Ana Sayfa Blog Sayfa 163

Gıda ambalajlarında 68 farklı ‘sonsuz kimyasal’ tehlikesi

İsviçre merkezli Gıda Ambalaj Forumu Vakfı‘ndan çevre bilimciler, plastikten kağıda, kaplı metalden diğer pek çok ambalaj türüne kadar geniş bir yelpazede, sağlık için potansiyel riskler taşıyan 68 farklı Per- ve Polifloroalkil (PFAS) maddesi tespit etti.

Sonsuz kimyasallar olarak da bilinen bu maddeler, uzun yıllardır özellikle yapışmaz mutfak gereçlerinde, suyu iten giysilerde, lekeyi reddeden kumaşlarda, güzellik ürünlerinde ve yangın söndürme köpüklerinde kullanılıyor. Ancak en yaygın kullanım alanlarından biri de gıda ambalajları. Araştırmaya göre, insan eliyle üretilen bu kimyasal bileşiklerin sayısı 12 bini aşıyor.

PFAS maddeleri, “sonsuz kimyasallar” olarak da anılan yapısıyla çevre ve insan sağlığı için ciddi endişelere neden oluyor. Çalışmanın eş yazarı ve Gıda Ambalaj Forumu’nda kıdemli bilimsel görevli olan Birgit Geueke‘nin New Scientist‘e aktardığına göre, binlerce çeşidi bulunan bu kimyasallar hakkında daha fazla bilgi edinmek ve gıda ambalajlarındaki varlıklarını belgelemek araştırmanın temel amaçları arasında.

Hem çevreye, hem insan sağlığına zararlı

PFAS’ların özgün kimyası günlük yaşamın pek çok alanında kolaylık sağlasa da, moleküler özellikleri onlara zararlı nitelikler de kazandırıyor. Bu kimyasalların kalıcılığı ve çevredeki yaygın varlığı, gıda ve içme suyunda kirleticiler olarak bulunmaları sebebiyle alarmlara neden oluyor. İnsan ve yaban hayatında bile bu maddelere rastlanıyor ve bazı PFAS’ların maruziyeti, kanser, tiroid hastalıkları, aşılara karşı düşük yanıt gibi bir dizi olumsuz sağlık sonucuyla bağlantılı.

Araştırmanın bulguları, FCCmigex veritabanında gıda ambalajlarındaki bilinen PFAS maddeleri üzerine yapılan derlemeler sonucunda elde edildi ve toplamda 68 PFAS bileşiği tespit edildi. Bunların 61’inin gıda ambalajlarında kullanımı daha önce yasaklanmıştı. Ancak, bu kimyasalların ambalajlarda nasıl ve neden yer aldığına dair net bir kanıt sunulamadı.

Araştırma ekibi, gıda ambalajlarındaki PFAS maddelerini incelemek için ToxPi adı verilen bir analiz yöntemini kullandı. Bu yöntemle, gıda ambalajlarında bulunan PFAS maddelerinin yaklaşık yarısının (yüzde 57’sinin) sağlığa zararlı olabileceğini gösteren bilimsel verilere sahip olduğunu belirlediler.

Ancak, test edilen PFAS maddeleri arasında pek çok sağlık sorununa yol açabilecekleri belirlenmiş olsa da, bu kimyasallarla ilgili hâlâ eksik olan bilgi ve veriler var. Bu eksiklikler, PFAS maddelerinin gıda ile temas eden malzemelerde, özellikle de gıda ambalajlarında kullanımının uluslararası düzeyde kısıtlanması gerektiğini savunan önerileri daha da güçlendiriyor.

Toksik kimyasallar spermleri azaltıyor
Yeni Zelanda, kozmetik ürünlerde ‘sonsuz kimyasallar’ı yasaklıyor
Kayakçılar pistlerde ‘sonsuz kimyasallar’ bırakıyor
Doğanın hakları Avrupa’da tanınacak: AB ekokırım yasasını kabul etmeye hazırlanıyor

Sonsuz kimyasal nedir?

Gündelik hayatımızda sıkça karşılaştığımız ve pek çoğumuzun varlığından bile haberdar olmadığı “sonsuz kimyasallar”, aslında Per- ve Polifloroalkil Maddeler (PFAS) olarak bilinen geniş bir kimyasal ailenin üyeleri. Bu adlandırma, bu kimyasalların çevrede ayrışmalarının son derece uzun sürmesi, bazı durumlarda yüzlerce yıl hatta daha fazla kalabilir olmaları nedeniyle kullanılıyor. Bu uzun ömürlülük özelliği, “sonsuz” olarak nitelendirilmelerinin temel sebebi.

“Sonsuz kimyasallar”, yapışmaz mutfak gereçleri, su geçirmez giysiler, leke tutmaz kumaşlar, kozmetik ürünler ve yangın söndürme köpükleri gibi çok çeşitli ürünlerde kullanılan türde kimyasallar. Ayrıca gıda ambalajlarında da bulunabilirler, bu da onların gıdalara geçme ve insanlar tarafından tüketilme riskini artırır. Bu maddelerin çekiciliği, mükemmel su ve yağ itici özelliklerinden kaynaklanır, bu da onları modern yaşamın birçok alanında yaygın kullanılmasına neden olur.

Yapılan araştırmalar, bu kimyasalların insan vücudunda birikebileceğini ve kanser, tiroid hastalıkları, aşıların etkinliğinde azalma ve yüksek kolesterol gibi çeşitli sağlık sorunlarına yol açabileceğini ortaya koyuyor. Ayrıca, su kaynaklarımızı ve dolayısıyla içme suyumuzu kirletebilecekleri için çevresel bir tehdit de oluşturuyorlar.

PFAS’lar, genellikle “sonsuz kimyasallar” olarak bilinen en yaygın kimyasal grubudur, ancak bu tanımlamaya giren başka kimyasallar da var. PFAS dışında, bu kategoriye giren başka örnekler de bulunmakla birlikte, PFAS’lar bu grubun en çok bilinen ve üzerinde durulan üyeleridir.

Diğer potansiyel sonsuz kimyasallar arasında PCB’ler (Poliklorlu Bifeniller) ve DDT (Dikloro-Difenil-Trikloroetan) gibi bazı eski pestisitler yer alıyor. PCB’ler, bir zamanlar soğutucu sıvılar, plastikler ve eski elektrik ekipmanlarında kullanılmıştır, ancak kanserojen oldukları ve çevrede uzun süre kalıcı oldukları için birçok ülkede yasaklandı. DDT ise önceden sıkça kullanılan bir böcek öldürücüydü ve yine çevresel kalıcılığı ve potansiyel sağlık riskleri nedeniyle birçok yerde kullanımı durduruldu.

[22 Mart Dünya Su Günü] Sadece suyumuz değil, geleceğimiz de tehlikede

Bugün 22 Mart Dünya Su Günü. Bu yılki Su Günü’nün teması; Birleşmiş Milletler (BM) tarafından ‘Barış için su‘ olarak belirlendi.

Dünya Su Günü, dünyada giderek büyüyen temiz suya erişememe sorununa dikkat çekmek ve içilebilir su varlıklarının korunmasını ve artırılmasını teşvik etmek amacıyla kutlanıyor. Ancak dünyanın su varlıkları açısından durum pek parlak değil.

Yeryüzünde 1 milyar 338 milyon km3 hacminde su olduğu hesaplanıyor. Bunun yüzde 96,5’i okyanuslar ve denizlerde, canlıların sağlıklı ve ekonomik bir biçimde kullanamayacağı tuzlu su şeklinde. İçilebilecek nitelikteki suya sahip buzullar 24 milyon km3’ü ve yeraltı suları 12 milyon 870 bin km3’ü kaplıyor. İnsanların evde, tarımsal ve sanayi üretiminde güvenle tüketecekleri su varlıkları ise dünyadaki toplam su varlıklarının ancak yüzde 2,5’u  gibi küçük bir kısmı.

İklim değişikliğinden kaynaklı yağışların azalması, düzeninin ve döngüsünün bozulması, yeraltı sularının giderek düşmesinin yanı sıra, özellikle tarım ve sanayide aşırı su kullanımı, kirlilik ve artan nüfus gibi nedenlerle bugün dünyada 2.2 milyar insan güvenilir, temiz içme suyuna ulaşamıyor.

Gelişmiş ülkelerde doğan bir çocuk, gelişmekte olan ülkelerdeki yaşıtlarından 30-50 kat fazla su tüketme şansına sahipken, Birleşmiş Milletler raporuna göre, her 15 saniyede bir çocuk, susuzluğun neden olduğu hastalıklardan dolayı hayatını kaybediyor. Yine 2050’ye kadar 350 milyon insanın şiddetli kuraklık nedeniyle su kıtlığı ile karşı karşıya kalacağı öngörülüyor.

Dünyanın 2024 için karşı karşıya kaldığı “su manzarası” şöyle:

  • Yüzey suyu içen 115 milyon kişi de dahil olmak üzere 2,2 milyar kişi hala güvenli bir şekilde yönetilen içme suyu olmadan yaşıyor. ( DSÖ/UNICEF, 2023 )
  • Dünya nüfusunun yaklaşık yarısı yılın en azından bir kısmında ciddi su kıtlığı yaşıyor ( IPCC, 2022 ). 
  • Suyla ilgili afetler, son 50 yılda afetler listesinin başında yer alıyor ve doğal afetlere bağlı tüm ölümlerin yüzde 70’inden sorumlu ( Dünya Bankası, 2022 ). 
  • Yalnızca 24 ülke tüm sınıraşan havzalarının işbirliği düzenlemeleri kapsamında olduğunu bildirmiş durumda.  BM-Su, 2021 ). 

Güvenli içme suyu ve sanitasyonunu temel insan hakları arasında kabul eden BM ise 2024 Dünya Su Günü için verdiği mesajında şunlara dikkat çekiyor:

  • Su barış yaratabilir veya çatışmayı tetikleyebilir. Su kıt olduğunda veya kirli olduğunda ya da insanlar erişim için mücadele ettiğinde gerginlikler artabilir. Su konusunda işbirliği yaparak herkesin su ihtiyacını dengeleyebilir ve dünyanın istikrara kavuşturulmasına yardımcı olabiliriz.
  • Refah ve barış suya bağlı. Milletler iklim değişikliğini, kitlesel göçü ve siyasi huzursuzluğu yönetirken, su işbirliğini de planlarının merkezine koymalı.
  • Su bizi krizden çıkarabilir. Uluslararası düzeyde Birleşmiş Milletler sözleşmelerinden yerel düzeydeki eylemlere kadar, suyun adil ve sürdürülebilir kullanımı etrafında birleşerek topluluklar ve ülkeler arasındaki uyumu teşvik edebiliriz.
‣[İklim Masası] Su krizi, su kıtlığından ibaret değil
İklim krizi sel riskini nasıl artırıyor?
Türkiye’de su krizi araştırması: Beş kişiden ikisi ‘çok endişeli’

İçilebilir su varlıkları, dünyanın her yerine eşit dağılmıyor. Şanslı bölgeler yağış alırken, bazıları ya çok az ya da hiç yağış almıyor.  Dünya nüfusunun yarısından fazlasına sahip Asya kıtası su varlıklarının yüzde 36’sına sahipken; dünya nüfusunun sadece yüzde 6’sının yaşadığı Güney Amerika kıtasında varlıkların yüzde 26’sı bulunuyor. .

Bu yıl yayımlanan BM Dünya Su Kalkınma Raporu’na göre, dünya genelinde 3 milyardan fazla kişi ulusal sınırları aşan suya bağımlı yaşıyor. Ancak, komşularıyla nehirleri, gölleri ve akiferleri paylaşan 153 ülkeden sadece 24’ü paylaştıkları tüm sular için işbirliği anlaşmaları yaptıklarını bildiriyor.

İklim değişikliğinin etkileri arttıkça, ülkeler içinde ve arasında en değerli varlık olan suyu korumak ve muhafaza etmek için birleşmeye acil ihtiyaç duyuluyor.

Nüfus artışı, yoksulluk ve çevrenin bozulmasıyla mücadelede su giderek daha önemli hale geliyor.

Dünyanın su varlıkları kuruyor
Kuraklık: Çanakkale’de su kullanımına kısıtlama getirildi
Tarımda “meteorolojik kuraklık” günleri

Su varlıkları üzerinde işbirliği ve ‘hidrodiplomasi’

Dünya genelinde büyük bir sorun olan su kıtlığı en çok yoksul toplumları etkiliyor.

İklim değişikliğine karşı direnç oluşturmak ve artan nüfusa adil ve sürdürülebilir kaynak sağlayabilmek için, su varlıklarının yönetiminde insan haklarını merkeze alan, sağlam, güvenilir verilere dayanan bir yaklaşım benimsenmesi önem arz ediyor. Uluslararası düzeyde, paylaşılan su varlıkları üzerinde işbirliği ve “hidrodiplomasi”, su varlıklarının ötesi de dahil olmak üzere iletişim ve daha geniş işbirliği için bir başlangıç noktası olarak görülüyor.

Su sıkıntısının en fazla yaşandığı Afrika‘da ise, sorun yetersiz varlık değil, suyun adil paylaşılmaması. Avrupa ile aynı nüfusa, ancak daha zengin su varlığına sahip olan Afrika kıtasında, ticarileşmiş su varlıklarının eşit dağıtılmaması, kıta halkının suya erişimdeki en önemli engel olarak görülüyor.  Son 20-25 yıllık süreçte dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 5’inin kullandığı suyun yönetimi uluslararası şirketlere geçmiş durumda.

Türkiye’nin su karnesi

Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) tarafından hazırlanan rapora göre Türkiye, yılda kişi başına düşen 1.519 m³’lük su miktarı ile ‘su sıkıntısı çeken’ bir ülke ve “su fakiri” olma yönünde ilerliyor.

Türkiye’de kişi başına düşen kullanılabilir yıllık su miktarı, varlıkların kirlenmesi ve nüfus artışı ile birlikte yıldan yıla azalış gösteriyor.  Bu miktar 2000 yılında bin 652 m³ iken, yüzde 19 azalışla 2021’de bin 342 m3 oldu. 2040 yılı tahminlerine göre 1120 m3 ile “su baskısı yaşayan ülkeler” arasında yer alacağı öngörülüyor.

Fotoğraf: Ümit Bektaş / Reuters

Ülkede suyun yüzde 77’si tarımda kullanılıyor. Halen pek çok bölgede “vahşi sulama” da denilen salma sulamanın yaygın olması, bunun en büyük etkenlerinden biri.

Toplam su varlığımızın  yüzde 12’si ise başta tekstil, kimya gibi sektörler olmak üzere  sanayide kullanılıyor. Suyun yüzde 40’ı ise fiziki sebeplerden dolayı kullanıcılara ulaşmadan şebekelerde kaybediliyor. Bu da yaklaşık 2 milyar m³ temiz suya yani yaklaşık 30 milyon kişinin bir yıllık su ihtiyacına karşılık geliyor.

Su varlıklarını ayrıca ülkenin pek çok noktasında izin verilen maden ocakları da tehdit ediyor. Maden tesislerinde harcanan suların ötesinde yapılan faaliyetler bölgedeki yeraltı su varlıklarını, gölleri ve nehirleri kirletiyor.

Bu madenlerde kullanılan ağır metaller ve atıklar da ayrıca bölgedeki su varlıklarını tehdit eden, daha da ötesinde biyoçeşitliliği ve insan sağlığını etkileyen unsurlardan yalnızca bazıları.

İliç’te köylüler evinde akan sudan tedirgin
AKP döneminin ekolojik yıkım projeleri

Öte yandan yanlış su yönetimleri de su varlıklarını yok oluşa sürüklüyor. Ne yazık ki Marmara Gölü bunun en büyük örneklerinden biri oldu.

Yanlış su yönetimi ve kuraklıkla tamamen kuruyan Marmara Gölü’nde tarım…
‣Manisa’nın kuş cenneti, Marmara Gölü göz göre göre yok oluyor

Gıda sektöründe su israfı

Öte yandan gıda sektöründe de yoğun olarak su israfı söz konusu. Yüzeysel sulamaların önüne geçilmemesi ülkenin su varlığını her gün tehdit ediyor. Açık su yolları ve kanalların kullanıldığı sulama şebekelerinde de su kayıpları oldukça yüksek.

Uzmanlar ise tarımda su kaybını azaltmak ve su tasarrufunda su stresinin bulunduğu sektörlerde kullanılabilmesi için yağmurlama ve damla sulamanın yaygınlaştırılması gerektiğini belirtiyor.

Ne yazık ki tarımda kullanılan su, Türkiye’de su stresinin ana nedenlerinden birini oluşturuyor.

‣Tarımsal sulama: Türkiye’de su israfının en büyük nedeni

Aynı israf sanayide de söz konusu. İhtiyaç duyulan tatlı suyun çoğunluğu evlerde değil, sanayi ve tarımda kullanılıyor.

Sanayi ve tarımda suyun tasarrufunu ve sürdürülebilirliğini sağlayacak politikaların izlenmesi israfa son verilmesi açısından büyük önem taşıyor.

Hem hükümetlerin, yönetimlerin hem de şirketlerin sürdürülebilirlik üzerine politikalarını güncellemeleri hem de bunun adil bir şekilde yeşil dönüşüm kapsamında gerçekleştirilmesine dikkat etmesi, sorumluluğunu üstlenmesi gerekiyor.

İsrafı önlemek için ne yapılmalı?

Su doğal bir varlık olmanın ötesinde sağlık, hijyen, tarım, ekonomi ve ekosistemler için hayati önem taşıyor. Su varlıklarının kirlenmesinin önlenmesi, arıtma teknolojileri ile evsel ve endüstriyel atık suyun geri kazanılması, yağmur suyunun toplanması ve depolanması, suyun verimli kullanımı gibi uygulamalar su varlıklarının korunmasına katkıda bulunuyor.

Su tasarrufunu sözün ötesine taşımak

Bu amaçla sanayi şirketleri, belediyeler ve kamu kuruluşlarının yeterli bütçe ayırması, denetlemelerin etkin şekilde gerçekleştirilmesi gerekiyor.

Kirleten öder veya temizler” kuralının benimsenmesi, kaçak ve kayıpların önlenmesi,  yağmur sularının şehirlerin kanalizasyon şebekelerinde yok olup gitmesini engellemek için yerel yönetimlerin su toplama kanalları yapması,  binalarda “yağmur suyu toplama tankı” zorunluluğu olması gibi tedbirler de su tasarrufu açısından önemli.

Bunun yanında, evlerde suyun bireyler tarafından tasarruflu kullanılması, başta banyo ve tuvalet olmak üzere alınacak basit önlem ve uygulamalarla su israfının önlenmesi de, gelecek nesillere bırakılacak en kıymetli miraslardan.

Marmara Denizi’nde üç bölgede petrol aranacak

Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na (TPAO), Marmara Denizi’ndeki üç ayrı bölge için petrol arama ruhsatı verildi

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nün “Petrol Hakkına Müteallik Kararı”, Resmi Gazete‘nin bugünkü sayısında yayımlandı.

Buna göre, TPAO’ya, Tekirdağ il sınırlarındaki 13 bin 149 hektar, Tekirdağ ve Balıkesir‘deki 54 bin 238 hektar ile Tekirdağ ve Çanakkale’deki 27 bin 668 hektar yüz ölçümüne sahip deniz sahaları için sekiz yıl süreyle petrol arama ruhsatı verilmesi kararlaştırıldı.

TPAO, söz konusu sahalarda ruhsat almak için 15 Eylül 2023 tarihinde başvuru yapmıştı.

Isınan Marmara’da yeni fosil yakıt araması Paris’e aykırı

Türkiye, imzaladığı Paris Anlaşması gereğince fosil yakıtlardan uzaklaşmak için planlama ve takvimleme yapması; buna karşılık yenilebilir enerjinin toplam enerji ihtiyacındaki payını artırması gerekirken, yeni kömür madenleri, kömürlü termik santraller açarak, doğal gaz ve petrol arama çalışmalarına hız vererek tam tersi bir yolda ilerliyor.

Tarihsel emisyon birikimine katkı vermeyen “gelişmekte olan bir ülke” olarak, fosil yakıt üretimi ve kullanımı için marjının olduğu tezini savunan Türkiye, toplam sera gazı emisyonlarında dünya ortalamasını yakalamış durumda.

Rapor: Türkiye kömürden elektrik üretiminde ters yönde ilerliyor
‣  Marmara Denizi 3 derece daha ısındı
Araştırma: Yüzde 55’e göre iklim krizinde sorumluluk Erdoğan ve AKP’de
Abdullah Akyüz: Yenilenebilir enerjiyle Türkiye ekonomisi de bambaşka olabilirdi

 

BM kuraklığın ilk mağdurlarının kadınlar ve kız çocukları olacağını söylüyor

Birleşmiş Milletler (BM), ülkelere su varlıkları üzerindeki çatışmaları çözmeleri için yaptığı çağrıda, kuraklık yoksul ve kırsal bölgeleri vurduğunda ilk zarar görenlerin kadınlar ve kız çocukları olduğunu ve dünya genelindeki su stratejilerinin bunu yansıtması gerektiğini bildirdi. Raporda Türkiye’nin de yüksek su stresi yaşayan ülkeler arasında yer aldığı belirtildi. Asya ve Pasifik bölgesi içerisinde değerlendirilen Türkiye‘nin yanı sıra Afganistan, Ermenistan, Kırgızistan, Nepal ve Özbekistan‘ın da su stresi çeken ülkeler arasında yer aldığı bildirildi.

BM’nin yayınladığı son Dünya Su Kalkınma Raporu‘na göre, iklim krizinin yanı sıra dünyanın tatlı su sistemlerinin aşırı kullanımı ve kirliliğiyle su varlıkları üzerindeki daha da kötüleşen baskı, büyük bir çatışma kaynağı.

Raporun yazarlarına göre, suyun paylaşılmasının etkileri ve su varlıkları üzerindeki işbirliğinin daha geniş barış stratejilerine dönüştürülmesi olasılıkları genellikle göz ardı ediliyor. Ancak tatlı suya erişim konusunda yapılacak daha iyi bir işbirliği, kadınların ve kız çocuklarının yaşamlarının iyileştirilmesinde de rol oynayacak.

Fotoğraf: S. Zappi on Pixabay

Buna göre; dünyanın dört bir yanındaki yoksul ve kırsal bölgelerde su toplama işinin birincil sorumluluğu kadınlara ve kız çocuklarına düşüyor. Ayrıca güvenli sanitasyon eksikliği kız çocuklarının eğitimlerini yarıda bırakmalarında bir faktör olarak öne çıkıyor ve hem kız çocuklarının hem de kadınların savunmasızlığını artırıyor.

‘Hızla harekete geçmeliyiz’

Su konusunda yıllık rapor hazırlayan BM kuruluşu Unesco’nun genel müdürü Audrey Azoulay ise şunları söylüyor:

Su stresi arttıkça yerel ya da bölgesel çatışma riskleri de artıyor. Unesco’nun mesajı açık: Barışı korumak istiyorsak, sadece su varlıklarını korumak için değil, aynı zamanda bu alanda bölgesel ve küresel işbirliğini geliştirmek için de hızla harekete geçmeliyiz.”

Gazze‘de süren İsrail saldırılarında da suya erişim hayati bir konu. Bazı gözlemciler İsrail’i tatlı suya erişimi “silah haline getirmekle” suçluyor; zira Gazze’nin su ihtiyacının büyük bir kısmı İsrail’den karşılanıyor.

Gazze’de yüz binlerce çocuk şiddetli açlık ya da kıtlık tehlikesiyle karşı karşıyayken, temiz su eksikliği susuzluğu arttırıyor, tıbbi tedavi ve hijyeni aksatıyor.

Kaynak: Water.org

‘Su çoğu zaman savaşın bir aracı, hedefi ya da kurbanı olmuştur’

Unesco’nun Yıllık Dünya Su Kalkınma Raporu, raporun baş editörü Rick Connor‘a göre “siyasi açıdan çok hassas” olacağı için bu tür çatışmaları ele almıyor. Connor şunları söylüyor:

“Su çoğu zaman savaşın bir aracı, hedefi ya da kurbanı olmuştur, ancak genellikle savaşın nedeni değildir. Su konusundaki anlaşmazlıklar, talep arzı aştığında, kirlilik nedeniyle kullanılabilirlik tehlikeye girdiğinde, su tahsisine erişim kısıtlandığında veya su temini ve sanitasyon hizmetleri kesintiye uğradığında ortaya çıkabilir. Bu ihtilaflar hukuki anlaşmazlıklardan şiddet içeren kavgalara kadar uzanabilir ve genellikle olaya ve yere özgü sosyal, siyasi, çevresel ve demografik koşulları yansıtır.”

Rapora göre su kıtlığı ve su konusundaki gerilimlerin etkileri arasında zorunlu göç, gıda güvensizliği ve diğer sağlık tehditleri ile kadınlar ve kız çocukları için özel tehlikeler yer alıyor. Connor ayrıca şunları söylüyor:

“Cenevre Sözleşmesi de dahil olmak üzere uluslararası insancıl hukuk, sivil su altyapısının hedef alınmasını açıkça yasaklıyor. Su yoluyla barışı teşvik etmek için uluslararası düzeyde kullanılabilecek araçlar arasında uluslararası düzeyde paylaşılan sulara ilişkin anlaşmalar ve işbirliği ile insan hakları temelli yaklaşımlar yer alıyor.”

Kaynak: wgi.world

Rapor, su konusundaki gerginliklerin dünya genelindeki çatışmaları şiddetlendirdiğini ortaya koyuyor. Ancak Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu Başkanı ve aynı zamanda BM-Su’nun da başkanı olan Alvaro Lario‘ya göre, suyun savaştaki rolüne sık sık atıfta bulunulurken, su konusunda işbirliğinin barışı sağlama veya koruma potansiyeline çok az dikkat ediliyor.

Lario, “Su, sürdürülebilir ve adil bir şekilde yönetildiğinde bir barış ve refah kaynağı olabilir. Aynı zamanda milyarlarca insan için başlıca sosyoekonomik itici güç olan tarımın da gerçek anlamda can damarıdır” diyor.

İklim krizi, kirlilik ve bazı bölgelerde tatlı su kaynaklarının aşırı kullanımı su üzerinde daha fazla baskı yarattığından son yıllarda su konusunda çok az ilerleme kaydedildi.

Guardian‘dan Fiona Harvey‘in aktardığına göre; dünya nüfusunun neredeyse yarısı hijyenik sanitasyona erişimden yoksun ve yaklaşık 2.2 milyar insan güvenli bir içme suyu kaynağına güvenemiyor.

BM’nin 2030 sürdürülebilir kalkınma hedeflerinden biri olarak belirlenmesine rağmen, dünya genelinde karşılanamayan bu ihtiyaç seviyeleri son yirmi yılda belirgin bir şekilde arttı.

Aksine, eğilimlerin devam etmesi durumunda, su sıkıntısının gelecekte daha da fazla insanı etkilemesi muhtemel görülüyor. BM-Su’yun yıllık dünya su kalkınma raporundan ayrı olarak Su Ekonomisi Küresel Komisyonu tarafından bu Eylül ayında yayınlanacak olan, dünyanın su kaynakları üzerine şimdiye kadarki en büyük raporun ön bulgularına göre, küresel tatlı su talebi bu on yılın sonunda arzı yüzde 40 oranında aşacak.

2022’de dünya nüfusunun yaklaşık yarısı yılın en azından bir bölümünde ciddi su kıtlığı yaşadı ve 2002 ile 2021 yılları arasında kuraklık 1.4 milyardan fazla insanı etkiledi.

[İklim Masası] Türkiye’de bağcılığa uygun alanlar değişebilir

İklim değişikliğiyle ilgili güvenilir bilgileri yaygınlaştırmayı hedefleyen İklim Masası‘yla olan işbirliğimiz çerçevesinde, Dr. Nazan An ve Dr. Tufan Turp’ın yazdığı ve Türkiye’de bağcılığa uygun alanların iklim değişikliğiyle birlikte nasıl değişeceğine ilişkin makaleyi yayımlıyoruz.

*

İklim değişikliğinin, Türkiye’deki bağcılık alanlarının üzüm üretimine uygunluğunu nasıl etkileyeceğini araştıran yeni çalışmamıza göre, önümüzdeki 30 yılda beklenen sıcaklık artışları ve azalan yağışlar, üzüm üreten bölgelerdeki elverişli koşulları değiştirebilir.

Dünyada kırkın üzerinde ülkede yaygın olarak yetişebilen üzüm, her ne kadar geniş bir alanda yetiştirilebiliyor olsa da, iklimsel değişimlere karşı oldukça duyarlı. Dolayısıyla iklim değişikliği, üzümün üretim miktarını ve kalitesini belirgin şekilde etkiliyor.

Çalışmamıza göre, önümüzdeki dönemde yaşanması beklenen sıcaklık aşırılıkları, yağış rejiminde beklenen değişimler ve kuraklık, bağcılık faaliyetlerini olumsuz etkileyebilir. Örneğin, Türkiye’deki toplam üzüm üretiminin yaklaşık yarısını oluşturan Sultana üzümlerinin yetiştirildiği Manisa ve Denizli illerinde verim düşüşü bekleniyor.

Öte yandan Sultana üzümü için uygun koşulların Batı Karadeniz’in iç kesimlerine ve Doğu Anadolu’nun batısına kayabileceği tahmin ediliyor. Benzer şekilde, Ege Bölgesi’nin kıyı ve iç kesimlerinin, Boğazkere, Öküzgözü ve Şire gibi yüksek sıcaklık isteyen türler için daha uygun hale geleceği öngörülüyor.

İklim değişikliğinin üzüm üretimine olumsuz etkilerini asgaride tutmak için türleri, uygun koşulları sunan bölgelerde yetiştirmenin yanı sıra yüksek sıcaklıklara ve su stresine daha iyi dayanabilen çeşitlerin üretilmesi gibi uyum önlemleri alınabilir.

Bağcılık için ‘soğuk’ kalan bölgeler, uygun hale gelebilir

Çalışmamız, sera gazı salımlarının yoğun seviyede devam ettiği, ‘‘kötümser’’ olarak tarif edilen iklim değişikliği senaryosuna (RCP8.5) dayanıyor. İki farklı küresel iklim modelinin bölgesel iklim modeli kullanılarak çözünürlüğü yükseltilmiş sıcaklık verisi temel alınarak 3 farklı indis hesaplandı ve bu indisler özetle sıcaklık toplamı açısından kategorilendirilerek, Türkiye için 2022-2050 gelecek dönemi 1972-2000 referans dönemi ile karşılaştırıldı. Böylece, iklim gereksinimleri ve asmanın büyüme döngüsü arasındaki etkileşimler dikkate alınarak, Türkiye’deki bağcılık alanlarının uygunluğunun ne doğrultuda değişeceği ortaya konuldu.

İndislerden ilki (Winkler İndisi -WI- sıcaklık birikimi), en düşük ve en yüksek sıcaklıklar ile meyvenin gelişimi için gerekli olan minimum sıcaklığı (10 derece) dikkate alıyor. Bu indis, 1 Nisan-31 Ekim tarihleri arasındaki büyüme mevsimi boyunca, ısı birikimi ve ürünlerin büyüme döngüleri hakkında bilgi sağlıyor. Böylelikle yetişme alanlarındaki toplam sıcaklık değişimlerini takip etmek ve alternatif yetiştirme alanları belirlemek mümkün hale geliyor.

İndis sonuçları 2022-2050 yılları arasında Türkiye’de sıcak bölgelerin 1972-2000 referans aralığına göre artacağına işaret ediyor. İç Anadolu, Ege Bölgesi’nin iç kesimleri, Orta ve Batı Karadeniz gibi bölgelerin giderek ısınacağı dikkat çekiyor. Referans dönemde bu bölgelerin bir kısmı, bağcılık için çok soğuk, bir kısmı ise“soğuk” bölge sınıflandırmasında yer alıyordu. Yani, daha önce bağcılık için çok soğuk ya da soğuk olarak nitelendirilen bazı bölgelerde iklimsel değişikliklere bağlı sıcaklık artışlarıyla bazı ürünler için uygun koşulların oluşabileceği söylenebilir.

Erkenci çeşitler, yüksek rakımlı bölgelere daha uygun

Bunun yanı sıra Akdeniz ve Ege Bölgeleri’nin kıyı kesimleri ile Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin güneyinde de dikkat çekici bir sıcaklık artışı gözleniyor. Rakımın oldukça yüksek olduğu Doğu Anadolu Bölgesi’nde ise bazı alanlar ‘‘çok serin’’ kategorisinden çıkıp ‘‘serin’’ kategorisine geçse de, yüksek rakım nedeniyle bu bölgelerin bağcılığa uygunluğunda bir değişiklik öngörülmüyor.

Ege’nin kıyı kesimleri ile Güney ve Güneydoğu Anadolu gibi alçak rakımlı bölgelerde, meyvede yeterli miktarda şeker veya aroma birikimini sağlayabilecek termal değerler, geç olgunlaşan türler için daha uygun görünüyor. İç Anadolu ve Karadeniz gibi yüksek rakımlı bölgelerde ise, gerekli şekeri henüz ilk donlar meydana gelmeden biriktirebilecek erkenci çeşitler, daha uygun olabilir.

Gelecekte Bolu, Ilgaz, Köroğlu ve Sündiken sıradağlarının yer aldığı yüksek alanlar dışında İç Anadolu’nun ve Batı Karadeniz’in büyük bir kısmı, ortalama 1400 ila 1600°C arasında sıcaklık toplamı isteyen üzüm çeşitleri için uygun hale gelebilir.

Ege’de ve güneyde ‘aşırı sıcak’ alanlar artabilir

Çalışmada her iki iklim modeli için elde edilen diğer indis (Huglin İndisi -HI- gündüz sıcaklık birikimi) sonuçları ise, referans döneme kıyasla 2022-2050 döneminde sıcaklıkların artacağına ve sıcak bölgelerin genişleyeceğine işaret ediyor.

Bu indis, fotosentez güneşli saatlerde gerçekleştiği için yalnızca gün ışığında biriken sıcaklığı dikkate alır. Hem büyüme mevsimi hem de meyvedeki şeker konsantrasyonu ile ilişkilidir. Özellikle yaz aylarında, yüksek enlemlerde ve uzun günlerde daha fazla maruz kalınan yüksek sıcaklıkların etkisinin dikkate alınmasını sağlayan bu indis sayesinde, hangi bölgede hangi üzüm çeşidinin yetişmesi gerektiğine dair bilgi sağlanabilir.

İndis sonuçlarına göre, geçmişte ‘‘çok serin’’ ve ‘‘serin’’ kategorilerinde yer alan Ege, Akdeniz ve İç Anadolu’daki bazı bölgelerin artık ‘‘ılıman’’ ila ‘‘ılıman sıcak’’ kategorilerine kayabileceği öngörülüyor. ‘‘Çok sıcak’’ kategorisindeki bölgelerin de yaygınlaşacağı tahmin ediliyor.

Her iki modelde de ‘‘aşırı sıcak’’ kategorisinin özellikle Akdeniz ve Ege bölgelerinin kıyı kesimlerindeki artışı dikkat çekiyor. Çalışmanın bulguları, geçmişte ‘‘aşırı sıcak’’ olarak sınıflandırılan Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde de bu alanların genişleyeceğine işaret ediyor. Dağlık alanların yaygın olduğu Doğu Anadolu’da ise çoğu alanda kategorik değişiklik beklenmiyor.

Sıcak gecelerin de artması bekleniyor

Çalışmada hesaplanan son indis (Serin Gece İndisi -CI-) ise üzümlerin olgunlaştığı Eylül ayı boyunca en düşük gece sıcaklıklarının ortalamasını temsil ediyor. 12 ila 18°C arasında değerler alan bu indis, meyvenin olgunlaşması için gereken günlük minimum ortalama sıcaklığı gösteriyor.

Araştırma sonuçları, her iki iklim modelinde de, 1972-2000 referans dönemine kıyasla 2022-2050’de bu indiste de artış yaşanacağını gösteriyor. ‘‘Sıcak geceler’’ olarak tanımlanan 18°C ve üzerindeki günlerin, özellikle Güney ve Ege Bölgesi’nin kıyı kesimleri ile Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin güney kesimlerinde, daha sık görülmesi bekleniyor. Ayrıca her iki modelde de, Ege Bölgesi’nin iç kesimlerinin ‘‘serin geceler’’ sınıfından ‘‘ılıman geceler’’ sınıfına geçeceği öngörülüyor.

Önümüzdeki 30 yıl hakkında her üç indis için yapılan hesaplamalar, indis değerlerinde ciddi bir artışa ve sıcaklık toplamı aralığında en az bir düzeyde kategorik değişime işaret ediyor. Bu değişimler, Türkiye’de asma türlerinin yetiştiği coğrafi bölgelerde optimum iklimsel koşullarda olumsuz etkilere bağlı olarak asmanın aroma ve kalitesinde değişimler olabileceğine işaret ediyor.

Sultana üzümü için uygun yetiştirme alanları değişebilir

Araştırmanın bulgularına göre, bu indislerde Türkiye’nin hiçbir ilinde soğuk kategorisine geçiş öngörülmüyor. Öte yandan Türkiye genelinde, özellikle ülkenin batısında, doğusunda ve kıyılarda sıcaklık artışı bekleniyor. Ülkenin farklı bölgelerindeki değişikliklerin ne seviyede gerçekleşeceği, indisler arasında farklılık gösterebiliyor. Buna karşın, genel bir artış eğiliminden bahsetmek mümkün.

Her iki iklim modelinin en uyumlu sonuçları verdiği bölge, Türkiye’nin kuzeydoğusu. Alınan sonuçlar, her üç indisin değerlerinin de ülke genelindeki dağlık alanlarda sabit kalabileceğine işaret ediyor. Diğer bölgelerin ise daha yüksek sıcaklıklara doğru kayması bekleniyor. Özellikle üzüm üretiminin yoğun olduğu Ege ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde beklenen değişim, üzüm üreticisinin yakın gelecekte artacak uyum ihtiyacına işaret ediyor.

Yüzyıl ortasına dair projeksiyonlar, Türkiye’deki toplam üzüm üretiminin yaklaşık yarısını oluşturan Sultana üzümünün yetiştirildiği Manisa ve Denizli illerinde verim düşüşüne işaret ediyor. Öte yandan, yakın gelecekte, Ege’nin doğusunda, Batı Karadeniz’in iç kesimlerinde ve Doğu Anadolu’nun batısında, Sultana üzümü için iklimsel açıdan uygun yetiştirme koşullarının oluşabileceği öngörülüyor.

Boğazkere, Öküzgözü ve Şire gibi Doğu ve Güneydoğu Anadolu üzüm türleri için ise Ege Bölgesi’nin kıyı ve iç kesimlerinin uygun rakımlarında, optimum sıcaklık koşullarının oluşacağı tahmin ediliyor. Bu bölgeler, yüksek sıcaklık gerektiren türler için uygun hale gelebilir.

Tarımda hızlı uyum gerekiyor

Özetle, önümüzdeki 30 yıllık dönemde Türkiye’de artan sıcaklıklar ve azalan yağışlar, üzüm üreten bölgelerdeki elverişli koşulları değiştirecek. Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzası’nda gerçekleşen ve giderek artması beklenen sıcaklık aşırılıkları, yağış rejiminde beklenen değişimler ve kuraklık, bağcılık faaliyetlerini olumsuz etkileyebilir. Özellikle yaz kuraklığının, kaliteli üretimi kısıtlayarak hem verim kayıplarına hem de kalite sorunlarına yol açması bekleniyor. Uyum önlemleri alınmadığı takdirde bu durum, üzüm üretimi için yüksek risk faktörü anlamına gelebilir.

Önümüzdeki dönemde, bazı türler için alternatif lokasyonlar belirlemek gibi uyum önlemlerinin tarımsal faaliyetlere hızlı yansıması önem taşıyor. Bu çalışmada da görüldüğü gibi, asmaların büyüme ve olgunlaşma sırasında maruz kaldığı sıcaklık toplamlarını ele alan indisler doğrultusunda, üzümlerin belirli bir bölgede yetişip yetişmeyeceğini öngörmek ve asmaların kalitesi hakkında tahminlerde bulunmak mümkün. Sürdürülebilir bağcılık çabaları kapsamında, bazı türler için alternatif lokasyonlar belirlemek veya daha yüksek sıcaklıklara ve su stresine dayanıklı çeşitler geliştirmek gibi önlemleri uygulamaya almak ve gelecek yatırımları buna göre şekillendirmek gerekiyor.

Kaynak Makale: Analysis of the impact of climate change on grapevines in Turkey using heat unit accumulation–based indices

Mahkeme iptallerini dinleyen yok: Sanko Holding, Salihli’de iki JES için daha başvurdu

Türkiye’nin toplam tarımsal üretiminin yüzde 10’unu karşılayan, üzüm ve zeytin deposu Gediz Havzası‘nda iki yeni jeotermal elektrik santrali açılması için başvuru yapıldı.

Çevre, Şehircilik ve İkim Değişikliği Bakanlığı, Sanko Enerji’nin yeni başvurusuyla ilgili çevresel etki değerlendirme (ÇED) süreci başlattığını duyurdu.

Şirket, Manisa’nın Salihli ilçesinde daha önce ‘ÇED Gerekli Değildir’ kararı aldığı 10 MWe gücündeki santral projesinin kapasitesini 25 MWe çıkarmayı; ayrıca 80 MWe gücünde yeni bir jeotermal santrali inşa etmeyi planlıyor. Her iki santral için Yılmaz, Çavlu, Keli, Atatürk, Zafer, Beşeylül, Gaziler ve Kirveli mahallelerinde açılması hedeflenen kaynak kuyusu sayısı ise en az 28.

Kamulaştırma da gündemde

Talep edilen ÇED sahası “İzmir-Manisa Planlama Bölgesi 1/100.000 Ölçekli Çevre Düzeni Planı”’na göre ‘tarım arazisi’ ve ‘sulama alanı’ sınırlarında kalıyor. Etrafında üzüm bağları bulunan alana en yakın konut ise 80 metre uzaklıkta. Proje onaylanırsa, ÇED sahasında yer alan vatandaşlara ait parsellerin kamulaştırılması da gündeme gelecek.  

Şirket 10 MWe için ‘ÇED Gerekli Değildir’ kararı bulunan santralde yapılacak kapasite artışı ile yıllık 200 milyon kWh, yeni kurulacak olan 80 MWe santral ile yıllık 640 milyon kWh elektrik üretmeyi planlıyor. Şirket bu projeler için 1,3 milyar TL bütçe ayırmış.

17 santral kuyusu projesi yargıdan dönmüştü

Şirketin  Yılmaz, Keli, Atatürk, Çavlu, Beşeylül, Hasalan, Süleymaniye ve Pazarköy mahallelerinde açmak istediği 17 adet jeotermal elektrik santrali kuyusu projesi yakın zamanda Salihli Çevre Derneği ve yurttaşlar tarafından açılan davada mahkeme tarafından iptal edilmişti.

Manisa 2. İdare Mahkemesi’nin kararında jeotermal enerji projelerinin Gediz Havzası’nda çevre dengesini bozabileceği, yeryüzü ve yeraltı suları ile toprak açısından olumsuzluklar oluşturacağı, canlılar ve tarıma olumsuz etkilerinin olacağı belirtilmiş; Manisa Valiliği’nin verdiği ‘ÇED gerekli değildir’ kararı hukuka uygun bulunmamıştı.

Sanko Enerji’nin hali hazırda Salihli’de üç adet jeotermal elektrik santrali bulunuyor

İlk Nükleer Enerji Zirvesi’ne sivil toplum tepkili: Pahalı, riskli, çözümden çok sorun getiriyor

Dünya liderleri, nükleer enerjinin rolünü konuşmak üzere bugüne kadar nükleer enerji konusuna odaklanan en üst düzey toplantı olan Nükleer Enerji Zirvesi için bugün bir araya geldi. 

Belçika’nın başkenti Brüksel‘de bugün yapılan toplantının eş başkanlığını Belçika Başbakanı Alexander De Croo ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) Genel Direktörü Rafael Mariano Grossi yapıyor.  

Zirve, Aralık 2023’te Dubai’de düzenlenen BM İklim Değişikliği Konferansı‘nda (COP28) küçük bir grup ülke tarafından açıklanan 2050 yılına kadar küresel nükleer kapasitenin üç katına çıkarılması hedefini desteklemek üzere kamu finansmanını çekmek amacıyla siyasi ve nükleer endüstri liderlerini bir araya getiriyor. 

Zirveye Türkiye’yi temsilen katılan Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nin tamamen faaliyete geçtiğinde Türkiye’nin elektrik ihtiyacının yüzde 10’unu karşılayacağını, küçük modüler reaktörlerin yanı sıra ilave konvansiyonel tesisler de inşa ederek bu seviyenin yükseltilmesinin amaçlandığını aktardı.

Pahalı, riskli, iklim krizine yanıt değil

Sivil toplum örgütleri temsilcilerinin ise zirveye dair görüşleri şöyle:

İklim İçin 350 Derneği Koordinatörü Efe Baysal: Nükleer enerji santrallerinin felaketle sonuçlanabilecek kaza risklerini göz ardı etsek bile milyarlarca dolarlık kamu sübvansiyonları olmadan bir nükleer santralin ayakta kalmasının mümkün olmadığını hatırlamamız gerekiyor. Nükleer lobisi de imajını düzeltmek için uzun zamandır nükleer enerjinin düşük emisyonlu ve ‘iklim dostu’ olduğunu iddia ediyor. İklim kriziyle gerçek anlamda mücadelede kamu kaynaklarını sömüren, kurulumunda yüksek emisyon gerektiren, atıklarının ciddi tehlike barındırdığı, merkezi bir enerji sisteminin çözüm olarak sunulmasını doğru bulmuyoruz. Bunun yerine güneşi, rüzgarı, depolama teknolojilerini ve şebeke esnekliğini önceleyen, adem-i merkeziyetçi adil bir enerji dönüşümünü talep ediyoruz.

Zirve, çok sayıda sivil toplum örgütü ve aktivistinin protestoları eşliğinde başladı. Eylemciler şehrin pek çok bölgesinde, yolları bloke etti.

Ekosfer Derneği Kampanyalar Direktörü Özgür Gürbüz: Türkiye’nin kaza riski, atık sorunu ve yüksek maliyetine rağmen neden nükleer enerjiye yatırım yaptığını ve yapmak istediğini bilmiyoruz. Herkesin elektrik faturalarından şikayetçi olduğu bir dönemde, rüzgar ve güneş gibi kaynaklara kıyasla ortalama dört kat daha fazla maliyetle aynı elektriği üreten nükleer santral projelerinin bir an önce sonlandırılması gerek. Herhangi bir kaza ve sızıntı olmasa bile nükleer enerji maliyet nedeniyle bir seçenek olmaktan çıktı. Bugün kilovatsaati 2-3 cente güneşten ürettiğiniz elektriği, nükleerden en düşük 12 centlere üretebiliyorsunuz. Batarya maliyeti eklense bile dışa bağımlı nükleer enerji 2-3 kat pahalıya elektrik üretiyor. Bu yüzden küresel elektrik üretiminde nükleer enerjinin payı son 25 yılda yüzde 17’lerden yüzde 9’lara geriledi. Türkiye’nin nükleer santrallara değil, enerji verimliliğiyle desteklenmiş yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapması gerekir.

Sürdürülebilir Ekonomi ve Finans Araştırmaları Derneği (SEFiA) Direktörü Bengisu Özenç: Nükleer endüstrisi, yakın dönemde iklim değişikliğiyle mücadelede güvenilir ve düşük maliyetli alternatif bir araç olarak küçük nükleer reaktörleri (Small Modular Reactors – SMRs) önceliklendiriyor. Fakat SMR’ler iklim hedefleriyle uyumlu bir enerji dönüşümünü sağlamada rüzgâr ve güneş gibi düşük maliyetli ve hâlihazırda ticari olarak kendini kanıtlamış yenilenebilir kaynakların gerisinde kalıyor. Geleneksel reaktörlere kıyasla, 30 kat uzun ömürlü ve 35 kat da daha fazla düşük-orta düzey radyoaktif atık üretiyor; uzun inşaat süreleri ve yüksek maliyetleri nedeniyle faaliyete geçmeden kapanıyor ve ticarileşemiyor. 2035 yılına kadar Türkiye’de toplam kurulu nükleer kapasitesinin 4,8 GW’tan 7,2 GW’a yükseltilmesinin hedefleniyor. Öte yandan gerek kamu gerek özel sektör tarafından, SMR kurulumunu destekleyen açıklamalar yapılıyor. Fakat en güncel bilimsel araştırmalar SMR projelerinin iklim krizi karşısında güvenilir ve düşük maliyetli bir çözüm olmadığını ortaya koyuyor.

Avrupa İklim Eylem Ağı (CAN Europe) Türkiye İklim ve Enerji Politikaları Koordinatörü Özlem Katısöz: Nükleer enerjinin geri dönüşünü endişeyle izliyoruz. İklim değişikliğini durdurmak için fosil yakıtların kullanımını sıfırlamamız gerekiyor ve bunun en ucuz, en hızlı ve tek uygulanabilir yolu güneş ve rüzgar olmak üzere yenilenebilir enerji kaynakları. Rüzgâr ve güneş enerjisinin hızla yaygınlaştırılması halihazırda önemli emisyon azaltımını sağlayıp enerji faturalarını düşürürken, nükleer sektörü dikkati dağıtarak iklim eylemini raydan çıkarmaya çalışıyor. Politika yapıcıları, tüm çabalarını tamamen yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı bir enerji sistemini kurmaya çağırıyoruz.

İstanbul Politikalar Merkezi İklim Çalışmaları Koordinatörü Ümit Şahin: Nükleer enerjiyi iklim krizine karşı çözüm olarak sunma çabaları yeni değil. Çernobil’den ve Fukuşima’dan sonra çöküşe geçen nükleer endüstri belini doğrultmak için yıllardır iklim krizini kullanmaya çalışıyor. Ancak aşırı yüksek maliyetleri ve uzun yapım süreleriyle nükleer santrallerin, emisyonların hızla düşürülmesi gereken acil iklim krizine çözüm olma kapasjtesi yok. Örneğin İngiltere yedi  yıl önce kapanan nükleer santrallerinin yerine koymak için bir yeni nükleer santral yapına başladı başladı (Hinkley Point C), ama yapım süresi sürekli uzayan santralin bir yedi sene daha tamamlanması beklenmiyor ve maliyeti katlanarak artıyor. Üstelik kaza riski ve radyoaktif atık sorunu da cabası. Ancak Rusya, Fransa gibi birkaç ülke nükleer gündemini iklim çözümlerinin önünde engel oluşturacak şekilde dayatıyorlar. Türkiye’nin de nükleer hevesinin giderek artması, en ucuz ve en temiz enerji kaynakları olan güneş ve rüzgarın önüne kesecek hale geldi. 

 

Kedi Eros’un öldürülmesi davasında tahliye gerekçesi açıklandı: Toplum baskısına rağmen tüm duruşmalara geldi

İstanbul Küçükçekmece’deki bir sitede, yılbaşı gecesi İbrahim Keloğlan tarafından dakikalarca darp edilerek katledilen kedi Eros’un davasında verilen kararın gerekçesi açıklandı.

Küçükçekmece 16. Asliye Ceza Mahkemesi‘nin kararında,  kaçmaya çalışan hayvanı 6 dakika boyunca tekmeleyerek ve işkence ederek öldüren Keloğlan’ın toplumda oluşan tüm tepki ve baskılara rağmen duruşmaya gelmiş olması, verilen 2 yıl 6 aylık cezanın gerekçelerinden biri oldu.

Savcılık itiraz etti

Ali Ağa My World sitesinde yaşayan ve orada yaşayanlarca bakımı üstlenilen Eros isimli kedi 1 Ocak 2024 tarihinde saat 03.15 sıralarında sitenin asansöründe İbrahim Keloğlan ile karşılaştı. Güvenlik kameralarının tespit ettiği görüntülerde Keloğlan, Eros’u asansörde tekmelemeye başladı.

Saldırgan, asansörde kaçan Eros’un peşinden gitti, kaçmaması için koridordaki kapıları kapattı ve tekmelemeye devam etti. 6 dakika boyunca süren şiddet sonucunda Eros, orada hayatını kaybetti.

Hayvanın ölümüyle ilgili açılan davanın Küçükçekmece Adliye Sarayı’nda 13 Mart tarihinde görülen son duruşmasına yüzlerce hak savunucusu katılmış ve Keloğlan’ın Hayvanları Koruma Kanunu kapsamında en üst sınırdan cezalandırılarak tutuklanmasını talep etmişti.

Duvar‘dan Meral Candan‘ın aktardığına göre, mahkeme buna karşın indirim uygulayarak Keloğlan’a yurt dışı yasağıyla birlikte 2 yıl 6 ay hapis cezası verdi. Keloğlan’ın serbest bırakılmasıyla sonuçlanan bu karar, kamuoyunda büyük bir tepki yarattı. Cumhuriyet Savcısı 18 Mart tarihli dilekçesinde kararın hukuken ve usulen yanlış olduğunu belirterek istinafa gideceklerini belirtti.

Savcılık Kedi Eros’un katiline ‘iyi hal indirimi’ne itiraz edecek

‘Toplumda oluşan baskı, yurt dışı yasağıyla bertaraf edilebilir’

Davayla ilgili mahkemenin gerekçeli kararında şu ifadeler yer aldı:

“Dosyada tüm delillerin toplanmış olması, sanığın toplumda oluşan tüm baskıya rağmen duruşmaya gelmiş olması, tutuklamanın tedbir niteliğinde olduğu, cezanın infazına yönelik bir işlem olmadığının göz önüne alındığında sanığa verilmiş olan cezanın miktarı ve dosyanın henüz kesinleşmemiş olması, sanığın toplumda oluşan baskı nedeniyle kaçma şüphesinin yurt dışı yasağı verilerek bertaraf edilebileceği değerlendirilerek sanık hakkında adli kontrol tedbirlerinden yurt dışı çıkış yasağı uygulanarak cezalandırılmasına karar verilmiştir.”

İndirim gerekçesi: Geleceği etkilenmesin

Kararda ayrıca 3 yıllık cezada uygulanan 1/6 oranındaki indirimin gerekçesi de ‘cezanın sanığın geleceğindeki olası etkileri sanığın lehine takdiri indirim sebebi’ olarak açıklandı.

Belçika’daki Nükleer Zirvesi, nükleer karşıtlarının protestoları eşliğinde başladı

Dubai‘deki COP28‘de bir grup ülke tarafından açıklanan ve 2050 yılına kadar küresel nükleer kapasitenin üç katına çıkarılması hedefi doğrultusunda planlanan  Nükleer Enerji Zirvesi bugün (21 Mart) Belçika’nın başkenti Brüksel’de başladı.

Belçika Başbakanı ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (IEA) ortaklaşa ev sahipliği yaptığı, devlet başkanlarının yanı sıra 300 kadar delegenin de katıldığı zirveye Türkiye‘den de Dış İşleri Bakanı Hakan Fidan, Cumhurbaşkanını temsilen katıldı.

Greenpeace, Avrupa Çevre Bürosu, Don’t Nuke the Climate (İklime Nükleeri Bulaştırma), Nükleer Savaşın Önlenmesi için Uluslararası Hekimler (IPPNW) gibi sivil toplum örgütleriyle iklim, ekoloji ve barış aktivistlerinden oluşan uluslararası koalisyon tarafından protesto edilen zirveye karşı bir de basın açıklaması yapıldı.

Brüksel‘deki Atomium‘un yakınına şişme bir masal kalesi kuran aktivistler önünde “NÜKLEER MASALLAR = İKLİM KRİZİ” yazılı bir pankart tutarak nükleer enerjinin, endüstrisinin ve siyasi destekçileri eleştirdi.

Ortak açıklama: Herkes için güvenli, uygun fiyatlı ve iklim dostu enerji

Yapılan ortak basın açıklaması ve imza kampanyası metni de şu şekilde:

“Dünya birçok sosyal, çevresel ve ekonomik krizle karşı karşıya. İnsanlar yaşam pahalılığı, iklim değişikliğine bağlı aşırı hava olayları ve enerji faturaları konusunda endişeli. Nükleer enerji zirvesindeki lobiciler ve politikacılar yanıt olarak yeni nükleer santral inşa etmeyi sunacak, ancak bunun hakikatle bir ilgisi yok.

“Yeni nükleer enerji girişimleri, iklim acil durumunun üstesinden gelmek için çok yavaş. Geliştirilmekte olan santraller ciddi şekilde gecikti ve önümüzdeki on yılda karbon emisyonlarının azaltılmasına anlamlı bir katkıda bulunamayacaklar. Küresel sıcaklık artışını 1,5 derecenin altına sınırlamak için sera gazı emisyonlarının 2030 yılına kadar büyük ölçüde azaltılması gerekirken, bugün duyurulan yeni nükleer santrallerin hiçbiri bu son tarih geçene kadar şebekeye bağlanmayacak.

“Yeni nükleer santraller enerji geçişini yavaşlatan bir dikkat dağıtıcıdır. Fosil yakıtlardan hızlı bir vaz geçiş, bunun yerine enerji verimliliği ve aşırı enerji kullanımını önlemeye yönelik önlemlerle birlikte yüzde 100 yenilenebilir bir enerji sistemi oluşturmaya odaklanmalıdır. Bu adımlar hep birlikte dünyanın enerji ihtiyacını adil, çevre dostu ve ulaşılabilir bir şekilde karşılayabilir.”

Metinde nükleer enerjiyle ilgili şu bilgilere de yer verildi:

Nükleer enerji yenilenebilir enerjiye göre çok daha pahalıdır:  Nükleer projeler, hızla artan maliyetler nedeniyle büyük bütçe aşımları ve iptallerle karşı karşıya kalırken, yenilenebilir enerji kaynakları her zamankinden daha ucuz ve nükleer enerjiye kıyasla göreceli maliyetlerde keskin bir düşüş yaşanıyor. 2023 Dünya Nükleer Endüstrisi Durum Raporu’na göre, yeni nükleer santraller rüzgar enerjisinden neredeyse dört kat daha pahalı. Hükümetlerin, gerçekte sonuç verme garantisi olmayan küçük modüler reaktörler gibi pahalı deneyler yerine, ev yalıtımı, toplu taşıma ve yenilenebilir enerji gibi kanıtlanmış iklim çözümlerine yatırım yapması gerekiyor.

Nükleer enerji tehlikelidir:  Uranyum madenciliğinden radyoaktif atıklara kadar nükleer enerji üretimi insanların sağlığı, güvenliği ve çevre için risk oluşturmaktadır. Nükleer enerji askeri hedefler olarak kullanılabilir ve seyreltilmiş uranyum ve atom bombalarının kullanımı yoluyla nükleer silahların dünyaya yayılma riskini artırabilir. Artan sıcak hava dalgaları, kuraklıklar, fırtınalar ve su baskını, santrallerin kendileri ve nükleer kazaları önlemeyi amaçlayan sistemler için önemli tehditler oluşturduğundan, iklim krizi nükleer enerjiyle ilgili riskleri de artırıyor.

Ortak açıklamanın sonunda, “iklim acil durumuyla karşı karşıyayız. Zaman değerlidir ve pek çok hükümet onu nükleer enerji masallarıyla boşa harcıyor. Talep ettiğimiz şey, gezegenimizdeki işleri güvence altına alan ve yaşamı koruyan güvenli, yenilenebilir ve uygun fiyatlı bir enerji sistemine doğru adil bir geçiştir” ifadeleri yer aldı.

Türkiye’den nükleersiz.org ‘un partner organizasyon olarak yaygınlaştırdığı DNtC kampanyasını  Türkiye’den Mersin NKP ve Sinop NKP, Sinop NKP Der, Sinop Kent Hakları Derneği KENTSAV, Sinop Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Polen Ekoloji Kolektifi , Ekosfer ve TEMA  dahil küresel ölçekte 625  sivil toplum örgütü imza vererek destekledi.

Federal Enerji Bakanı da zirveye karşı tavır aldı

Öte yandan, Federal Enerji Bakanı Tinne van der Sraeten de, Flaman Daha İyi Çevre Tahvili Derneği’nin düzenlediği “alternatif nükleer zirveye” katılarak “kesinliklere dayalı bir politika”yı savundu.

Van der Straeten konuşmasında Federal Hükümet’in bu yasama döneminde sürdürülebilir ve yenilenebilir enerjiye yaptığı yatırımları övdü, gelecekte de sürdürülebilir ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapmanın Belçika enerji politikasının ortak konusu olarak kalması gerektiğine inandığını söyledi.

Özellikle küçük modüler reaktörlerin (SMR’ler) geleceğin teknolojisi olduğu fikrine karşı çıkan Federal Bakan, “enerji politikalarını belirsizliğe dayandırmak gerektiğini” vurguladı.

BTK, depremde yaptığı ‘bant daraltması’na ilişkin ‘bilgi edinme’ davasını kaybetti

Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Yaman Akdeniz, 6 Şubat’ta meydana gelen ve 11 ili yıkan depremlerin ardından X’e (Twitter) erişimi kısıtlayan Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’na (BTK) karşı açtığı ‘bilgi edinme’ davasını kazandı.

BTK depremden iki gün sonra 8 Şubat’ta 10 saat süreliğine X’in bant genişliğini daraltımı, kullanıcıların X’e erişimini kısıtlamıştı.

Sosyal medya platformu, söz konusu dönemde arama-kurtarma çalışmaları, yardım talepleri ve haberleşme için yoğun bir şekilde kullanılmıştı. Enkaz altında kalanlar başta olmak üzere çok sayıda depremzede seslerini ve bulundukları yeri buradan yakınlarına ulaştırmaya çalışıyordu. Ancak yapılan bant daraltmasıyla bu sesler kesildi.

Bakan, ‘Gerekliydi ki yapıldı’ demişti

Geçen nisan ayında bir televizyon kanalında konuşan Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaosmanoğlu, “neden bant daraltması yaptınız” sorusuna şu yanıtı vermişti: “Gerekli bir durum vardı ki, yapıldı. Sonuçta yapılması gereken konuydu. Yanlış bir karar olsa yapılmazdı zaten. Teknik olarak izahı vardı. Olağanüstü bir afet durumu var. Orada böyle bir şey yapılması gerekiyordu demek ki.”

BTK: Dezenformasyon, manipülasyon, korku, panik yaratma…

Yaman Akdeniz’in yaptığı ve yargı kararlarını ve bu yargı kararlarının alınmasını talep eden Cumhurbaşkanlığı ve BTK yazılarını talep ettiği bilgi edinme başvurusuna BTK  şu yanıtı vermekle yetindi:

“6 Şubat 2023 tarihinden itibaren Kahramanmaraş ilinde meydana gelen ve Gaziantep, Şanlıurfa, Diyarbakır, Adana, Adıyaman, Osmaniye, Hatay, Kilis, Malatya ve Elazığ illerini de etkileyen deprem felaketleriyle mücadeleyi doğrudan etkileyen ve yer yer sekteye uğratan dezenformasyon ve manipülasyon içerikli yayınların toplumda korku, panik ve kargaşa oluşturabileceği nedeniyle 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunu’nun 60’ıncı maddesinin onuncu fıkrası kapsamında gerekli tedbirler alınmış olup bu tedbirler Hakim tarafından onaylanmıştır.”

Bunun üzerine idari yargıya giden Akdeniz’in Ankara 15. İdare Mahkemesi’nde açtığı davada ise BTK, talep edilen belgelerin “Hizmete Özel” gizlilik derecesi niteliğinde olduğunu bildirdi.

19 Mart’ta sonuçlanana davada İdare Mahkemesi Akdeniz’i haklı buldu. Oybirliği ile davayı kabul ederek, davalı idarenin işleminin iptaline karar verdi:

“Davacı tarafından, meydana gelen depremden 2 gün sonra en etkili iletişim araçlarından biri olan Twitter’da bant daraltma uygulamasına gidilmesine ilişkin alınan kararların Bilgi Edinme Hakkı Kanunu kapsamında verilmesi amacıyla yapılan başvurunun, talep edilen bilgi ve belgelerin hangi gerekçeyle gizli olduğu ve hizmete özel milli gizlilik derecesine sahip olduğu sebebiyle birlikte belirtilmeksizin reddedilmesine yönelik dava konusu işlemde hukuka uygunluk bulunmadığı sonucuna varılmıştır.”

Akdeniz dava sürecini özetlediği sosyal medya paylaşımında “Talep ettiğim beş belgenin bir tanesi Cumhurbaşkanlığı kararı, iki tanesi yargı kararı, iki tanesi ise bu yargı kararlarının alınmasını talep eden Cumhurbaşkanlığı ve BTK yazılardır. Bu belgelerin herhangi bir gizlilik niteliği olamaz. Kaldı ki ortada herhangi bir gizlilik kararı da yoktu. Kamunun haber alma ve bilgi edinme hakkı asla engellenemez. Engelleyenlerle de mücadeleye devam edeceğim” dedi.

BTK şimdi mahkemenin kararına ya itiraz edecek ya da Akdeniz’in taleplerini karşılayacak.