Ana Sayfa Blog Sayfa 622

Amasra maden faciasına ilişkin iddianame hazırlandı

Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) Amasra Müessesesine ait maden ocağında 14 Ekim 2022’de 42 işçinin hayatını kaybettiği, 10 işçinin yaralandığı patlamaya ilişkin sekizi tutuklu 23 şüpheli hakkında iddianame hazırlandı. Amasra Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülen soruşturma kapsamında düzenlenen fezleke, Bartın Cumhuriyet Başsavcılığına gönderildi.

Bartın Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan ve Birinci Ağır Ceza Mahkemesi‘ne gönderilen 195 sayfalık iddianamede, patlamada 41 işçinin vefat ettiği, bir işçinin de sevk edildiği hastanede 4 Kasım 2022’de yaşamını yitirdiği anımsatıldı.

1062’şer yıla kadar hapis cezası talebi

116 müşteki iddianamede yer alırken, tutuklu bulunan Amasra Müessese Müdürü Cihat Özdemir, İşletme Müdürü Selçuk Ekmekci, İş Güvenliği ve Eğitim Başmühendisi Volkan Soylu ve Başmühendis Mehmet Tural hakkında 42 kez “olası kastla öldürme” suçundan toplam 840 yıldan 1050 yıla kadar, dört kez “olası kastla yaralama” suçundan da toplam dört yıl 16 aydan 12 yıla kadar hapis cezası talep edildi.

Bu dört zanlının iki suçtan toplam 844 yıl 16’şar aydan 1062’şer yıla kadar mahkumiyeti istenirken, diğer dördü tutuklu 19 şüphelinin ise “bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan iki yıl sekizer aydan 22 yıl altışar aya kadar hapis cezasına çarptırılması talebinde bulunuldu.

‣ Madencilerin anısına: Gitme o güzel geceye usulca…
‣ Yine kömür, yine ölüm: Bartın’daki patlamada 41 maden işçisi yaşamını yitirdi
‣ Bartın’da grizu patlaması: ‘Kader planı’na tepki yağıyor

“Maden işçisi kıyafeti ısı ve aleve karşı koruma kriterlerine uygun değil”

Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu Başkanlığı Bursa Test ve Analiz Laboratuvarı Müdürlüğü tarafından hazırlanan raporda, kullanılmamış maden işçisi kıyafeti üzerinde yapılan deneylerde kıyafetin kopma, yırtılma, birim alan kütlesi, yıkama sonrası boyut değişimi gibi kriterlere uygun olduğu ancak ısı ve aleve karşı koruma, alev yayılma, alevli döküntü ve alevli yanma kriterlerine uygun olmadığının bildirildiği iddianamede aktarıldı.

‣ Bartın’daki patlamada ihmaller zinciri: Kaza önlenebilirdi
‣ Amasra’daki maden katliamı sonrası ocak müdüründen ‘istifa’ sorusuna ilk yanıt
‣ Amasra TTK Müessese müdürü ve daire başkanı, adliyede 10 dakika kaldı

Gerekli modernizasyon işleri ihmal edildi

İddianamede, metan gazı değerlerinin patlama anına kadar yüzde bir ikaz seviyesini 85, yüzde 1,5 alarm seviyesini ise beş kez, karbonmonoksit değerlerinin 25 ppm ikaz seviyesini 47 kez, 50 ppm alarm seviyesini 13 kez geçtiği, havalandırma vantilatörü değerlerinin 13 Ekim 2022 saat 23.43 ile 14 Ekim 2022 saat 18.49 zaman aralığının tamamında 53 kez ikaz, 355 kez alarm seviyesinde değerleri gösterdiğinin göz önünde bulundurulduğunda gerekli tedbirlerin alınmadığının anlaşıldığı belirtildi.

Maden İşyerlerinde İş Sağlığı ve Güvenliği Yönetmeliği‘nin “Havalandırma sistemi acil hallerde ve ihtiyaç halinde kullanılabilmesi için hava yönünü ters çevirebilecek özellikte olur” hükmüne aykırı davranıldığına işaret edilirken, 17 Haziran 2022 Türkiye Taş Kömürü Kurumu Teftiş Kurulu Raporu‘nda “Ana nefeslik aspiratör modernizasyonu için ayrılan 2 milyon TL’lik ödeneğin harcanmadığı” ibarelerinden anlaşıldığı üzere kurum yetkililerinin gerekli modernizasyon işlerini yaptırmayıp ihmalde bulundukları kaydedildi.

‣ Enerji Bakanı’ndan Bartın katliamı açıklaması: TTK tüm önlemleri alıyor, son denetimde sorun görülmedi
‣ Hattat Holding şimdi de kömür tesisi kurmak istiyor: Bartın Platformu dava açtı

Havalandırma sisteminde gerekli tedbirlerin alınmaması ve tehlikeli gaz birikiminin sıradan bir olay gibi karşılanmasının patlamaya sebebiyet verdiği de anlaşılarak iddianamede bildirildi.

Kömür madenciliğinin patlayıcı, jeoloji, basınç, tahkimat, sondaj, kimya, mekanik ve birçok teknik mühendislik bilgilerini içerdiği, bu bilgilerin birbiriyle kıyaslanması ve analizinin gerektiği ancak meydana gelen olayda tüm bu bilgileri değerlendirecek teknik kişi bulunmadığı gibi değerlendirmeye sunacak ve karar sürecini işletecek sistemin de olmadığı değerlendirmesi yapılarak şunlar kaydedildi:

Sonrasında ‘patara’ denilen ve kalan yüzey parçalarını temizlemeye yarayan birkaç dinamit lokumu ile küçük patlatmaların yapıldığı, haberleşme sistemiyle diğer birimlerin uyarılmadığı, farklı birimlerde hangi gelişmelerin olduğunun takip ve teyit edilmediği, jeolojik ve basınç değerlerine dayalı gelişmelerin takip edilmediği, geçmişe dair ve güncel gaz değerlerinin değerlendirmeye alınmadığı ve mevzuat gereği dinamit patlatma projesinin yapılmadığı anlaşılmıştır.

Hollanda’da cins kedi ve köpek türlerinin yasaklanmasında yeni adım

Hollanda, sevimli görünürken “içler acısı” sağlık problemleri yaşayan düz suratlı köpek ve kıvrık kulaklı kedi cinslerine yasak getirmeye yönelik adım atıyor.

Hollanda Tarım Bakanlı Piet Adema, yaptığı açıklamada, tasarım türleri sahiplenmeyi ve reklam veya sosyal medyada fotoğraflarına yasak getirmeyi hedeflediğini söyledi:

Bu konu beni sadece bir bakan olarak değil, bir kişi olarak da etkiliyor. Sırf onların ‘güzel’ ve ‘sevimli’ olduklarını düşündüğümüz için hayatı masum hayvanlar için perişan hale getiriyoruz. Bu nedenle bugün, hiçbir evcil hayvanın görünüşünden dolayı acı çekmediği bir Hollanda’ya doğru büyük bir adım atıyoruz.

Hedeflenen sahiplenme ve teşhir yasaklarının dikkatli bir şekilde üzerinde çalışılması için çok zaman gerekeceğini açıklayan Adema, sürecin karmaşık olmasına rağmen, benimsenen yaklaşımın doğru olduğunu vurguladı.

Hollandalı bakan, insanların tamamen iyi niyetli olsa da bakımını yaptığı hayvanların görünüşlerinin karanlık taraflarının genelde farkında olmadığını belirtti.

‣ Nasıl Bir Hayvansever…
‣ Pet shoplar Kasaplar Odası’na mı bağlandı?

Adema, hükümetin, yasaktan etkilenecek türlerin tam bir listesi üzerinde çalışacağını ancak bunun zaman alacağını açıkladı.

Yasaklanan türler arasında pug, Fransız bulldog’u ve İngiliz bulldog‘u gibi köpek türlerinin yanı sıra Scottish fold gibi kedi türlerinin olacağı tahmin ediliyor.

Küçük burunlu köpekler nefessiz kalıyor

Son araştırmalar, Fransız ve İngiliz bulldog’ları, pug’lar ve diğer kısa burunlu köpeklerin, özellikle nefes alma konusunda olmak üzere sağlık sorunlarına daha yatkın olduğuna yer verdi.

Adema, parlamentoya sunduğu öneriyi açıkladığı bir mektupta, söz konusu hayvan türlerine yönelik şunları söyledi:

Burunları çok kısa olan köpekler sürekli olarak nefessiz kalıyor ve yaşamları boyunca nefes nefese yaşıyor. Olağandışı kafatası şekline sahip köpekler, kalıcı bir baş ağrısından muzdarip olabilir. Kıvrık kulaklı kedilerin kıkırdaklarında deviasyon vardır ve bu onlara çok fazla acı veriyor olabilir.

Teklife eşlik eden brifing notlarında, “Bu kedilerin, belirli bir genin neden olduğu bir kıkırdak kusuruna sahip oldukları için her zaman acı çektiklerine dair bilimsel kanıtlar bulunduğunu” belirtti.

Adema, hükümetin orta Hollanda’daki Utrecht Üniversitesi‘ndeki veteriner genetiği uzmanlarından tavsiye istediğini de sözlerine ekledi.

Teşhir yasağı

Belirli bir evcil hayvan türünün sık sık görünür olmasının o türe yönelik talebi artırabileceği için, zararlı görünüş özelliklerine sahip evcil hayvanlara olan talebi azaltmak için teşhir yasağı üzerinde çalışıyor. Buna göre, reklamlarda ve sosyal medyada zararlı dış özelliklere sahip evcil hayvanların gösterilmesine yasak getirilmesi planlanıyor.

2014’ten beri yasak

Hollanda, görünüşlerinden ötürü çoğaltılan hayvanları 2014’te yasaklamıştı. Buna karşın bazı hayvanlar yasa dışı olarak satılıyor veya yurt dışından getiriliyor. 2019’da ise hükümet, özel olarak burnu kafatasının uzunluğunun yarısından daha küçük olan köpeklere yönelik kurallara güncelleme getirmişti.

Önerilen yeni kurallar ise yasal boşlukları kapatmak için tasarlandı. Kabul edilmesi halinde bu tür hayvanları sahiplenmek de yasa dışı olacak.

2023 yılının ilk güzel haberi: AB nihayet kendi çöpüyle ilgilenecek

2023 yılının belki de ilk güzel haberini, Avrupa Parlamentosu‘nun atık sevkiyat düzenlemelerini güncellemek için yaptığı önerilerin oylamasıyla aldık diyebiliriz. Dünyanın en büyük çöp ihracatçısı olan ve neredeyse küresel güneydeki çöp sömürgeciliğinin de baş sorumlularından biri olan Avrupa Birliği’nin artık kendi çöpüne daha fazla odaklanacak olması sevindirici. Tıpkı BM’nin plastik kirliliği meselesini küresel bir sorun olarak kabul edip bir anlaşma hazırlığına girmesi gibi.

Öncelikle süreci bir hatırlamakta fayda var. Geçtiğimiz yılın ortalarında Avrupa Komisyonu plastik çöplerinde içinde olduğu çöplerin dolaşımına dair yeni bir düzenlemeyi kamuoyu görüşüne açmıştı. Bu durum plastik çöp ticareti üzerine çalışan ve mücadele edenleri oldukça sevindirmişti. Çünkü böylelikle çıkacak olan düzenlemenin plastik çöplerin AB dışına gönderilmesinin yarattığı etkileri de içerebileceği bir düzenlemeye dönüştürülmesi şansı yakalanmıştı. Nitekim öyle de oldu. Öncelikle bu konuda çalışan STK’lar ve uzmanlar, düzenleme hakkında söz sahibi olacak olan parlamenterlerle bir araya gelerek konunun kapsamını ve nelerin yapılması gerektiğini tartışmış ve en nihayetinde neden AB’nin kendi çöpleriyle ilgilenmesi gerektiği konusunda hem fikir olmuştu.

‘Çöp sömürgeciliğinin’ sonu

Burada Avrupa Parlamentosunun Sosyalist, Demokrat ve Yeşiller grubu milletvekillerinin önemli bir rol üstlendiğini belirtmemek olmaz. İşte geçen hafta pazartesi akşamı yapılan genel kurul görüşmesinden sonra, rapor Salı günü 594 evet, 5 aleyhte ve 43 çekimser oyla kabul edildi. Bundan sonraki aşamada Avrupa Komisyonu toplantısı var. Bu yeni yasalar, kabul edilirse, OECD dışı ülkelere plastik atık ihracatı hemen yasaklanacak ve dört yıl içinde de ihracat tamamen aşamalı olarak sonlandırılacak. Dört yıl çok uzun bir süre evet, ama bu esnada ihracat miktarının hatırı sayılır miktarda düşeceğini söylemek mümkün.

Bu yasal düzenleme sürecinde geniş yelpazede bir argümantasyon söz konusuydu. Yeni düzenlemedeki önlemlerin döngüsel bir ekonomiyi teşvik edeceğinden tutun da daha fakir ulusları sömürülmekten korunmasına, plastik üretiminin azaltılmasına katkı sağlamasından, çöp miktarında da düşüşe neden olacağına kadar. Bana sorarsanız çöp sömürgeciliğinin bitmesi ve ithalatçı ülkelerin kendi çöpleriyle meşgul olmasına önemli bir katkı sağlayacağı açık.  AB artık plastik çöpün bir sorun olduğunu ve bu çöplerle Basel Sözleşmesi kurallarına göre uğraşmak zorunda olduğunu kabul etmiş vaziyette. Bu değişiklikten doğrudan etkilenen Türkiye gibi ülkeler de AB’nin plastik atıkları nedeniyle sekteye uğrayan atık yönetimi altyapısının daha da güçlendirilmesine eğilebilecek.

Lobiciler ne yapacak?

Yeni kurallar, AB içinde ve dışında çöp suçlarıyla mücadele edilmesini de kolaylaştıracak. Önerilen plastik çöplere yönelik ihracat yasağıyla, plastiğin söz konusu olduğu her yerde çok daha adil bir sistem için de daha fazla istekli olunacak. Bu durum da uzun vadede, gelecek nesiller için altından kalkılamaz hale gelme potansiyeli olan plastik sorununun hafifletilmesi açısından gerçek bir adım anlamına geliyor. Tabii zafere giden yol güllerle donatılmış değil. Yeni yasaların yürürlüğe girmesi öncesi ve sonrasında endüstrinin tavrına dair de bazı tespitlerde bulunabiliriz.

Eğer bu yasa yürürlüğe girerse artık çöp sanayinin baskısı da ortadan kalkacak. Çünkü çöp işi artık yasal olarak da yasadışı hale gelecek. Ancak, endüstrinin hali hazırda bu durumun gerçekleşmemesi için atağa geçeceğinden şüphe etmiyorum. FEAD (European Waste Management Association) adındaki endüstri oluşumu şimdiden homurdanmaya başladı bile. Muhtemelen kapalı kapılar ardında bu konuda şimdiden bir lobi faaliyeti yürütülüyordur. Bunun başarılı olup olmayacağını önümüzdeki ay içerisinde anlamış olacağız.

Büyük bir başarı

AB’nin bu yasaklama adımını BM plastik anlaşması ile birlikte değerlendirmek gerekiyor. Her iki düzenleme de çöp ve plastik meselesinde daha şeffaf olmamız gerektiğini ve artık plastiğin bir ekonomik ürün olarak sürekli üretimi arttırılması gereken bir malzeme değil aksine bir sorun olarak görüp bir an önce üretim azaltılmasına gitmemiz gerektiğini bize açıkça gösteriyor. Dolayısıyla plastikle ilişkili sorunları ortadan kaldırmak istiyorsak daha şeffaf, daha az kimyasal içeren ve daha az üreten bir plastik ekonomisine ihtiyacımız var. Çünkü plastiğe dayalı ekonomiyi olabildiğince küçültmezsek bu sorunlarla daha sonra da hem de daha da şiddetli bir biçimde uğraşmak zorunda kalacağız.

Sonuç olarak bu bir zafer. Bu pespayeleşmiş çöp endüstrisinin ve uzantılarının her şeye muktedir olamadıklarının gösterilmesi açısından önemli bir başarı. Hem doğal ortamı kirletip hem de pişkin pişkin ekonomi para vb. söylemleri yükseltmekten ve ortamı manipüle etmekten imtina etmeyen kafa yapısına karşı bir zafer.

*

NOT:Plastik: Mucize mi Felaket mi?” kitabımın ilk tanıtım ve imza gününü Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi ile birlikte gerçekleştireceğiz. Ayrıca Yeşil düşünce Derneği ile de kitap üzerine bir söyleşi etkinliği düzenleyeceğiz. İki etkinliğin de bilgileri aşağıdaki gibidir. Tüm dostları bekleriz.

  • TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Kitap Tanıtımı: 28 Ocak 2023 saat 17:30, Adres: Katip Mustafa Çelebi Mahallesi, Büyük Parmak Sokak, No 13, Daire 4, Beyoğlu/İstanbul
  • Yeşil Ev Söyleşi: 29 Ocak 2023 saat 12.00, Adres: Türkali Mahallesi, Şehit Nuri Sokak, No:18, Beşiktaş/İstanbul

 

Susuz yıllar bizi bekliyor

Ülkemiz son yılların en yağışsız kış mevsimini yaşıyor. Ocak ayının sonuna yaklaşıyoruz ve tüm bölgelerimizde yeterli kar ve yağmur yağışı yok. Başta büyük kentlerimizin olmak üzere tüm kentlerimizin içme ve kullanma suyu kaynakları ciddi boyutta alarm veriyor. İstanbul ve İzmir’de içme suyu barajlarındaki doluluk oranı %30’lar düzeyine düştü. Örnek vermek gerekirse İstanbul’daki barajların toplam doluluk oranı sadece %31.5, İzmir’in ana su kaynağı olan Tahtalı Barajı’ndaki doluluk oranı ise %39… Oysa bu barajlar geçtiğimiz yıl bu günlerdeki doluluk oranları %60’lara yakındı.

Aslında ülkemiz su sıkıntısı çeken ülkeler arasında; yıllık kişi başına su üretim kapasitesi 1350m³ civarında… Üstelik ülkemizin su kaynaklarının dağılımı da dengeli değil. Nüfus yoğunluğunun daha çok olduğu batı bölgelerimiz su kaynakları açısından doğu bölgelerimize göre daha fakir. Bu gerçek uzun yıllardan bu yana bilinmesine karşılık bugüne kadar kısıtlı olan su kaynaklarımızı ve su havzalarımızı korumak için elle tutulur, ciddi önlemler de alınmadı. Batı bölgelerimizde birçok su havzası düzensiz kentleşme, endüstriyel bölgeler kurulması, atık depolanması gibi nedenlerle ya elden çıktı, ya da kirlilik açısından çok riskli hale geldi.

İstanbul’a kilometreler ötesinden taşınan su dördüncü kalite

Bunun son örneği İstanbul’da yaşanan susuzluk tehlikesi nedeniyle görülüyor. Henüz tamamlanmayan, İstanbul’a 190 km mesafedeki Melen Barajı’ndan ve Yeşilçay regülatöründen kente su veriliyor. DW Türkçe’den Pelin Ünker’e konuşan Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) İstanbul Şube Başkanı Selahattin Beyaz, İstanbul’a Melen ve Yeşilçay Regülatöründen önceleri günlük 750 bin metreküp su iletildiğini belirtiyor. Beyaz, İstanbul’un barajlarındaki su kıtlığı nedeniyle bu miktarın sürekli artırılarak bugünlerde 1,9 milyon metreküp mertebesine ulaştığını söyleyerek “11 Ocak 2023 tarihinde İstanbul’da şebekeye verilen suyun yüzde 65’i Melen ve Yeşilçay Regülatöründen, yüzde 35’i ise kent içi havzalardan temin edildi” diyor.

Peki, bu ne kadar sağlıklı bir su? Haberin devamında da Beyaz bu konuya da temas ediyor. Çevre Mühendisleri Odası’na göre Melen havzasında toplanan ve İstanbul’a içme ve kullanma amacı ile iletilen suların kalitesi ‘dördüncü sınıf’ su niteliğinde. Çünkü havza alanında yaklaşık 400 bin kişilik nüfus yaşıyor, günlük 400 ton katı atık bölgede düzensiz olarak su kaynakları kenarında depolanıyor veya Hecinler köyünde Küçük Melen su kaynağı kenarında bulunan çöp tesisinde işleniyor. İstanbul’un su kaynağı Melen nehri ve kolları, çöp sızıntı suları, evsel ve endüstriyel atık sularla kirleniyor.

ÇMO, havza içinde azot, fosfor ve organik kirleticilerin su kaynağına doğrudan karıştığını, suyun İstanbul’a su transfer noktasında oldukça kirlenerek dördüncü sınıf suya dönüştüğünü de tespit etmiş.  Bilindiği gibi Yerüstü Su Kalitesi Yönetmeliği’ne göre sular dört grup altında; son yönetmelik değişikliklerinden sonra ise üç grup olarak sınıflandırılıyor. Birinci kalite sular mavi renk ile kodlanırken “yüksek kaliteli su” olarak biliniyor. İkinci kalite sular yeşil renk ile kodlanıyor ve “az kirlenmiş su” olarak kabul ediliyor. Üçüncü kalite sular ise sarı ile dördüncü kalite sular ise kırmızı ile kodlanıyor. Üçüncü sınıf sular kirli, dördüncü sınıf sular ise çok kirlenmiş sular olarak kabul ediliyor. Yönetmelikte yapılan son değişikliklerden sonra üçüncü ve dördüncü sınıf sular birleştirilerek üçüncü sınıf olarak tanımlandı, sarı ile kodlanlandırılarak orta kalite sular olarak kabul edildi. Aslında bu değişikliğin ne kadar doğru olduğu tartışmalı… Yanlış kentleşme, endüstri ve atık politikaları sonucu bütün yerüstü su kaynaklarının kirlenmesi nedeniyle yönetmelik değişiklikleri ile durumun “kurtarılmaya” çalışıldığı açık…

İzmir barajlarında ‘kirli su’ bile yok

Birinci kalite yerüstü suları işlenerek içme suyu olarak kullanıma verilebiliyor. Üçüncü ve dördüncü kalite sular ise bırakın içme suyu olarak değerlendirilmesini, endüstriyel amaçlı bile kullanılamıyor. İzmir’de ise durum daha karışık. İzmir’deki içme suyu kaynaklarına ek olarak Devlet Su İşleri (DSİ) tarafından 2009 yılında yapılan ve su tutma sorunları nedeniyle defalarca yeniden imalatlar yapılan Manisa’daki Gördes Barajı’nın doluluğu İZSU’nun rakamlarına göre %4.5 seviyelerinde ve İzmir’e bir damla su bile veremiyor. Üstelik bu barajda “tutulamayan” suyun da üçüncü sınıf olduğu iddia ediliyor.

Tablo: Yerüstü Su Kaynaklarının Genel Kimyasal ve Fizikokimyasal Parametreler Açısından Sınıflarına Göre Kalite Kriterleri

Diğer bir konu ise mevcut barajlardaki su seviyelerinin düşmesinin yarattığı halk sağlığı sorunları… Barajlardaki su seviyeleri düştükçe dip çamuruna daha yakın noktalardan su çekilmesi gerekiyor. Ülkemizdeki içme suyu arıtım tesisleri ise kaliteli ham suya; yani birinci kalite suya göre yapılmış olup genelde havalandırma, hızlı ve yavaş karıştırma, çöktürme, filtrasyon ve klorlama şeklinde yapılmaktadır. Barajlarda dip sularında biriken kimyasallar, ağır metaller böyle bir arıtma sisteminde ortadan kaldırılamayacaktır. Bu durum sağlık açısından içme ve kullanma suyu kaynaklı yeni risklerin ortaya çıkmasına neden olabilir.

Susuz yaz’dan susuz yıllara…

Susuz Yaz, Necati Cumalı’nın 1962 yılında yayınladığı ve 11 öyküden oluşan bir kitabı… Öykülerde İzmir’in Urla ilçesine bağlı Bademler köyü ve civarında kurak geçen bir yaz sezonundan insan öyküleri anlatılıyor. Necati Cumalı’nın kitabının yayınlanmasından tam 60 yıl sonra tüm ülkemiz; yanlış çevre politikalarının sonucunda, bırakın susuz yazı, susuz yılların içine girdi. Küresel iklim krizinin etkisi ile ülkemizdeki yağışların azalacağı, şekil değiştireceği yıllar öncesinden yapılan projeksiyonlarla ortaya çıkmıştı. Üstelik su kaynaklarımızın kısıtlı olduğu da biliniyordu. Son derece titizlikle korumamız geren su havzalarımızı çarpık kentleşmeye, organize sanayi bölgelerine, evsel ve endüstriyel atık sahalarına açtık. Sadece yerüstü su kaynaklarımızı değil, yeraltı su kaynaklarımızı da kirlettik. İstanbul’a 190 km öteden, İzmir’e ise 150 km öteden Sakarya ve Manisa’dan su taşımaya çalışıyoruz. Üstelik kalitesiz, kirletilmiş su… Ayrıca uzaktan taşınan, taşınmaya çalışılan bu kirli suların tüm maliyeti de bizlere; yani tüketicilere ödettiriliyor. Şimdi yönetmelik değişiklikleri ile içine düştüğümüz su krizi kamuoyundan saklamaya çalışılıyor…

Kuraklık ve kirli su kaynakları nedeniyle kıtlık, susuz günler ve düşük kaliteli sular nedeniyle ortaya çıkacak sağlık sorunları ile yüzleşmemiz çok yakın…

 

Derin balina düşüşü: Yıllar süren bir tükeniş

Video-animasyon: Defne SARIÖZ

*

Balinaların öldükten sonra okyanusun dibine batması, “derin balina düşüşü” olarak tanımlanıyor, bu özellikleri dolayısıyla balinalar deniz tabanındaki biyolojik çeşitliliğin önemli bir unsuru olarak öne çıkıyor.

Balinanın cansız bedeni, balina karkası olarak adlandırılıyor. Balina karkası, denizin derinliklerinde yaşayan canlılar için uzun ömürlü bir besin kaynağı. Bedenin tükenişinin farklı evreleri de farklı canlılar açısından oldukça besleyici. Bu süre boyunca deniz tabanında farklı canlılar için bir yaşam alanı oluşuyor, deniz altı ekosistemi gelişiyor, türlerin devamına ve yeni türlerin ortaya çıkmasına elverişli bir ortam oluşuyor.

Su altında ekolojik devamlılığın dört temel aşaması

Bir balina, denizin dibine ulaştıktan sonra, yumuşak dokunun tüketilmesi ayları, iskeletin tamamen tükenmesi ise on yılları bulur. Kemiklerin çürümesi neticesinde kemiği oluşturan organik bileşenler çözülür, sonucunda ortaya sülfit kaynağı ve enerji açığa çıkar, bu enerjiyle beslenen mikroplar, deniz ekosisteminin temelini oluşturur.

Balina karkasının okyanus tabanına ulaşmasıyla birlikte üç aşamalı bir süreç başlar. Birinci aşama dış dokunun büyüklü küçüklü balıklar tarafından tüketilmesidir. İkinci aşamada yumuşakçalar, kabuklular, kurtlar ve küçük organizmalar kemiklerdeki arta kalanları tüketir ve bu aşama yıllarca sürer.

derin balina düşüşü, Defne Sarıöz

Sülfofilik aşama olarak anılan üçüncü aşama 50 yıldan fazla sürer: Kemosentetik bakteri toplulukları, geride kalan kemiklerin içine sıkışmış yağları parçalayıp çözer, sonucunda sülfat açığa çıkar. Mikrobiyal matlar, kabuklu midyeler ve kurtçuklar bunlarla beslenir.

Bazı bilim insanları resif aşaması olarak dördüncü bir aşama tanımlar. Bu aşama kemiklerin alt tabakalarına gömülü katı mineral kalıntılarının okyanus tabanında yüzlerce yıl sonra bile sağladığı bolluğu anlatır. Öyle ki derin balina düşüşleri olmasa, bu minerallerle beslenen tüm bu canlılar enerji yoksunu derin okyanusta yaşayamayacaktır.

Küresel ısınmaya karşı balinalar…

Balinalar küresel ısınmaya karşı da önemli rol oynuyor. Araştırmalara göre balinalar okyanuslardaki yılllık karbon emiliminin yaklaşık yüzde 60’ını gerçekleştiriyor. Öldükten sonra da bu gazlar vücutlarında hapsoluyor ve ancak düşüşten sonra serbest kalıyor. Böylece karbon gazı okyanus tabanında kalıyor ve yüzeye çıkmıyor.

Uluslararası Para Fonu’nun yaptığı bir araştırmaya göre ise doğal yolla ölen bir balina senede 33 ton CO2 emiyor. Ancak balinalar karaya vurduğunda ya da avlandıklarında bu CO2 emilimini yapamıyor, vücutlarında birikmiş olan karbondioksit de deniz tabanına giderek hayat kaynağı olamadığı gibi atmosfere dağılıyor.

Sanal sokakların eli sopalıları: Troller

Sokaklarda, meydanlarda, genel olarak kamusal alanlarda siyaset yapmanın olabildiğince engellendiği bir süreçten geçtiğimiz herkesin malumu. En temel Anayasal haklardan olan bir fikri kamusal alanda ifade etme hakkını kullananlar hemen kaba kuvvetle bastırılmaya çalışılıyor. Elle tutulur, gözle görülür hayatın bastırıldığı bir dönemde de doğal olarak kaçış sanal meydanlara, sosyal paylaşım platformlarına kayıyor. Sokakları kontrol eden AKP-MHP Koalisyonu, sansür yasası vb. girişimlerle sanal sokakları kontrol etmeye çalışırken; kimi zaman sokaklarda ortaya çıkan eli sopalı çetelerin de sosyal medyada bir karşılığı olacaktı tabii: Troller!

AKP eliyle yaratılan ve bizim vergilerimizle hayatlarını sürdüren trollerin oluşturdukları ağ katman katman. Cumhuriyet Halk Partisi Grup Başkanvekili Özgür Özel geçtiğimiz günlerde bu ağır katmanı daha ortaya serdi ve troll örgütlenmesi denen yapının nasıl bir organizasyon olduğunu örnek üzerinde gördük. Fakat ona geçmeden önce ilk önce şunu bir sormak gerekli: Nedir bu troller?

Maaşlarını ödediğimiz ‘dokunulmazlar’

İlk başlarda sosyal medyayı zekalarıyla insanları kandırmak için kullananlara troll denirdi. Fakat iş siyasileştikçe zeka kısmı silindi; kandırma kısmı da dezenformasyon ve saldırıya döndü. Dijital sokakların eli sopalı çeteleri bunlar. Fikrinizi beyan ettiğinizde ya da bazen sadece varlığınızla onlara rahatsızlık verdiğinizde ortaya çıkan bir (gerçek anlamda) sürü sosyal medya hesabı. Hepsi birer insan değil. Belki 50 hesabı bir kişi yönetiyor; belki 200 hesabı bir kişi yönetiyor ama hepsinin bir yerlerden çaldıkları profil fotoğrafları var; uydurdukları bir isimleri var. Var da var…

2015’te resmi açılışını Beşir Atalay’ın yaptığı, AKP’nin Maslak’taki ‘Yeni Türkiye Digital Ofisi’nde 200 kişi 24 saat esasına göre çift vardiya olarak görev yapıyor.

Peki neden varlar? Sosyal medyada görünür olmak önemli. Bunun için de kalabalık olmak gerekiyor. Aynı anda bir sözü tekrarlamak gerekiyor. Sesinizin herkesten fazla çıkması gerekiyor. Fakat troll dediğimiz konu bu kadar masum bir girişim değil.  Herkes sesini daha çok çıkartmak ister. Yeşiller Partisi olarak biz de istiyoruz. Fakat bu durum farklı. Farklı çünkü;

  • Hukuksal olarak dokunulmazlar. Sizi hedefe koyduklarında aklınıza gelebilecek her yerden, hiç bir sınır tanımadan saldırıyorlar. Bunu nasıl yapabiliyorlar? Çünkü yargılanmayacaklarını, başlarına bir şey gelmeyeceğini biliyorlar. Özgür Özel’in ifşasına başrolünde olan kişinin hem Jandarma hem Emniyet hesaplarını kontrol ettiği ifade ediliyor. Kimi kime şikayet edeceksiniz? Size söylenen sözlerin yarısını bile etseniz hemen kendinizi karakolda bulabilirsiniz ama onlar hukuk karşısında görünmezlik pelerini giymiş durumdalar. Suç işleme özgürlüğü bu dönemde belli gruplara tanınmış bir özgürlük.
  • Maaşlarını biz veriyoruz. Hukuk karşısında dokunulmazlar ve bize küfretmek, bize yalan haber yaymak için bizim paramızı alıyorlar. Bir siyasi yapı, hukuk karşısında başına gelecekleri göze alarak ve finansmanını kendi sağlayarak bu işe girişiyorsa, kendi bileceği iş deriz ve geçeriz. Ekonomik şartlar ve hukuk zaten onları sınırlar. Fakat kamu kaynakları hortumlanarak bir organize suç şebekesi yaratılıyorsa burada çok ama çok yanlış bir durum var demektir.

Seçime yaklaştıkça bu trollerin daha aktif olduğunu, farklı farklı kılıklarda ortaya çıktıklarını göreceğiz. Seçimi AKP-MHP Koalisyonu’nun kazanması onların işlerine devam etmesi demek olduğu için saldıracaklar. Bir de üstüne uluslararası sanal manipülasyonlar gelebilir.

Türkiye’nin doğalgaz borcunu erteleyerek ekonomik anlamda ve AKP lehine seçimlere müdahale eden Rusya’nın ABD ve Almanya seçimlerinde yaptıklarını akılda tutmakta fayda var.

Konut ile biz/ konut ile kent

[email protected]

Konut, pek çok insan/ aile için zor bir alan. Ama kent açısından/ kent ölçeğinde bakıldığında da zor bir sorun alanı. Önce kent toplumu açısından bakalım konuta:

Hangi kentlinin sorunudur konut?

Her sınıf için konut, farklı bir bakımdan/ farklı bir açıdan sorun olabilir. Yine de burada kaba bir çizgi çekerek,

  • konut sahibi olanların veya olmak isteyenlerin sorunu ile
  • barınmak isteyenlerin ve hiçbir zaman bir mülk konuta sahip olamayacakların ya da yaşamlarının belirli bir dönemi için konutla ilişkilerini mülkiyet üzerinden kuramayacak olanlar/ kurmak istemeyenlerin

konut sorunu üzerinde düşünelim.

Pazar ekonomisinin geçerli olduğu ya da liberal veya neoliberal bir ekonomik ortamda olduğumuzu varsayalım. (Bunun alternatifi kamusal kaynakların konut üretiminde kullanılması ve konutların da kamu malı olması, konutlarda yaşayan herkesin konutların bir çeşit hakkı ve kiracısı olması olabilir. Ancak bu alternatifin anlamı üzerinde başka bir yazıda tartışmalıyız.)

İşlev ve kazanım ilişkisi

Mülk konut sahibi olmak isteyenlerin temel parametreleri, her zaman rant ile ilgilidir. Konut seçimi kısa ve uzun erimde, konutun değerindeki değişimler veya spekülatif kazanımlar bakımından önemlidir. Konutu satın almak ve orada barınmak/ konutun bakımını sağlamak için yapacağınız ödemelerle ve alacağınız borçlarla birlikte yapacağınız tüm harcamalarla, konutun bugünkü ve gelecekteki beklenen değeri arasındaki ilişkiler her zaman ön plandadır.

Oysa konuta barınak ya da sadece bir yaşam yeri olarak bakanlar, yani sadece konutun işlevlerini dikkate alarak değerlendirilenler için kavram başka bir yerde konumlanmıştır. Konutu sadece mekanın işlevsel özellikleriyle ele alanlar bu tür birikimi ve yatırımı hiçbir zaman yapması mümkün olmayan bir gelir diliminde bulundukları için (en yoksullar) veya orta ya da daha üst sınıflarda oldukları halde çeşitli nedenlerle (yaş grubu, iş/ çalışma biçimi veya öznel değerlendirmeler vb.) konut sahibi olmak istemeyenlerdir. Barınma sorunu bakımından asıl büyük ve gerçekten önemsenmesi gereken grup, elbette yoksullardır ve yoksulların barınma hakkının sağlanabilmesi, insan onuruna yakışan barınma/ konut mekanlarının oluşturulması, bütün kentler (ve ülkeler) bakımından özel olarak ele alınmayı gerektiren, incelikli bir nitelik ve anlam taşır.

Mülk konut

Rant konusundaki tartışmalarda genel olarak toplumun ve kentlilerin çok büyük bir bölümünün, mülk konuta sahip olduğunu veya mülk konuta sahip olma arzusunda olduğunu, mülk konut elde etmeyi öncelediğini belirtmiştik. Böyle (özellikle enflasyonist ya da ekonomik belirsizliklerin/ çalkalanmaların yüksek olduğu) dönemlerde, en azından kendi birikimlerini garantiye alabilmeye veya bunu artırmaya çalıştıklarını anlatmıştık.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı (ÇŞİDB) 2022’nin son aylarında iki büyük konut projesi açıkladı. Birincisi ağustos ayında açıklanan ve uygulama hazırlıkları hızla başlayan ve tartışmaları hala devam eden TOKİ’nin “Sosyal Konut” Projesi; ikincisi de, aralık ayında açıklanan “Yeni Konut Finansman Modeliyle Yeni Evim” projesiydi.

Her iki proje de, Türkiye’de ve kentsel yerleşimlerdeki konut gelişimi bakımından hem açıklanan nitelikleriyle, özellikle yukarıda söz konusu olan birinci grupta (mülk konut sahibi olanlar/ olmak isteyenlerde) yarattığı sosyal-psikolojik arzular ve beklentiler bakımından hem de gerçekleştirilebilirliği ve olası etkileri bakımından ayrıntılı bir biçimde incelemeyi ve tartışmayı hak ediyor. Bu iki projenin, (ya da proje ve kampanyanın) yaratılacak konut dokuları ve kentsel mekanlarla yerleşim yerleri üzerinde kalıcı bir etkisi olacağından kuşku yok. Her iki projede de büyük sayılardan bahsedildiğini biliyoruz.

Bu küçük girişin, bu kadar büyük bir sorunla ilgilenebilmek bakımından çok yetersiz olacağı ya da böyle bir şeyi yapamaya kalkışamayacağımız çok açık. Ancak konuyu önemsemek/ önemsediğimizi gösterebilmek için yine de küçük bir başlangıç yapabiliriz.

Kamunun konut politikası var mı?

Türkiye Cumhuriyeti geçmişindeki 100 yılda ne merkezi yönetim ne de yerel yönetimler düzeyinde konut sorununu hiçbir zaman ciddiyetle ele almadı ve bu konuda hiçbir zaman kapsamlı ve çok boyutlu politika geliştirmedi. Bu alanı bütünüyle özel sektöre bıraktı. Başlangıçta kentlerin planlanmasını önemsedi ve planların üretimi konusunda ciddi çabalar gösterdi ama kent planlarının uygulanması için yeterli araçların olmayışı, Ankara’da yapılan ilk plan uygulamasından başlayarak planları geçersiz hale getirdi. Plan uygulamalarının aksamasında ve sonuç olarak başarısızlığındaki en önemli nedenleri arasında kamunun bir konut politikasının olmayışını gösterebiliriz.

Eğer kamu kesimi 1946’larda başlayan büyük göç öncesinde veya göçle birlikte bir konut politikası geliştirebilseydi kentler ve kentliler bugün başka bir ortamda ve ekolojik çevrede yaşıyor olabilirdi. Kentlerde 1950’lerde başlayan konut krizi bir kamu bütçesi ve yatırımı hatta teknisyen kadrosu ve becerisi eksikliğiyle değil, sadece politikayla yani eldeki kaynakların ve toplumsal aklın/ sermayenin ve kuramın birleştirilmesi/ örgütlenmesi sistematiğinin geliştirilememesiyle ilişkilidir.

Bu tür bir arayışı ve gelişimi göze alabilenler sadece sosyal-demokrat belediyeler oldu. 1970’li yıllarda Ankara’da ve İzmit’teki belediyeler, kentlerdeki konut sorunu ciddiye aldı ve çalışmaya başladı; Ankara’da Karayalçın belediyesi, askeri darbeden sonra 1990’lı yıllarda Dalokay’ın projesini geliştirdi ve tamamladı.

Plan ve proje arasındaki fark

Oysa hem kamu kesimini (merkezi ve yerel düzeylerde) hem de özel sektörü kapsayacak bir politika geliştirilebilirdi. Konut politikası yerel katılımları, konut gereksinimi olan kitlelerin enerjisini harekete geçirebilecek biçimde düzenlenebilir ve yerel bir demokrasinin gelişimine katkıda bulunabilirdi.

2022’de geliştirilen her iki proje de bütün geniş ve kapsamlı iddiaya rağmen, bir konut politikası/ plan uygulaması değil, bir konut projesi uygulamasıdır. Sorun hala ciddiye alınmamıştır ve geçiştirmeye çalışılmıştır (bunun nedenlerini tartışmayı sürdüreceğiz). Projelerle ilgili oldukça çok sayıda eleştiri, görüş, kısa değerlendirme, sözlü program ve tartışma yapıldı. Şimdilik bu eleştirilerin ana temalarını, büyük bir genellemeyi göze alarak kabaca şöyle özetleyeceğiz:

Yapılan,

  • Konut sorunuyla ilgili bir proje olmaktan çok bir seçim yatırımıdır. Yani sorunla gerçekten ilgilenmekten çok bolca çarpıtma/ eksiklik ve yanıltmayla konutun toplumdaki/ kentlerdeki önemini ve kentiler tarafından değerlendirilişini kullanan bir seçim manipülasyonudur,
  • Toplumdaki gelir dağılımının kutuplaştığı, işsizlik ve yoksulluğun arttığı/ gerçek ücretlerin düştüğü bir ortamda projeler kentlerdeki konut sorunun sadece mülk konut talep edebilecek kısmıyla(belki alt-orta ve orta sınıfları) ilgilenmektedir, dolayısıyla konut sahibi olamayacak/ konut talep edemeyecek kesimleri (en yoksulları ve kira konuta ihtiyacı olan orta sınıfı) dikkate almamaktadır,
  • Asıl gözetilen konut sorunu en acil olan kentliler/ yurttaş değil, kentlerde birikmiş müthiş boş konut stokunun eritilmesiyle ve inşaat sektörü/ müteahhitleri ve özel sektörünün canlanmasıyla seçim öncesinde sağlanabilecek ekonomik iyileşmelerdir,
  • Hem TOKİ eliyle gerçekleştirilecek birinci proje hem firmalar eliyle gerçekleştirilecek ikinci proje kentlerle nasıl etkileşeceği ve kente ne tür yarar/ zarar sağlayacağı belirsiz (planlanmamış ve hesaplanmamış) niteliktedir; dolayısıyla ekolojik olarak kentsel yerleşim yerlerine bırakılmış bir mayın gibi görülebilir.

Fırsat buldukça, kentlerdeki konutla ilgili konular, sorunlar ve geliştirilen “yeni” projelerle ilgili tartışmayı sürdüreceğiz.

Dünya düzenini değiştirmek için Amazon`da binlerce kilometre yol katetmek

Yazan: Katie Surma

Yeşil Gazete için çeviren: Canan Soylu

*

Planımız, bir tür halk mahkemesi olarak Brezilya‘nın Altamira şehrinde buluşup kuzey Amazon’da 1600 km boyunca seyahat etmekti. Yargıçlar, tıpkı Birleşmiş Milletler‘in araştırma heyeti gibi 10 gün boyunca ifade alacak ve bulgularını Belém eyaletindeki 10. Pan-Amazon Sosyal Forumu‘nda sunacaktı.

Tıpkı insanların varlıkları nedeniyle insan haklarına sahip olduğu gibi doğanın da -ormanların, nehirlerin, vahşi hayvanların ve ekosistemlerin- var olma ve yeniden canlanma konusunda doğal haklara sahip olduğunu savunan yargıçlar, yasal bir hareketi teşvik ederek Uluslararası Doğa Hakları Mahkemesi bayrağı altına girmişti. 

Avukatlar ve adalet savunucuları, temmuz ayında sıcak bir gecede, Altamira’nın 30 dakika dışında uzun kırmızı toprak bir yolda ahşap bir kır evinde toplandı ve cüretkar bir davayı dinledi: Amazon, “tehdit altındaki canlı varlık”.

Burada Amazon ile yakın ilişkileri olan, ormanın kendi adına konuşmalarına izin veren Yerli halklar ve geleneksel topluluklarla buluşulacaktı. Avukatlar ve adalet savunucuları, dünyanın gidişatını değiştirmeyi umarak kimsenin gerçekten sormadığı soruları soracak ve kimsenin gerçekten dinlemediği şekilde dinleyecekti. 

Amazon hakkında

Altamira’daki kır evine gelen Cormac Cullinan, akşam karanlığı Amazon’un üzerine çökerken bir heyecan hissetti. Göğüs cebine tıkıştırdığı pasaport ve seyahat belgeleri olmasa, Cullinan’in iki gündür aralıksız seyahat ettiğini söylemek zordu.

Xingu Nehri havzasından uzun mesafeler kat ederek gelen erkekler ve kadınlar, onunla ve mahkemenin diğer üyeleriyle görüşmek için çiftliklerinden ve balıkçı köylerinden gelmişti.  Siyah deri ayakkabı, pantolon ve bembeyaz bir Oxford gömlek giymiş yaşlı bir tarım ormancısı dikkat çekiciydi, çünkü evin arkasında bulunan verandadaki her şey kuru mevsimin paslı turuncu tozuyla hafifçe tozlanmıştı.

Cormac Cullinan, 2002 yılında doğanın haklarını savunan bir kitap yazdı.

Gençliğinde apartheid karşıtı bir aktivist olan Cullinan, şimdilerde 2002’de yazdığı, doğanın haklarını savunan ve onu bu harekette öncü bir ışık haline getiren ufuk açıcı bir kitap olan “Wild Law”ın yazarı olarak biliniyor. Cullinan, Cape Town‘un en eski çevre hukuku firmasının kurucusu ve zamanının çoğunu Musa’nın hikayesine ithafen “bebekleri nehirden çıkarmak” olarak adlandırdığı işine adayarak, yerel toplulukların haklarını savunmak ve geleneksel çevre koruma yasaları doğrultusunda çevreye zarar veren projelerle mücadele etmek için harcıyor.

Ama asıl tutkusu -neden Brezilya’da olduğunu da açıklıyor- “her şeyden önce bebeklerin neden nehre atıldığını” durdurmak için “akıntıya karşı gitmek”. Cullinan’a göre, evrensel yasalar, Sanayi Devrimi sırasında popüler hale gelen kusurlu bir mantığa dayanıyor; belki de bunu en iyi şekilde karakterize eden, Francis Bacon‘un 16’ıncı yüzyılın sonlarında, doğanın sırrının ortaya çıkarılması için “işkence görmesi” veya “rafa konması” gerektiği fikridir. Ancak modern bilim bu fikri çürütüyor. Kuantum fiziği, evrenin birbirine bağlı birçok parçadan oluşan tekil bir bütün olduğunu gösteriyor. Cullinan genellikle insanlığı bir hayat ağacı üzerindeki bir yaprakla karşılaştırırken, hukuk sistemlerinin Bacon’unki gibi düşünmeye saplanmış durumda olduğunu ve bunun dünya için büyüyen bir ekolojik tehlikeye yol açtığını söylüyor.

‘Yaptıkları ilerleme değil, sosyal ve çevresel suç’

Ekvadorlu çevreci Natalia Greene, Kopenhag‘da gerçekleşen ve hayal kırıklığı yaratan BM iklim zirvesinden bir yıl sonra Bolivya‘nın Cochabamba kentinde 2010 halk konferansında kabul edilen Dünya Ananın Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ihlallerini değerlendirmek ve ifade almak için gelen mahkemeye bu nemli yaz gecesinde toplanan Xingu köylülerini tanıtıyor. 

Köylü kadın ve erkekler, Natalia`nin kendilerine “Sesinizi yükseltmenizi istiyoruz” demesinden sonra iki saat boyunca onu dinliyor.

Dört dil bilen Ekvadorlu çevreci ve Uluslararası Doğa Hakları Mahkemesi yargıcı Natalia Greene, Brezilya’nın Carajas kentinde bulunan dünyanın en büyük demir cevheri madeninin yanında duruyor. Greene, doğa hakları hareketinde merkezi bir figür ve Ekvador’un 2008’de doğa haklarının anayasal olarak tanınmasında rol oynadı.

Bir kadın yerli, yapılan barajın ardından nehrin ekolojisinin değiştiğini, nehir kıyısındaki yılan sayısında artış olduğunu ve buna bağlı olarak kıyıda yaşayan toplulukta yılan ısırıklarının arttığını iletiyor. Bir diğeri, maden arama operasyonlarından sızan kimyasalların ormandaki endemik acai ve Brezilya fıstığı ağaçlarını öldürdüğünü söylüyor. Oxford gömlekli tarım ormancısı ise ormansızlaşma kabusunu anlatıyor. 

Kendisi ve yaklaşık 240 ailenin geçimini sağlamak için tarım-ormancılık yaptığı, ağaçları ve çalıları çiftçiliklerine entegre ettiği arazi üzerinde tapu almak için hükümete sunduğu bir yığın belgeyi elinde tutan çiftçi “Benim adım Idalino Nunes de Assis” diyerek devam ediyor. Topluluğunun fındık ve meyve hasat ettiğini ve bazı mahsulleri ormana zarar vermeden yetiştirdiğini, ancak bu ailelerin bulundukları arazilerin etrafında, kerestecilerin, madencilerin ve çiftçilerin ormanı ihlal ederek, hatta uzak bir bölgede bir pist inşa ederek gizlice ormanın zenginliklerini dışarı çıkardıklarını söylüyor. 

Brezilya’daki Xingu Nehri havzasından bir tarım ormancısı olan Idalino Nunes de Assis, 19 Temmuz 2022’de, Brezilya’nın Altamira dışındaki bir kır evinde Uluslararası Doğa Hakları Mahkemesi’nin gelişini bekliyor.

Nunes alçak sesle, “Ormanı koruyabilmek için arazi tapusu istiyoruz, çiftçilere ve ağaç kesenlere müdahale edilmesini istiyoruz. Yaptıkları ilerleme değil, sosyal ve çevresel suçtur” diye ekliyor.

Küresel güçlerin ‘oyun sahası’

Cullinan, küçük topluluklarda ve köylerde yaşanan zararlardan bahseden insanları dinlerken, onların küresel güçleri tarif ettiklerini duydu. Çevre koruma yasalarının uygulanmasını azaltarak yasadışı madencilerin, kerestecilerin ve kaçak avcıların ormanda çalışmasını kolaylaştıran sadece Brezilya‘nın sağcı başkanı Jair Bolsonaro değildi. Oyunda daha da büyük güçler vardı. Mega barajların ve madenlerin, Brezilya’daki politikacılar tarafından desteklendiğini söylediler. Bununla birlikte ulusal ve uluslararası hukuk sistemlerinin sadece Amazon ormanlarında erozyona neden olmadığını aynı zamanda onu kolaylaştırdığını da belirttiler.

Cullinan gruba, “Karşılaştığımız sorunları çevre hukuku ile çözemeyeceğimizi, çünkü hukuk sistemlerinin bir bütün olarak sorunun bir parçası olduğunu fark ettiğim için doğa aktivisti ve mahkemede yargıç oldum” diyor. “Bu sistemler ormanı, insan sömürüsü için bir doğal kaynaklar topluluğu olarak görür. Bu mahkemenin bakış açısı bu değil” diye ekliyor. 

Cullinan’ı yakından dinledim ve böylesine farklı hukuk dünyalarına ayak uydurabilmesine hayret ettim. İklim haberleri yapan bir gazeteci olmak için kariyerimden ayrılmadan önce 12 yıl avukatlık yaptım ve şimdi kendimi eğitimimin temel yönlerini sorgularken buldum. “Doğal kaynakları” yasaların nesnesi olarak gören bir avukat olarak eğitilmiştim ve işte başka bir avukat – seçkin bir çevre hukuku uygulayıcısı – Amazon’dan gelen bu köylülere, bana öğretilenin sorunun bir parçası olduğunu söylüyordu ve köylülerin de onunla hemfikir oldukları açıktı. Bu durumda kendime sorduğum soru şuydu: İçimde kök salmış eğitim, gezegeni ekolojik krize sürüklediyse, Cullinan ve bu topluluklar bir çıkış yolu mu gösteriyordu?

Xingu’dan aşağı, akıntıya karşı gitmek

Ertesi sabah motorlu bir kanoyla Xingu Nehri’nde hızla ilerleyen Cullinan, sanki hayata son bir bakış atıyormuş gibi sudan gökyüzüne uzanan ölü ağaç dallarının fotoğraflarını çekmek için cep telefonunu çıkarıyor. Nehir kıyısının ötesinde, canlı orman kalın bir yeşil tabaka halinde inişli çıkışlı tepeleri kaplıyor. 

Gezinin ilk gününde yargıçlar, dünyanın üçüncü büyük hidroelektrik barajı olan Belo Monte tarafından harap edilen nehir kıyısındaki bir topluluğa gitti. Yerel toplulukların otuz yıllık bir mücadeleyle karşı çıktıkları hidroelektrik barajı inşaatı 2016’da tamamlanmıştı.

Nehrin bu kısmı, bir zamanlar balık ve diğer vahşi yaşam için zengin beyaz suların fışkıran bölgesi olan Volta Grande olarak biliniyor. Bugün Volta Grande bir göle daha çok benziyor.

Bu balıkçı ve kadın topluluğu nesiller öncesine dayanıyor. Onlar, nehrin döngülerini biliyor ve suyun mevsimlerle birlikte yükselip alçaldığını anlıyorlardı. Dolgun, tatlı meyveler suya düşerek yumurtlayan balıkları, kaplumbağaları ve diğer su yaşamını besliyordu. Ancak Norte Energia şirketi, barajı inşa ettiğinde bu döngü durdu ve Volta Grande’nin çoğunu kalıcı bir sel altında bıraktı. Nehirdeki yaşamın en az dörtte biri azaldı veya yok oldu.

Haftada yüzlerce kilo balık yakalayan balıkçılar artık o kadar az balık tutuyor ki yakıt masraflarını karşılayamıyorlar. Yargıçları nehir kıyısındaki bir köyde karşılayan parmak arası terlik ve fermuarı açık mavi can yeleği giymiş genç bir adam, “Biz bir balıkçı topluluğuyduk ama artık balık yok” dedi.  “Bugün nehrin hayatı yok ve bizim de hayatımız yok” diye ekledi.

Uluslararası Doğa Hakları Mahkemesi’nden yargıçlar ve yerel toplulukların temsilcileri, mahkemenin Xingu Nehri’ndeki gezisi sırasında motorlu bir teknede. Kaynak: Katie Surma
Nehir kıyısındaki bir topluluğun üyeleri, 20 Temmuz 2022’de Uluslararası Doğa Hakları Mahkemesi’ne tanıklık ediyor. Nehrin ekolojisini değiştiren Belo Monte hidroelektrik barajının inşası, topluluğun kültürünü ve geçim sağlama yeteneğini etkiledi. Kaynak: Katie Surma

Cullinan bu balıkçıyla birlikte diğer altı kişiyi dinlerken düşünceleri içinde, yaşadığı iki yasal dünya arasında gidip geliyordu. Nehre baraj yapmak balıkları öldürmüş ve nehrin yaşam döngüsünün bir parçası olan bu insanlara zarar vermişti. Hükümetin ve barajın arkasındaki elektrik şirketi Norte Energia’nın bu ve diğer etkilenen köylere yardım etmek için herhangi bir şey yapıp yapmadığını merak etti.

Çoğu yerde, hükümet sizi taşınmaya zorlarsa ve yaşamınızı idame edeceğiniz olanakları kaybederseniz, aynı yaşamı sürdürebilmeniz için sizi tazmin etmeleri gerekir. Burada söz verilmiş miydi?” diye sordu.

Şapkalı, şortlu, mavi yaka gömlekli yaşlı bir adam, “Öylece içeri girdiler ve üzerimizden geçtiler” dedi. Orijinal yerleşim yerinde 121 aile vardı ancak birçoğu bölünmüş ve yer değiştirmiş, bazıları nehirden kilometrelerce uzaktaki Altamira şehir merkezindeki beton evlere yerleştirilmişti.

Sağ tarafında hafif bir titremesi olan bir adam “Bana bir araba verirsen araba kullanmayı bilmem ama bana bir kürek verirsen hayatımı kazanabilirim” dedi.

Bir zamanlar Amazon’un bir parçası olan ağaçlar, Belo Monte Barajı’nın inşaatı nedeniyle Xingu Nehri’nin ormanın bazı kısımlarını sular altında bırakmasıyla öldü. Kaynak: Katie Surma

Brezilya federal savcısı ve mahkeme üyesi olan Felicio Pontes Jr., topluluğu dinlerken bir ağaca yaslandı. Daha önce köye gitmişti ve Belo Monte’nin tarihini çok iyi biliyordu. Yıkım süreci Belo Monte ile başladı diye düşündü kendi kendine, ama en kötüsü henüz gelmemiş olabilirdi.

Beyaz tahtada bir diyagram: Böl ve fethet

Pontes, 1997’de Brezilya Federal Kamu Bakanlığı’na savcı olarak katılmadan önce Belém‘deki Amazon Üniversitesi’nde hukuk profesörüydü.

Pentos, Belo Monte’nin işletmecisi Eletronorte‘ye barajın ruhsatlandırılması ve geliştirilmesindeki usulsüzlükler ve yasa dışılıklar nedeniyle doğa hakları ihlallerine dayalı bir dava dahil olmak üzere 15 dava açmıştı. Bu tür bir yukarı yönlü düşünceyi benimsemeye hazır olmayan yargıç, kavramı anlamadığını söyleyerek davayı reddetmişti. Pontes, barajın elektrik üretim kapasitesinin en fazla şirketin iddia ettiğinin üçte birine ulaşacağını gösteren çalışmalara dayanan diğer yasal teorileri denedi.

O akşam Altamira’daki kır evinde bir beyaz tahtanın önünde dururken, “Şimdi, Kanadalı madencilik şirketi Belo Sun, Brezilya’daki en büyük açık ocak altın madenini burada açmak istiyor” dedi. Xingu Nehri’nin S şeklinde bir diyagramını çizmiş ve geliştirilmesi önerilen saha için eskizini çıkarmıştı:  “Bu maden nehirden daha fazla su çekecek.” 

Brezilya federal savcısı Felicio Pontes Jr., yargıç arkadaşlarına Xingu Nehri boyunca birbirini izleyen ve nehir boyunca insan ve insan olmayan yaşamı etkileyen geliştirme projelerini anlatıyor. Kaynak: Katie Surma

Bir ara evin sahibi olan Antônia Melo da Silva adlı bir Xingu aktivisti ayağa kalktı ve madenin projeye imza atanlara ödeme sözü vererek bölgedeki toplulukları nasıl böldüğünü açıkladı.

“Daha da kötüsü,” dedi gittikçe artan bir ses tonuyla, “Geçen ay madene karşı çıkan genç bir adam ortadan kayboldu ve bulunamadı. Bu şirketin kim olduğunu bilmiyoruz. Yüzlerini hiç göstermiyorlar.”

“Böl ve yönet”, diye düşündü Cullinan kendi kendine. Onlarca yıllık hukuk pratiğinde şirketlerin aynı taktiği birçok kez kullandığını görmüştü.  Bazılarına fon veya başka faydalar sunarak toplulukları bölebildikleri zaman, projeye karşı direniş iç çatışmaları da beraberinde getirir. Diğer yargıçlardan biri olan Maial Paiakan Kaiapó, Cullinan’ın düşüncelerini yineledi. Kayapó-Mẽbêngôkre‘nin lideri ve halkının ilk avukatı olan Paiakan, geleneksel toplulukların kültürlerini sürdürmek ve ormanı korumak için bir araya gelmeleri gerektiğini vurguladı.

Pontes, Brezilya’daki her seviyeden hükümet ve sanayi insanları arasındaki yakın ilişkileri açıkladı. Federal düzeyde, bekleyen mevzuatın yerli bölgelerde ticari madencilik ve diğer endüstriyel projelere izin vereceğini söyledi. Başka bir yasa tasarısı, muhaliflerin, Mariana ve Brumadinho‘daki 150’den fazla kişinin ölümüne neden olan maden atık barajlarının patlaması gibi trajedileri çoğaltabileceğini iddia ettiği geliştirme projeleri için bir tür “kendi kendine lisans” verilmesine izin verecek. Bu felaketler, altın madeni inşa edilirse zehirli atıklarla dolu benzer bir atık barajıyla yaşayacak olan Xingu halkı için çok korkunç görünüyor.

Greene dinlerken, bir doğa hakları yasasının yaşayan toplulukların -insanlar ve ekosistemler- haklarını nasıl yükseltebileceğini düşündü. Madenin arkasındaki ekonomik çıkarlara karşı tek bir nedenden dolayı devam eden – ki bu paraydı – çıkarları daha fazlaydı.

Pontes, savcı olarak uzun bir kariyerin ardından, ormanda yaşayan insanlar ile doğanın refahı arasındaki bağlantıyı anlamıştı: Bugün Brezilya’da, en iyi korunmuş orman yerli topraklarda bulunuyor ancak yerliler Amazon ormanlarının yüzde 1’den azına sahipken; yüzde 20,6 özel arazi olarak geçiyor. “Doğanın hakları, onu savunan geleneksel toplulukların haklarıyla bağlantılı olmalıdır” dedi.

Brezilya federal savcısı ve mahkeme yargıcı Felicio Pontes Jr., 23 Temmuz 2022’de Brezilya’nın Para eyaletindeki Trans Amazon otoyolu boyunca uzanan bir göçmen yerleşimindeki okul binasının önünde duruyor. Kaynak: Katie Surma

Cullinan, şafak vakti kanıt peşinde

Ertesi sabah, her zamanki gibi ilk uyanan Cullinan oluyor. Hamakta uyuyan Pontes’in yanından geçerek kırsal alana giden toprak bir yola sapıyor.  Sabahın erken saatlerinde kafası berrak ve önceki günün olaylarını düşünmek için bir ana sahip olduğu için mutlu. 

Ağaçlar, keresteciler ve çiftçiler tarafından kesilmesine rağmen yolun bir tarafına gelişi güzel atılmış. Uzakta bir grup maymun, her sabah yaptıkları gibi havlayarak uluyor. Sandaletleriyle sese yaklaşıyor. Primatları tespit etmek için ormana baktığında, onun yerine üç ağaçkakan görüyor ve dakikalarca ağaçların tepelerine bakıp kuşların yukarı ve aşağı tırmanışını izliyor. 

Cullinan her zaman doğaya hayran olmuş olsa da onun var olma ve yenilenme haklarına sahip olduğu anlayışını ateşleyen şey, Katolik rahip ve kültür tarihçisi Thomas Berry‘nin yazılarıydı.

Greensboro, Kuzey Carolina yerlisi olan Berry, insanların Dünya’daki tüm yaşam biçimleriyle bağlantılı olduğunu ve evrenin “bir nesneler topluluğu değil, bir özneler topluluğu” olduğunu öğretti. Bu, dünyaya radikal bir bakış açısıydı ve Cullinan için Berry’nin fikirlerini hukuk alanında ifade etmek için bir giriş noktasıydı.

Berry’nin çalışmalarında derinlere indikçe, bilimin fikirlerini ne kadar desteklediğini fark etti. Albert Einstein, bir keresinde, insanların “bizim evren dediğimiz şeyin bütünün bir parçası” olduğunu, ancak diğer varlıklardan ayrı olduğu konusunda bir “yanılgı” yaşadıklarını yazmıştı.

O zamanlar tanınmış bir çevre avukatı olan Cullinan, 40 yaşında “Vahşi Hukuk” kitabını yayınladı. Doğanın hakları üzerine çok önemli bir çalışma olan bu kitap, Berry’nin önsözüyle birlikte, Cullinan’ın “Earth Jurisprudence” dediği bir kavramı -insan yapımı yasaların fizik gibi doğa yasalarıyla uyumlu olmasını gerektiren bir hukuk felsefesi- açıklıyor. Cullinan, doğanın haklarını kabul etmenin, Dünya Hukuku ve Berry’nin doğayla uyum içinde yaşayan daha geniş insan vizyonuna ulaşmak için bir adım olduğunu yazdı.

Cullinan’ın çalışmaları ve Berry’nin çalışmaları, dünyadaki Yerli halkların ve geleneksel toplulukların dünya görüşlerinden ve öğretilerinden büyük ölçüde etkilendi. Cullinan, işi hakkında konuştuğunda, desteklediği fikirlerin kendisine veya bir başkasına ait olmadığına dair genellikle bir sorumluluk reddi beyanında bulunuyor.

Apartheid rejimi altındaki Güney Afrika‘da doğan beyaz bir erkek olarak yaşadığı deneyimle, doğanın haklarına dair yolculuğunu karşılaştırınca kültürüne nüfuz eden, öğrenilmeyen inançlar ve değerler sürecinden geçmek zorunda kalmıştı. Bu yüzden Cullinan, doğanın haklarını yeni izleyicilere sunarken nazik davranıyor ve bunun çoğu insanın kolayca kafasına takabileceği bir şey olmadığını biliyor. “Giriş noktası, dünyaya bakmanın başka yolları olduğunu fark etmek” diyor.

2006’da, “Vahşi Hukuk”un yayımlanmasından sadece dört yıl sonra, bir grup Amerikalı hukukçu, Cullinan’ın fikirlerini aldı ve kırsal bir Pennsylvania kasabasının belediye yasasına yazılan ilk doğa kanunu haklarını hazırladı. Oradan hareket çığ gibi büyüdü ve Ekvador‘un 2008’de anayasasında doğanın haklarını tanımasıyla sonuçlandı. Bugün, en az 37 ülke ve çok sayıda ABD belediyesi, doğanın haklarını bir şekilde kabul ediyor.

Cullinan, 2010 yılında, 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi‘ne benzer bir tüzük olan Toprak Ana’nın Hakları Evrensel Beyannamesi’ni hazırlamak için Bolivya girişiminde de öncü bir rol oynadı. Aynı yıl Cullinan, Ekvadorlu aktivist Greene ve diğerleri, doğanın haklarını savunmak için çalışan örgütleri ve bireyleri birleştirmek için Küresel Doğa Hakları İttifakı‘nı kurdu. İttifak, Cullinan’ın kendi değişim teorisini somutlaştırdı. Bu teori; aktivistler, tıpkı “bir vücuttaki damarlar gibi” çok çeşitli topluluklar ve kültürler arasında güçlü bağlar kurabildikleri zaman sistematik değişimlerin gerçekleştiğini savunuyor.

İttifak, günümüzün ulusal ve uluslararası hukuk sistemlerinin doğal dünyayı korumadığı endişesiyle Uluslararası Doğa Hakları Mahkemesi’ni kurdu. Deepwater Horizon petrol sızıntısından Ekvador’un Lago Agrio petrol sahasının yol açtığı çevresel yıkıma ve iklim değişikliği krizine kadar en zor vakaları üstlendi.

Cullinan toprak yolda bir dönüş yaparken yakındaki bir motosikletin giderek yaklaşan sesini duyuyor. Aniden, bir gerginlik hissediyor. Mahkemenin çalışmasının, özellikle çete şiddetine maruz kalabileceğini ve “maden dostu” olarak bilinen bir şehir olan Altamira’da bazı gruplar tarafından istenmediğini hatırlıyor. Geri dönüyor. 

Anapu üzerinden Marabá’ya, bir cinayet sahnesi

Sabahın ilerleyen saatlerinde Cullinan ve meslektaşları, eşyalarını toplayıp Altamira’nın 480 km güneydoğusundaki çelik bir kasaba olan Marabá‘ya yolculuk için Greene’in kiraladığı 30 kişilik bir otobüse doluştu. Yolda ilerlerken mahkeme, yasadışı ormansızlaşma ve şiddetli arazi çatışmalarıyla bilinen Anapu kasabasında durmayı planladı.

Anapu’ya gitmek için otobüs, yağmur ormanlarını doğudan batıya ikiye bölen iki şeritli Trans-Amazon karayoluna yanaştı. Ülkedeki 1964-1985 askeri diktatörlüğü sırasında inşa edilen otoyol, ormanın sömürülmesini teşvik etmek için tasarlanmıştı.

Diktatörlük, Amazon’u sömürgeleştirmek için “Amazonia Operasyonu” adlı bir politikayı yasallaştırmış ve bölgeyi “topraksız erkek, erkeksiz toprak gibidir” sloganıyla kurumsallaştırmıştı. Yüzlerce Yerliden oluşan halkın bölgedeki uzun süredir varlığı göz önüne alındığında, bu bir yalandı.

Yine de bu fikir, daha iyi bir yaşam inşa etmek için ülkenin güneyinden ve kuzeydoğusundan gelerek arazi arayan göçmenleri cezbetti. ABD Homestead Yasası’na benzer şekilde, INCRA kısaltmasıyla bilinen Ulusal Kolonizasyon ve Tarım Reformu Enstitüsü, topraksız göçmenlerin yerleştirilmesine yardımcı olmak için kuruldu.

Ajans, otoyol boyunca göçmenlerin ormanı temizlemeye teşvik edildiği yerleşimler kurdu. Bu süreç, ABD’nin yayılmacı politikaları gibi bir soruyu gündeme getirdi: Eğer toprak, Yerli sakinlerinden zorla alınıyorsa, ancak bunu  hükümetin yazdığı bir yasaya göre yapılıyorsa, bu onu yasal hale getirir mi? Yoksa ahlaki mi?

Cuntanın erişilebilir arazi talebini karşılayamaması nedeniyle bölgede şiddetli çatışmalar yaşandı. 1970’lerin ortalarına gelindiğinde, diktatörlüğün politikaları, büyük ölçekli tarım ve madencilik gibi endüstriyel projeleri teşvik etmeye yöneldi ve toprak mülkiyetinin varlıklı ailelerin ve şirketlerin elinde konsolide edilmesine yol açtı. Bugün, arazi üzerindeki rekabet eden iddialar ve buna bağlı şiddet, Brezilya Amazonlarının çoğuna nüfuz ediyor. Yargıçların seyahat ettiği Pará eyaletinde, sahte tapular o kadar çok ki kapsadıkları mülk, devletin gerçek alanının dört katından fazla. 

Mahkemenin otobüsü otoyolun toprak bir bölümünden aşağı inerken, yargıçlar Amazonia Operasyonu’nun sonuçlarını ön koltuktan görebiliyor.  Otoyolun her iki tarafında, beyaz sığırlarla dolu inişli çıkışlı mera, ormanı çoktan yerinden etmiş. Ön koltukta şoförün yanında oturan Pontes, midesinden gırtlağına kadar uzanan bir keder sancısı hissediyor. Otobüs, Pontes’in yakın arkadaşlarından ve meslektaşlarından biri olan Dayton, Ohio‘dan Amerikalı rahibe Dorothy Stang’ın, 2005 yılında güçlü bir çiftlik sahibinin emriyle iki tetikçi tarafından vurulduğu Anapu şehrine yakın.  Stang’ın yağmur ormanlarında sürdürülebilir bir şekilde yaşamaya ve hatta sömürülen kısımları yeniden oluşturmaya çalışan göçmenlerle çalışması, mahkemenin ziyaretinin geri kalanının çoğunun temelini oluşturacak ve Cullinan’ın düşüncesini derinden etkileyecektir.

Anapu’da, Rahibe Dorothy Stang için düzenlenen yıllık anma etkinliğindeki bir posterde “Orman Hac Gezisi 2022, Araziyi ve ormanları eski haline getirmek ve canlandırmak bizim sorumluluğumuzdur. Yolda el ele tutuşarak. 21 Temmuz’dan 24 Temmuz 2022’ye kadar” yazıyor.  Kaynak: Katie Surma
Cormac Cullinan, 21 Temmuz 2022’de Brezilya’nın Anapu kentinde Rahibe Dorothy Stang’ın mezar yerinde. Kaynak: Katie Surma

O zamanlar genç bir federal savcı olan Pontes, federal tarım reformu enstitüsünün ilk “sürdürülebilir kalkınma” yerleşimlerinden birini oluşturmak için Stang ile yakın bir şekilde çalışmıştı. Buradaki fikir, seçilen göçmenlere yeniden ağaçlandırma ve sürdürülebilir tarım veya tarımsal ormancılık için arazi üzerinde ortak mülkiyet vermekti.Stang Brezilya’ya 1960’larda geldi, tam da kurtuluş teolojisi -yoksulların yaşamlarını iyileştirmeye odaklanan bir Katolik hareket- Latin Amerika‘ya yayılırken. Aynı yıkıcı güçlere karşı ve birbiriyle ilişkili olarak gördüğü yoksulları ve çevreyi savunarak orduya meydan okudu. Yağmur ormanlarını koruyanları korumaya yardım etmek için Cullinan gibi akıntıya karşı gitmek istiyordu.

Savunuculuğu sonunda hayatına mal oldu; 73 yaşında, karnından, sırtından ve kafasından altı kez vurulduğunda kırsaldaki köylülerle bir toplantıya gidiyordu. Tetikçi dışında Pontes, Stang’in konuştuğu son kişiydi. Hikayesi, 2008’de “Rahibe Dorothy’yi Öldürdüler” adlı belgesele konu oldu. Genç Pontes, Stang’ın ofisine nasıl geldiğini, haritayı açtığını, ona yasadışı çiftçilerin köylülerinin topraklarını nerelerde çaldığını ve onların topraklardan çıkarılmasını talep ettiğini hatırlıyor.

Pontes şimdi bir kez daha Anapu’dayken, mahkemeyi toprak bir yoldan rahibenin mirasını onurlandıran yıllık anma toplantısına doğru yönlendirdi. Müzik aleti çalan bir grup genç onları öğle yemeği için kurulmuş iki büyük açık hava eğlence yerine giden patikada karşıladı.

Stang’ın yoksullara yardım etmek için kurulmuş bir Katolik enstitüsü olan Notre Dame de Namur Rahibeleri’nden iki meslektaşı, dört kişiyle birlikte onları bekliyordu. 82 yaşındaki rahibe Jane Dwyer, Brighton, Massachusetts‘te doğdu, Martin Luther King’in 1963’te – Notre Dame de Namur rahibesi olduğu gün – Washington‘daki “Bir Hayalim Var” yürüyüşüne katıldı ve hala Brezilya’daki yoksullarla çalışıyor. 70 yaşındaki Rahibe Kathryn “Katy” Webster, 1979’da Maryland, Ilchester’da tarikata katıldı ve 1984’te Brezilya’ya taşındı. 1997’de Stang ile çalışmak için Pará eyaletine geldi ve o zamandan beri burada yaşıyor.

Rahibe Jane Dwyer, 21 Temmuz 2022’de Uluslararası Doğa Hakları Mahkemesi ağaç fideleri araştırmasında yargıç olarak Brezilya’nın Anapu kentindeki sürdürülebilir bir tarımsal ormancılık üretim biriminde yer alıyor. Kaynak: Katie Surma

Dört yerel adam, güvenlikleri için ne adlarının ne de fotoğraflarının kullanılmamasını istedi. İçlerinden biri topluluğu tanıttı: Yetmiş üç aile, yani yaklaşık 600 kişi; kakao, pirinç, mısır ve manyok yetiştirdikleri ve birkaç süt ineğine sahip oldukları “sürdürülebilir kalkınma yerleşiminde” yaşıyordu. Topraklarının yaklaşık yüzde 50’si el değmemiş ormandı. Ancak topluluğun yerleşimi, arazinin önceki yasadışı sahibini orada yaşayan aileleri agresif bir şekilde tehdit etmekten alıkoymamıştı.

İsminin saklı kalmasını isteyen dört kişiden biri , “Dört evimiz ve bir çiçek üretim birimimiz yakıldı” dedi: “On tüfekli saldırgan, çocuklu ailelerin bir kısmını tehdit etti. Erkeklerin havaya ateş açması nedeniyle bazı aileler ayrılmak zorunda kaldı. Olaydan sonra kimse tutuklanmadı.”

Cullinan, burada, Amazon’da toprak üzerine şiddetli çatışmaları duymuştu, ancak bu adamlarla konuşurken onları daha da derinden anladığını hissetti. Gözlerindeki kederi gördü ve meydan okuma gibi bir şey hissetti. Adama, topluluğunun arazi üzerinde yasal hakları olup olmadığını sordu.

“Evet, ama çiftçiler bize karşı. Yerleşimimiz sürekli olarak işgal ediliyor” diye yanıtladı adam ve topluluğunun federal bir dava yoluyla arazinin toplu tapusunu kazandığını açıkladı.

Brezilya’nın Çevre Koruma Ajansı, Çevre ve Yenilenebilir Doğal Kaynaklar Enstitüsü ve federal tarım reformu enstitüsüne atıfta bulunarak, “IBAMA ve INCRA gibi kurumlar bizi terk etti, ancak rahibeler bize yardım ediyor” dedi.

Pontes de 2015 ve 2019 yılları arasında bölgede 19 kişinin ve yakın zamanda da iki kişinin arazi çatışmalarında öldürüldüğünü ekledi: “Hiç kimse soruşturulmadı, adalete teslim edilmedi.” 

Başka bir yerel erkek, çiftçilere ve odunculara direnenlerin kulaklarının ve dillerinin kesildiğini anlattı: “Nüfusu disipline etme çabası. Annesi ile yaşayan bir çocuk Anneler Günü’nde öldürüldü.”

Rahibe Dwyer, “Buradaki gaddarlık bu” diyor: “Anıları da yok etmeye çalışıyorlar. Rahibe Dorothy’nin kendi evinin önüne diktiği ağaçları kestiler. Hafızasını silmek ve çalışmasını görünmez kılmak için bir şeylerin üzerini boyuyorlar. Ancak topluluk onun hatırasını canlı tutmanın yollarını buluyor.”

“Gençlere bak” diye ekliyor Rahibe Webster, eğlence alanına bakarak; “Dorothy öldürüldükten sonra doğdular ama hikayesi onlarla yaşıyor.”

Marabá’da iç yıkıcı tanıklıktan sonra bir bağ

Cullinan, ertesi sabah Marabá’da başlayacak basın toplantısı için bekleyen Brezilyalı avukat ve mahkeme yargıcı Ana Carolina Alfinito ile tanıştı. Batılı eğitimli iki avukatın, büyük endüstrinin çıkarlarına meydan okuyan Yerli toprak hakları hakkında konuşmaya başlaması uzun sürmedi.

Brezilyalı bir avukat ve Uluslararası Doğa Hakları Mahkemesi yargıcı Ana Carolina Alfinito, 24 Temmuz 2022’de Brezilya’nın Canaá dos Carajás yakınlarındaki Amazon yağmur ormanlarında bir şelaleyi araştırıyor. Kaynak: Katie Surma

Kısa, kahverengi saçlı ve ansiklopedik bir Brezilya tarihi bilgisine sahip, uzun boylu, zayıf bir kadın olan Carolina, “Buradaki tüm topraklar neredeyse Yerli topraklarıdır” diye konuşuyor. Kendini yağmur ormanlarını ve Yerli insanların haklarını korumaya adamış, Amazon’da toprak hakları üzerinde yıllarca çalışmıştı ve şimdi de kâr amacı gütmeyen Amazon Watch için çalışıyor.

Bize “Henüz ortaya çıkarılmamış bir gerçek var: Dikkatli bakarsanız, Brezilya’daki tüm topraklarda Yerli halkın anısını, üzerinde ayak izlerinin izlerini bulacaksınız” diyor. 

Ülkenin 1988 anayasasının, “Yerli halkların geleneksel topraklarının” işgal edilmesi hakkının tanındığını ve bunun şu anda Brezilya Anayasa Mahkemesi önünde bekleyen dava konusunun yeni bir yasal kategori olduğunu da ekliyor. 

Çiftçiler, sağcı politikacılar ve diğer endüstri oyuncuları ise anayasanın yürürlüğe girdiği 5 Ekim 1988’in bir duruma işaret ettiğini savunuyor: Yerli insanlar anayasanın yürürlüğe girdiği sırada fiziksel olarak topraklarında bulunmamışsa veya yasal işlemleri başlatmamışsa “geleneksel topraklar” üzerinde hak iddia edemezler.

Ancak Carolina, Cullinan’a, bu görüşün, Yerli halkların toprakları üzerinde 1988’den önce zaten hakları olduğunu ve Yerli halkları topraklarından sürmek için kullanılan uzun ve kanlı zorla yerinden etme, öldürme ve diğer insanlık dışı muamele tarihini görmezden geldiğini söylüyor. “Yerli hareketi ve avukatlar, bu topraklarda Yerli yaşam için önemini gösteren bir şey olduğunu söylemek için bölgesellik hakkında konuşuyor. Yerli gruplar, ‘tam olarak bu nehri ve onu nasıl kullandığımızı hatırlıyoruz’ gibi şeyler söylüyor. Bu, tarım ticareti gibi sektörler için bir tehdit.”

Ancak Carolina, Cullinan’a, bu görüşün, 1988’den önce Yerli halkların toprakları üzerinde zaten hakları olduğunu ve Yerli halkları topraklarından sürmek için kullanılan zorla yerinden etme, öldürme ve diğer insanlık dışı muamelenin uzun ve kanlı tarihinin görmezden geldiğini söyledi. “Yerli hareketi ve avukatlar, bu toprakların Yerlilerin yaşamları için önemli olduğunu göstermek için yöresellik hakkında konuşuyor,” dedi. “Yerli gruplar, ‘tam olarak bu nehri ve onu nasıl kullandığımızı hatırlıyoruz’ gibi şeyler söylüyor. Bu, tarım ticareti gibi sektörler için bir tehdittir.”

Cullinan başını sallıyor:”Batı yaklaşımı toprağı bir nesne olarak görüyor, ancak Yerli bakış açısı ilişkisel,” diyor: “Sınır kazığının nerede olduğu önemli değil, Dünya ile olan ilişkinin ne olduğu önemli. Yerli halk topraktan koptuğunda bile toprakla ilişkileri devam ediyor.”

Carolina ise başıyla onaylıyor: “Sanal gerçeklikten kurtulamazsınız. Yara hala orada, hepsinin altında.”

‘Kimse doğanın yasalarından bahsetmiyor’

Bir saat geç başlayan basın toplantısından sonra, üniversitedeki konferans salonu şahitlik etmeye gelen Pará ve Maranhão eyaletlerinden liderlerle doldu. Gelenler, Yerli halkları, göçmen köylerini ve kaçak kölelerin torunlarından oluşan Quilombolo topluluklarını temsil ediyordu. 

Liderlerin ifadeleri yargıçlar için yürek burkucuydu: Çelik fabrikaları, demiryolları ve hidroelektrik barajları ile hedeflenen cinayetlerin ve çevresel yıkımın duygusal hesapları.

Hikayelerini bitirdiklerinde Cullinan, konuştuğu kadın ve erkeklerin, kendisi gibi dünyayı ana akım kültürden farklı olarak gördüklerini anlamalarını istedi:

“Hukuk okurken, bize bilmemiz gereken her şeyin hukuk kütüphanesinde olduğu söylendi. Kanunlardı, davalardı, akademisyenlerin yasalar ve davalar hakkında yazdıklarıydı. Kimse doğa yasalarından bahsetmedi” dedi: “Başka bir deyişle, anlaşılan, yasanın hepsinin insanlardan geldiği ve doğanın nasıl çalıştığı hakkında hiçbir şey bilmenize gerek olmadığıydı… Ama dünyanın her yerindeki Yerli insanlardan öğrendiğim şey, ilk yasanın doğadan geldiğidir.”

Cullinan’ın bir avukat ve aktivist olarak gelişmiş hatiplik becerisi, Belém’deki Pan-Amazon Sosyal Forumu‘ndaki kapanış konuşmalarında altı gün içinde olacakları önceden haber veriyordu: “Çoğu ülkede sahip olduğumuz hukuk sistemleri, insanların doğadan ayrı olduğu, doğadan üstün olduğu ve bir bakıma doğanın sömürgecisi olduğu anlayışına dayanmaktadır. Bizim görevimiz bu algıyı değiştirmek.”

Bitirdiğinde, oditoryum alkışlarla patladı. Yeni oluşan bir bağın körüklendiği anlık bir yükselişti. Ama ileride cehennem gibi derinlikler vardı.

Vale madenine: Sorunun başladığı yer

Carajás demir cevheri madeninin çapı o kadar geniş, uçurumları Dünya’ya o kadar derinden oyulmuş ki, insan eliyle yaratıldığı neredeyse düşünülemez.

Brezilyalı maden devi Vale‘nin sahibi olduğu ve işlettiği maden, korunan bir ormanın merkezinde yer alıyor ve hava fotoğraflarında yeşil bir battaniyenin üzerindeki dev bir siğil gibi görünüyor.

Brezilya madencilik şirketi Vale’nin sahibi olduğu dünyanın en büyük demir cevheri madeni, Brezilya’nın Para eyaletinin Carajas bölgesinde korunan bir ormanın içinde bulunuyor. Kaynak: Katie Surma

Madene bir ziyaret ayarlamak isteyen mahkeme, sınırları silahlı muhafızlar tarafından korunan bir alan olan Carajás Ormanı’nı iyi bilen iki yerel rehber tutmayı kabul etmek zorunda kalıyor. Grup sık bir ormanın içinden geçen yılan gibi bir tepeye tırmanmadan önce iki rehber otobüse biniyor. 

Rehberlerden biri, “Artık Carajás Ormanı’ndasınız,” diyor: “Burası Vale’nin devamlı bir şekilde madencilik yapma hakkına sahip olduğu bir koruma alanıdır.”

Otobüs, Vale’nin işçilerini ve ailelerini barındırmak için inşa edilen şirket kasabasından geçti. Yerliler tarafından “Brezilya Belçikası” lakaplı kasaba, mükemmel döşeli sokaklara ve çerez kesici evlere sahiptir. Rehberin “çekirdek” dediği şehir merkezinde büyük bir açık hava yemek salonu ve bir yüzme havuzu, tenis kortları ve diğer etkinlik tesisleri bulunmaktaydı.

Otobüs, ormanda 20 kilometreden fazla gitti, ta ki yeşillikler aniden yerini demir ve alüminyum oksitler açısından zengin ham kırmızı toprağa bırakana kadar. Madenin beş büyük çukurundan birinin üzerinde bir gözetleme noktasında durdular. Yarık o kadar büyüktü ki yargıçlar sadece bir kısmını görebiliyordu.

“Mordor’a benziyor,” diye fısıldıyor Cullinan kendi kendine, otobüsten inip J.R.R. Tolkien‘in kötü Sauron için yarattığı krallığı düşünerek. İzleyicileri madenden ayıran zincire doğru yürüyor ve kazılmış toprak sıralarına bakıyor. Madenden çıkarılan demir cevherini ve toplumun bu minerallerle köprüler, binalar ve makineler inşa etmek için çelik yarattığını düşündü. Sonra kendi kendine düşünüyor: “Bundan ben sorumluyum.”

Sonra birkaç adım yürüyor ve Pontes ve Green’e sarılıyor.

“Bu, sorunun başladığı ana yerlerden biri” diyor Pontes: “Burada ormansızlaşma, insan hakları ve doğa haklarının ihlali gibi birçok sorun görüyoruz. Bütün bu ihlaller buradan kaynaklanıyor. Kökeni burası.”

Peki, sorunlara neden olan diğer şeyler neler?” diye soruyor Cullinan, “Demiryolu hattı, sonra şehirler ve sonra maden yüzünden gelen insanlar mı?”

Uluslararası Doğa Hakları mahkemesinde yargıç ve Güney Afrikalı bir çevre avukatı olan Cormac Cullinan, 23 Temmuz 2022’de Brezilya madencilik devi Vale’ye ait dünyanın en büyük demir cevheri madeninin bir bölümünü izliyor. Kaynak: Katie Surma

Pontes’in yanıtı şöyle: “Bu maden ihracat için. İnsanların yeni Pekin‘i inşa ettiğini söylediği bir maden. Bazıları bu madenden gelen tek etkinin madenin olduğu yerde olduğunu söyleyebilir. Ama bu doğru değil, çünkü bu mineralleri limana göndermeleri gerekiyor ve liman buradan yüzlerce kilometre uzakta.”

Vale’nin Pará’daki madenlerini komşu eyalet Maranhão‘daki limana bağlayan Carajás Demiryolu yaklaşık 885 kilometre uzunluğunda. Yollar 100’den fazla yerli toprağından geçiyor.

Madenin ormansızlaşmayı hızlandırmaya yardımcı olduğunu kaydeden Pontes,  “Marabá’dan ayrılırken gördüğümüz ilk tesisi hatırlıyor musun?” diye soruyor: “Bu tesisin demir cevherini pik demire dönüştürmesi için kömüre ihtiyacı var. Dolayısıyla, bu tür tesislerde kullanılmak üzere kömür yapmak için Maraba çevresindeki tüm ormanların kesilmesi gerekiyor.”

Cullinan sakalını kaşıyarak, “Ahh, şimdi bu bana mantıklı geliyor,” diyor:  “Bence burada böylesine güçlü bir maden şirketinin olmasının politik bir etkisi de var.”

 “Brezilya’da ekonomik güç ile siyasi güç arasında çok güçlü bir ilişki olduğunu” söyleyen Pontes’e  Cullinan, “Biz de duyduk,” diyor: “Madencilik çıkarlarının çiftçi çıkarlarıyla bir ittifakı var, doğru mu?”

“Öyleyse geriye dönelim” yanıtını veriyor Pontes: “Amazon’daki ormansızlaşmanın en önemli nedeninin otoyollar olduğunu düşünüyorum. Çünkü otoyolunuz yoksa uzak bölgelere ulaşım çok zor. Artık bu bölge, sığırlarını et paketleme tesislerine kolayca taşıyabilmeleri nedeniyle sığır yetiştiren insanlar için çok elverişli hale geldi. Madencilik şirketi için bölgelerinde yerel insanların olmaması ve sığır yetiştiricilerinin yerel insanları ve yoksulları dışarıda tutması iyi bir şey. Çiftçiler madencilik şirketinden etkilenmiyor, birlikte çalışabilirler.”

Rehberlerden biri, ayrılma zamanının geldiğini söylüyor. Otobüse geri dönerken Cullinan, ormana girmelerine izin verilip verilmeyeceğini soruyor. “Müşterimizi hala görmedim,” diyor kederli bir şekilde.

Birinin bu isteği tercüme ettiği rehber “Orman bugün kapalı” diye yanıt veriyor. 

Gece boyunca yolculuk, bir hesaplaşma

Otobüs ormanın içinden dönerken Cullinan ve Greene, madenciliğin bir şekilde insanlara fayda sağlamaya devam edip etmeyeceği fikriyle boğuşuyor. 

“Buna bir cevabım yok,” diyor Cullinan başını sallayarak ve bunun daha önce düşündüğü bir şey olduğunu ekliyor: “Dürüst olmak gerekirse, madenciliğin sürdürülebilir olabileceğini düşünmüyorum.”

İnsanlar binlerce yıldır madencilik yapıyor, ancak şu andaki ölçek çok sorunlu. Eski bir Dünya Bankası ekonomisti tarafından yazılan ve gelişmekte olan ülkelerdeki maden çıkarma projelerini haklı çıkarmak için işe yarayana kadar ekonomik analizleri yeniden yazmasının nasıl emredildiğini anlatan “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları”ndan bahsediyor Cullinan.  Amaç, maden çıkarma projelerinin onları zenginleştireceğine ikna etmekti. Cullinan, bunun yerine projelerin bu ülkeleri uluslararası bağışçılara borçlu bıraktığını söylüyor: 

Demir cevheri çıkarmanın tek yolu ormanı mahvetmekse, yapılmamalı. Bence toprakla bu kadar yakın ilişkisi olan yerli halk, tüm madenciliğe karşı çıkacaktır. Senin ve benim gibi bu anlayışla yetişmemiş insanların bunu anlaması zor.”

Düşünmek için duraklıyor. 

Bence madencilik muhtemelen çözmemiz gereken en zor sorunlardan biri,” diye ekliyor.  Brezilya’ya gelmeden önce, Ukrayna‘daki şehirlerin Rus ordusu tarafından tahrip edildiğine dair raporları okuyordu. Şimdi, Yerli halkların Amazon’un yok edilmesi konusundaki görüşlerinin, bazı Batılıların Ukrayna şehirlerinin bombalanması hakkında hissettikleri ile paralel olabileceğini düşündü – her ikisi de yaşamı ve kültürü yok ediyordu.

İnsanlığın uzun bir süre bir şekilde madenciliğe devam edeceğini kabullenen Cullinan, çoğu ülkenin bu madenciliğin nasıl ve nerede yapıldığına dair karar verme şeklinden dolayı üzgün; bu kararların madencilikten yararlananların, kurban edilen insanlar olmadığı yerlerde “kurban bölgeleri” yarattığını anlatıyor. 

Greene başını sallıyor: “Zaten Dünya’dan çok şey aldık; nasıl geri dönüştüreceğiz? Dünyadaki altının yaklaşık yüzde 80’ini zaten çıkardık. Bunların çoğu bankaların içindeki kasalarda. Neden daha fazlasını almaya devam ediyoruz? Yedekler zaten orada. Bu çok saçma – tüm bu yıkıma neden olmak mantıklı değil.”

“Felicio, modern Pekin’in bu delikten çıktığını söyledi,” diyen Cullinan’ın yanıtı “Bu oldukça doğru bir düşünce, değil mi – tüm dünya ne kadar birbirine bağlı?” oluyor. 

Otobüs gece boyunca başka bir savaş alanı olan Canaã dos Carajás kasabasına doğru hızla ilerlerken, sorusu havada asılı kalıyor. 

Bir topluluğun meydan okuması ve ziyaretçiler için bir tezahür

Ertesi sabah, Ekvadorlu bir Yerli lider ve mahkeme yargıcı olan Blanca Chancosa, acıyla uyandı. Brezilya’nın dört bir yanından 150 ailenin yedi yıl boyunca meyve yetiştirdiği ve ağaç diktiği bir toplulukta yasal bir savaş sürüyordu.

Uluslararası Doğa Hakları Mahkemesi yargıcı Blanca Chancosa, mahkemenin 24 Temmuz 2022’de Brezilya’nın Para kentine yaptığı 10 günlük ziyarette Canaá dos Carajás’ta sürdürülebilir kalkınma topluluğuna sesleniyor. Kaynak: Katie Surma

Yaklaşık 50 köylü, vahşi papağanlarla dolu ağaçların gölgelediği bir alanda, sıcak öğle güneşi altında mahkeme üyeleriyle buluşmak için toplanmıştı. Yakınlarda, bir toprak yolun karşısında, bir zamanlar çiftlik arazisi olan yerde sıra sıra meyve ağaçları vardı. Köylüler, kamu arazisi olduğunu söyledikleri araziyi yeniden ağaçlandırmaya ve tapyoka, papaya, guaba ve diğer mahsulleri ekmeye devam edebilmek için federal yasa uyarınca ortak mülkiyet için başvuruda bulunmuştu. Ancak buradaki madenini genişletmek isteyen Vale, yakındaki çiftçilerden, köylülerin sahte olduğunu iddia ettiği tapuları satın aldı ve topluluğu tahliye etmek için harekete geçti.

Pembe şapkalı bir kadın, avuçlarını gökyüzüne doğru uzatarak, “Vale, hiçbir zaman araziye sahip olduklarını kanıtlayamadı sadece sahip olduklarını iddia etti” diyor. 

Bir okul binasında, Uluslararası Doğa Hakları Mahkemesi’ndeki yargıçlar, topluluk üyelerinin sürdürülebilir bir kalkınma topluluğu kurma arzularına ilişkin ifadelerini dinliyor. Topluluk, mahkemenin Brezilya’nın Para kentinde yaptığı 10 günlük uzun yolculuk sırasında ziyaret ettiği dört göçmen topluluğundan biri. Kaynak: Katie Surma

61 yaşındaki Chancosa, Ekvador’da da benzer bir savaşa girmişti. Kichwa Ulusu Halkları Konfederasyonu’nun kurucusu olarak Ekvador başkanını, kendisinin de dahil olduğu Yerlilerin toprak hakları savunmasında siyasi mücadelenin bir parçası olduğu için Dünya Bankası’nın “kuklası” olarak nitelendirdi. Yasanın, biri güçlü şirketler için diğeri de herkes için olmak üzere iki yolu varmış gibi göründüğü hissine aşinaydı. Ve burada, Brezilya’nın Pará eyaletinde, INCRA süreçlerini takip eden bu köylülerle empati kurdu, ancak Vale, toprak reformu kurumu aracılığıyla çalışmak yerine onları sivil mahkemede tahliye etmek için dava açarak altlarındaki halıyı çekti.

Kahverengi kovboy şapkalı, uzun beyaz saçlı bir adam, “Burada gördüğünüz her şey bizim kendi çabamız,” diyor: “Büyük şirketler ihracat yapıyor. Biz yapmıyoruz. Kendimizi destekliyoruz ve diğer topluluklara satıyoruz. Devletten hiçbir destek görmedik. Vale bize susmamız için para vermek istiyor. Ancak Vale kazanırsa buraya sadece büyük bir delik açacak.”

Chancosa dinliyor, sonra konuşmak için ayağa kalkıyor. “Bu hikayeleri duymak çok duygusal ama bana çok umut veriyorsun. Doğayı korumak, yaşamı korumaktır. Dünya bize hayat verir. ‘Yaşayan Orman’ adlı bir hareketin parçasıyım. Ormanı korumak kendimizi savunmaktır.”

Duraklıyor: “Şimdi. Ya paranız olacak ya da büyüyüp ekecek topraklarınız olacak” diyor. Başka bir duraksamadan sonra ve oturmadan önce de “Parayı tek başına kabul etme…”

Öğle yemeği molasında Chancosa, Cullinan ve diğer yargıçlar bir araya gelerek düşüncelerini paylaşıyor. “Madencilik şirketleri bunu yapıyor” diyor Chancosa: “Toplulukları bölüyorlar, aileleri bölüyorlar. Bu büyük bir tehdit – umarım bu topluluk direnebilir. İnsanların ‘Bu yere yatırım yaptık ve burada yaşıyoruz ve bu yüzden güçlü bir iddiamız var’ dediğini duyduğumda, bunun doğru olduğunu düşünüyorum. Ama ana hukuk sistemi bunu tanımıyor.”

Canaá dos Carajás’ta sürdürülebilir kalkınma topluluğu tarafından önceden çiftlik arazisi olan yere dikilen meyve ve fındık ağaçlarından oluşan bir bahçe. Kaynak: Katie Surma
Sürdürülebilir kalkınma topluluğu tarafından yetiştirilen meyve ve sebzelerin sergilendiği bir sergi. Kredi bilgileri: Katie Surma
Sürdürülebilir kalkınma topluluğu, 24 Temmuz 2022’de Uluslararası Doğa Hakları Mahkemesi yargıçları için öğle yemeği hazırlıyor. Kaynak: Katie Surma

“Şirketlerin  yalnızca şirketin ihtiyaçlarını önemsediğini anlatan Chancosa, “Bu çok önemli çünkü arazi esnek değil, arazi daha fazla arazi yetiştirmiyor. Bu yüzden halk için, onların çocukları ve onlardan sonra gelecek olan çocuklar için savunulması gerekiyor” diye ekliyor. 

Chancosa, Cullinan ve diğer yargıçlar şimdiye kadar Amazon’u bir dereceye kadar yeniden ağaçlandırmaya çalışan dört topluluğu ziyaret etti. Rejeneratif çalışmaları Cullinan’ı etkilemiş ve bir fikri tetiklemişti. Ormanı eski haline getirmek mümkün müydü ve bunun için ne gerekiyordu? Ertesi gün, o ve diğer yargıçlar buna yanıt bulacaklardı.

Marabá’nın dışında, meydan okuyan bir topluluk

Ormanın kenarında, Şef Katia Silene Valdenilson sabahın geç saatlerinde hakimlerle bir sohbet çemberine katıldı ve onlara halkı, Akrãtikatêjê‘nin hikayesini anlattı. Açık hava ‘köşkünden’ yaklaşık 30 metre uzakta, çalıların arasından küçük kıvılcımlar çıktı ve duman ara ara grubun içinden geçti.

“Mücadele 1960’ların sonlarında Brezilya diktatörlüğünün kalkınma planının, Akrãtikatêjê’nin 17.300 dönümlük “bolluk ülkesi”olan; dağlık bölgesinden geçen Tucuruí Nehri‘ni hedef almasıyla başladı” diyor, 54 yaşındaki Silene. Geleneksel yüz boyamasıyla batılı bir pantolon ve bluz giyiyor. 

Şef Katia Silene Valdenilson, rahmetli babası Şef Payaré’nin bir portresinin yanında duruyor. Silene, Brezilya’daki bir avuç kadın Yerli şeften biri. Kaynak: Katie Surma

Sonra, bir gece, o ve ailesinin bir kamyona bindirildiğini ve Carajás koridorundaki yeni endüstriyel madenlere enerji sağlamak için tasarlanmış bir proje olan Eletronorte’nin Tucuruí hidroelektrik santraline yol açmak için zorla çalıştırıldığını hatırlıyor. 

Akrãtikatêjê ve diğer iki halk, Mãe Maria veya “Meryem Ana”, Yerli topraklar olarak adlandırılan 15.000 dönümlük bir rezerv üzerine taşındı ve konsolide edildi. O zamanlar ve Brezilya 1988’de diktatörlük sonrası anayasasını kabul edene kadar yasa, Akrãtikatêjê ve diğer Yerli halklara devletin vesayeti altındaymış gibi muamele etti. Topraklarından ayrılan Akrãtikatêjêli Marabá’da yemek dilenmek zorunda kaldı bu da onları işlenmiş gıdaya alışkın olmadıkları için hasta etti.

Amerikalı misyonerler, Silene de dahil olmak üzere çocukları Batı okullara yerleştirdi, onları Batılı isimler almaya zorladı ve ana dillerini konuşmalarını yasakladı. (Bugün Silene, Şef Katia olarak bilinir, ancak asıl adı Tônkyré Akrãtikatêjê’dir).

Daha sonra, 1980’lerin başında, üç topluluğa danışılmadan, Mãe Maria arazisi üzerinden Carajás Demiryolu inşa edildi. Silene’nin daha sonra Akrãtikatêjê’nin şefi olan babası Payaré, meydan okurcasına ailesini geleneksel köylerine geri taşıdı. Silene, şiddetle saldırıya uğradığını ve ikinci kez halkının topraklarından ayrılmaya zorlandığını anlatıyor. Eğlence alanının kirişinde asılı duran bir portreyi işaret ederek Bu babam Payaré, topraklarımız için savaşma hayali vardı” diyor. 

Payare, 1989’da Yerli hakın yardımıyla barajın işletmecisi Eletronorte’ye karşı onlarca yıl sürecek bir dava açmıştı. 2008’de bir federal mahkeme Electronorte’ye Akrãtikatêjê’yi onlardan alınanlarla karşılaştırılabilir arazilerle tazmin etmesini emretti. Şirketin bunu yapması 10 yıl daha sürdü – Mãe Maria rezervasyonunun yakınındaki 9.000 dönümlük çiftlik arazisi Akrãtikatêjê’ye 2019’da devredildi. Payaré ise 2014’te öldü. 

“Toprağı yeniden ağaçlandırıyoruz, Dünya’yı bu şekilde iyileştiriyoruz” diyor Silene: “Bu, gelecek nesiller için olacak. Toprağı yok edip bize verdiler ve sığırlar için kullanmamızı söylediler. Bize böyle çiftçilik yapmamız için teşvikler sağladılar. Ama biz tam tersini yapmak istiyoruz. Yeniden ağaçlandırmak istiyoruz. Ben ormanı göremeyeceğim ama belki torunlarım görür.”

Akrãtikatêjê halkı, çiftlik arazisini rehabilite etmek için 600 adet yerli Brezilya fındığı ve acai ağacı dikti. Üyeleri, bir zanaat kuyusu ve balık çiftliklerinde kar amacı gütmeyen ve üniversite ortaklarıyla birlikte çalışıyor. Silene, toprağı iyileştirmenin onların özerkliğini geri kazanmalarının bir yolu olduğunu söylüyor. 

Konuşmasını bitirdiğinde, Cullinan ona, Akrãtikatêjê halkının Amazon’u önemsediğini görmek, günlerce bitmeyen onca çevresel hasar gördükten sonra bunun mahkemeye bir kuvvet verici ilaç gibi geldiğini söylüyor. Sonra aklında bir şey olduğunu belirtmek için elini kaldırıyor: 

Benim sorum, ormanı yaşayan bir varlık olarak nasıl deneyimlediğinizle ilgili. Ormanı insanlarla iletişim kurabilen bir bilince sahip olarak gören başka kültürlerle de karşılaştım. Siz de bu anlayışa sahip misiniz?”

Silene’nin yanıtı doğanın insanlarının onu anlayabildiği ve onun da insanlarını anlayan bir varlık olduğu şeklinde: “Vücudumuzdan geçen bir damar gibi. Bir ağaç kesildiğinde bunu hissederiz. Ağacın yardım için bağırdığını kuşların ötüşünden anlarız ve şimdi doğadaki tüm dengesizliği görebiliyoruz.”

Konuşmak için elini kaldıran Chancosa Silene ile göz göz geliyor: “Senin hikayen benim halkımın hikayesidir. Bugün hala aynı ıstırabı dünyanın her yerindeki Yerli insanlar yaşıyor. Hükümet, topraklarımız üzerinde karar verme hakkına sahip olduğunu düşünüyor.”

Silene başını sallıyor. 

Chancosa, “Söylediklerini duyduğuma gerçekten sevindim” diyor: “Gücün, dayanıklılığın, olanları kabul etmeyişin. Biz işçileriz ve Dünya’yı savunmamız gerekiyor. Ormanın hala yaşamasının sebebi biziz, çünkü onu koruyoruz. Sorum şu, burada kaç aile yaşıyor ve ne gibi tehlikelerle karşı karşıyalar?

İlk kısmı cevaplaması kolay. Silene, “Yirmi üç aile ve toplam 87 kişi” diyor. 

Tehlikeleri tanımlamak ise çok daha karmaşık. “Carajás demiryoluna ek olarak, büyük bir otoyol ve Tucuruí hidroelektrik santralinin elektrik hatları artık arazilerini ikiye bölüyor” diyor, Mãe Maria. Vale’nin  topraklarından geçen ikinci bir demiryolu inşa etmeyi planladığını ve Marabá’nın şehir yayılımının artık onlara yakın olduğunu söylüyor.

Bölgedeki üç topluluk kısa süre önce arka bahçelerine bir kanalizasyon arıtma tesisi kurulmasına karşı çıkmıştı. 

Silene, halkının kendi kendine yeterlilikten nasıl çıkarıldığını, para kullanımı ve “beyaz adamın süpermarketi” gibi Batılı sistemlere güvenmeye nasıl zorlandığını anlatıyor. Bu zorunlu değişikliğin kalıcı sonuçları olduğunu ve şirketlerin ödeme karşılığında çevreyi kirleten projelere imza atmasını kolaylaştırdığını; ancak kendi halkının, kültürlerinin yönlerini korumak ve canlandırmak için savaştığını söylüyor. 

“Bana göre değil” diyor doğrudan Chancosa’ya bakarak: “Gelecek neslin yolunu açıyorum. Kadınlar sadece enerjileri yüksek olduğu için değil, aynı zamanda çevre ve aileleri uğruna savaşmak için her zaman ön saflarda oldukları için çifte güce sahiptir. Tüm güce sahibiz ve bu bizim işimiz, savaşmak.”

Sancılı sorunlar, bilge öğütler ve Belém’deki karar 

O günün ilerleyen saatlerinde, grup Maraba’da müzakerelere başlamak için toplandı. 

Greene gümüş bir dizüstü bilgisayarın arkasından, “Siz ne düşünüyorsunuz?” diye soruyor: “Yerli yerleşim birimlerine ve göçmen yerleşim yerlerine farklı mı davranmalıyız?”

Buna kolay bir cevap yok. 

Uluslararası Doğa Hakları mahkemesi yargıçları, “Tehdit altındaki canlı bir varlık olan Amazon” davasıyla ilgili kararlarını tartışmak üzere Brezilya’nın Marabá kentinde bir araya geldi. Kaynak: Katie Surma
Uluslararası Doğa Hakları Mahkemesi sekreteri Natalia Greene, Brezilya’nın Para kentinde bir bilgi toplama görevi sırasında mahkemenin ön kararı üzerinde çalışıyor. Kaynak: Katie Surma

Yargıçlar grubunun tanıklıklarından bir anlam çıkarmaları ve iki gün içinde Belém’deki Pan-Amazon konferansında teslim etmeyi planladıkları ön hükmün taslağını oluşturmaya başlamaları gerekiyor. Pontes, aile yükümlülüğü nedeniyle ayrıldı ve ve onlarla orada buluşacak. 

Şimdiden, en çetrefilli olan arazi haklarıyla birlikte, birkaç kilit konu belirginleşiyor. Teorik olarak, tüm Amazon toprakları Yerli insanlara aitti. Ancak bugün temel gerçek, bazı ikinci veya üçüncü nesil göçmenlerin Amazon’u evleri olarak adlandırması.  Ve Yerli halklara benzer şekilde, bu göçmenler Dünya ile yakın bir ilişki geliştirmiş durumdalar ve kendilerini onun koruyucuları olarak görüyorlar. 

Greene, konuyu şöyle çerçeveliyor: “Ziyaret ettiğimiz yerli halk, bulundukları topraklar onların asıl toprakları değil,” diyor: “Topraklarından sürüldüler. Ve göçmen kamplarında bulunanlar da Yerliler değildi. Ama şimdi onlara olan şey benzer. Olan her iki insan grubuna da oluyor.”

Carolina, Yerli halkların mücadelesinin ayırt edici özelliğini kabul etse de üniter bir yargı için durumu ortaya koyuyor: “Orijinal, Yerli insanlar var. Ancak birçok topluluk da Amazon’u evleri olarak adlandırıyor. Yerli değiller ama ormandaki hayatlarını korumak istiyorlar. Birlikte bu insanlar daha güçlü hale gelebilir. Doğa için verilen mücadele, tüm bu insanların mücadelesi olmalıdır.”

Chancosa bir ayrımla hemfikir görünüyor: “Yerli insanlar yerinden edildi ve bu bir suç. Önce onlar buradaydılar. Her yönden etkilenen onlar oldu. Ama şimdi diğer popülasyonlar da etkileniyor – hepsi bir Dünya doğasının grupları.” Durumu hem ekosistemlerin hem de insan kültürlerinin çeşitliliğini yok eden bir “eko-katliam” olarak nitelendiriyor. 

Cullinan, her iki grubun da korunmaya ihtiyacı olduğu konusunda hemfikir ve tartışma çareler aramaya döndüğünde, yolculuk sırasında kafasına kök salmış olan büyük fikir hakkında tutkuyla konuşuyor: Onarıcı adalet. 

“Tavsiyemiz açısından, eğer Dünya Ana’nın perspektifinden bakarsanız, Amazon’u genişletmeniz gerekir – bu sadece [ormansızlaşmayı] durdurmakla ilgili değil, onu eski haline getirmekle ilgili.”

Konferansın gerçekleşeceği Belém’e bir gecelik otobüs yolculuğunun ardından jüri üyeleri, ünlü Brezilya Yerli lideri ve etkili yazar Ailton Krenak ile kapalı kapılar ardında bir strateji oturumu gerçekleştirdi. 1987’de Krenak, Brezilya Ulusal Kongresi’ne hitap ederken protesto amacıyla yüzünü siyaha boyadı ve 1988 anayasasında Yerli haklarının güvence altına alınmasında kritik bir rol oynadı.

Ailton Krenak, Brezilyalı bir yerli lider ve yazar. Kaynak: Katie Surma

2019 tarihli “Dünyanın Sonunu Erteleyecek Fikirler” adlı kitabında, insanların “Dünyanın büyük organizmasından ayrı durduğuna” dair baskın düşüncenin kesinlikle yanlış olduğunu yazmıştı. Yazılarında ve konuşmalarında Krenak, Yerlilerin düşünme biçimleriyle dalga geçen “şehir halkına” şiddetle karşı çıkıyor. Ona göre, yaygın çevresel yıkımı bilinçli olarak gerçekleştiren bir kültür sadece yanlış değil, psikotik. Tavsiyesi ise şöyle: “Farklı mağdur insan gruplarını içeren arazi haklarına değil, “ilerleme” kavramına dayanan Amazon’un sistemik, koordineli yıkımının büyük resmine odaklanın.

Ve böylece, ertesi gün sahnede, Sisters Dwyer ve Webster ön sırada otururken, yargıçların her biri kararın bir kısmını verdi.

Xingu bölgesi hakkında konuşan Pontes, Kanadalı madencilik şirketi Belo Sun’daki şirket yetkililerinin ve yatırımcıların Xingu halkıyla yüz yüze görüşmelerini tavsiye etti: “Böylece yatırım dolarlarıyla ne yapıldığını biliyor olacaklar.”

Carolina, Vale demir cevheri madeninden kaynaklanan ardışık hak ihlallerini detaylandırarak Carajás hakkında konuştu.

Greene, “Eğer doğa karar vermede söz sahibi olsaydı, Amazon ve halkı daha fazla korunabilecekti” dedi. Kendi ülkesinde doğa hakları anayasası, diğer şeylerin yanı sıra ormanı korumak adına ekolojik olarak hassas bir maden projesini engellemek için kullanılmıştı.

Bir grup Yerli kadın, FOSPA olarak bilinen Pan-Amazon konferansı sırasında Belém sokaklarında yürüyor. Kaynak: Katie Surma

Chancosa izleyicilere, Amazon’u yok eden şirketlerin ve insanların ormanı onarma görevleri olduğunu ve tüm insanların Dünya’yı koruma sorumluluğu olduğunu söyledi: “Doğanın savunulması sadece Yerliler ve yoksullar için değildir. Bu herkesin sorumluluğudur.” 

Sırası geldiğinde, Cullinan mahkemenin ziyaret ettiği çeşitli topluluklardan bahsetti. Görüntülerde yargıçların arkasındaki bir ekranda dans ediliyordu ve tekrar Altamira’ya geri gelişinden bu yana onu büyüleyen, Amazon için onarıcı adalet fikrine geri döndü: “Normal mahkemelerin aksine bu mahkeme insanları cezalandırmakla ilgili değil. Aradığımız adalet, insan ve doğa arasındaki zedelenmiş ilişkilerin sağlığını yeniden tesis etmek için onarıcı adalettir.”

Kürsünün arkasında dururken, Yerli ve geleneksel insanlarla dolu kalabalığa, doğayı yakın bir akraba olarak görmenin doğru olduğuna ve Batı hukuk sisteminin yanlış olduğuna dair güvence verdi: Bugün hiçbir bilim insanı dünyanın bir mekanizma olduğuna inanmıyor ancak bu yanlış düşünce hala kanunda geçerli. Doğanın hakları, bu yanılsamayı düzeltmekle ilgilidir.”

Salonda bir kez daha alkışlar patladı.

Bir dipnot: Kız kardeşlerle oturmak

Konferansın son gününde, Dwyer ve Webster’ı kürsünün dışında bir satıcı çadırının gölgesinde oturarak son sunumları izlerken buldum. Sıcak, güneşli bir öğle sonrasıydı, ama gölgede yaklaşık 10 derece daha soğuktu. Yakınlarda alışveriş yapanlar karmaşık el yapımı boncuklu takıları, sanat eserlerini ve hamakları karıştırıyordu.

Sonra birdenbire Guamá Nehri kıyısında bir kalabalık toplanmaya başladı. Burada bir futbol sahası uzunluğundaki bir duba yüksek kereste yığını ile akıntıya karşı yığılmıştı. Kalabalık durumu yuhalayıp, fotoğraf çekiyordu.

Yerel meyvelerden dondurma yiyen Dwyer ve Webster’a yanlarında oturabilir miyim, diye sordum. Onları Anapu’da izlerken, hem güçlerinden hem de yumuşaklıklarından etkilenmiştim. Yoksulları savunmak ve ormanı korumak için kelimenin tam anlamıyla bir silahın namlusuna bakıyorlardı.

Mahkemenin kararı hakkında ne düşündüklerini bilmek istiyordum.

Dwyer, “Söyledikleri her şeye katılıyorum,” dedi: “Ama birinin bunu öfkeli çiftçilerle dolu bir odada söylediğini görmek isterim.”

Bu yıl sadece bir keresteci Anapu’da 1000’den fazla korumalı Brezilya fıstığı ağacını kesti ve bunun için herhangi bir ceza almadığını söyledi. O ve Webster ahlaksız şiddete ve zulme tanık olmuştu- hepsi de cezasız kaldı. Stang’ın katilleri dışında bir kişi bile tutuklanmadı.

Dwyer, “Bunu yapabilir ve paçayı kurtarabilirler,” dedi: “Çünkü kâr ve para üzerine çalışan bir ekonomik sistemin içindesiniz. Dolayısıyla değer, insan hayatı veya doğanın hayatı değildir. Değer paradır.”

Dwyer buzlu şekerini bitirdiğinde, ona nehirden geçen kereste dubasını görüp görmediğini sordum. Alışkanlıkla bana Portekizce cevap verdi sonra tekrar İngilizce’ye döndü: “Anapu’da bunun gibi 10 gemi bir günde gider. Anapu’dan ayrıldıklarında kereste yasa dışıdır, ancak buraya Belém’e vardığında yasaldır.”

Yorumları bana, Cullinan ile yolculuğun sonuna doğru otobüste yaptığım konuşmayı hatırlattı.

Cullinan, Altamira’ya geldiğinden beri düşüncesinin değiştiğini söylemişti.  Yolculuktan önce, ormansızlaşmanın hükümetin pasifliğinin bir sonucu olduğunu düşünüyordu – çevre yasalarının uygulanmamasının bir tür istenmeyen sonucu. Ama şimdi sorunu daha bilinçli görüyordu: “Üretimi artırmak ve Yerli ve yerel toplulukların yoldan çekilmesini istiyorlar. Olanları sistemik olarak tasvir etmek bizim için önemli. Sistem bunun için kurulmuş.”

Brezilya, Belem’deki Guamá Nehri’nde bir kereste mavnası hareket ediyor. Kaynak: Katie Surma

Ancak bunun Brezilya’nın ötesine geçerek, doğal kaynaklar üzerindeki devlet egemenliğinin küresel sistemine kadar uzandığını da ekledi.

Teoride uluslararası hukuk Amazon’u korumalıdır ancak bu yasalar yalnızca kabul ettikleri uluslararası yasalara bağlı olan devletler tarafından oluşturulur. Ve hükümetler Amazon’u korumadaki başarısızlığın herkes için bir sorun olduğunu görse de statükoyu sürdürmekte devletlerin çıkarları var. 

Uluslararası hukuk düzeninin 21. yüzyılın zorluklarıyla başa çıkmak için tamamen yetersiz olduğu bir durumla karşı karşıyayız,” dedi Cullinan son olarak: “Mahkemenin bir düzeyde yaptığı şey bu paradigmaya meydan okumaktır. Gücümüz olmayabilir ancak fikirler dünyasında ekolojik gerçekleri ve doğayla olan karşılıklı bağımlılığımızı tanımamız gerektiğini söylüyoruz.”

Makalenin İngilizce orijinali

Ölümden sonra hayat!

Yerleşiklerin Tanrı’sı vardır!

Tanrı düzen, disiplin ve itaat ister. Nasıl yaşanacağını anlatır, uyulmasını zorunlu kıldığı kural ve yasaklar koyar. İtaat edenlerin yanlış anlamasını önlemek için emirlerini yazılı hale getirir; kutsallaştırır.

Yazı’dan yanadır.

Kendini imha ederek yeniden icat edemeyenler, yola çık(a)mayanlar, tek başına kalmaya cesaret edemeyenler, karanlıkta yürü(ye)meyenler, uçuruma atla(ya)mayanlar Tanrı’ya itaat eder; korkularını bastırmak için sık sık bir araya gelip birbirlerinden güç alır, secde eder, mabet yapar, düzenli ordu kurarlar.

İtaatleri mabetlerinin çokluğu ve büyüklüğü ile ölçülür.

Tapındıkları oranda kendilerinden vazgeçerler.

Vazgeçtikleri oranda da pan-kapitalizme teslim olurlar.

Artık görelim: Tanrı insanları doğarken öldürür.

“Ölümden sonra hayat” inancı bu dünyada yaşamayı pasif bir sürece dönüştürür; kişinin kendi özerkliğini edinmesini, kendini ele geçirmesini, kendini icat etmesini, bir hikâye edinmesini engeller.

Doğrudanlık yerine başkası adına davranmayı (= temsili) normalleştirir.

Hayatın bir mahkûm gibi kapatılmalar (= sınırlar) içinde yaşanmasına neden olur.

Böylece doğum ölüme eşitlenir, ölüm ölümle tartılır.

Hayatı bu dünyada yaşamak isteyenlerin Tanrı’sı yoktur! [1]

*

[1] Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlanacak olan Yarabıçak adlı deneme kitabından bir bölüm.

 

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Savaşın ve barışın trajikomik masalı

Savaş gibi trajik bir konunun mizahı yapılabilir mi? Aslında sanat dünyasında bunun birçok örneği var.

Bosna savaşının en şiddetli günlerinde, 1993 yılında bir siperde mahsur kalan biri Boşnak, diğeri Sırp iki askerin çaresizce birbirleriyle işbirliği yapmak zorunda kalmalarını anlatan Danis  Tanovic yönetmenliğindeki,  2002 yapımı Tarafsız Bölge filmi bunlardan biri…[1] Tiyatro ve edebiyata gelecek olursak, Çek romancı Jaroslav Hasek‘in yazdığı Aslan Asker Şvayk isimli mizah türündeki roman ise edebiyat ile tiyatro sanat dallarının kesişiminde, pek çok tiyatro oyununa konu olmuştur.[i] Üstelik bu eserlerde savaşın keskin bir eleştirisi de mizah yoluyla yapılmıştır.

Savaş gibi son derece trajik bir olguya, bir de mizahın gözüyle bakmak, kanımca, zor konuları çocuklarla paylaşmak meselesinde bize fikir verebilir. Her akşam haber bültenlerinde, çoluk çocuk, naklen savaşın acılarının izlendiği, sosyal medyanın savunmasız canlılara yapılan zulmün filtresiz görüntüleriyle dolu olduğu, kadına karşı şiddetin memleket gündeminin olağan konularından biri haline geldiği günümüzde çocukları “zor konular” uzak tutmanın beyhude bir çaba olacağı aşikâr… Önemli olan,  bu “zor konuları” çocuklarla nasıl paylaşacağımız…

David McKee, savaş ve barışı konu ettiği Zafer Kimin? kitabında bu meselenin altından başarıyla kalkıyor … Üstelik, bunu günümüzün popüler deyimiyle mesaj kaygısına kapılmadan, didaktik bir anlatımdan uzak kalmayı başararak yapıyor. Zannedersem, mizah dilini kullanmak, “çocuğa göre”lik konusundaki titizliğin “zor konular”a da uyarlanabildiği ustaca anlatım dilini yakalamakta, kitabımızda kilit bir nokta olmuş.

Savaş ve barışın ‘fabl’ hali…

Kitabımızda savaş, işgal olgusuyla iç içe ele alınıyor. İşgal edilmedik tek bir ülke bırakmamaya yeminli bir generalin yönetimindeki bir ülkenin ordusu, işgal etmediği tek ülke olan, küçücük, minicik bir ülkeye doğru yola koyuluyor. Peki, bu ülkede neyle karşılaşsınlar dersiniz? Toplarla, tüfeklerle, silahlarla mı? Yoo! İşte, mizah tam da burada devreye giriyor ve savaşın seyrini değiştiriyor!

Kitabımızın okuru içine alan sade, yalın çizimleri de savaşın ve işgalin resmedildiği kanlı, korkunç resimlemelerden uzak… Ama çocuk okurdan savaş ve işgal gerçeğini de saklamıyor kitabımız… Tam da burada, çizimlerin yalınlığı, metnin önüne geçmeden, savaşın acı yüzünü okurla paylaşıyor. Kitaptaki karakterlerin özellikle yüz ifadelerinin çizimlerindeki canlı dokular, okurun hem kitabın içine girmesini sağlıyor, hem de kitabın masal diline çok yakışıyor! Ne dersiniz, savaş ve barışı, bu kez de bu modern fabldan dinleyelim mi?

Künye

Yazar ve çizer: David McKee
Çeviri: Ümit Mutlu
Yayınevi: Uçan Balık

[1] https://www.beyazperde.com/filmler/film-34877/
[i] https://tiyatrolar.com.tr/m/tiyatro/aslan-asker-svayk