Ana Sayfa Blog Sayfa 767

İstanbul Valiliği izni ve RTÜK’ün desteğiyle LGBTİ+’lara yönelik nefret yürüyüşü!

İstanbul, Saraçhane’de dün Fikirde Birlik ve Mücadele Platformu’nun LGBTİ+ düşmanı “Büyük Aile Buluşması” tüm kamuoyu tepkilerine rağmen İstanbul Valiliği’nden izinli olarak gerçekleştirildi.

LGBTİ+ karşıtı eylem günler öncesinde Yesevi Alperenler Ocağı Eğitim Kültür ve Yardımlaşma Derneği ile çeşitli dernek ve platformlar tarafından LGBTİ+ nefret söylemleriyle sosyal medya platformlarından duyurulmuştu.

Fotoğraf: AA

Nefret söylemi paylaşımlarının ardından birçok sivil toplum kuruluşu, sanatçılar ve vatandaşlar tarafından söz konusu mitingin halkı kin ve düşmanlığa sürükleyeceği yönünde uyarılar yapılmış, iptal edilmesi talep edilmişti.

RTÜK LGBTİ+ düşmanı mitingin reklamını yaptı

Ancak mitingin iptal edilmesi yerine Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) dahi eylem için oluşturulmuş, videoya kamu spotu diyerek radyo ve televizyonlara servis edilmesine izin vermişti.

RTÜK’ten LGBTİ+ düşmanı kamu spotu

Öte yandan birçok LGBTİ+, mitingin hayatlarını tehdit ettiğini belirtmiş ve Onur Yürüyüşü ile Onur Haftası’na getirilen yasaklara dikkat çekmişti.

Nefret söylemlerinin olduğu yürüyüşe Valilik’ten izin

Fakat İstanbul Valiliği söz konusu mitinge izin verdi, Saraçhane’de nefret söylemlerinin dile getirilmesi için bir alan tesis edildi ve sahneden katılımcılara LGBTİ+ karşıtı cümlelerle seslenildi.

Onur Haftası’na da yasak gelmişti

Yüzlerce insanın gözaltına alındığı Onur Yürüyüşü’yle akıllara kazınan Onur Ayı ve 30. İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası’na ilk kez bu sene yasaklama getirilmişti.

Küresel güçler, şer odakları…

Yasaklamanın gerekçesi iki ay sonra ortaya çıkmıştı: Küresel güçler, şer odakları. Benzer şekilde LGBTİ+ karşıtı mitinge katılanların ağızlarından aynı kelimeler döküldü: Küresel güçler, şer odakları… 

Mitingde Vatan Partisi Genel Başkan Yardımcısı Meltem Ayvalı, TGB Genel Başkanı Dilek Çınar, Tuğçe Kazaz gibi isimler açıklama yaptı.

Kaymakamlığın Onur Haftası’nı yasaklama gerekçesi: Küresel güçler, şer odakları!
Fotoğraf: Boğaziçi LGBTİ+ Twitter hesabı

Bu yasağın öncesinde Maçka’da piknik yapmak isteyen LGBTİ+’lara da engel olunmuş, sadece cinsel yönelim ve kimlikleri nedeniyle insanlar dışlanmıştı.

İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası’nın bütün etkinlikleri Kadıköy Kaymakamlığı ve Beyoğlu Kaymakamlığı’nın kararıyla yasaklanmıştı.
26 Haziran günü saat 17.00’de başlaması planlanan yürüyüş öncesi saat 11.00’den itibaren Taksim’e çıkan metro durakları kapatılmıştı.

Onur Yürüyüşü’nde 373 kişi gözaltına alınmıştı

Taksim’in birçok sokağı polis ablukası altına almıştı. Basın mensuplarıyla eylemcilerin bir araya gelmemesi için polis üst düzey güvenlik önlemleri almış, gazetecilerin görevlerini yapmaları engellenmişti. Gün boyunca devam eden polis saldırılarıyla 373 kişi gözaltına alınmıştı.

LGBTİ+’lara karşı baskı ve şiddet Türkiye’deki iktidar ve kolluk kuvvetleri eliyle sürdürülüyor. Dün gerçekleştirilen eyleme karşı günlerce yapılan ikazlar ise duyulmuş değil. İşte sosyal medya üzerinden nefret mitinginin yapılmasına karşı yapılan paylaşımlar:

https://twitter.com/leventpuskin/status/1570843717338296320

Bir kanser başkenti: Kömürün kara lekesi, Elbistan’dan nasıl silinecek?

Greenpeace Akdeniz ve Elbistan Doğayı ve Hayatı Koruma Platformu‘nun kömürden adil bir çıkışın nasıl yapılabileceğini tartışmak için düzenlediği panel kapsamında onlarca yıldır kömürlü termik santrallerin dumanıyla boğulan Elbistan‘dayız.

38 yıllık Afşin A ve Afşin B kömürlü termik santrallerinin filtresiz bacalarından  yayılan is bulutu, Kahramanmaraş‘ın üstüne gri bir çarşaf gibi serili.

İl merkezinden Elbistan’a bu bulutu yararak varıyoruz. Yanımızda tarım ürünleri işletmeleri, köyler, tarlalar uzanıyor.

Burada on binlerce hemşehrisini kanserden kaybeden yaşam savuncularının gündemi yıllardır belli: Bu topraklar kömürün zehrinden nasıl kurtulacak?

Greenpeace Akdeniz İklim ve Enerji Proje Sorumlusu Onur Akgül, “Bu sefer yüzümüzü geleceğe dönüyoruz” diyor:

“Bir kömür gerçeğiyle mücadele ediyor Türkiye’deki insanlar. Türkiye’nin her yerinde kömür, yapacağını yaptı. Kömürden alınacak enerji alındı. Artık kömür çok uzun zamandır hem yanında yaşayanlara hem de hepimize bir sağlık kaybı, yoksullaşma, geleceğe güvenle bakamama sebebi.

Bu etkinliğimizde buna odaklanacağız: Afşin’de zehir saçan santraller, istihdam ve hak kaybı yaşatmadan nasıl kapanabilir? Yerini ne, nasıl alabilir?”

Muğla’da, Zonguldak’ta, Çanakkale’de… Türkiye’nin her yerindeki onlarca kömürlü termik santralin kapatılması söz konusu olduğunda tartışmalar, ‘on binlerce insanın çalıştığı bu işletmelerinin kapanmasının ekonomiye ve bölgeye zarar vereceği; enerji üretiminde kayıp yaşanacağı’ yönündeki -eksik- argümanlarla başlıyor.

Panel boyunca Elbistan Doğayı ve Hayatı Koruma Platformu’ndan Mehmet Dalkanat, Temiz Hava Hakkı Platformu’ndan halk sağlığı uzmanı Prof. Dr. Ali Osman Karababa, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Baki Remzi Suiçmez, Sürdürülebilir Ekonomi ve Finans Araştırmaları Derneği’nden (SEFİA) Bengisu Özenç, Zonguldak Çevre Derneği’nden Ahmet Öztürk ve İkizköy Çevre Komitesi’nden Nejla Işık ise, Türkiye’nin kömür için ödediği bedelleri bir bir sıralıyor ve bu maliyetlerden kurtulduğumuzda nelerin mümkün olduğunu anlatıyor.

1984’ten bu yana faaliyette olan Afşin A ve Afşin B santralleri; 2018’e kadar bölgede tahminen toplam 17 bin erken ölüme neden oldu.  1984’te ova içerisinde gözlenen sıcaklıklar 33 derece iken, 2010 yılında 38 dereceye yükseldi.

Santralin emisyonları nedeniyle tarımsal ürün ve gelir kaybına uğrayan çiftçiler ise, 2011 yılından itibaren tazminat alamıyor.

Santralin çevrede neden olduğu yıkıma dair bu verilerin hepsi detaylı tahminlere dayanıyor, çünkü resmi veriler, ‘ticari sır’ denilerek yıllardır saklanıyor. Kömürün Elbistan’a gerçek maliyeti, bu yüzden hala resmi istatistiklerle bilinemiyor.

Mehmet Dalkanat,  uzun yıllardır topraklarını korumak için mücadele edenlerden. Elbistan’a yaşatılanı ondan dinliyoruz:

“Elbistan’da kanser olmayan ev yok. Doktorlar, kanser süphesiyle gelenlere önce “Elbistanlı mısın?” diye soruyor.

“Arkadaşlarımız, sevdiklerimiz 70 yaşını göremedi. Bu köylerde insanlar merak ediyor, ‘Acaba biz 70’i görür müyüz’ diye.

Çocukken bizi burada deliceler kovalardı. Şimdi yoklar. Çünkü artık göçmen kuşlar bile gelmiyor Elbistan ovasına. Hayvanlar bile farkında. Salkım salkım üzümleriyle meşhur Altınelma‘da bir tane üzüm yok şimdi. Biz kömür için bağlarımızdan vazgeçtik. 5 bin yıldır üzüm veren asmalar ne hikmetse bu santral yapıldığında üzüm vermez oldu. 100-200 metreden çekebildiğimiz yeraltı suyumuzu artık 400 metreden çekemiyoruz.

Santralden emekli bir arkadaşımızı bu panele davet ettim, “Abi ben de oldum, dalak böbrek yok” dedi. “Ameliyatlar oldum, kurtulamıyoruz”, dedi. Buradan emekli olup tedavi görmeyen arkadaşımız yok.

Ve hala bizimle istatistikleri paylaşmıyorlar.”

Aralarında komşu ilçeden Nurhak Çevre Derneği üyeleri ve Elbistanlıların bulunduğu katılımcıların alkışından sonra taleplerinden bahsediyor Dalkanat:

“Biz buraya dördüncü, beşinci santrali istemiyoruz. Biz diyoruz ki burası tarım, ziraat ambarı olsun; çocuklarımıza, yemyeşil bir gelecek bırakalım.  Çocuklarımıza ölü bir coğrafya bırakmayalım.

Termik santralinin derhal, yarın, hemen kapatılması gerekiyor.
Hukuki ve yasal mücadelelerimiz devam ediyor. ‘Elbistan ovasını bize bırakın,
arpamızı mısırımızı ekelim, enerjinin kat kat üstünde gelir sağlayabilir’
diyoruz. 100 bin dönüm arazinin üzerine, güneş enerjisi yapsanız toprak
değerini kaybetmeden termik santrallerle aynı geliri sağlıyor. Bunun
hesabını akademisyenler yapmış.”

Ben akademisyen değilim. Ben ülkesini ilçesini, yaşadığı yeri seven onun için mücadele veren ve orada cenneti arayan biriyim. Cennet başka yerde aranmaz. Bulunduğun yeri cennet haline getirirsen, işte orasıdır. Biz bunun için mücadele veriyoruz.

Sözü, TMMOB’dan Baki Remzi Suiçmez alıyor ve Dalkanat’ın sözlerini destekleyen veriler sunuyor:

Elbistan Ovası, Türkiye’nin dördüncü büyük ovası ve birinci sınıf tarım arazilerinden oluşuyor.

“2016’da toprak koruma arazisi ilan edildi. Önemli bir üretim alanı: Buğday, arpa, mısır, ayçiçek, şeker pancarı; kayısı, elma, armut, lahana… Gıda sanayiinde yağ, peynir, kırmızı biber, yem, un, dondurma üretiminde potansiyeli çok yüksek…

Tarım alanlarının ve doğanın en üstün kamu yararı olduğu mahkemelerde dahi gündeme gelirken, kamu kurumları ve bakanlıkların kendilerine göre aldıkları ‘kamu yararı’ kararlarıyla meralarımız, zeytinliklerimiz, tarım arazilerimiz tarım dışı kullanıma açılıyor.”

Halk sağlığı uzmanı Prof. Dr. Karababa da, kömürlü termik santrallerin sağlık etkisini açıklıyor:

“Hesaplara göre 1000 megavat kurulu güce sahip olan ve kaliteli kömür yaktığı varsayılan -oysa Afşin’de kalitesiz linyit yakılıyor- bir kömürlü termik santral; yılda 75 bin ton kükürtdioksit, 22 bin 500 ton da azot oksit, 6 milyon 500 bin ton karbondioksit, 375 bin ton hidrokarbon salıyor.

Bir santralden 420 bin ton katı atık (yani kül) çıkıyor. Bunlar Afşin’de, açılan çukurlara gömülüyor.

“Bu küllerin biriktiği yerlerde radyoaktif emisyon ve hepsi kanser yapıcı ağır metaller -civa, nikel, krom gibi- yerin altına; rüzgar erozyonuyla da havaya taşınıyor.  Bunlar aynı zamanda bölgede asit yağmuru riski, yani tarım arazileri için ölüm demek. Bu, gelecek nesilleri açlığa mahkum etmektir.”

Adil geçiş mümkün

Elbistan’ın kömüre mahkum olmadığını ise ekonomik verilerle SEFİA’dan Bengisu Özenç ortaya seriyor:

“Türkiye’de linyit ve kömür madenciliği 2011’den beri gayri safi milli hasıla içinde tutarlı olarak düştü. Bu düşüş kömür bölgelerinde ciddi bir kriz anlamına da geliyor.

O zaman bizim kömürden çıkışı herhangi bir sosyal ya da iktisadi bir krize dönüştürmeden planlamamız gerekiyor. Madenciliğin alternatifi ne olabilir: Kömüre dayalı ekonomilerde istihdamın önemli bölümü tarımda görülüyor ve bu bölgelerde tarımın aldığı hasarı da göz önünde bulundurursak bunu baltalıyor.

Yeşil sektörlerin istihdam yaratma potansiyeli, kömür gibi alanlarda istihdamın yaratılmasına göre daha yüksek. Türkiye için, daha iddialı bir rüzgar ve güneş yatırımıyla yenilenebilir enerjiyle ne kadar daha çok istihdam yaratabileceğini araştırdık.

Yeşil dönüşüm, 2030 yılına kadar Türkiye’de 300 bin yeni istihdam yaratabilir

Mevcut politikalarda her yıl 1 GW’lık güneş ve rüzgar devreye girerse ve 30 GW karşılaştırıldı. Buna göre, rüzgarda mevcut politikalarla 60 bin, daha iddialı hedefte 148 bin; güneşte de 7 bin ve 61 bine kadar istihdam potansiyeli var.

Solar 3GW‘ın kömür sahalarının -hem maden sahası hem de termik santral alanı için-güneş potansiyelini ölçtüğü çalışmasına göre,

  • Afşin- Elbistan A santrali 980 MW’lık güneş ve 2400 kişilik
    istihdam potansiyeli,
  •  B santralinin de 936 MW’lık güneş potansiyeli ve  2300 kişilik istihdam potansiyeli var. Toplamda makineler, sağlayıcılarda da yaratacağı istihdamla birlikte yaklaşık 5 bin kişillik bir istihdam, güneş enerjisi ile mümkün.

Bu üstelik yalnızca santral sahasının kurulu kapasitesi üzerinden ölçüm. Bölgede toplamda -santralde çalışanlara ek olarak- hizmetler, ara girdi, ekipman gibi yan sektörler de gelişecek. Ek olarak Kahramanmaraş, sadece santral alanıyla sınırlı olmayacak kadar büyük bir güneş potansiyeline sahip.”

Geçişte iki ana dayanağın tarım ve güneş olacağını vurgulayan Onur Akgül, ek olarak, “Kömürlü termik santrallerin kapatılması bize her şeyin sonuymuş gibi pazarlanıyor. Oysa değil. Üstelik, santrallerin kapatılmasıyla kurtulacağımız sağlığın topluma maliyeti 320 milyar euro. Maliyet de bu yatırımlara eklenebilir” diyor.

Kömüre karşı hayat dayanışması

Türkiye’nin başka ‘kanser başkentlerinden’ katılımcılar da, adil geçişi konuşmak için panelde. Bunlardan biri, 430 gündür Akbelen Ormanı‘nı savunan İkizköy Çevre Komitesi’nden Nejla Işık:

“Üç termik santral Muğla‘yı zehirleyerek yok ediyor. Başta akciğer kanseri olmak üzere İkizköy hastalıklarla boğuşuyor. 2019 yılından bu yana mücadele ediyoruz, 20 bin zeytin ağacımızı kaybettik. Geçmişimizi kaybettik. Bölge halkının psikolojisi bozulmuş durumda.

Termik santralden en çok orada çalışan işçiler etkileniyor, hepimizin akrabaları. Kömürden, onların da istihdam dışına itilmediği adil bir çıkış istiyoruz ve sadece bizim köyümüz değil, hiçbir yeri zehirlemesin istiyoruz. Zehirlenerek ölmek istemiyoruz.”

Panelde son sözü 31 yıl madenlerde çalıştıktan sonra şimdi Zonguldak için mücadele eden Ahmet Öztürk alıyor:

“Pandemide 30 büyük şehir ve Zonguldak diye ifade edildik parantezde,
solunum yolu hastalıkları yüzünden. Sırtını zümrüt yeşili bitkilere
dayamış bir kent, 4112 yaşında ağaç bulundu Zonguldak’ta. Ağaçları
binlerce yıl yaşatabilecek ekosistemde insanlar neden solunum sorunları
yaşadı? Böylesine muhteşem bir coğrafyada bile insanları soluksuz
bırakan sistemle mücadele etmeliyiz, bu nedenle adil değişim şart.

Bunu oturup konuşmamız lazım. Maden ocaklarının daraltılmasıyla ortaya çıkan istihdam sorunlarını gerekçe göstererek bize kirli teknoloji ürünü yatırımları dayatıyorlar. Biz bir yandan bu termik santrallerin yarattığı kirlilikle mücadele ederken, diğer yandan da sözüm ona yeni iş alanlarındaki kirli teknolojilerle de mücadele etmek zorunda kalıyoruz. Örneğin nükleeri yenilenebilir enerji kaynağı diye bize sunuyorlar.”

 ‘Savaş yıkımına ve doğa talanına karşı Cudi Yürüyüşü’ne jandarma müdahalesi

Haber: Şenol BALI

*

Şırnak‘ın Cudi Dağı’nda iki yıldır süren ağaç kıyımları, dur durak bilmeden devam ediyor. Kesimlere gerekçe olarak “güvenlik” gösterilse de kesilen sayısız ağaç her gün onlarca kamyon ile çıkarılarak kent dışına götürülüyor ve buralarda satılıyor. Kesimlerin olduğu bölge ise girişlere kapatılmış durumda.

Orman Genel Müdürlüğü Urfa Orman Bölge Müdürlüğü’nün paylaştığı resmi verilere göre 2021 yılının yalnızca şubat ile eylül ayları arasındaki 7 aylık sürede Şırnak’taki orman varlığında %8 azalma gerçekleşti.  Şırnak Barosu da yayınladığı iki ayrı raporda kesimin ve yaşanan tahribatın geldiği boyutu gözler önüne serdi.

Şırnak’ta korucular eliyle ağaç kıyımı sürüyor
Şırnak Barosu, ağaç kıyımına karşı mücadeleyi sürdürüyor: Ağaçlar, ticarete ve rant aracına dönüştü

Kesimlere ilişkin uzun dönemdir   yapılan itirazlar ise sonuçsuz kaldı. Hukuki girişimler gibi siyasi çabalar da şimdiye kadar sonuç vermiş değil.  Bu yüzden ağaçlar kesilmeye ,  20-25 tonluk kamyonlar ile Cizre ilçesi üzerinden piyasa değerinin çok altında çevre illere ve Kayseri, Gaziantep, Osmaniye’ye gönderilerek satılmaya devam ediyor.

Şırnak’taki ağaç kıyımı için 300 avukat bölgeye gidiyor
Şırnak’ta kesilen ağaçlar Facebook’ta satışa çıktı

Demokratik Toplum Kongresi (DTK), Özgür Kadın Hareketi (TJA), Demokratik Bölgeler Partisi (DBP), Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve Mezopotamya Ekoloji Hareketi öncülüğünde,  Türkiye’nin dört bir yanından STK temsilcilerinin ve çevre aktivistleri, bölgede devam eden ağaç kesimlerine dikkat çekmek için  “Savaş Yıkımına ve Doğa Talanına Karşı Yürüyoruz” başlığıyla ekoloji yürüyüşü  düzenleme kararı almıştı.  Günler öncesinden etkinliğin duyuru ve kampanya çalışmaları aralıksız şekilde sürdü.

Şırnak’taki ağaç kıyımına karşı verilen 25 önerge yanıtsız kaldı: Cudi’nin haykırışı duyulmak zorunda

Şırnak’ta 15 günlük gösteri ve yürüyüş yasağı

Eyleme sayılı günler kala Şırnak Valiliği, kentte gösteri ve yürüyüşlerin 15 gün boyunca yasaklandığını duyurdu.  Etkinlikten üç gün önce, yani 14 Eylül tarihinde yapılan açıklamada, 15 gün süreyle hem kentteki eylem ve etkinlikler hem de bu etkinlikler için toplu veya münferit şekilde il dışından kente gelecek olanların girişine izin verilmeyeceği belirtildi.

Hakkari Valiliği de yasakladı

Hemen ardından grubun rotasındaki Hakkari Valiliği de bir açıklama yayınlayarak kentin belirli yerlerine giriş ve çıkışların sınırlandığını, toplanmaların yasaklandığını ve araçla seyirlerin kısıtlandığını bildirdi. Valilik bugün ilan ettiği yasak üç gün sürecek.

Şırnak’ta günde 50 TIR’lık ağaç kıyımı

Birçok kentten yola çıkıldı

Cudi Dağı’na çıkan güzergahlara sahip her iki kentten yasak kararları gelirken Antalya , İstanbul ,İzmir , Ankara ,  Mersin, Adana , Van , Diyarbakır gibi ülkenin dört bir yanından çevre örgütleri, çeşitli STK’lerin  ve siyasi parti temsilcileri  kente gitmek üzere farklı saatlerde yola çıktı. Van, Iğdır, Ağrı, Muş ve  Bitlis gibi Doğu Anadolu kentlerinden gelenler ise  gece saatlerinde Bitlis‘te buluşarak kervana katıldı. Şarkılar eşliğinde yapılan yolculuk güvenlik kontrolü  gerekçesiyle sık sık durduruldu. Yurttaşlar, kervanın mola verdiği yerlerde ise halaylar çekti.

‘Doğa kıyımına karşı yola çıktık’

Van’dan Şırnak’a giden grupta yer alan Demokratik Bölgeler Partisi Van İl Eş başkanı Çetin Uyar, Şırnak’ta sadece ağaçların değil, içinde yaşayan canlıların da yok edildiğini söyledi: “İki yıla yakın bir süredir Şırnak’ta orman katliamı var. Sadece ağaçlar değil, onun içinde yaşayan canlılar da katlediliyor. Ormanlar talan edilmesin, çetelere peşkeş çekilmesin, doğayı tahrip etmesinler diye siyasi partiler olarak yollara düştük.”

Etkinliğe DBP eş genel başkanları Keskin Bayındır ve Salihe Aydeniz’in yanı sıra 20 civarında HDP milletvekili de katıldı.

Kafilede yer alan bir başka isim olan, Van ÇEVDER Başkanı Ali Kalçık ise şunları söyledi: ” İlk defa büyük bir heyecanla yaptığımız bir eylemin içindeyiz. Temel ilkeleri olmasına rağmen Kürt siyaseti ekoloji için gerekli çalışmaları yapamadı. Buradaki sebep ise bölgenin şartları. Ama bugün hem ülke genelinde hem de Kürt bölgesinde böyle bir etkinliğe öncülük etmesi çok anlamlı.  Artık çevre sorunlarına karşı sessiz kalınmamalı. Gözaltılar baskılar vs bu sorunla boğuşurken bu mücadeleye sıra gelmemiş olabilir. Ama hiçbir sorun diğer sorunları gölgelememeli.  Ekolojik toplumun gereğini yapmalıyız.”

Demokratik Bölgeler Partisi Van İl Eş başkanı  Gülderen Varlı ise “Doğayı talan eden zihniyete karşı bir kez daha sesimizi yükseltip yaşamı yıkıma sürükleyenlere karşı hayır sesimizi güçlendireceğiz. Doğa herkesindir. Bu yüzden her vicdanlı  insanın buna hayır demesi lazım” dedi.

Şırnak’ın iki yakasında bir araya gelindi

Diyarbakır ,Batman ve Doğu Anadolu Bölgesi’nden gelenler Batman’ın Gercüş ilçesi yakınlarında buluştu. Diğer bölgelerden gelen yürüyüşün bir başka kolu ise Dicle’nin Nusaybin tarafında bir araya geldi.

Buluşma alanında  bir açıklama yapan Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) eş başkanı Salihe Aydeniz, doğa için Cudi’ye yürüdüklerini söyledi: “Bugün Cizre’ye yetişeceğiz ve oradan da Cudi’ye geçeceğiz. Talan sistemi bitene kadar eylemlerimizi devam ettireceğiz. Her defasında Kürt halkı üzerinden Kürdistan doğasına saldırılıyor. Bu topyekun savaş kararıdır. Buna karşı mücadele edeceğiz. Kürdistan’ın insansız ve yaşamsız kalmasına izin vermeyeceğiz.”

Açıklamadan sonra yüzlerce kişi,  zılgıtlar eşliğinde Şırnak’ın Cizre ilçesine doğru hareket etti. Cizre’ye kadar ortalama yarım saatte bir bekletilen kafile burada uzun süre durduruldu. Yer yer uzun araç kuyrukları oluştu.

İHD Mersin Şube eş başkanı Benli: Sadece çevreyi korumaya çalışıyoruz

Yürüyüş için Mersin’den gelen İnsan Hakları Derneği Mersin Şubesi eş başkanı ve Ekoloji Komisyonu sözcüsü Zeynep Benli,  uygulanan güvenlik tedbirlerine tepki gösterdiği konuşmasında şu görüşlere yer verdi: “Çevre hakkı aynı zamanda bir insan hakkıdır diyerek gözlemci olarak katıldık. Bu topraklara geldiğimizden beri güvenlik tedbirlerinden geçmekten yorulduk. Bizim silahımız sadece sözümüz. Sadece çevreyi korumaya çalışıyoruz. Neden bizi bu kadar engellemeye çalıştılar, anlam veremedik.  Ağacımızı, dağımızı ve  toprağımızı koruma için kollarımızı sıvadık, kadınlar kollarını sıvadı. Ağaçlarımıza sahip çıkmak istiyoruz. Öyle kolay kesilmemeli. Ağaçlarımıza dokunmayın.”

Sık sık uygulanan güvenlik kontrolünden sonra Cizre ilçesi çıkışında bir araya gelen aktivistler, araçlardan inerek durumu protesto etti. Kısa süren gerginliğin ardından kitlenin geçişine izin verildi.

Basın açıklamasına izin yok, aktivistlere müdahale 

Şırnak girişinde çevre illerden gelenleri durduran emniyet güçleri, kentte ilan edilen eylem ve etkinlik yasaklarını hatırlattı ve bu gerekçeyle basın açıklamasına izin verilmeyeceğini söyledi. Güvenlik güçleri, kalabalığın dağılmaması üzerine bekleyenlere gaz fişeği ve TOMA ile saldırdı. Kısa süren arbedenin ardından kitle dağılmayarak  sık sık sloganlar attı. Güvenlik güçleri ile müzakereler sürüyorken  Mezopotamya Ekoloji Hareketi Üyesi Naci Sönmez, gazetecilere konuştu. Ekolojik yıkımla mücadelenin savaş ve işgal politikalarına tavır almakla yakından ilgili olduğunu söyleyen Sönmez şunları söyledi:

“Türkiye ekolojik ve demokratik saldırılar yaşıyor. Bu saldırılar altında biz gördük ki, özellikle ekolojik alanda Türkiye’nin batısındaki rantçı, talancı, soyguncu bir sistemin doğayı tahrip ederken uyguladığı stratejiye özellikle Kürdistan coğrafyasında iktidar, güvenlik gerekçesiyle ağaçları, dereleri yok etmeye çalışıyor. HDP olarak hem Kazdağları hem Artvin hem Cudi için birlikte mücadele etmeye devam edeceğiz. Ekolojik yıkımla mücadelenin yolu savaş ve işgal politikalarına tavır almaktan geçiyor. O nedenle Türkiye’nin batısındaki demokrasi güçlerine buradaki zor koşullardan bir daha seslenmek istiyoruz: Neoliberal politikaların sonlanmasını istiyorsa Kürdistan coğrafyasındaki mücadeleyi ortaklaştırmadan bu mümkün değildir.”

EGE-ÇEP temsilcisi Develi: Çevre konusunda sınırları aşmak gerekiyor

Adalet Kervanı katılımcısı EGE–ÇEP yönetim Kurulu üyesi İrfan Develi ise kalabalığa yapılan müdahaleyi eleştirdi ve demokratik haklarını kullanmak için İzmir’den geldiklerini söyledi:

“Ülkenin her karış toprağında bir talan var, gasp ve çökme var. Bunlarla mücadele etmenin yollarından biri de ulaşılamayan yerlere ulaşmaktan geçiyor. Çevre konusunda bölge, ülke veya dünya sınırlarını aşmak gerekiyor. Ekolojik kırım küresel bir sorun. Cudi’de yaşanan ağaç kıyımına bir tepki göstermek ve demokratik hakkımızı kullanmak talebiyle buraya geldik. Ama maalesef yasakçı bir valinin 15 gün boyunca eylem ve etkinlikleri yasaklaması nedeniyle yasaklamayla karşı karşıya kaldık. Hukuk dışı yasaklamaların sonuçlarını yaşıyoruz. Demokratik bir ülke olsaydı biz burada ne polisle ne de jandarmayla karşı karşıya kalırdık. Ama maalesef Türkiye sakat bir demokrasiye sahip olduğu için bugün bu durumla karşı karşıya kaldık. Bunu protesto ediyoruz.”

Kente giremeyen konvoyun, bulunduğu yerde yapmak istediği basın açıklamasına izin vermeyen güvenlik güçleri uzun süre aktivistleri bekletti. Dağılmaları yönünde anons yaptıktan hemen sonra ise grubun üzerine tazyikli su sıkıldı, gaz bombaları atıldı.

Müdahaleye rağmen dağılmayan kalabalık, polislerin geri çekilmesi üzerine Silvan‘a doğru yollarına devam etmek üzere kaldıkları yerlere döndü.

İki kervan birleşti

Mezopotamya Ekoloji Hareketi’nin öncülüğünde düzenlenen ve HDP ile DBP’nin desteklediği Mezopotamya Kervanı’na, İklim Adaleti Kervanı’ndan da çok sayıda aktivist ve çevre örgütü temsilcisi de katıldı.

Halkların İklim Anlaşması Ağı’nın 2 Nisan’da başlattığı uluslararası kervana katılmak üzere İklim Adaleti Koalisyonu ve Ekoloji Birliği bileşenleri, çeşitli STK temsilcileri ve aktivistler İklim Adaleti Kervanı‘nı başlatmak üzere nisan ayının başında yola çıkmıştı.

Marmara‘dan başlayan kervan yolculuğu, Ege-Güney Marmara, Zonguldak ve İliç‘e ulaşmıştı. Mezopotamya Kervanı, İklim Adaleti Kervanı’nın kalabalık bir grupla katkı verdiği altıncı kervan.

Marmara Kervanı’nın ekokırım yolculuğu: Marmara Denizi’nin kıyımı
[İklim Adaleti Kervanı-1] ‘Adil bir dünya talebinden vazgeçmeyeceğiz’ 
‣ [İklim Adaleti Kervanı-2] Köyden kente iklim adaleti çağrısı: Yola devam…
[İklim Adaleti Kervanı-3] Distopik bir gerçekliğin sınırlarında solumak: Termik Santraller
İklim Adaleti Kervanı Zonguldak’ta: Tarım arazileri kurtlar sofrasında

 

Pakistan diye bir ülke var mı?

Aslında var. Üstelik bu Güney Asya ülkesi, 250 milyona yakın nüfusuyla Çin, Hindistan, ABD ve Endonezya’dan sonra dünyanın en kalabalık beşinci ülkesi. Yüzölçümü Türkiye’den biraz büyük olduğuna göre, topraklarında oldukça yoğun bir nüfus yaşıyor demektir. Bizim kuşağın ilk kez Başbakan Zülfikar Ali Butto’yu idam ettiren (Kenan Evren’in yakın dostu) darbeci general Ziya ül Hak’la tanıdığı ülke, bir İslam Cumhuriyeti olarak tanımlanmakla birlikte, aslında Asya’nın istikrarsız ama canlı demokrasilerinden biri. Tabii bir yandan ülkede cirit atan cihatçılarla ve gizli servislerle, bir yandan da darbelerle ve siyasi suikastlarla anılan, üstelik nükleer silaha sahip, siyasi alanı aşırı kutuplaşmış, talihsiz bir demokrasi. (Ancak , en azından Freedomhouse’ın sıralamasında bizden iyi durumda olduğunu da eklemeliyiz.)

Felaketin formülü: Alışılmadık muson yağmurları+buzul erimesi

Pakistan büyük ölçüde hem sıcak hem de yaz ve sonbaharı kaplayan muson mevsiminde yoğun yağış alan kurak bir iklime sahip. Dünyanın en büyük nehirlerinden biri olan ve kaynağını Tibet ve Himalayalar’dan alan İndus, ülkeye can veriyor. Ülke nüfusunun önemli bölümü, kadim uygarlık merkezlerinden biri olan İndus nehri havzasında yerleşik durumda. Bu nedenle ülkenin güneydoğusunda bulunan ve İndus çevresini kaplayan Pencap, en yoğun nüfusu barındıran eyalet. (Ülkede dört eyalet ve üç de özel bölge var. En büyük ikinci eyalet olan Belucistan güneybatıdaki platoyu kaplıyor.)

İşte bu ülke, bu yıl haziran ayının ortalarında alışılmadık bir muson mevsimine girdi. Ülkenin bazı bölgeleri son 30 yılın ortalamasından yaklaşık altı kat daha fazla yağış aldı. Muson yağışlarındaki artışın aşırı sıcak geçen ilkbahar aylarında kara ve deniz arasındaki sıcaklık farkının artmasından ve muson depresyonunun büyümesinden kaynaklandığı söyleniyor. Yani açıkça iklim değişikliğine bağlı bir felaketle karşı karşıyayız. Aşırı yağışlarla belirlenen bu yılki muson mevsimi üç aydır hız kesmeden sürüyor, daha da sürecek gibi görünüyor. Eriyen buzulların da aşırı yağışlarla birlikte katkıda bulunduğu sel felaketi ülkenin günlük yaşamının normali haline geldi. İndus nehrinin su seviyesi bütün tarihsel rekorları kırmış durumda. Sadece İndus çevresindeki topraklar da değil, ülke genelinde 250 bin kilometre kareye yakın alan halen sular altında. (Bu da ülke alanının üçte birine yakın).

Hükümet yaklaşık 33 milyon kişinin, yani ülke nüfusunun neredeyse yüzde 15’inin selden etkilendiğini açıkladı. Selden etkilenmek demek, sel suları altındaki şehir ve köylerde yaşamak, evi veya tarlaları sular altında kalmak veya göç etmek zorunda kalmak demek. Seller nedeniyle yıkılan ev sayısı 1 milyonun üzerinde. Sel felaketinde en az 400’ü çocuk olmak üzere son verilere göre 1391 kişi de hayatını kaybetti. Felaketin maliyetinin 30 milyar doları bulacağı tahmin ediliyor (bu da milli gelirin yüzde 10’una yakın). Bunda ülkenin en fazla sulanabilir tarım alanına sahip Pencap eyaletinde tarımsal ürünün  (en çok da pamuk, pirinç ve mısır) yüzde 90’ının yok olmasının, çiftçinin tarlalarından hayvanlarına ve tohum depolarına kadar her şeyini kaybetmesinin de payı var. Selin ardından ülke eğer açlığa sürüklenmezse, ciddi bir ekonomik ve gıda kriziyle karşılaşacak demektir.

Peki Pakistan bir Nuh tufanı yaşarken, gelen video ve fotoğraflara göre insanlar günlük yaşamlarını sel sularının içinde sürdürmeye çalışırken bizim bundan haberimiz var mı? Pakistan, Avrupa’da değil, gelişmiş bir ülke değil, bir Batı ülkesi de değil, üstelik nüfusu Müslüman ve beyazlar yaşamıyor. Avrupa ve Amerika’da, medyada Pakistan sellerinin (arada birkaç haber çıksa da) gündem olmaması, hiçbir ülkenin Pakistan’a doğru dürüst yardım bile göndermemesi buna bağlanabilir. Bu ölçekte bir iklim felaketi Avrupa’da veya Amerika’da olsaydı bu kadar az ilgi görmezdi. Bu yaz Avrupa sıcak dalgaları ve kuraklıkla boğuşurken daha fazla haberimiz oldu.

‘Suç düzeyinde tüketim’ yapan Batı’nın gözü kör, kulağı sağır

Ama yine de ben bu kayıtsızlığı, bütün bunların ötesinde, Pakistan’ın yaşadığı felaketin “devasa” bir iklim felaketi olmasına bağlıyorum. Aylardır birkaç Avrupa ülkesinin toplam nüfusu kadar insan (33 milyon, Hollanda, Belçika ve Danimarka’nın nüfuslarının toplamı ediyor) sel felaketinden dolayı evini barkını kaybetmiş, ülkenin tarımı bitmiş, ekonomi zaten krizde ve ülke bir gıda ve sağlık krizine sürükleniyor. (Çünkü selin ardından ülkede zaten görülen sıtma, Deng humması, tifo gibi hastalıklar ve kirli suya bağlı olarak özellikle çocuk ölümleri artabilir.) Bu durumun nedeni de iklim değişikliği, yani fosil yakıtları yakarak atmosfere karbon dioksit salmamız. Bir başka deyişle, Fatima Bhutto’nun yazdığı gibi, suç düzeyinde tüketim!

‘Batı, Pakistan’daki büyük seli görmezden geliyor: Uyarıyı dikkate almazsanız yarın siz olacaksınız’
Pakistan haritası üzerinde selin etkilediği alanlar.

Pakistan’ın kişi başı sera gazı salımı 1 tondan az. Dünya ortalaması 6 ton, bizde de yaklaşık dünya ortalaması kadar, ABD gibi pek çok ülkede ise 15-16 ton. Bu arada dünyanın en zengin yüzde 1’inin (bunların birkaçı da elbet Pakistanlıdır) kişi başı salımının 110 ton, en zengin yüzde 10’unun ise 31 ton olduğunu hatırlatalım. Yani yoksul Pakistan halkı, sizin canına okuduğunuz iklim gelip bizi vuruyor, hayatımızı mahvediyor dese, haksız değil. New York Times’da yayımlanan bir haberde Pencap eyaletindeki bir köyden, 2010’daki sel felaketinde (o yılki seller bu senekinin yarısı kadardı) evleri yıkıldığı için 18 kişilik ailesiyle Karaçi’ye göç etmek zorunda olan bir adamın söyledikleri yer alıyordu. Aile, Karaçi’de beş yıl para biriktirip, gidip köylerinde tekrar ev yapmıştı. Sadece birkaç sene yaşayabildikleri o ev de tarlalarıyla birlikte bu seneki selde yine yerle bir oldu. Aile tekrar Karaçi’ye, bu kez kalıcı olarak göç ediyor, artık bizim oralarda yaşanmaz diyorlardı. Bu trajedinin sorumlusu iseniz, olanları duymak ister misiniz? İnsanlar iklim krizinden haberdar değil mi? Hadi canım!

2009’da Kopenhag’da çöken iklim görüşmeleri sırasında zamanın ABD Dışişleri Bakanı (şimdinin iklim değişikliği özel elçisi) John Kerry’nin dediklerini hiç unutmuyorum. “İklim borcu” kavramını “kategorik olarak” reddediyoruz demişti. Aynı şekilde geçen sene Glasgow’da kayıp ve zarar mekanizmasını öldürmeye de bu nedenle çalıştılar. Çünkü iklim adaleti, Pakistan’da (ve başka güney ülkelerinde) olan iklim felaketlerinden doğan zararı, ABD ve Avrupa ülkeleri gibi erken sanayileşmiş Batı ülkelerinin “tazmin etmesini” gerektiriyor. Değil tazmin etmeye, insani yardım sağlamaya bile niyetiniz yoksa, elbette görmezsiniz. Irkçılık da ayrı tabii.

O zaman sizin için Pakistan diye bir ülke kalmıyor. Yıkan sizseniz…

Yeşil yıkama bu suçları temizler mi? (Hayır!)

Yeşil Yıkama/Yeşil boyama, tanım yapacak olursak bir markanın öyle olmadığı halde yeşil/sürdürülebilir olduğu algısı yaratmaya çalışmasıdır. Zamanımızın en hızlı moda markalarının  “sürdürülebilir seri”ler çıkartıp, yılda çıkardığı 40 serinin, 3-5 parçalık bir tanesinin “sürdürülebilir” olduğunu iddia etmesi ve marka imajını yeşil göstermek için reklamlarında bunu kullanması moda dünyasındaki en yaygın yeşil yıkama örneklerinden.

Bu sürdürülebilir serilerin her birinin sürdürülebilirlik iddiası farklı şeylere dayanabiliyor. Bazen kumaşlarında tencel, cupro, organik pamuk gibi kumaşların olması, bazen bu 3-5 parça için geri kalan yüzlerce parçadan %20 daha az su tükettiklerini iddia etmeleri, kimi zaman da geri dönüştürülmüş plastik kullandıkları için “yeşil” olduklarını öne sürmeleri için yeterli oluyor. Özel seri çıkarmanın yanında moda dünyasında en çok kullanılan yeşil yıkama yöntemlerinden biri de marka imajını “yeşil” olarak öne sürmek oluyor. Eski kıyafetleri geri toplamak (3. Dünya ülkelerine göndermek için), ambalaj atıklarını toplayarak plastikten çocuk parkı yapmak, sanki yeşil adımlar atılmaya başlanmış da devam edecekmiş gibi reklam kampanyaları düzenlerken tüm tedarik zincirini olduğu gibi korumak bunlara birer örnek.

‘Doğal malzemeler’ gerçekten doğal mı?

Yılda 40 seri ürün çıkaran hızlı moda markaları, bunlardan birkaç parçalık bir tanesinin sürdürülebilir olarak iletişimini yaparak geri kalan 39 seri içindeki yüzlerce kıyafetin kirli ve etik olmayan üretimini gözlerden uzaklaştırmaya çalışıyor. Böylece de bu tek bir sürdürülebilir seri gerçekten sürdürülebilir olmaktan çok uzakta, gerçek bir göz boyama için yapılmış, reklam ve iletişimin tüm olanaklarını kullanarak tüketicilerin algısını etkilemek, yanlış yönlendirmek için hazırlanmış oluyor.

Yeşil olmayan markaların yeşil olmayan serilerinin yeşil reklamlarına ayırdıkları dev bütçelerle yanıltıcı iletişim çalışmaları yapılıyor. Doğal arka planlarla yapılmış etkileyici reklam çekimleri, broşürlerde anlaşılmaz uzun metinlerle sürdürülebilirlik tanımları ve elbette içine bolca pembe yıkama, gökkuşağı yıkama, blackwashing (siyah yıkama diye çevirebiliriz) eklenerek sürdürülebilirlik algısı yaratılmaya çalışılıyor. İngiltere’de üzerinde feminizmi destekleyen yazılar olan tişörtlerin göçmen kadınlar tarafından “sweatshop” koşullarında yapıldığının ortaya çıktığını birçok kişi hatırlar.

Yeşil yıkamanın yanıltıcı örnekleri birçok sektörde mevcut, örneğin kozmetikte en çok karşılaştığımız “%97’si doğal malzemelerden” etiketleri, %95’i zaten su olan ürünlerde, kalan %2’de de doğal malzemelerin işlenmesiyle elde edilen kanserojen sürfaktan SLS gibi malzemelerden oluştuğu halde, etikete %97’si doğal malzeme yazmak teoride yalan değil. Fakat yeşil plastikten ambalaja yapıştırılan bu etiketle oluşturulan algı bir kandırmaca.

Moda sektöründe de markaların tedarik zincirleri şeffaf değilken yeşil yıkama kampanyasının afişlerine doğal kaynaklardan elde edilen özel seri yazmaları kandırmaca, yılda yüzbinlerce ton polyester kullanılırken ve bunu azaltmak için hiçbir adım atmazken ürünlerin üzerine yeşil yapraklı desenler basmaları kandırmaca, güvencesiz kadın ve göçmen emeği sömürüsü üzerine kurulu bir endüstrinin “renkli” kadın modellerle yaptığı reklam çekimleri kandırmaca, plastik kullanımına ya da kimyasal boya içeriklerine dair hiçbir değişim çabası olmayan markaların reklam kampanyalarına plastik seferberliği, yeşil isyan, (Yeşil Devrim!) gibi yanıltıcı isimler vermeleri kandırmaca, içindeki ağır kimyasal ürünleri üretmeye devam ederken yeşil renkte üretilen ambalajlar ve bunları denizden toplama kampanyaları birer kandırmaca.

Üstelik son yıllarda yeşil yıkamada yeni bir seviye görüyoruz: Markalar artık sürdürülebilir olma iddialarının altını göstermelik şeylerle doldurmaya bile gerek duymuyorlar. Sahte logolar bunun en bilinen örnekleri. Arkasında bir araştırma, denetleme, sertifika desteği olmadan en açık tabiriyle “uydurulmuş” logolarla ürünlerine yeşil, onaylı, %100 doğal, bio, biyoçözünür, vegan gibi etiketler ekleyen markaların sayısı hiç de az değil. Bu etiketleri internetten ücretsiz olarak indirebiliyorsunuz, yüzlercesi var ve elbette yeşil renkte.

Kardashian’lı ‘yeşil’ imaj!

Sahte yeşil yıkamaya en güncel örneklerden biri de geçtiğimiz hafta İngiliz hızlı moda markası Boohoo’nun “sürdürülebilirlik elçisi” olarak reality-show yıldızı Kourtney Kardashian ile anlaştığını duyurması oldu. Bu açıklamayı yapan marka Boohoo, 2019 yılında İngiltere Parlamentosu Çevre Denetim Komitesi tarafından en az sürdürülebilir moda markalarından biri ilan edilmişti ve işçi sömürüsü de belgelenmişti. Elçi olarak anlaştıkları Kourtney Kardashian ise, arabayla 40 dakikada gidilebilecek yolu özel jetiyle 17 dakikada giden kardeşinden pek de farklı bir hayat sürmüyor. Sürdürülebilirlikle bildiğimiz tek ilgisi yine başka bir hızlı moda markasıyla yaptığı iş birliğindeki seriye 2 adet vintage kot ceket eklemesi ve bir röportajda cümle içinde “hızlı modanın dünyaya etkilerinden endişelendiğini” kullanmış olması.

Yeşil ya da sürdürülebilir olmakla alakası olmayan markanın; yeşil olmakla yine alakası olmayan bir ünlüyle yeşil bir anlaşma yaptığını iddia ederek bu haberlerden elde ettiği sahte imaj, 2022 dünyasına ait gerçekliği ortaya koyan bir yeşil yıkama örneği.

Peki markalar bunu nasıl yapabiliyorlar? Üzülerek söylemek gerekirse buna izin veriliyor. Devletlerin yaptırımları, denetimleri, gerçekten iyileştirmekten çok uzakta. Çoğunlukla çevre ve insanlık suçları 3. Dünya ülkelerinde işleniyor, bu da çoğunlukla Avrupa ve Amerika şehirlerinde yaşayan kişilerin daha ucuza daha çok tüketmesini sağladığı için bu sistemin devam etmesi için herkes elinden geleni yapıyor. Bangladeş’teki Rana Plaza faciasından sonra tekstil işçilerinin koşullarını iyileştirmek üzere imzalanan ve 6 yıl geçerliliği olan anlaşma Accord, süresi dolduğunda neredeyse yenilenmeyecekti, çünkü moda markalarının maliyetlerini arttırıyordu ve 3. Dünya ülkeleri hükümetleri daha ucuza işçi çalıştırmakla daha çok moda markasını ülkesine çekmeye çalışıyor. Uluslararası kampanyalarla bu kez görmezden gelinmesi engellendi ve anlaşma değişikliklerle uzatıldı, peki ama sonra?

Tablo karanlık gibi görünse de burada dikkat çeken bir durum var: Markaların çaresizce sürdürülebilir görünmeye ihtiyacı var. Çünkü tüketiciler bunu talep ediyor.

Tekstil ürünlerinin üretim süreçleri, işçilerin çalışma koşulları, kullanılan kimyasallar, tedarik zincirleri ve tüm sektör hakkındaki bu bilgiler daha etik, sürdürülebilir tekstil ürünleri talep etmemizi kolaylaştırıyor. Ama bizi asıl konudan uzaklaştırmasına, aşırı tüketimi gölgelemesine izin vermemeliyiz. Asıl soru; bu kadar çok tekstil üretimine ihtiyacımız var mı?

 

 

 

 

Toplumsal çürümeye ekolojik bir bakış

Türkiye’de pek çok insan yaşanan toplumsal çürümeden kaygılanıyor. Ön plandaki sorun ekonomi olarak görünse de temelde sorun bundan çok daha derin. Adalet, eğitim, sağlık, insan hak ve özgürlükleri, doğaya karşı işlenen suçlar… Toplumu bir arada tutan tüm değerler birer birer yok oluyor. Devletin tepesindeki kişi milyonlarca kadına ‘sürtük’ deme serbestliğine sahipken bir sanatçı sahne arkadaşına içinde ‘sapık’ sözcüğü geçen bir şaka yaptığı için gözaltına alınabiliyor, tutuklanabiliyor ve yargılanabiliyor. İktidar partisini oluşturan kişiler ve onların yakınlarıyla ilgili olarak açıklanan/iddia edilen onlarca yolsuzluk dosyası adalet sisteminin bel kemiği olan cumhuriyet savcıları tarafından görmezden gelinirken üniversite öğrencileri en basit eylemler nedeniyle bile gözaltına alınıyor, soruşturmaya tabi tutuluyor, tutuklanıyor ve hatta ceza alıyor.

Çürüme böyle bir şeydir. Bağlar kopar. Ekolojik olarak da sosyolojik[1] olarak da çürüme bağların kopması anlamına gelir. İngilizcede çürüme anlamında kullanılan birkaç sözcükten biri ‘decompose’dur. Ayrışma olarak da Türkçeye çevrilebilir. Çünkü olumlusu, yani ‘compose’ birleştirme anlamında kullanılır. Bu sözcük aynı zamanda besteleme ya da şiir yazma anlamları da taşır. İyi besteler ya da şiirler farklı tını ve seslerin uyumlu birlikteliğine işaret eder. Çürüyen, ayrışan toplumlarda ise seslerin ahengi kalmaz, birbirleriyle çatışır. Türkiye gibi. Türkiye çürüyor.

Çürüme doğanın kendini yenileyebilmesinin anahtarıdır

Doğada çürümeyi sağlayan özellikle mantarlar ve bakterilerdir. Adını duyduğumuzda aklımıza yemek ya da zehir gibi iki farklı uçta yer alan kavramları getiren mantarlar olmasa dünya kocaman bir organik çöplüğe dönerdi. Ölen hiçbir canlı, dökülen hiçbir yaprak, kırılıp düşen hiçbir dal ayrışarak toprağa karışamaz, öylece kalırdı. Doğa, çürümesi gerekeni çürütmek üzere evrimleşti. Doğada rolü biten her şey çürümeye mahkûm.

Diğer yandan, çürüme doğanın kendini yenileyebilmesinin de anahtarı. Çürüyen organizmalar toprağı besler. Beslenen topraktan yepyeni ve daha güçlü, daha uyumlu organizmalar yeşerir. Onlar yaşamın temel dayanaklarıdır. Ve yenilenmenin. Aslında doğada birbirinden kopuk çürüme ve yenilenme dönemleri yok. Bir yandan çürüme sürerken diğer yandan yenilenme gerçekleşir.

Toplumlar da doğa gibidir

Toplumlar da doğa gibidir. Evrim geçirir. Toplumsal evrimin de anahtarı zamanı geçen, toplumu kötüleştiren yasalar, organizasyonlar, ve değerlerin, inanç[2], gelenek ve göreneklerin (bundan sonra tamamını toplumsal kurum olarak ifade edeceğim) çürüyerek yerini yenilerine bırakmasıdır. Sorun şu ki, toplumlarda bu yenilenmeye ayak direyenler olabilir.

Organizmalar neden çürür? Bu sorunun bir diğer soruluş şekli şu: Organizmalar neden ölür? Çünkü yaşamın sağlıklı bir şekilde devamı içim ölüm şart. Ölümsüzlük değişmemeyi beraberinde getirir. Değişim (koşullara uyum) olmadan yaşam devam edemez. Biyolojik değişim (evrim) biyolojik yaşamın devamı açısından nasıl zorunluysa toplumsal değişim de toplumsal yaşamın devamı açısından zorunlu. Toplumlar değişme, değişen koşullara uyum sağlama ölçüsünde ayakta kalır.

Kimi toplumlarda değişim zamana yayılır.[3] Geçerliliğini yitiren, koşullara uygun çözümler üretmeyen toplumsal kurumlar yerlerini yenilerine yavaş yavaş bırakır. Kimi toplumlarda ise geciken değişim hızlı ve sert olur. Toplumsal evrim gerçekleşmezse toplumsal devrim zorunlu hale gelir.[4]

Değişim ister zamana yayılsın isterse birdenbire gerçekleşsin, yerlerini yenilerine bırakması gereken toplumsal kurumların değişimdeki payı görmezden gelinmemelidir. Ekosistemde çürüyen organizmalar toprakta nasıl bitki besin maddelerine dönüşüyor ve bu besinlerle büyüyen bitkiler tüm besin piramidini besliyorsa toplumsal sistemlerde de çürüyen kurumlar yerlerini alan yenilerini besler. Çürüyen organizmalar gibi çürüyen toplumsal kurumlarda besin maddesine dönüşür. O besinin adı bilgidir. Ne kadar kötü olursa olsun, geçerli olduklarında toplumlarda ne kadar acı yaratırlarsa yaratsın tarihe gömülen her toplumsal kurum verimli birer bilgi kaynağıdır. Bu nedenle tarihe toplumların toprağı denilebilir. Ne yazık ki, insanlık tarihine yön veren bilgilerin çok büyük bir bölümü acı deneyimlerin sonucudur.

Türkiye’nin çürüyor olmasının anlamı

Atatürk’ün önderliğinde gerçekleşen Türk Devrimi, yüzlerce yıl süren değişime karşı direnç inadının sonucunda ortaya çıkan çok büyük bir hareketti. Büyük değişimlerin tam anlamıyla oturması, toplumun bütün tabakalarında kabul görmesi zaman alır. Değişime direnç, değişim yavaş da olsa hızlı da olsa kendini gösterir. Türk Devrimi’ne karşı direnç 100 yıldır şu ya da bu ölçüde devam ediyor. Açıkça söylemekten kaçınmamak gerekir ki, bu direncin en önemli dayanağı kimi zaman açık açık kimi zaman da gizliden gizliye din olarak gösterildi. Din temelli bir toplum düzeni ve devlet yapılanması değişime direnenlerin hayallerini süsledi. 2000’li yılların neredeyse tamamı bu hayalleri gerçek kılma arayışının en sert adımlarının atılmasıyla geçti. Öyle ki, din tabanlı bir yapılanma devlet düzenini zor kullanarak değiştirmeye bile kalktı.[5]

100 yıldır süren ve son 20 yılda ivme kazanan arayış Türk Devrimi’nin bazı kazanımları konusunda geri adımlar atılmasına yol açsa da benim olumlu olarak nitelendirdiğim kimi gerçekleri de net bir şekilde ortaya koydu. Bu gerçekler toplumun tüm kesimleri tarafından kolaylıkla anlaşılabilir hale geldi. Henüz çoğunluğun tam olarak anlayamadığı, ancak kısa süre içerisinde anlayacağı bu gerçeklerden bazıları şunlar:

  1. Din tabanlı karşı devrim arayışı, ağır bir şekilde kullanılan dinsel terminolojiye karşın dinle ilişkisi olmayan bir menfaat savaşından ibaret. Devlet mekanizmalarını ellerinde tutanlar ve onların yakınları ekonomik ve toplumsal olarak kendilerine ayrıcalıklı bir ortam yaratma çabasının ötesine geçemediler. Halkın temel sorunlarının (geçim sıkıntısı, işsizlik, eğitim, adalet vb.) çözülmesinde hiçbir ilerleme kaydedilmedi.
  2. Mülkün (devletin ve ülkenin) temeli olan adalet Cumhuriyet tarihinin en kötü noktasına geriledi. Yargı erki yürütmenin emrine girdi. Hukuk normları kişiden kişiye farklı uygulanır hale geldi.
  3. Eğitim, sağlık, toplumsal huzur gibi konularda yaşanan çöküşe paralel olarak toplumsal barış bilinçli olarak toplumsal kavgaya dönüştürüldü. Toplum birbirine düşman kamplara bölündü.
  4. Bütün bunlar olurken, karşı devrim sevdalıları Türk Devrimi’nin temel kurumlarının karşısına tek bir ciddi alternatif bile koyamadı. Büyük övünçlerle uygulamaya sokulan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, daha ilk beş yılını doldurmadan bataklığa saplandı.
  5. Sonuçta, 100 yıllık karşı devrim hayalinin iyice şişirilmiş boş bir balondan ibaret olduğu, halka ve devlete var olandan daha iyi bir şey vadedemeyeceği açıkça ortaya çıkarken karşı devrimcilerin beylik söylemlerinin arkasındaki tek amacın kendi dar çevreleri içindekilere ayrıcalıklı bir yaşam yaratmak olduğu net bir şekilde göründü.
  6. Tüm bu nedenlerle, karşı devrim arayışının tarihe gömülmesine, Türkiye ve benzeri ülkelerin geleceği için verimli bir bilgi kaynağı olmaktan başka hiçbir anlamı kalmamasına ramak kaldı.

Güneş ufuktan daha parlak doğacak

Atatürk’ün önderliğindeki kadro ağır ve uzun bir karanlığın ardından Türkiye’nin üzerine parlak bir güneş doğurdu. 100 yıldır süren güneşi balçıkla sıvama çabası son yıllarda zirve yaptı. Aydınların, ileri görüşlülerin uzun zaman önce anlamaya başladığı çürümenin kokusu şimdi hemen herkesin burnunda. Bir kesim hâlâ kokuyu inkâr etse de kısa süre sonra kimsenin aksini söyleyemeyeceği bir hâl alacak. Ayrışma hızlanacak, koku arttıkça artacak. Ancak bütün çürümelerin yaptığı gibi bu çürüme de besleyici olacak. Çürümeden çıkarılacak olan ve benim yukarıda maddeler halinde özetlemeye çalıştığım dersler (besinler, bilgiler) iyi bir geleceğin kurulmasında temel yapı taşları olma rolünü üstlenecek.

Evet, Türkiye çürüyor ve acı veriyor. Ama inanın, güneş ufuktan daha parlak doğacak!

*

[1] Haddimi aşmayayım; söylediğim benim düşüncem. Sosyoloji bilimi elbette konuya çok daha farklı yaklaşıyor olabilir.
[2] İnançlarda yenilenme inançların kökten değişmesi şeklinde olabileceği gibi aynı temel inanç sisteminin zamanın koşullarına uyması şeklinde de gerçekleşebilir. Ortaçağ Hristiyanlığı ile günümüz Hristiyanlığı birbirinin aynı kabul edilemez.
[3] Örneğin, Rönesans ile başlayan Avrupa aydınlanması yüzlerce yıl sürdü.[4] Türk Devrimi de bunun bir örneğidir.
[5] Burada, yazının içeriği açısından hemen herkesin rahatlıkla hatırlayacağı 15 Temmuz Darbe Girişimi ile ilgili bazı tartışmalara girmenin anlamı yok.

Yakılan çöpün külü nereye gidiyor?

Bu yazıyı bir toplantı için yolculuk yapmak üzere geldiğim havalimanından yazıyorum. Hani şu üçüncü diye yapılıp ikincisi yıkıldığı için üçüncülüğü boşa düşen havalimanından. Daha iyi hatırlayasınız diye biraz daha detay vermek gerekirse, hani kuş göç alanlarına inşa edilen ve kuşların eğitilerek göç yollarının değiştirilebileceği iddia edilen havaalanı! Hani şu İstanbul’un kuzeyindeki ormanlarının bağrına saplanan hançer olan, ama her köşesinde sürdürülebilirlik nişanesi olan geri dönüşüm kutuları olan yer…

Bu özelliklerinin yanında dikkat çeken başka özellikleri de var: Mesela tek kullanımlık yiyecek-içecek ekipmanları! Bardaklar, ıslak mendiller, tabaklar kompozit karton gıda kapları ve daha niceleri. Konumuz aslında bu havaalanı değil. Bu havaalanı da dâhil çöp üretimi ve üretilen bu çöplerin akıbeti. Neticede yılda 35 milyon ton ve belki de daha fazla bu şekilde çöp üretiyoruz ve bu çöpler için elle tutulur bir yönetim planı yok. En büyük belediye de dâhil olmak üzere belediyelerin çöplerle ilgilenen birimlerinin çöpe dair bildikleri tek şey onların yakılması ve onlardan enerji/yakıt vs. elde edilmesi. Başka bir yönetim planının doğru düzgün işletildiğine henüz şahit olamadık. Bazı pilot göstermelik uygulamalar sayılmazsa maalesef Türkiye’de belediyelerin çöp yönetim karnesi sıfır.  Ancak hepsinin istekli olduğu ve hep çok yararlı ve kesin çözüm olarak sunduğu çöp yakma yaklaşımı konusundaki isteklilikleri takdire şayan. Ayrıca bu çöp yakma meselesinde ortaya çıkacak külün ya da meydana gelecek baca gazı emisyonlarının ve bunların filtrelenmesi durumunda tutulacak zehirli gazların ne olacağı konusunda herhangi bir detay yok.

Yani “şu kadar haneye elektrik verilecek” şeklinde yapılan reklamlar kadar buna dair detayları göremiyoruz.  Bu işi örneğin yıllardır yapan çöp yakma tesislerinin de etkilerinin raporlanmasına dair şeffaf ve kolay erişilebilir bir sistem söz konusu değil. Bu sadece bizim için geçerli olan bir durum da değil üstelik. Çöpünü uzun zamandır yakan ülkelerde de benzer bir sorun var. Yani o romantik bir dille anlatılan “çöpü biten ülkeler” hikayeleri ya da hakkında video çekilen, çöp sorununu çözmüş Singapur vb. ülkeler için de geçerli bu durum.

Adını değiştirince sorun da ortadan kalkmış oluyor

Zero Waste Europe tarafından geçtiğimiz hafta yayınlanan bir rapor çöp yakma işinin halının altına süpürülen kısmı olan zehirli küller meselesini işliyor. AB üye devletlerinin çöp yakma meselesine mercek tutan bu rapor hem belediye atıklarının akıbetine hem de bunların yakıldığında ortaya çıkan küllerin akıbetine değiniyor. İlginç bir tespitle başlayan rapora göre AB ülkelerinin oldukça düşük gösterdikleri çöp depolama alanı hacmine yakılan çöplerden oluşan küller dâhil değil. Çünkü yakıldıktan sonra ortaya çıkan küller, eski tuz ve kömür madenlerine gömüldüğü halde bunlar “depolamaya giden çöp” olarak değerlendirilmiyor. Bir nevi katakulli. Üstelik bunlara dair de doğru düzgün bir rapor söz konusu değil. Tıpkı çöp ithal eden geri dönüşümcülerin gelen çöplerin dönüşümü sırasında ortaya çıkan devasa süreç kalıntılarını hesaba katmamaları gibi. Ona başka bir isim verdikleri için olması gerektiği gibi muamele görmesinin de önüne geçilmiş olunuyor.

Daha açık bir ifadeyle, AB’ye üye 27 ülkede yakılan belediye çöpünün çoğunluğu bertaraf edilmek yerine “geri kazandırılıyor” şeklinde sınıflandırıldığı için (toplam 61.4 milyon tonun 60.4 milyon tonu veya %98’i), belediye atıklarının yakılmasından elde edilen kalıntıların gerçekte ne kadarının çöp sahasına atıldığına dair net bir şekilde raporlanma yapılmıyor. Yani bizdeki çöp yakma yatırımlarına örnek olarak sunulan AB pratikleri de aslında ciddi anlamda problemli. Bu problemi gören Zero Waste Europe’un elde edebildiği raporlardan derlediği sonuçlara göre İstanbul başta olmak üzere birçok büyükşehir belediyesinin kutlamalarla duyurduğu çöp yakma işinde örnek olarak gösterdiği AB ülkelerinde durum aşağıdaki şekilde:

  • AB ülkelerinde belediye atıklarının yakılması sonucunda yaklaşık 12,5 milyon ton kül ve yaklaşık 2 milyon ton da hava kirliliği filtre kalıntısı (geri dönüşüm için yakalanan metaller hariç) üretiliyor. Bu  miktar üretilen belediye atıklarının 14,5 milyon tonu veya %6,4’ünün biraz üstünde bir miktara denk geliyor. Bunun da yaklaşık 6,5 milyon tonunun çöp sahasına gönderildiği tahmin ediliyor.
  • Gömülen kısım dışında geri kalanın çoğunun muhtemelen yol yapımında veya diğer inşaatla ilgili faaliyetlerde ve tuz madenlerinin doldurulmasında kullanıldığı düşünülüyor.
  • Çöp denilen şey sadece belediyeler tarafından üretilmediği için diğer kaynaklardan elde edilen çöplerle birlikte yakılan çöplerden 23,7 ile 28,1 milyon ton arasında kül (geri dönüşüm için yakalanan metaller hariç) ve 4,8 ile 5,1 milyon ton arasında da hava kirliliği filtre kalıntısı üretiliyor.
  • Tüm çöpler birlikte düşünüldüğünde 17 milyon tona yakın kül gömülüyor. Kalan kısım da belediye atıklarında olduğu gibi benzer bir şekilde değerlendiriliyor. Bu küllerin zararsız olduğuna dair raporlar ise sorgulanmayı hak ediyor, çünkü hangi kriterlerin gözetildiği konusunda net bir durum söz konusu değil.

Buradan Türkiye’ye dönecek olursak ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Öncelikle baca filtreleme konusunda sicili bir hayli bozuk bir ülke olduğumuz için var olan çöp yakma tesislerinin birer zehirli gaz üretim merkezi olduğu/olacağı bir durum söz konusu. Ortaya çıkan külün büyük bir kısmı çöpün kalitesizliği de hesaba katıldığında doğrudan gömülecek. Nereye peki? Kazdağları’ndaki, Kuzey Ormanları’ndaki ya da diğer bölgelerdeki maden sahalarına. Yani altın çıkartılan Kazdağları’nın maden çukurlarına büyükşehirlerin çöplerinin külleri gömülecek.

Çöp yakma bir atık idare sistemi olarak görülebilir ancak uzun vadede içinden çıkılamaz başka problemlerin de habercisidir. Daha önce de söyledik. Kompost yaparak, çöp yakma için harcanan bütçelere nazaran çok daha düşük bütçelerle çok daha az çöp yakabilir; benzer şekilde tek kullanımlık plastiklerin üretimini yasaklayarak önemli miktarda çöpün üretilmesini engelleyebiliriz. Bunlara yönelmek yerine devasa çöp yakma tesisi yatırımları yapıldığında ortaya AB ülkelerindeki durumlardan daha vahim durumlar çıkacak.

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Biraz ‘gogol mogol’ üşütmeye ve ırkçılığa birebir!

 Çocuklar kime ait? İçine doğdukları aileye, ülkeye ya da kültüre mi? Sahi, “çocuklarımız” derken kimi kast ederiz? “Çocuklar bizim…” ile başlayan ve “geleceğin teminatı” ile sonlanan kaç hamasi cümle duydunuz/kurdunuz şimdiye dek? Kimimiz geleceğin teminatıyla soyun devamını, kimimiz ülkenin bekasını kast ediyor. Tabii çocuklara topyekûn dünyanın geleceği olarak bakanlar da var. Bu bakış çoğu zaman bir beklentiyi ifade ediyor: “Dünyayı onlar kurtaracak!”

Hâlbuki gelecek kuşaklara yaşanılası bir dünya bırakma sorumluluğu bize, yetişkinlere ait. Sonuçta çocuklar, onlardan çok önce bizim gelip yönettiğimiz, kirlettiğimiz, talan ettiğimiz Dünya’ya gözlerini açıyor, onun havasını soluyor, suyunu içiyor. İlla bir aidiyet kurulacaksa, çocuklar her şeyden  -aileden, ülkeden, kültürden- önce Dünyaya ait. Onlar “Dünyanın Çocukları”.

Dünyanın dünya kadar çocuğu var

Geçtiğimiz günlerde aynı isimli bir resimli kitap yayımlandı. Nicola Edwards’ın yazdığı, Andrea Stiegmaier’in resimlediği “Dünyanın Çocukları”, yayın hayatına kısa süre önce başlayan Fibula Yayınları’ndan çıktı.

Dünyanın dünya kadar çocuğu var. Kitabın renkli sayfalarında gezintiye çıktığınızda pek çoğuyla karşılaşmanız işten bile değil. Farklı farklı coğrafyalara dağılmışlar. Farklı diller konuşuyor, farklı yemekler yiyor, farklı biçimlerde selamlaşıyorlar. Mimikleri, oyunları, kutlamaları, aile yapıları hiçbiri birbirine benzemiyor.

Evet, Starbucks ve McDonald’s, Addidas ve Zara, Instragram ve Facebook dünyasından başka bir dünya hâlâ var! “Dünyanın Çocukları”, işte bu dünyanın çeşitliliğini ve çeşitliliğin güzelliğini gözler önüne seriyor.

Gogol mogol mesela! İnsanın kendini iyi hissetmesi için tınısı bile yeter. Rusya’da çocukların, soğuk algınlığının üstünden, yumurta sarısı, bal ve su ile hazırlanan bu sıcak içecekle gelmelerine şaşmamalı belki de. Tabii daha az iştah açıcı reçeteler de var. Örneğin İran’da üşüten çocukların menüsünde pancar lapası, Çin’deyse kertenkele çorbası bulunur genellikle.

Tüm kültürlere eşit mesafeden bakan yazar, çocukların temel ihtiyaçlarının eşit olduğunu hissettirirken, bu ihtiyaçları karşılamanın yolunun çok çeşitli olabildiğine vurgu yapıyor. Hatta ahlak kuralları bile ülkeden ülkeye kültürden kültüre farklılık gösteriyor. (Yeri gelmişken, bugünlerde büyük tepkiye neden olan ve Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık tarafından sözde “evrensel ahlak kurallarına” dayandırılan “Çocuk Dostu Kitap Listesi” fiyaskosunu analım.)

Ama biz “Dünyanın Çocukları”na dönelim. Hepsinden kibar olmalarını bekleriz. Ama nasıl? Çin’de terbiyeli çocuklardan yemekten sonra yüksek sesle geğirmeleri, Hindistan’da hiçbir kırıntıyı israf etmeden tabaklarını silip süpürmeleri, Etiyopya’da aile ve arkadaşlarını elle beslemeleri istenir. Venezuelalı bir çocuk ise davet edildiğiniz hiçbir yere tam zamanında gitmemeli. Açgözlü damgası yemek istemiyorsa tabii.

‘Bir arada daha güçlü oluyoruz’

Kısacası nezaketten, saygıdan ne anladığımız, hangi coğrafyada hangi koşullarda yaşadığımızla yakından bağlantılı. Çevresel koşullar nasıl barındığımızı, nasıl giyindiğimizi belirlemekle de kalmıyor. Bir çocuğun sabah nasıl bir okula gitmek için hangi yola düştüğü ya da akşam saat kaçta ne tür bir yatağa uzandığı hep çevresel koşullarla ilgili. Tabii ülkelerin ekonomik ve siyasal iklimi de çocukların içinde yaşadığı kültüre dolaysız etki ediyor.

İşte bu resimli kitap, küçük okuru bu kültürleri daha yakından tanımaya davet edip kıtalar ve ülkeler arası bir gezintiye çıkarıyor. Birçok ayrıntı büyük boy renkli illüstrasyonlardan da izlenebilirken, kısa metinlerde en ilginç bilgiler özetleniyor. Kitabın belki de en güzel yanı çocuklarımızı Dünya dillerinin zenginliğiyle tanıştırması. Japoncada “Merhaba” nasıl denir, Portegizce “İyi Geceler?” dilemek için ne denir, Hintçede üzüntü, Norveççe’de öfke hangi sözcükle ifade edilir… hepsi ve daha fazlası ifadelerin özgün dildeki yazılışı ve telaffuzunu da içeren,  “Diller” başlıklı sayfalarda mevcut.

“Yerküremizin etrafında yapacağımız bu büyüleyici gezi farklılıklarımızı ortaya koyarken, güzel dünyamızın da tadını çıkarmamızı sağlıyor!” deniyor arka kapakta. Ama sözü yayıncıya değil yazarın kendisine verelim. Bakın “Hoş Geldiniz!” başlıklı giriş sayfasında okura nasıl sesleniyor:

“Hepimiz, bitkilerle ve hayvanlarla birlikte daha geniş bir evrenin üyeleriyiz. Gezegenimizin geleceği üzerinde her birimiz söz hakkına sahibiz. Küresel ısınma ya da pandemi gibi büyük bir sorun ortaya çıktığında aynı gemide olduğumuzu anlayabiliyoruz. Bir araya geldiğimizde daha güçlü oluyoruz…”

Bir araya gelebilmenin koşulu ise farklılık ve çeşitliliğin eşitlik ve özgürlük temelinde buluşmasından geçiyor.

Bu kitap bu zeminde bir ilk temas fırsatı sunuyor…

Yazar: Nicola Edwards

Çocukluğu, Brighton‘da geçti, denizle iç içe geçti. Okumayı, dans etmeyi, kafiyeli dil oyunlarını seven, turkuaz eşyalara bayılan yazar kocasıyla birlikte Doğu Londra‘da yaşıyor ve günlerini çocuk kitapları yazmak ya da editörlüğünü yaparak geçiriyor.

Çizer: Andrea Stegmaier

1979’da Almanya’da Freiburg kentinde doğdu. Çocukken Alaska’da timsah avcısı olmak isteyen çizerin hayali, ebeveynlerinden Alaska’da timsah yaşamadığını öğrendiğinde tuz-buz oldu. Yeni bir meslek arayışına giren Stegmaier, üniversitede Alman Dili, Sanat Tarihi ve Mimarlık eğitimi gördü. 10 yıl mimar olarak çalıştıktan sonra çocuk kitaplarına duyduğu sevgi ağır bastı ve resimli kitap illüstratörü olarak yeni bir kariyere başladı. 2018’den beri günlerini çizerek geçiren Stegmaier iki çocuğu ve eşiyle birlikte Stuttgart’ta yaşıyor.

 

Trans aktivistler ne istiyor?

Sürekli üstünde tartışılan fakat gerçek sorunlar ve talepler yerine çarpıtmalarla kamuoyuna yansıyan bir mesele var: Trans hakları meselesi. Özellikle batı kaynaklı dezenformasyon, trans hakları konusunda feci bir şekilde yüksek. Bunun öncelikli nedeni, batı ülkelerinde olan fakat bizde olmayan korumaların, yasal hakların sanki burada varmış gibi lanse edilip üstüne bir diskur kurulmasından dolayı oluyor. Örneğin trans sporcular konusu: Türkiye’de milli sporlarda herhangi açık kimlikli trans sporcu yok. Fakat uzun bir süre gündemimizi meşgul eden bir “sorun gibi”ydi. Türkiye’de hakkımızın dahi olmadığı, kendimizi özgür ifade dahi edemediğimiz, devlet kurumlarının yasa dinlemeden LGBTİ+ karşıtı reklamlar dahi yayınlayabildiği bir siyasi ortamda bunlar, transların bu ülkedeki hali durumunu tamamen görmezden gelmektir.

Bu yüzden de bugün yazımda, kısaca trans aktivistlerin genel olarak ortak dertleri ve talepleri ne, bir özne olarak bunları yazmak istedim.

İlk talep anayasal hakların korunması

Öncelikli talep, kimliğimizin halihazırda sahip olduğu hakların devlet ve toplumca korunmasıdır. Örneğin barınma, çalışma ve sağlık hepimizin zaten anayasal hakları içerisinde. Trans bireyler temel anayasal haklarına ulaşırken büyük sıkıntılar çekiyor: Fahiş fiyatlardaki ameliyatlar, bulunmayan ilaçlar… İş yerlerinde doğrudan ya da dolaylı yoldan uğranılan haksızlıklar. İş bulamayıp zorunlu seks işçiliği yapmak zorunda kalan bu yüzden ev bulamayan trans kadınlar da var. Fark edeceğiniz üzere bunlar transların toplumun parçası olmasını engelleyecek büyük sorunlar. İstihdam içinde yer alamayan, okuyamayan, barınamayan ve sağlık hizmetlerine ulaşamayan transların toplumdan sürüldüğünü, dışlandığını ve eğer ki belli başlı güvenceleri yoksa ölüme terk edildiğini söyleyebiliriz. Doğrudan temel hak ve özgürlüklerimiz engellediğini için de kalan problemler her daim bunların uzantısı olacaktır da denilebilir.

Bu taleplerin önündeki en büyük engel ise transların hukuka karşı güven duymaması ve bu güvensizliğin de boşa olmaması. Hem transları kapsayan yasaların muğlaklığı hem de mahkemenin kendi hayat görüşlerine göre bu yasaları istediği gibi yorumlayabilmesi büyük sıkıntı doğurmaya devam ediyor. Örneğin Ankara’da bir otelin, iki trans kadını müşteri olarak kabul etmemesi örneğinde görüldüğü gibi, trans olmak haklı bir kabul etmeme sebebi olarak görülebiliyor. (Bknz. Pembe Hayat-Cinnah Oteli davası). Aslında yasalarda, kişinin herhangi bir kimliğinden dolayı ayrımcılığa uğramasına dair engelleyici düzenleme var fakat yargı istediği zaman translığı bir sosyal sınıf, bir kimlik olarak görebilirken istediği zaman da bunu tamamen görmezden gelebiliyor. Devlet, bir trans kimliğini düzelttirmek istediği zaman hemen bu kimliğe ve erkek/kadınlığa dair bir kıstas koyabiliyor. Bu kişilerin hakkını savunmak vakti geldiğinde de kimliğine dahi karışan devlet, sorunu görmezden gelebiliyor.

Hastalık değil, kimlik

Genel kümeler halinde güncel talepleri açmak gerekirse en önemli talep;  transların bir kimlik olarak kabul edilmesidir. Yakın tarihte DSM-5’den bir hastalık olarak çıkarılan translar, bir hasta grubu olarak yasalarca korunmuyor, fakat hastalıkmış gibi yasalarca ele alınıyor. Kimlik değişimi ve medeni haklara ulaşmak adına AIHM tarafından “kişisel özel hayata müdahale” olarak tanımlanan ameliyat zorunluluğu Türkiye’de translara ihtiyaçları olsun olmasın zorlanıyor. Sigortayla karşılanması neredeyse imkansız, SGK kapsamında bu ameliyatları yapan doktorların sayısı bazen bir elin parmağını geçmiyorken bazen hiç bulunmuyorlar.

Eskiden bu müdahalenin gereğinin de doğrudan “üreme yetisinin kaybı” olarak tanımlandığını da hatırlatmak isterim. Yani devlet, transların önüne devasa ekonomik ve manevi olarak zor bir operasyonu, medeni haklara ulaşmaya engel olarak kullanıyor; kişinin bedenine ve özel hayatına müdahale ederken ebeveynlik hakkını da elinden alıyor. Örneğin bir trans erkek ve kadın, kimlikleri uyuşsa da evlenemiyor, evlenirlerse uyum sürecinden feragat etmek zorunda bırakılıyor. Evlilik hakkı, yani aile olma hakkı dahi transların elinden alınıyor.

Bir hastalık grubu gibi ele alınıp ona göre yasalarca ameliyat zorunlu tutulsa da örneğin doktorlarımızın yazdığı ilaçlar hem piyasada bulunmuyor hem de ameliyat olup kimlik değişene kadar yine sigorta tarafından karşılanmıyor. Doktorumun bana yazdığı reçeteli ilaç “bu kadınlar için gözüküyor sana ücretsiz veremiyoruz” diye eczanede bana parayla satılıyor.

Ameliyat olunup kimlik düzeltilmedikçe, toplu taşımada, otellerde, hastanelerde ve uçak/otobüs/tren gibi yerlerde her daim sorunlarla karşılaşıyoruz. Okulda verilen kimlik kartlarının güncellenmemesi halinde kişiler üniversitelerine girerken dahi zorluk yaşıyor. Ameliyat zorunluluğunun acilen kaldırılması gerekiyor, zira hem devlet bu ameliyatı zorunlu tutuyor hem de karşılamıyor. Sadece bu bile çoğu trans kadını seks işçiliğine mecbur ediyor. Artık değişen demografi ve ailelerin desteğine sahip olan translar bile böyle bir ekonomik yükün altından kalkamıyor.

Tanrı bahçesi

İnsanın “yüce” olduğuna kendisini inandırması “aşağılık” olduğuna kendisini inandırmasından çok daha kolaydır.

Ama kendisini “yüce” olarak ilan etmek de “aşağılık” olduğunu itiraf etmek anlamına gelmez mi zaten? –Varlığını “aşağılık” olana göre konumlamak başka nasıl açıklanabilir?

Peki, bir yaşama tarzı olarak şakşakçılığı seçenler “yüce”yi mi yoksa “aşağılık” olanı mı alkışlar?

“Yüce” ve “aşağılık” arasında salınıp duran insan, bahçesine hem çiçek dikerek yeryüzü’nden özür diler hem de yabani otları ayıklayarak etrafına çit çekerek dünya’yı biraz daha tahkim eder.

Biliyoruz: “Bahçe” insan tasarımıdır; el değmiş, evcilleştirilmiş, müdahale edilmiş, temsile uğramış olandır; doğanın saksı ve çitle kontrol altına alınmış kötü kopyasıdır; “yüce”nin “aşağılık” yanını makyajla kapatma çabasıdır.

Bu yüzden gecenin karanlığa evrildiği saatlerde duvarlara, televizyon ekranlarına, gazetelerin birinci sayfalarına, üniversite kapılarına, minarelerin şerefelerine, siyaset esnafının alınlarına, kanaat önderlerinin gözlüklerine, akıllı telefon ekranlarına, AVM’lerin kapılarına büyük harflerle yazmak lazım: “İnsan, ‘uçurum korkusu’ yerine ‘öteki korkusu’nu tercih ederek haysiyetsizliği de (= özsaygı yoksunluğunu da) seçmiştir.”[1]

Şu da var: “Tanrı Bahçesi”[2] tıpkı “Tanrı Devleti” [3] gibi düşünürken, hayatla, ötekiyle ilişkimizi tanzim ederken başvurmak zorunda olduğumuz temel kavramlardan biri olmak zorundadır. Tanrı’nın “cennet”le başladığı bahçe tasarlama faaliyeti dünya’yı da biçimlendirmektedir çünkü.[4]

*

[1] Faruk, Ö., Bir Yaratıcılık İmkanı Olarak Kaos, s. 25.
[2] Critchley, S., İmansızların İmanı: Siyasi Teoloji Deneyleri, s. 129.
[3] “Tanrı Devleti” ve “Dünya Devleti” kavramsallaştırması üzerinden sürdürülen bir tartışma için bkz.: Faruk, Ö., Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp, s. 70.
[4] Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlanacak olan ‘Çok Kalpli Asi’ adlı deneme kitabından bir bölüm.