu yangın ile dönemde toplamda 34 hektarlık bir alanın yangında zarar gördüğü düşünüldüğünde, ralli etkinliklerinin ne denli büyük bir risk taşıdığı daha net bir şekilde ortaya çıkıyor. Ayrıca, benzer bir kazanın Bayır‘da yaşanmış olması ve bu sefer şans eseri büyük bir felaketin önlenmiş olması, tehlikenin her zaman mevcut olduğunu gösteriyor.
Marmaris Kent Konseyi ve Ekolojik Mücadele Komitesi adına Halime Şaman’ın okuduğu basın açıklamasında, Marmaris’in bir milli park olduğu ve dünya genelinde milli park sınırları içinde doğal yaşama zarar verebilecek etkinliklerin düzenlenmesinin kabul edilemez olduğu vurgulandı. 2021 yılındaki yangın felaketinde büyük zarar gören orman varlığının, artık herhangi bir riski kaldıramayacağı ifade edildi.
Ralli etkinliklerinin doğal yaşam üzerindeki olumsuz etkileri, yalnızca yangın riski ile sınırlı değil. Yaban hayatı üzerinde ciddi bir baskı oluşturan bu etkinlikler, arıların tozlaşma faaliyetlerinden, nadir türlerin korunmasına kadar pek çok doğal döngüyü olumsuz etkileyebilir. Yüksek ses seviyeleri, hayvanların yollara fırlamasına ve sonuç olarak hem insan hem de hayvan yaşamı için tehlikeli durumların ortaya çıkmasına neden olabilir.
Hak savunucuları, “kentin gerçek sahipleri olarak, Marmaris’in doğal kaynaklarının otomobil pazarının reklam aracı olarak kullanılmasına ve çevrenin bu şekilde heba edilmesine karşı çıkıyoruz” dedi.
Basın açıklaması, şu ifadelerle son buldu:
Baharın başladığı ve doğanın uyandığı bir zamanda, ormanlarımız ve doğa kendini toplamaya çalışırken, hayvanlar kış uykularından uyanıyorken, çam balı elde ettiğimiz basralı çam ağaçlarımız azalmışken, en büyük geliri turizm ve onun kaynağı da doğa olan bir kentte ralli organize etmenin, doğal çevremiz zaten inşaat projeleri, madenler, taşocakları, iskele ve marina projeleri ile talan ve yok edilme tehdidi altındayken, bu tehditlere bir de rallinin verdiği zararları eklemenin akılla bağdaşan bir yanı yoktur. Marmaris’in cennet doğası, parası, siyasi bağlantıları ve gücü yetenlerin, çevreyi ve doğal hayatın döngüsünü tehlikeye atacak pahalı hobilerini tatmin edeceği bir oyun bahçesi değildir.
Tüm bu nedenlerle, bir kez daha, Marmaris hepimizindir ve “doğayla yarışan, kaybetmeye mahkûmdur” diyoruz.
Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu, İstanbul Kadıköy’de gerçekleştirdiği basın açıklamasında, Kanal İstanbul projesi ile ilgili gerçeklere dikkat çekti.
Platform adına basın açıklamasını okuyan Fatoş Osmanağaoğlu, “AKP’nin İBB başkan adayı Murat Kurum’un adaylığı açıklandığından bugüne, İstanbul halkının ezici bir çoğunluğunun karşı olduğunu bildiği ‘çılgın proje’ Kanal İstanbul projesi ile ilgili sorulara yanıt vermediğini ya da ‘gündemimizde yok’ gibi yanıtlarla geçiştirdiğini görüyoruz. Bakanlığı döneminde ‘en önemli projesi’ olduğunu söyleyen Murat Kurum’u Ulaştırma Bakanlığı yalanlıyor” dedi.
— Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu (@yakanal_yaist) March 23, 2024
“Kurum’un “gündeminde olmayan” ve hatta Erdoğan’a “başka önceliklerim var” diyebileceğini iddia ettiği sırada Kanal İstanbul projesinin “kalbi” olarak ifade edilen Arnavutköy Dursunköy’de bir projenin ihalesi daha yayımlandı” denilen basın açıklamasında, “Gerçeklerin gizli kalmamak gibi bir huyu var, tıpkı Kurum’un mal varlığı beyanında unuttuğu üçüncü evi gibi” ifadeleri yer aldı.
Ya Kanal Ya İstanbul: ‘İktidar proje için ısrarını sürdürüyor’
Platformun vurguladığı bir diğer önemli nokta ise, İstanbul 11. İdare Mahkemesi‘nin, şehrin ekolojik ve kentsel dengesini tehdit eden Kanal İstanbul Yenişehir Rezerv Yapı Alanı 1. Etap Projesi ile ilgili imar planlarını iptal etmesi oldu. Bu karar, projenin şehircilik ilkelerine ve hukuka uygun olmadığını gösteren güçlü bir işaret olarak kabul ediliyor. Ancak Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu, mevcut iktidarın bu kararlara rağmen projeyi zorla hayata geçirme çabasında olduğunu belirtiyor.
Basın açıklamasında, Kanal İstanbul ve çevresinde planlanan Yenişehir gibi projelerin, İstanbul’un doğal habitatını, su kaynaklarını ve biyolojik çeşitliliğini tehdit ettiğine dikkat çekildi. Projenin, şehrin son kalan tarım alanlarını, ormanlarını ve su havzalarını yok edeceği, İstanbul ve civarında yaşayan insanlar ve diğer canlılar üzerinde yıkıcı etkiler bırakacağı vurgulandı.
Eylemimizde İBB Başkan vekili Ülkü Sakalar, belediyenin açtığı davalardaki duruma dair bilgi verdi, Kanal İstanbul'a karşı mücadelenin parçası olduklarını söyledi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi kanala karşı İstanbul halkının yanında. pic.twitter.com/M0zvXF8i9B
— Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu (@yakanal_yaist) March 23, 2024
Koordinasyon, İstanbul’un karşı karşıya olduğu su sorununa da değinerek, Kanal İstanbul projesinin ekolojik dengeyi daha da bozacağını, kentsel ısı adasını artıracağını ve şehrin zaten kritik bir noktada olan su ihtiyacını daha da zorlaştıracağını belirtti. İstanbul’un yaşanabilirliğini tehdit eden bu projeye karşı platform, İstanbulluları bilinçli olmaya ve harekete geçmeye çağırıyor.
Kanal İstanbul projesiyle ilgili olarak ortaya çıkacak olan milyarlarca metreküplük hafriyatın nasıl taşınacağı ve bu sürecin çevresel etkileri, projenin üzerindeki en büyük soru işaretlerinden biri. İstanbul için planlanan bu ve benzeri projelerin, şehrin doğal ve kültürel mirasını korumak adına karşı konulması gerektiği mesajı veriliyor.
Basın açıklaması, şu ifadelerle son buldu:
Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu olarak ilan ediyoruz: Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı olarak işlediği suçlara yenilerini eklemek isteyen Murat Kurum’a biz İstanbullular geçit vermeyeceğiz. Yeni rant ve talan politikalarına izin vermeyeceğiz. Bugüne kadar olduğu gibi bu seçimde de “atı alan Üsküdar’ı geçti” deseniz de mücadele etmeye devam edeceğiz, size “Kanalı yaptırmayacağız”. İstanbul halkını yerel seçimlerde Murat Kurum’a oy vermemeye, her daim kenti ve doğayı talan eden rant projelerine karşı mücadele etmeye çağırıyoruz.
Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan, Bolu’da altın arama ruhsatı verilen bölgeleri belirterek “buna asla izin vermem” dedi.
Bolu’nun kuzeyinde kalan Pirahmetler Köyü ve çevresini kapsayan bin hektarlık orman alanına bakanlık tarafından altın arama ruhsatı verildiğini ifade eden Tanju Özcan, “Bolu’nun ormanlarının katledilmesine, topraklarının ve suyunun siyanür ile kirletilmesine asla izin vermem” ifadelerini kullandı.
Bolu’nun kuzeyinde kalan Pirahmetler Köyü ve çevresini kapsayan, 1.000 Hektarlık orman alanına Bakanlıkça altın arama ruhsatı verilmiş. Bu ruhsatı verirken herhalde Bolu’nun Belediye Başkanı’nın Köroğlu’nun torunu Tanju Özcan olduğunu unutmuşlar.
Özcan, konuya ilişkin açıklamasında bölgenin su havzası olduğunu vurguladı ve “Bana hiç bilgi verilmedi, yakından takip ediyorum ve net bir cevap vereceğim. Ben belediye başkanı olduğum sürece asla izin vermem. Elin birileri, muhtemelen de yabancı yatırımcıdır bunlar, yandaştır ya da kim olursa olsun, babam da olsa aynı tepkiyi koyarım. Siyanürsüz altın aranmaz. Siyanür demek zehir demek… Ben oraya bırak belediye başkanı, normal vatandaş olsam izin vermem” dedi.
Bolu’nun yemyeşil ormanlarını, tertemiz topraklarını ve billur sularını rant uğruna tahrip etmek isteyenlere sonuna kadar karşıyız.
Muğla Akyaka’da Muğla Vakfı tarafından kıyıların halkın kullanımını engelleyecek şekilde işletmesine karşı protesto gerçekleştiren yurttaşlar arasından üç kişiye karşı açılan davada, beraat kararı verildi.
Muğla’nın Ula ilçesine bağlı Akyaka mahallesinde ‘A Tipi Mesire Alanı’ olarak belirlenmiş olan Akyaka Orman Kampı’nda, Muğla Vakfı’nın işlettiği kıyı ve piknik alanı, yurttaşların kullanımına engel olacak şeklide şezlonglarla doldurulmuştu. Bunun üzerine bir protesto gerçekleştiren yurttaşlar hakkında suç duyurusunda bulunulmuştu.
Akyaka halkı, protesto eyleminin yanı sıra kamuya ait alanların halkın ücretsiz kullanımına kapatılmasına karşı da, sorumlular hakkında şikayette bulundu.
Muğla Vakfı ise eylemler sırasında işletmeye ait şezlongların kırıldığını ve ‘çalışma hürriyetinin ihlal edildiğini’ ifade ederek, eyleme katılanlar arasından üç yurttaş hakkında suç duyurusunda bulunmuştu.
Davanın 22 Mart’ta görülen karar duruşmasında Muğla 1. Asliye Ceza Mahkemesi heyeti, sanıklar Alp Serdar Denktaş, Türkan Denktaş ve Emine Dayıoğlu’nun beraatine istinaf yolu açık olmak üzere karar verdi.
Kararda savcının mütalaası ile uyumlu olarak, yüklenen suç açısından sanıkların kasıtlı bir eyleminin bulunmadığı ve suçun sanıklar tarafından işlendiğinin sabit olmadığı söylendi.
‘Kıyı işgaline karşı mücadelemiz sürecek’
Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) Gökova Meclisi’nden Serdar Denktaş, karara ilişkin yaptığı açıklamada “Kıyı işgallerine karşı yurttaşların ülke genelinde yürüttüğü mücadelelerin bir örneği de Akyaka’da veriliyor” dedi.
Bu yargı kararı ile yurttaşların kıyılardan yararlanmalarının anayasal bir hak olduğunun kesinleşmiş olduğunu belirten Denktaş, “Bu karar, benzer mücadele yürüten ve benzer suçlamalarla karşı karşıya kalan tüm yurttaşlar için örnek oluşturan önemli bir kazanımdır. Gökova Meclisi olarak bu kazanımımızdan da güç alarak bölgemizdeki tüm kamusal alan işgallerine karşı yürüttüğümüz mücadelemizi daha da yükselteceğiz ve tüm işgaller kaldırılıncaya kadar kararlılıkla sürdüreceğiz” ifadelerini kullandı.
AKP’li İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı Murat Kurum, Heybeliada’daki Çamlimanı mevkiinde yer alan Heybeliada Sanatoryumu’nun bir gençlik merkezine dönüştürüleceğini ifade etti.
Yerel seçimler öncesinde yaptığı ilçe ziyaretleri kapsamında Adalar’ı ziyaret eden Murat Kurum, konuşmasında Adalar’da yapılması planlanan projelerinden söz ederken, Diyanet’e devredildiği bilinen ve henüz akıbeti belli olmayan Heybeliada Sanatoryumu’na da değindi ve “Gençlerimiz için sanatoryumu bundan sonra gençlik kampı olarak Adalar’ın gençliğine armağan ediyoruz” ifadelerini kullandı.
Mikro iklim özellikleri nedeniyle dünyanın havası en temiz noktalarından birinde yer alan ve Adalıların sağlık merkezi kalması için mücadele verdiği Heybeliada Sanatoryumu ve Çamlimanı, son yıllarda Diyanet’e devredilmesiyle gündeme gelmişti.
Heybeliada Mahalle Meclisi Girişimi, Murat Kurum’un açıklaması üzerine itirazını dile getirdi. Twitter’da paylaşılan mesajda, “Sanatoryumu sağlık merkezi olarak geri istiyoruz. Çamlimanı’nı ve tüm kıyıları geri istiyoruz” denildi.
İBB Başkanlığı'na aday olan AK Partili Murat Kurum, seçilirse #HeybeliadaSanatoryumu'nun adalı gençlere hizmet verecek bir yapı olacağını beyan etti.
Oysa biz Adalılar yıllardır Sanatoryum'un yeniden kamu adına #sağlık hizmeti vermesini istiyoruz, bunu her yerde söylüyoruz. pic.twitter.com/42Sh623C4Q
— Heybeliada Mahalle Meclisi Girişimi (@HeybeliMahalle) March 22, 2024
Heybeliada Çamlimanı’nda ne olmuştu?
Türkiye’nin ilk pandemi hastanesi olarak bilinen Heybeliada Sanatoryumu‘nun kıyı parselinin İstanbul Müftülüğü aracılığıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’na devri için verilen yürütmeyi durdurma kararı, 11 Mart’ta kaldırılmıştı.
Kıyının ne amaçla kullanılacağı hala netleşmedi ve ada halkı, bölgenin korunması ısrarını sürdürüyor.
İstanbul 2. İdare Mahkemesi‘nin daha önce verdiği arazinin boşaltılmasını durduran yürütmeyi durdurma kararı, son kararla birlikte kaldırıldı. Bu kararın ardından arazinin boşaltılması ve yeniden inşası işlemlerinin her an başlayabileceği ifade ediliyor.
Yeşil Gazete’ye konuşan Dünya Mirası Adalar Girişimi‘nde gönüllü Derya Tolgay, “Politik ve siyasi birçok çabayla, buranın yeninden planlanabilir bir oyun parkı gibi görülmesi tuhaf, bunun olmaması gerekiyor” dedi ve Adalar’daki sivil inisiyatifler olarak, Adaların her tarafının deniz olması ve hiçbirimizin denize ulaşamıyor olması gibi muazzam bir kıyı sorunu yaşarken, hem Çamlimanı hem de diğer kıyılar için mücadeleyi her türlü eylem ve çalışmayla sürdüreceklerini ifade etti.
Not:Bu tarif sadece birkaç insanı ağlatmıştır, başka hiçbir canlı zarar görmemiştir.
*
Yeşil Tarifler’de bu hafta gözlerinizi biraz yaşartacak bir tarif var: Vegan köfte.
Çıtır çıtır olan ve nar gibi kızaran bu köfteyi, hayvanları ve doğayı sömüren navegan köftelere göre hem doğa dostu hem de çok daha uygun fiyata yapabileceksiniz.
Ayrıca Tomris Karakartal’ın geçen hafta mutfağında ağırladığı chia tohumu da bu hafta yine yardımcı konuğumuz oldu.
Öneri: Bu program eşliğinde köfte yaparken MFÖ’nün “Gözyaşlarımızı bitti mi sandın” parçası arkada çalabilir. :)
Bu yazı, en iyi Uluslararası Oscar Ödülü’nü, Cannes Grand Prix’yi, BAFTA ödüllerini alan Zone of Interest filmi hakkında. Spoiler içeriyor. Ama filmdeki bazı sahneleri anlamayı kolaylaştıracak ipuçları da veriyor.
*
Filmin ismiyle başlamak istiyorum. Türkiye‘de “İlgi Alanı” ismiyle gösterime girmiş. İlk anda “Ne kötü çeviri” diye düşündüm. Çünkü “ilgi alanı” deyince aklıma basketbol, yüzme gibi faaliyetler geliyor. Google’da aratınca ilgi alanı, hobi kelimesiyle eşleşiyor
Zone of Interest‘in Almancası “das Interessengebiet.” Naziler bu tabiri, ölüm kamplarının etrafındaki askerî güvenlik bölgesini tarif etmek için kullanmış. Buralarda yaşayan yerli halk başka yerlere gönderilmiş, yerlerine Alman subaylar ve aileleri gelmiş. Bu güvenlik bölgeleri, aynı zamanda Nazi ideolojisinin önemli unsurlarından olan “Lebensraum” tabirinin uygulama alanı olarak görülmüş. Lebensraum, yaşam alanı demek. Nazilerin savaş gerekçelerinden biri, üstün ırk sayılan Almanlara serpilip gelişmeleri için geniş topraklar tahsis etmekmiş. Yani Britanya’nın ve Fransa‘nın dünyanın geri kalanında yaptığını yapmak.
O anlamda fikir yeni değil. Fakat Birinci Dünya Savaşı’nda sömürgeler kaybedilmiş, denizlerde hakimiyet kurulamamış. Dolayısıyla Almanya’nın o dönem erişebileceği en yakın yer Doğu Avrupa ve Rusya. O yüzden Hitler dönüp Sovyetlerle savaşa tutuşmuş.
Özetle Zone of Interest, hem güvenlik bölgesi hem de bayındırlık faaliyetlerinin yürütüleceği, ilgiye mazhar olmuş bölge anlamına geliyor. İlgi alanı değil.
Kendini meşgûl tutmak
Ancak hikâyede “İlgi Alanı” isminin tekabül edebileceği bir başka katman daha var. Film, Auschwitz Toplama Kampı‘nın kumandanı olan Rudolf Höß’ün (Höss diye okunuyor), eşi Hedwig ve çocuklarıyla birlikte kampın hemen bitişiğinde sürdürdüğü “huzurlu” hayatı anlatıyor. Duvarın öte yanında her gün binlerce insan gaz odalarında öldürülürken bunlar bitki yetiştiriyor, çocuk büyütüyor, yüzmeye gidiyor, at yetiştiriyor, gündelik dertler üzerine sohbet edip misafir ağırlıyorlar. Adam gündüzleri işe gidiyor, kadın evi idare ediyor. İlgi alanları sanki bunlarla sınırlı. İcra ettikleri vahşete karşı görünürde kayıtsızlar. Görmüyorlar. Adam, gaz odaları için gereken teknik aksamdan sanki evi badana ettirecekmiş gibi bahsediyor; kariyeriyle ilgili endişeleniyor. Kadın bahçesindeki bitkilerle uğraşıyor, İtalya‘da tatil planları yapıyor.
Yine de şiddet bir şekilde hayatlarına sızıyor. Pencereyi açtıklarında karşılarında gece gündüz duman çıkaran bacalar görüyorlar. Çığlıklar, silah sesleri duyuyorlar. Sürekli havlayan köpekler var. Yüzmeye gidilen nehirden insan parçaları çıkıyor. Çocukların odasından, nehirde birilerini boğma emri veren askerin sesi işitiliyor. Adam filmin sonunda kusuyor, bedeni kaldırmıyor. Ama yine de konforlu hayatlarından asla vazgeçmiyorlar.
Mahkûmlardan çalınanlar kamptan eve getiriliyor. Bir kısmı hizmetçilere dağıtılıyor. Kürk gibi değerli parçalar evin hanımına gidiyor. Üstüne giydiği kürkü ayna karşısında denerken astarını yokluyor, içine para saklanmış olabilir mi diye. İlgisi buna yönelik. Arkadaşlarıyla diş macunu tüplerine saklanmış elmaslardan bahsediyor. Yahudilerin ne kadar kurnaz olduklarından dem vuruyorlar. Yağmalananlar arasından çikolata çıkarsa eve getirin diyebiliyor. Mahkûmlar toplama kampından el arabalarıyla bahçe gübrelemek için kül taşıyor. Organik gıda, doğal yaşam! Vahşetin içinde yaşıyorlar. Vahşet yaşatıyorlar. Ama bir şekilde tüm bu olan biten sanki ilgi alanlarına girmiyor. Başka konulara odaklanıyorlar. Dolayısıyla, Zone of Interest’i İlgi Alanı diye çevirmek, hâlâ bir miktar kulağımı tırmalasa da işlenen hikâyeye bir şekilde uyuyor.
Üstün ırkın aile yaşamı
Filmin hikâye anlatıcılığı en üst seviyede. Aksayan, sarkan tek bir sahne bile yok. Daha girişte uzun uzun karanlığa bakıyoruz. Geri planda sesler var, ama görüntü yok. Zira bu filmde dışarıdaki vahşet evin içine dolaylı yollarla, en çok da seslerle ulaşıyor. Yönetmen Johathan Glazer sanki daha en baştan seyirciye “Kulaklarını aç!” demiş oluyor.
Üstünde on yıl çalışılmış, ince ince işlenmiş bir yapım. Soykırım ve Nazi dönemi, malûm, çok işlenmiş bir konu. Ancak kamerayı vahşeti icra edenlere, hane içine, kadınlara, çocuklara yöneltmek bambaşka bir bakış açısı sunuyor. Ama film asla onlarla özdeşlik kurduracak, sempati duymayı gerektirecek bir sahne vermiyor seyirciye. Ben bunun bilhassa önemli olduğunu düşünüyorum. Bazı insanlık hâllerinin hikâyeleri anlatılsa da empatiye kapalı kalmasının politik bir karar olduğunu, iyi hikâye anlatıcılığının bir parçası olduğunu düşünüyorum.
Film boyunca toplama kampını hiç içeriden görmüyoruz. Daha ziyade Höß ailesinin gündelik yaşamından kesitlere ve sıradan sohbetlere şahitlik ediyoruz. Rutinlerle dolu, son derece hiyerarşik bir hayat. Ortalığı silen, süpüren, çamaşırları asan, çocuklara bakan pek çok kadın var evde. Hizmete zorlanan Polonyalı kadınlar, saat gibi işleyen bir düzen… Öyle ki kumandanın günün ilerleyen saatlerinde içeceği tek kadeh içki bile önceden hazırlanıp ritüel havasında masaya konuyor. Can korkusu, katıksız itaate dönüşüyor.
Korku ve şiddet, filmin tüm atmosferine sinmiş. En tepede evin hanımı, istediğini istediği gibi azarlıyor; hattâ çok kızınca çalışanları ölümle tehdit edebiliyor. Daha doğrusu bunu kocasının yapabileceğini ima ediyor. Erkek şiddeti üzerinden diğer kadınlara karşı güç devşiriyor. Hınç dolu. Annesinin savaştan önce varlıklı Yahudilerin evine temizliğe gittiğini ve o insanların şu an duvarların arkasında olduğunu öğreniyoruz. Savaş ve soykırım, o dönem pek çok Alman’a aynı zamanda sınıf atlama imkânı sunmuş. Annesi o ailenin güzelim perdelerini başka bir komşuya kaptırdığı için hayıflanıyor. Ne yazık ki Türkiye‘de ve Balkanlarda da buna benzer pek çok aile hikâyesi var.
Kadının kocasıyla ilişkisini tanımlamak bir hayli zor. İki suç ortağı diyeceğim; ama ortada tam bir ortaklık da yok. Adamın Berlin‘e tayini çıktığında, kadın kurduğu bu “cennetten” ayrılmak istemiyor. “Sen git, ben kalacağım” diyor. Adamın civar köylerde yaşayan veya belki kampta mahkûm olan bir kadınla ilişkiye girdiğini görüyoruz. Muhtemelen başkaları da var. Kadınların canları pahasına girmek zorunda olduğu bir ilişki! Yani görünen tüm konfor; şiddetle, tecavüzle, yağmayla çepeçevre kuşatılmış durumda. Rudolf Höß, geceleri uyuyamayan çocuğuna loş ışıklı mutlu bir aile tablosundaymış gibi masal okuyor. Çocukları yemek isteyen cadının ocakta yanarak öldürüldüğü Hansel ve Gretel masalını… Sanki bilinçaltı, mutlu tablo ailesini yırtıp yüzünü nihayet gösterecekmiş gibi oluyor; ama yüzleşme bir türlü yaşanmıyor.
Bilinçaltı, direniş ve bugünkü ‘ilgi alanlarımız’
Filmin temel hikâye örgüsü iki noktada kulvar değiştiriyor. İlki, termal kamerayla çekilmiş, hayaletimsi bir evrende geçen siyah beyaz paralel bir hikâye. Rudolf çocuğuna masal okurken genç bir kız, Hansel ve Gretel masalını andıracak şekilde toprağa elma ve armutlar bırakıyor. Kaybolanların eve dönebilmesi için iz bırakmak ister gibi. Bu sahnelerin ilhamı Alexandria isimli gerçek bir insan, Polonyalı bir partizan. O dönem genç bir kızken toplama kampının çevresinde bisikletle tur atar, çalışmak için dışarıya çıkarılanlar geçerken alabilsin diye yiyecek bırakırmış. Bir gün Auschwitz’te mahkûm olan Thomas Wulf isimli birinin bestelediği notaları bulmuş. Filmde bu şarkının çalındığını da duyuyoruz. Böylelikle filmin koyu karanlığına umutlu bir hikâye ve direniş de eklenmiş.
İkinci farklılık, sonlara doğru gerçekleşiyor. Film zamanda sıçrayarak günümüzü, Auschwitz kampının bugünkü hâlini gösteriyor. Yine sıradan, yine gündelik görüntüler. Ziyaretçiler gelmeden yerleri silenler, camları temizleyenler… Vahşet ve vahşetin mekânları bugün bile hâlâ o bakım emeğine, rutinlere muhtaç.
Zamanında Auschwitz’i ziyaret imkânım olmuştu. Girişteki ana yolun kenarlarında, daha önce o yolda ölüme yürümüş insanların fotoğrafları asılıydı. Aynı filmin verdiği his gibi, insanı farklı bir zamana sıçratan, tüyleri diken diken eden bir etkisi olduğunu hatırlıyorum. Yolun sonunda çalışamayacak durumda olanlar ayrılmış, soyulmuş ve doğrudan gaz odalarına gönderilmiş. Şu yanımda yürüyen yaşlı kadın ve çocuklar gibi…
Toparlayayım.
Hannah Arendt‘in “kötülüğün banalliği” tabirini anmamak mümkün değil. Gözlerini kapayıp “vazifelerini” yapanların aynı zamanda çocuk bakan, köpek seven, at yetiştiren, çiçeklere düşkün sıradan insanlar olabileceğini, kötülüğün çok ayrı bir ruh hâli gerektirmediğini söylüyordu Arendt.
Rudolf Höß, Auschwitz’teki eski evinin önünde idam ediliyor. Sene 1947.
Ben de ister istemez bugün gözümüzü kapadığımız diğer olayları düşünüyorum. Soykırımla kıyaslamak elbette mümkün olmasa da elimdeki konforun bedellerini; içerdiği yoğun şiddeti; zehirlediği, sakatladığı, öldürdüğü bedenleri; iş cinayetlerini, hayvan katliamlarını düşünüyorum. Uzakta aramama gerek yok. İlgi alanımın hemen dışındalar, biliyorum.
*
Filmin Künyesi: Zone of Interest (2023), Jonathan Glazer.
Birinci not: Kendisi de Yahudi kökenli olan yönetmen Glazer, Oscar ödül konuşmasında İsrail‘in işgâlini tasvip etmediğini, Holokost’un işgâli meşrulaştırmak için kullanıldığını söylediği için büyük tepki çekti. İsrail gazeteleri kendisini terörü meşrulaştırmakla suçladı.
İkinci not: Filmle ilgili yorumlarınız, eklemek istedikleriniz ya da isminin Türkçeye nasıl çevrilebileceğine dair önerileriniz varsa duymak isterim. Ben daha iyi bir çeviri düşünemedim.