Ana Sayfa Blog Sayfa 382

Fokların yaşam alanına kurulan iskele için ‘kanuna aykırı’ tespiti: Kaldırılmalı

İzmir’in Karaburun ilçesinde yer alan Mordoğan Ayıbalığı Koyu’nda For Yuo 35 isimli şirket tarafından kurulan ‘beach club’a ait demir iskele tepkilere neden oldu. Sualtı Araştırmaları Derneği ise 2019 yılında Özel Çevre Koruma Bölgesi ilan edilen ve Akdeniz foklarının yaşam alanı olan bölgede şirketin faaliyetine karşı Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’ne itiraz dilekçesi verdi.

Dilekçe sonrası Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı Tersaneler Kıyı Yapıları Genel Müdürlüğü koyda incelemelerde bulundu. İnceleme sonrası Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’ne yazı hazırlandı. Yazıda, yapılan iskelenin yapımında hiç bir makamdan izin ve ruhsat alınmadığı ve kıyı kanuna uygun olmadığı belirtilerek, yapının kaldırılması için işlem yapılması gerektiği ifade edildi.

Birgün’den Aycan Karadağ‘ın ulaştığı yazıda şu tespitler yer aldı:

  • İskele yapılan yerin kayalık, işletmenin bulunduğu koyun ise geneli taşlık ve az miktarda kum yapıda olduğu, İskelenin I profil kullanılmak suretiyle çelik malzemeden imal edildiği tespit edildi.
  • İskelenin bir kısmının karada kayalık zemin üzerinde kalan kısmın ise beton bidonlar marifetiyle deniz üzerinde konuşlandırıldığı tespit edildi.
  • İskelenin işletmeye gelen müşteriler tarafından güneşlenme ve denize girme amacıyla kullanıldığı tespit edildi.
  • İskeleye herhangi bir deniz aracının bağlanmadığı tespit edildi.
  • İskele üzerinde mapa, anele, koç boynuzu gibi deniz aracı bağlamaya yönelik donanımın bulunmadığı tespit edildi.
  • İşletmenin güney bitişiğinde bir halk plajının bulunduğu, plaj ile tesis arasına kayalık üzerine dikenli tel ve çit çekildiği, çit içerisinde bir kapı açılarak halk plajından güney- kuzey yönlü geçmek isteyen vatandaşlara engel olunmadığının işletici tarafından beyan edildiği tespit edildi.
  • Denetimde iskelenin inşasına yönelik olarak resmi bir kurumdan evrak, belge ya da başvuru durumunu gösterir bir dilekçe örneğinin ibraz edilemediği tespit edildi.
  • Söz konusu iskeleye ilişkin onaylı imar planının ya da Rekreatif Amaçlı İskele Genelgesi kapsamında herhangi bir iznin kayıtlarımızda mevcut olmadığı tespit edildi.

139 sanatçı ve aydından Kobani açıklaması: Dava hukuksuzdur, anayasal haklar çiğneniyor

Halkların Demokratik Partisi’nden (HDP) siyasetçilerin yargılandığı ve beşinci sıralı duruşmaların görüldüğü Kobanî Davası‘yla ilgili 193 aydın, sanatçı ve gazeteci ortak bir açıklama yaptı.

Aralarında Burhan Sönmez, Orhan Pamuk, Ali Topuz, Ahmet Telli, Zülfü Livaneli, Jülide Kural, Binnaz Toprak, Murathan Mungan, Elif Şafak’ın da olduğu sanatçı, aydın, gazeteciler davayı endişeyle izlediklerini belirtti;  anayasal hakların çiğnendiğine dikkat çekerek, açık hukuksuzluğun karşısında olduklarını kaydetti.

Açıklama şöyle:

“Uluslararası toplumun tereddütsüz lanetlediği İŞID’in Kobanî’ye yönelik saldırıları üzerine 6-8 Ekim 2014’de gerçekleşen protestolar gerekçe gösterilerek, 18’i tutuklu 108 kişinin yargılandığı Kobanî davasını endişeyle izlemekteyiz.

AİHM Büyük Dairesi’nin de onayladığı ihlal kararına rağmen hâlâ 18 kişinin tutuklu yargılandığı davada, adil yargılanma hakkı, siyasi faaliyette bulunma ve ifade özgürlüğü hakkı başta olmak üzere bütün anayasal haklar çiğnenmektedir.

Sanat ve fikir insanları olarak bu açık hukuksuzluğun karşısında olduğumuzu beyan ediyor, ülkemizi hukuktan, barıştan, demokrasiden adeta dev adımlarla uzaklaştıran tutumlardan acilen vazgeçilmesini talep ediyoruz.”

İmzacılar

A. Halûk Ünal, Abdullah Demirbaş, Abdülhakim Daş, Adil Okay, Adnan Özyalçıner, Ahmet Aksel, Ahmet Aykaç, Ahmet Dindar, Ahmet İnsel, Ahmet Kardam, Ahmet Telli, Akın Atalay, Akın Atauz, Akın Birdal, Ali Ekber Kaypakkaya, Ali Topuz, Aliye Özlü, Asuman Bayrak, Atalay Saraç, Aydın Çubukçu, Ayfer Tunç, Ayşegül Devecioğlu, Ayşen Şahin, Aziz Konukman,

Bahadır Altan, Bahadır Özgür, Barış Yıldırım, Baskın Oran, Bilge Seçkin Çetinkaya, Binnaz Toprak, Burhan Sönmez, Bülent Atamer,

C. Hakkı Zariç, Celal Yıldırım, Cengiz Arı, Cevat Çapan, Cezmi Ersöz, Cuma Boynukara, Çetin Ali Nergis,

Dinçer Demirkent, Doğan Özgüden,

Elçin Gizem Tarhan, Elif Şafak, Emin Alper, Ercan Bingöl, Erdal Doğan, Erdoğan Aydın, Erdoğan Kahyaoğlu, Ergin Cinmen, Ergun Babahan, Esra Calus, Esra Koç, Ezel Akay,

Faruk Çıkrıkçı, Fatih Polat, Fatma Bostan Ünsal, Fehim Işık, Ferda Koç, Ferhat Tunç, Fethiye Çetin, Feyyaz Yaman, Fikret Başkaya, Filiz Kardam, Foti Benlisoy,

Gaye Boralıoğlu, Gencay Gürsoy, Gökçe Okay, Gökçer Tahincioğlu, Gül Gülsün Yıldız, Güngör Şenkal, Gürhan Ertür,

Hacer Ansal, Hakkı Özdal, Halide Yıldırım, Hanife Yüksel, HannaBeth-Sawoçe, Hasan Öztoprak, Hatice Özbay, Hüseyin Habip Taşkın,

Ilgın Ruhi Su, İbrahim Ateş, İbrahim Çiftçioğlu, İlkay Alptekin Demir, İlter Sayın, İnci Hekimoğlu, İnci Tuğsavul, İsmail Beşikçi, İsmet Alıcı, İştar Gözaydın,

Jülide Kural,

Kadir Akın, Kadri Salaz, Kemal Gökhan, Korkut Akın, Kubilay Dağbatıran,

Levent Kaçar, Leyla Şahin, Mahmut Memduh Uyan, Mazlum Çetinkaya, Mecit Ünal, Mehmet Güç, Mehmet Sait Aydın, Mehmet Türkay, Melek Ulagay, Meliha Coşkun, Mesut Kara, Mete Özel, Murat Serhasi Toktaş, Murat Uyurkulak, Murat Yaykın, Murathan Mungan, Musa Özuğurlu, Mustafa Kemal Erdemol, Mustafa Paçal, Mustafa Peköz, Mustafa Sönmez, Mustafa Ünlü, 

Nadire Mater, Namık Kuyumcu, Nazan Aksoy, Nazar Büyüm, Necati Abay, Necmi Demir, Necmiye Alpay, Nejla Demirci, Nesrin Nas, Nesteren Davutoğlu, Neşe Yaşın, Nevin Koçoğlu, Nevzat Karakış, Nevzat Onaran, Nezir İçgören, Nilgün Toker, Niyazi Zorlu, Nuray Sancar, Nurcan Baysal,

Okan Toygar, Onur Hamzaoğlu, Orhan Alkaya, Orhan Pamuk, Orhan Silier, Osman Bozkurt, Osman Okkan, Oya Baydar, Ömer Faruk, Ömer Madra, Özcan Sapan, Özge Doğar, Özgür Başkaya, Özgür Müftüoğlu, Özgür Zeybek, Özlem İşbilir,

Racho Donef, Ragıp Zarakol, Recep Maraşlı, Rıza Türmen,

Sait Çetinoğlu, Salih Öztürk, Sema Kaygusuz, Semih Gümüş, Serap Ogan Eren, Serdar Keskin, Seyit Soydan, Sezai Sarıoğlu, Sibel Özbudun, Şahabettin Demir, Şanar Yurdatapan, Şebnem İşigüzel, Şengün Kılıç,

Tahsin Yeşildere, Tamer Güven, Temel Demirer, Tuğrul Eryılmaz, Turgut Toygar,

Vartkes Keşiş, Vecdi Erbay, Vehbi Koca, Viki Çiprut, Vivet Kanetti,

Yasemin Bektaş, Yasemin Göksu, Yavuz Baydar, Yetvart Danzikyan, Yücel Demirer, Yücel Tunca,

Zafer Köse, Zafer Yılmaz, Zehra Çınar, Zehra Kabasakal Arat, Zeliha Demirel, Zerrin Kurtoğlu Şahin, Ziya Halis, Zülfü Livaneli.

Araştırma: Kentlerdeki yeşil alanların artırılmasıyla biyolojik yaşlanmayı yavaşlatmak mümkün

ABD’li ve İspanyol bilim insanlarının yeşil alanların biyolojik yaşlanmaya etkisi üzerine gerçekleştirdiği ortak araştırmanın sonuçları Science Advances dergisinde yayımlandı.

18-30 yaş aralığında 900’den fazla kişi üzerinde gerçekleştirilen araştırma, kentlerdeki yeşil alanların biyolojik yaşlanmaya uzun vadedeki etkisi üzerine şu ana kadar yapılan en kapsamlı çalışmalardan biri.

Araştırma, daha fazla yeşil alana sahip yerlerde oturanların daha az yeşil alanın bulunduğu bölgelerde ikamet edenlere göre biyolojik olarak 2,5 yıl daha genç kaldığını gösterdi. Çalışmada, uzun yıllar yeşil alanlarla devamlı etkileşim halinde olmanın, biyolojik yaşlanmanın yavaşlanmasında önemli rol oynadığı ve ilerleyen yaşlarda bunun kendisini daha çok hissettirdiği bildirildi.

Sonuçlar, karar verici ve şehir planlamacıları için önemli bir çıkarım

Yeşil alanlara erişimin ve burada zaman geçirmenin herkes için aynı derecede ulaşılabilir olmadığı vurgulanan çalışmada, ülkedeki siyahi Amerikalıların, beyaz Amerikalılarla karşılaştırıldığında daha az yeşil alan erişimine sahip oldukları kaydedildi.

Cinsiyet bazında yapılan analizler ise kadınların erkeklere oranla yeşil alanlarda daha fazla zaman geçirdiğini ortaya koydu. Kadınların çocuk bakma ve sosyalleşme gibi nedenlerden dolayı erkeklere göre daha fazla park ve bahçelerde zaman geçirmeleri bu durumun temel sebebi olarak gösterildi.

Makalede görüşlerine yer verilen çalışmanın yürütücüsü ve Northwestern Üniversitesi Feinberg Tıp Fakültesi Araştırma Görevlisi Kyeezu Kim, “Yaşlandıkça sağlıklı kalmak üzerine düşündüğümüzde ilk aklımıza gelen iyi yemek, egzersiz yapmak ve yeterli uyku almak oluyor. Çalışmamız, yaşadığımız çevrenin ve yeşil alana erişilebilirliğimizin yaş aldıkça sağlıklı kalmamız üzerinde kayda değer bir etmen olduğunu gösterdi” ifadelerini kullandı.

Çalışmada, kentlerdeki yeşil alanların halk sağlığı üzerindeki önemine değinilerek, elde edilen sonuçların karar vericiler ve şehir planlamacıları için kayda değer bir çıkarım olabileceği belirtildi.

‘Kentlerde yeşil alanlar acilen genişletilmeli’

Üsküdar Üniversitesi Tıp Fakültesi Dahili Tıp Bilimleri Bölümü Nöroloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sultan Tarlacı, biyolojik yaşlanmanın, kişinin vücut fonksiyonları, hücresel sağlığı, organlarının işlevleri ve genel sağlık durumu gibi biyolojik faktörlere dayalı olarak belirlenen yaş olarak tanımlanabileceğini söyledi.

Biyolojik yaşın genetik faktörler, beslenme, egzersiz, uyku gibi yaşam tarzı alışkanlıkları, stres ve çevresel etkenler gibi birçok faktörden etkilenebileceğini kaydeden Tarlacı, sağlıklı bir yaşam tarzı benimsemiş kişinin, olduğu yaştan daha genç hissedebileceğini, düzensiz beslenme, yetersiz fiziksel aktivite ve olumsuz alışkanlıklara sahip kişilerin biyolojik yaşlarının da oldukları yaştan daha büyük olabileceğini bildirdi.

Bu konuda yaptıkları bir çalışmaya değinen Tarlacı, “Yaptığımız araştırmada yeşil alana 30 dakika maruz kalmanın bile psikolojik iyi oluşu artırdığını gördük. Bu tür araştırmalar daha iyi sağlık sonuçlarına yol açabilecek daha yavaş epigenetik yaşlanmayı teşvik etmek için kentlerde yeşil alanların genişletilmesine yönelik acil müdahale ihtiyacını da vurgulayabilir” dedi.

HÜDA PAR lideri: Karma eğitimde gençler birbirlerini taciz edebilir

Mardin Kızıltepe‘de Hür Dava Partisi‘nin (HÜDA PAR) ilçe kongresinde konuşan Genel Başkan Zekeriya Yapıcıoğlu, “karma eğitim”i konu aldı; bu okullarda gençlerin birbirini taciz edebileceğini öne sürdü.

Eğitim sisteminde ciddi bir sorun olduğunu, müfredatı sil baştan gözden geçirecek bir eğitim devrimi gerektiğini söyleyen Yapıcıoğlu şunları söyledi:

“”Bizim müfredatla ilgili çok ciddi sorunlarımız var. O güzel binaların içerisinde çocuklarımıza ne öğretiliyor, milli eğitimin müfredatında ne var, niçin biz bu okullarımızdan istediğimiz verimi alamıyoruz?

12 yıllık zorunlu eğitim dedik. Bu eğitim sistemi çocuklarımızı 6 yaşında, hatta şimdi okul öncesi eğitimle birlikte daha küçük yaşlardan bizden alıp, 19 yaşına kadar eğitmeden, sadece bazı bilgiler vererek, 19 yaşında da bize diyor ki, ‘Biz sizin çocuğunuzu eğitemedik, alın buyurun siz eğitin’ diyor. Aslında 19 yaşına gelmiş çocuğun eğitim çağı geçmiştir. Artık ailesi de onu eğitemiyor.

Özetle bizim mutlaka müfredatımızı sil baştan gözden geçirecek bir eğitim devrimine ihtiyacımız var. Biz önce insan yetiştirmeliyiz. Eğer yetiştirdiğimiz doktor, mühendis, hukukçu, öğretmen, yetiştirdiğimiz herhangi bir meslek sahibi, bizi biz yapan değerleri öncelemiyorsa, sadece daha iyi bir kazanç elde etmenin peşindeyse, eğitim sisteminde ciddi bir sorun var.”

‘Zeki çocuklar manevi değerlerle donanmazsa dolandırıcı, katil olabilir’

Zeki çocukların insani ve manevi değerlerle teçhiz edilmezse kimsenin fark edemeyeceği dolandırıcılık yöntemleriyle milletin cebini boşaltabileceğini, kendi anne babalarının katili olabileceğini öne süren HÜDA PAR lideri şöyle devam etti:

“Okul ve sınıf içerisinde kendi akranlarına akla hayale gelmeyecek bazı davranışlar ortaya koyabilirler. Özellikle karma eğitimin devam ettiği okullarda gençler birbirini taciz edebilirler. Gençler birbirine insanın, insana yapamayacağı muameleleri yapabilirler. Bunun sorumlusu o gençler değildir. O gençleri eğitemeyen, onları o hale düşürmeye adeta teşvik eden, zorlayan eğitim sistemidir. Mutlaka bu konuda çok ciddi önlemler almak zorundayız.”

Bakan da ‘kız okulları’ demişti

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin de 11 Temmuz’da bir televizyon kanalında karma eğitime ilişkin açıklamalar yapmış ve “Kız çocuklarını okula göndermeyen ailelerin en baştaki argümanı, ‘Ben çocuğumu erkeklerle aynı okula göndermek istemiyorum’ oluyor. Şimdi benim Milli Eğitim olarak birincil hedefim ne? Kız çocuklarının okullaşması sağlamak. O zaman veliyi ikna etmek için biz, gerekirse kız okulları da açabilmeliyiz” demişti.

Tekin’in açıklamasına HÜDA PAR ve Yeniden Refah Partisi’nden destek açıklamaları yapılmıştı.

Hüda Par, Cumhur İttifakı listelerinden girdiği TBMM‘de Zekeriya Yapıcıoğlu dahil dört milletvekiliyle temsil ediliyor.

Taliban, kadınların milli parka girmesini yasakladı: Her ev bir hapishaneye dönerken…

Taliban, Afganistan’daki en çok ziyaret edilen milli parklardan birine kadınların girmesini yasakladı. Karar, kadınlara nefes aldırmayan Taliban’ın yasaklarına bir yenisini daha eklemiş oldu.

Her yıl binlerce insan Band-e-Amir milli parkını ziyaret ediyor. Parkta, safir mavisi göller ve yüksek kayalıklardan oluşan bir manzara ziyaretçileri karşılıyor. Fakat artık kadınlar için bu da yasaklandı.

Yasak, Ahlak ve Erdem Bakan Vekili Muhammed Halid Hanefi’nin parkı ziyaret eden kadınların “uygun” başörtüsü takma yöntemine uymadıklarından şikayet etmesi sonrasında duyuruldu.

Afganistanın ilk milli parkı olan Bamyandaki Band-e Amir gölünde yol alan motorlu tekne. – Fotoğraf: DepoPhotos

Guardian‘ın aktardığına göre; Muhammed Halid Hanefi, güvenlik güçlerinden kadınların parka girmesini engellemeye başlamalarını isterken, “Kadınların gezmeye gitmesi şart değil” dedi.

İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) yasağı “Afgan kadınlara uygulanan ve giderek dozajı artan kısıtlamalar listesinin sonucusu” şeklinde değerlendirdi. Taliban 2021’de Afganistan’da iktidarı eline geçirdikten sonra, yetkililer kızların gittiği çoğu ortaokulu kapattı, kadınların üniversiteye gitmesini yasakladı ve Afgan kadın yardım kuruluşunda çalışanların işlerini durdurdu. Hamamlar, spor salonları ve parklar da dahil olmak üzere çok sayıda halka açık alan da kadınların kullanımına yasak hale getirildi.

Kaynak: CNN

HRW’den Heather Barr, konuya ilişkin yaptığı açıklamada “Birden çok Afgan kadından Taliban’ın onlara nefes aldırmayacağından bahsettiğini duydum” dedi ve ekledi:

“Kadınların dışarıda olmasını ve doğanın tadını çıkarmasını engellemeye çalışmak gibi şeyler yaptıklarını görene kadar kulağa çok abartılı geliyordu.”

2013’te, ülkede bir ilk olarak dört kadının park bekçisi olarak işe alındığının duyurulmasının ardından park, güçlü bir değişim sembolü haline geldi.

Kaynak: TravelBoss

Taliban’ın iktidara gelişinin üzerinden iki yılı aşkın süre geçtikten sonra bu, kadınları kamusal alanın dışına itmeye yönelik sistematik çabaların en son adımı haline geldi. Barr konuya ilişkin olarak ayrıca şunları aktardı:

“Her ev hapishaneye dönüşürken duvarlar adım adım kadınların üzerine kapanıyor.”

Park yasağı aynı zamanda BM Özel Raportörü Richard Bennett’in Afganistan’daki insan haklarının durumuna ilişkin şöyle bir yorum yapmasına da yol açtı:

“Birisi lütfen Band-e-Amir’i ziyaret eden kadınlara yönelik bu kısıtlamanın şeriata ve Afgan kültürüne uyum açısından neden gerekli olduğunu açıklayabilir mi?”

Taliban
Fotoğraf: Sohrab Omar/Independent Türkçe

Taliban uzun süredir grubun İslam hukuku ve Afgan geleneklerine ilişkin yorumuna uygun olarak kadın haklarına saygı duyduğunu savunuyor.

Barr ise bu yasağın uygulamaya konulmasına dair herhangi bir rasyonel gerekçeyi anlamanın zor olduğunu söyledi ve şunları dile getirdi:

“Zalimlikten başka nasıl bir açıklama düşünebilirsin? Gitmek için büyülü bir yer çünkü ailelerin güldüğünü, piknik yaptığını ve eğlendiğini görüyorsunuz. Ve Taliban’ın elinden aldığı şey de bu; ailelerin, ailedeki kadınların da bunun bir parçası olduğu, birlikte dışarıda bir gün geçirme olanağı.”

Taliban 2021’den bu yana şeriat baskısıyla, kadınların neredeyse tüm haklarını ellerinden alarak ülkeden kadınları siliyor. İşte Taliban’ın yasakçı zihniyetinin örnekleri:

Taliban, Afganistan’da kadınlara üniversiteyi de yasakladı
Afgan kadınlar, Taliban’ın üniversite yasağını protesto etti
Taliban Afganistan’da kadınlar için yaşam çemberini iyice daralttı
‣Dünya bizi izliyor ve hiçbir şey yapmıyor
Taliban, kadınların televizyona yüzlerini örtmeden çıkmasını yasakladı
Taliban, Afgan kadınlara burka zorunluluğu getirdi
Taliban adında ‘özgürlük’ geçen radyoyu yayından kaldırdı
Taliban’dan kadınlara yolculuk için 72 kilometre sınırı
Afganistan’da kadınlar TV ekranlarından da siliniyor
Taliban, Kabil Üniversitesi’ne kadınların girişini yasakladı
Taliban’dan kaçan Afganistan Kadın Milli Futbol Takımı Pakistan’da
Taliban’ın görev başındaki gazetecilere şiddet uyguladığı raporlandı
137 örgütten çağrı: Afganistan’daki LGBTİQ’ları koruyun
Taliban’ın ardından Kabil: Kadınlar sokaklardan çekildi
Taliban: Afganistan’da demokratik sistem olmayacak, şeriat uygulanacak
Taliban basına saldırdı: Bir gazetecinin yakını öldürüldü
Taliban: Kadınlar spor etkinliklerine katılamayacak
Taliban, müziği de yasakladı
Afganistanlı kadınlar sosyal medya üzerinden ‘Kıyafetime dokunma’ kampanyası başlattı

Fransa’da devlet okullarında abaya yasağı

Fransa’da devlet okullarında bazı Müslüman öğrencilerin giydiği abaya adı verilen kıyafet yasaklanıyor. Yasak kararı eğitim bakanı tarafından duyuruldu. Bu kararla yeni eğitim yılının başladığı 4 Eylül’de abaya ile okulda derse girmek yasaklandı. Bu Fransa’nın bu yönde aldığı ilk karar değil. Ülkenin devlet okullarında ve kamu kurumlarında dini sembollerin kullanılması çeşitli düzenlemelerle engelleniyor.

Laiklik yasalarına aykırı olduğu gerekçesiyle başörtü 2004 yılında devlet okullarında yasaklandı. Ülkenin devlet televizyonu TF1’e konuşan Eğitim Bakanı Gabriel Attal abaya yasağını savundu.

BBC Türkçe‘nin aktardığına göre; Attal, “Bir sınıfa adım attığınızda, bir bakışta öğrencilerin hangi dine mensup olduğunu anlayamamalısınız” dedi. Bu yasak kararı öncesi abaya üzerinden aylardır bir tartışma devam ediyordu. Sağ siyasetçiler çoğunlukla yasağı savunurken, siyasi yelpazenin solunda yer alan bazı politikacılar Müslümanlar kadın ve kızların haklarının çiğnendiği konusunda endişelerini dile getirdi. Muhalefette yer alan Boyun Eğmeyen Fransa partisinden Clementine Autain, “kıyafet polisliği” yapıldığı eleştirisini yapıyor ve yasağın “anayasaya aykırı” olduğunu savunuyor.

Fransa’daki Müslümanların çatı kuruluşu Fransa Müslüman Konseyi (CFCM) de kıyafetlerin tek başlarına dini semboller olmadığı şeklinde bir açıklama yaptı. Yasağı savunan Bakan Attal, laiklik tanımına ilişkin de konuştu ve “Laiklik kişinin kendisini okul aracılığıyla kurtarma özgürlüğüdür” dedi. Attal sözlerinin devamında, abaya için “laikliğin sığınağı olması gereken okullar üzerinde cumhuriyetin direnişini test eden bir dini dışavurum” ifadesini kullandı.

Fransa’da 2010’da kamuya açık alanlarda peçe ile dolaşılması da yasaklandı. Devlet okullarında başörtü yanında, Hristiyan semboller ve kipa takılması da yasak. Ülkede Samuel Paty adlı öğretmen 2020’de ifade özgürlüğü ile ilgili bir ders sırasında, Muhammed Peygamber‘in karikatürlerini öğrencilerine göstermesinin ardından başı kesilerek öldürülmüştü.

Fransa’da bu cinayet büyük tepki doğurmuş ve ifade özgürlüğünü desteklemek için ülke genelinde yapılan yürüyüşlere on binlerce kişi katılmıştı.

Türkiye’de işkence ve kötü muamele vakaları 2022’de artış gösterdi

Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), “2022 Yılı Tedavi Merkezleri” isimli raporunu açıkladı. Rapora göre 2022 yılı, 2001-2022 döneminde en çok sayıda şikâyet başvurusu alınan ikinci yıl oldu.

2022 yılında kendisi ya da bir yakınının işkence ve kötü muameleye maruz kaldığı iddiasıyla bin 201 kişi TİHV’e başvurdu. Rapora yönelik değerlendirmelerde bulunan TİHV Başkanı Metin Bakkalcı, yüksek başvuru sayısının insan hakları konusundaki kötü gidişatın bir göstergesi olduğunu belirtti.

Rapora göre, vakfa başvuran 1,201 kişiden 1,117’si kendisi, 84’ü ise bir yakını işkence ve kötü muamele gördüğü için TİHV temsilciliklerine ulaştı. Başvuranların bin 79’unun Türkiye içinde, 38’inin ise Türkiye dışında işkence ve kötü muamele gördüğü belirlendi.

Başvuranların en küçüğü 3, en büyüğü 76 yaşında

Gördüğü işkence ve kötü muamele nedeniyle başvuranların en küçüğünün 3 yaşında, en büyüğünün ise 76 yaşında olduğu bildirildi. Başvuranların yüzde 56,9’unun erkek, yüzde 39,1’inin kadın, yüzde 4’ünün ise LGBTİ+ olduğu ifade edildi.

Vakfa başvuranların yüzde 70,2’si fiziksel müdahaleye, yüzde 83,4’ü tehdit ve hakarete, yüzde 45,2’si de pozisyonel işkenceye uğradığını kaydedildi. Başvuranların yüzde 43,5’i cinsel işkence gördüğünü anlatırken üç kişi de tecavüze uğradığını dile getirdi.

Ters kelepçe, tehdit, hakaret

Vakfa başvuranların yüzde 70,2’si fiziksel müdahaleye, yüzde 83,4’ü tehdit ve hakarete, yüzde 45,2’si pozisyonel işkenceye uğradı.

497 kişi ters kelepçeli halde bekletildi.

Başvuranların yüzde 43,5’inin cinsel işkence gördüğü tespit edilirken, 3 kişinin tecavüze uğradığı aktarıldı. 80 kişi fiziksel cinsel tacize uğradı.

Sokakta ve Emniyet’te

Barışçıl toplantı ve gösterilere yönelik artan baskı ve engellemeler, bu yıl da TİHV Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezleri raporuna da yansıdı.

Gözaltı sürecinde işkence görenlerin yarısından fazlası (yüzde 50,6’sı) sokakta ya da açık alanda işkence ve kötü muamele gördü.

Gözaltı sürecinde işkence gördüğünü belirten her iki kişiden birinin (50,7) götürüldüğü Emniyet müdürlüklerinde işkenceye ve kötü muameleye maruz kaldığı tespit edildi.

Vakfa başvuranlardan 131’i İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde, 103’ü Van Emniyet Müdürlüğü’nde işkence ve kötü muamele gördüğünü belirtti.

Rapora göre, karakollar, jandarma komutanlıkları/karakolları kadar gözaltı araçlarında da işkence ve kötü muamele sürdü. Gözaltı sürecinde işkence görenlerin yüzde 30,7’si araç içinde kolluk güçlerinin işkence ve kötü muamelesine maruz kaldı.

Onur ayı

Raporda Onur Ayı etkinliklerine yönelik engellemeler ve kolluk müdahaleleri nedeniyle İstanbulAnkara ve İzmir’deki tedavi merkezlerine yapılan başvuruların haziran ayında ciddi şekilde yoğunlaştığına dikkat çekildi.

Diyarbakır, Van ve Cizre

Raporda Diyarbakır, Van ve Cizre’deki TİHV merkezlerine yapılan başvuruların her yıl giderek arttığının da altı çizildi. Bu durumun bölgede ifade özgürlüğü ile barışçıl toplantı ve gösteri özgürlüğüne yönelik yasaklamalarla birlikte ele alınması gerektiği vurgulandı.

Ayrıca raporda, gördüğü işkence ve kötü muamele nedeniyle vakfa başvuranların yüzde 68,8’nin Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgesi doğumlu kişiler olduğu aktarıldı.

Adli muayene

Gözaltında adli muayene süreçlerinde yaşanan hak ihlalleri de TİHV’in raporuna yansıdı. İşkence gördüğü için TİHV’e başvuranların çoğunluğu, gözaltı süreçlerinde adli muayeneleri yapılırken kolluk güçleri muayenehaneden çıkarılmadığını, yakınmalarının dinlenmediğini anlattı.

Yurttaşlar Dikmece’de buluştu: Zeytin kardeşliği kazanacak

Hatay’ın Antakya ilçesine bağlı olan Dikmece mahallesinde zeytinlik alana yapılması planlanan Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ) konutlarına karşı Dikmece halkının direnişi 29 gündür sürüyor. Dikmece’deki direniş alanı, dün (26 Ağustos’ta) vatandaşlar için bir buluşma noktası oldu. Türkiye’nin dör bir yanından doğa savunucuları, direnişe destek vermek adına Dikmecelilerle bir araya geldi. Buluşmadan yükselen ortak ses ise “Zeytin kardeşliği kazanacak” oldu.

Toprağa ve yaşam alanlarına sahip çıkmak ve binlerce zeytin ağacı için bir araya gelen vatandaşlar, Büyük Dikmece Buluşması’nda “Akbelen‘den Dikmece’ye sürüyor mücadele”, “Sermaye defol bu topraklar bizim” ve “Faşizme karşı omuz omuza” ve “Ma rıhna nıhna hon” sloganlarıyla yürüdü.

Fotoğraf: Diyar Saraçoğlu

Bianet’ten Diyar Saraçoğlu’nun aktardığına göre; sürecin başından beri Dikmece’de olan Mor Dayanışma‘dan Selver Büyükkeleş, direnişin başlangıcını ve evrildiği süreci şöyle anlattı:

“Gülderen mahallesine hastane yapmak için geldiklerinde önce Gülderen‘de avukatların da katıldığı bir halk toplantısı yaptık. Sonrasında köyden arkadaşlar bize ulaştı. İlk toplantımız beş-altı kişiyle gerçekleşti. Hızlıca yine Yukarı Dikmece‘de Çağdaş Hukukçular Derneği‘yle (ÇHD) bir bilgilendirme toplantısı yaptık. Yine süreçten etkilenen buralı ve Hatay Barosu’ndan bir avukat arkadaşımızla görüştük. Ve hızlıca bunu yerel ve ulusal basına duyurmamız gerektiğini düşünerek 22 Mayıs’ta ilk yürüyüşümüzü gerçekleştirdik.

Sonrasında tüm kurumlar, belediyele ve partiler buraya gelmeye başladı. Bizler ise düzenli bir şekilde her hafta buraya geldik. Hem kadın hem çocuk etkinlikleri üzerinden buradaki halkla bağ kurduk. Daha hızlı ve daha güvenilir bir ilişki kurduk. Evvel Temmuz sürecinde istimlaklara dair bir panel yaptık ve bu da gayet yüksek katılımlı gerçekleşti. Festivalin son gününde Dikmeceliler, Serinyol‘daki festivalimize katıldı.

24 Temmuz’da festival değerlendirmemizi alırken, Akbelen’le aynı anda köye saldırdıklarını öğrendik. Arkadaşımız Perihan Koca da buradaydı. İnsanları tarlaya almadılar. Hızlıca basına duyurduk. Ertesi gün ise bir duyuru yaptık: Gelseler de gelmeseler de biz bu köyde toplantı alıp yürüyüş yapacağız ya da arsaya ineceğiz, dedik. Yani direnişi başlatıyoruz, dedik.

Direnişi başlattığımız gün dışarıdan dayanışma için gelen kurumlara ve mahalleden arkadaşlara orantısız bir güçle saldırıldı ve bir işkence uygulandı. Ardından biz hızlıca çadırımızı kurduk ve forumlara başladık. İlk gün hem müzik yapan Serinyollu gençler hem de CHP ve Yeşil Sol‘dan milletvekili arkadaşlar vardı. Tabii Hatay Barosu da. Direniş çadırımızı her gün dışarıdan ve şehirden gelen kurumlarla birlikte devam ettirdik.”

‘Kazanacağımızı biliyoruz’

“Bugün direnişimizin 29. günü. Bu süreci de şöyle örgütlüyoruz: Süreçle ilgili bir etkinlik ya da eylem, röportaj talebi, belgesel gösterimi varsa ortak karar alarak ilerliyoruz. Şu an 400 küsur kişilik hem basın emekçisi arkadaşların hem de köyden arkadaşların ve temsili olarak dışarıdan bazı kurumların olduğu bir grubumuz var. Oradan duyurumuzu yapıyoruz. Süreci bir mahalle meclisi tarzında devam ettiriyoruz. Ve bunun örgütlenmesini de yine mahalleden arkadaşlarla birlikte yürütüyoruz.

Zaten burada görev alan sloganından tutalım da konuşmasına kadar hepsi köyden arkadaşlar. Dört aydan beri direnişin içerisindeyiz. Şunu da gördük: Altı kişiyle başladığımız direniş şu an binlere ulaştı. Şehir dışından gelen; Amed, Adana, Mersin, İstanbul ve Akbelen’den gelen dostlarımızla ilerliyor süreç. Nasıl ilerler bilmiyoruz ama her şeyi düşünerek ilerliyoruz. Direnişte hemfikir olduğumuz için artık direnişimizin formüllerini konuşuyoruz.

Kazanacağımızı da şuradan biliyoruz. Buradaki maden direnişlerinde ve direnişin ilk gününden beri vardık ve kazandık. Türkiye’deki diğer direnişlerden de gördüğümüz üzere geçmiş bir mücadele deneyimimiz var ve kazanacağımıza eminim. Sadece kamuoyuna daha çok duyurulmasını ve direnişe dışarıdan daha çok destek gelmesini istiyoruz.”

Akbelen’den Cerattepe’ye enerjiden madene Türkiye’de orman tahsisi gerçeği-4

Dizinin ilk üç bölümündeki genel bilgilendirmelerden sonra artık Akbelen olayına geçiş yapabiliriz sanırım.

Hatırlatma amacıyla Akbelen’deki durumu özetleyeyim:

Muğla ili, Milas ilçesi, İkizköy mahallesi sınırlarındaki Akbelen Ormanı olarak bilinen alanda Yeniköy Kemerköy Elektrik Üretim ve Ticaret A.Ş.’ye, açık maden ocağı işletmeciliği amacıyla, 2020 yılında Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından 6831 Sayılı Orman Yasası’nın 16’ncı maddesine göre tahsis işlemi yapılıyor.

Akbelen Ormanı’nın ormancılık örgütündeki tanımlanması da şöyle: Milas Orman İşletme Müdürlüğü Kayadere Orman İşletme Şefliğinin 136 ve 137 numaralı bölmeleriyle Karacahisar Orman İşletme Şefliğinin 135 numaralı bölmesi. Tahsis işlemine konu orman alanı yaklaşık 78 hektar. Metrekare birimiyle alanın tam karşılığı 780.630,53. Aslında, yukarıda adı geçen şirkete aynı amaçla daha önce yaklaşık 446 hektarlık (4.456.628 m2) orman alanında izin verilmiş, şirket bu alanda açık kömür ocağı işletmeciliği yapmış ve rezervleri bitirmiş. Şirkete kömür çıkaracak yeni alanlar gerekli olduğu için güncel tartışmalara konu olan 78 hektarlık orman alanı tahsisi yapılmış.[1] Detaylarını başka pek çok kaynakta bulmanızın mümkün olacağı dava süreçleri sonucunda ormancılık örgütü tarafından söz konusu orman alanının şirkete teslimi amacıyla ağaç kesimi çalışmaları başlayınca olanlar oldu.

Fotoğraf: Cansu Acar.

Akbelen’e yakından bakalım

Aslında Akbelen’deki tahsis işlemine konu orman alanı son 10 yılda (2013-2022) açık maden işletmeciliği amacıyla tahsis edilen toplam orman alanının (53 bin 130 hektar) yaklaşık yüzde 0,15’i, aynı dönemde verilmiş tüm madencilik izinlerinin (103 bin 620 hektar) yaklaşık yüzde 0,075’i ve yine aynı dönemde her türlü amaç için yapılmış orman tahsislerinin (382 bin 972 hektar) yüzde 0,020’si kadar.[2]

Yukarıdaki oranlar Akbelen olayının önemini küçümsemenize yol açmasın. Bunlara bakınca sağduyulu bir insanın düşünmesi gereken şey Akbelen’den yola çıkarak ülkedeki durumun vahameti olmalı. Maalesef pek çok yerde gösterilen tepkiler Akbelen’deki, Cerattepe’deki ya da Kazdağları’ndaki kadar güçlü olmuyor.

Diğer yandan, konunun bölgesel önemini anlamak için, Akbelen olayına parçası olduğu Muğla ili bütünü açısından da yaklaşmak gerekiyor. Muğla, kömür madenciliği ve ona dayalı termik santrallerden neredeyse 50 yıldır çok ama çok çekmiş bir kent. Muğla’nın kömüre feda edilişi 1977 yılında Yatağan Termik Santrali’nin temelinin atılmasıyla başlıyor. 1979 yılında ise Yatağan-Eskihisar ve Milas-Sekköy linyit maden ocakları işletmeye alınıyor. Bu uzun süreçte üç termik santral (Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy) yapılıyor. Bu santrallerin ihtiyaç duyduğu kömürü çıkarmak için Yatağan’da 21 bin hektar Milas’ta da 23 bin hektar alan linyit maden ocağı olarak ruhsatlandırılıyor. Bu alanların %47,3’ü (20 bin 800 hektar) orman alanı. Ruhsatlandırılan alanların henüz 5 bin hektarında açık maden işletmeciliği yapılmaya başlandı. Ruhsat alanlarının tamamının işletmeye alınması durumunda Milas’ta 11 bin 200, Yatağan’da da 7 bin 250 hektar orman alanının daha madenciliğe kurban gideceği hesaplanıyor.[3]

Görüldüğü gibi Muğla’nın (ve elbette ülkemizin) madenden ve özellikle kömürden çekeceği daha çok çile var gibi görünüyor. Bu nedenle Akbelen’deki kömüre karşı ormanı koruma mücadelesinin çok ama çok anlamı ve değerli olduğunu not düşmek zorunlu.

Neden maden (para) değil orman?

İnanın, 2023 yılında, gezegenin açıkça bir çöküş yaşadığı böyle bir dönemde, bilginin bu derece net ve kolay ulaşılabilir olduğu bir çağda, bu sorunun yanıtını açıklamak zorunda kalmak bile para hırsının aklı ve vicdanları nasıl körleştirmiş olduğunun açık kanıtı. Orman yaşam demek, ormansızlaşma ölüm. Bu kadar basit. Biz bu nedenle ‘maden değil orman’ diyoruz.  ‘Maden de maden’ deyip kara propaganda yapanlar, gerçekleri çarpıtıp restorasyon denilen çalışmalarla her şeyin güllük gülistanlık olduğunu iddia edenler,[4] sizlere basit bir deney öneriyorum: Nefesinizi iki dakika tutmayı deneyin. Gözünüz kararmaya, canınız bedeninizi terk etmeye başladığında çelik kasanızdaki banknot demetlerine sarılmaya ya da telefonunuzun ekranındaki banka hesabınızın bol sıfırlarına bakmaya çalışabilirsiniz; hiçbir işe yaramayacağını bilmiyor olamazsınız elbette.

Fotoğraf: Cansu Acar.

Ama aynı zamanda şunu da biliyorsunuz: Ormansızlaşma, iklim değişikliği ve gezegendeki ekolojik çöküş önce siz zengin azınlığı değil yoksul çoğunluğu vuracak. Milyarlarca insan açlık, susuzluk, afetler ve bugün hiç bilmediğimiz hastalıklarla mücadele ederken (ki şimdi de bu mücadelenin içinde olanlar var) sizler gezegenin görece yaşanabilir yerlerine kaçıp günü kurtarma olanağına sahip olacaksınız. Muhtemelen buna güveniyorsunuz. Ama emin olun ölüm er ya da geç gelip sizi de bulacak. Belki bencilce sorumsuzluğunuzun faturasını siz değil çocuklarınız, en iyi ihtimalle torunlarınız ödeyecek. Banka hesaplarınızın sağ tarafındaki birkaç sıfırı kaybetmek yerine koca bir gezegenin ölümünü, milyarlarca insanın ve katrilyonlarca canlının acı çekmesini tercih etmek nasıl adlandırılır, inanın ben buna sözlükte bir karşılık bulamıyorum. Doğrusu bulmak da istemiyorum. Para hırsıyla kömür karasına dönüştürdüğünüz vicdanlarınıza seslenmeye çalışmanın anlamsız bir çaba olduğunun epeydir farkındayım. O nedenle işimiz sizi akla ve vicdana davet etmek değil sizinle sonuna kadar mücadele etmek olacak. Cerattepe’de ettik ediyoruz, Kazdağları’nda ettik ediyoruz, Akbelen’de de mücadeleye devam edeceğiz. Nerede gerekiyorsa orada tercihini para yerine yaşamdan yana yapmış olan bizleri bulacaksınız. Bundan hiç kuşkunuz olmasın.

Genetiği değiştirilmiş ormancılar (GDO)

Bile isteye ormancılık eğitimi almış, kendini oldum olası ormancı olarak tanımlayan, ormanı ve yaşamı diğer her türlü şeyin üstünde tutan birisiyim. Uzun yıllardır da ormancılık eğitimi içerisinde yer alıyorum. Türkiye’de eğitimi 1857 yılında başlayan, meslek olma ve kurumsallaşma sürecini diğer pek çok uğraşıdan önce tamamlayan ormancılığın bugün gelmiş olduğu durumdan büyük üzüntü duyuyorum. Genetiği değiştirilmiş ormancılar (GDO) terimini ilk kez yine Yeşil Gazete’de 19 Şubat 2014 tarihinde yayımladığım “Dokunmayın ormancılığın genetiğine” başlıklı yazımda kullanmıştım. O yazıda ormancılığın temelinin koruma olduğunu, fakat ne yazık ki kullanmayı korumanın önünde tutan ormancıların ortaya çıktığını vurgulamaya çalışmıştım.

Fotoğraf: Cansu Acar.

Meramımı daha net ortaya koymak için bir alıntı yapayım o yazıdan:

“Ormanı orman olarak korumaktan başka her yol mubah oldu. Her yol! Orman yol oldu, orman taş ocağı oldu, orman üniversite oldu, orman otel oldu, orman havaalanı oldu, orman kanal oldu, orman şehir oldu, orman çöplük oldu… Bir tek orman olamadı, orman kalamadı orman. Doğal ormanların göğsüne hançerler saplandı, korumayı, yaşatmayı unutup taneyle dikilen ağaç çevreciliğine(!) terfi ettik topyekûn. Ormanla ağaç arasındaki derin uçurumu göremedik ne yazık; yuvalarımızı yıkıp birer birer, tuğla verdiler karşılığında, kandık. Belki de en kötüsü GDO (Genetiği Değiştirilmiş Ormancı)’ların ortaya çıkması idi bu süreçte. Korumayı itip bir kenara “kullan, ne olursa olsun kullan” şiarının büyüsüne kapılan ormancılar görmeye başladık. Sanki ekonomist azmış gibi ekonomist gözüyle bakan, sanki müteahhit azmış gibi müteahhit gibi davranan, sanki tüccar azmış gibi tüccar hesabıyla çalışan ormancılar.”

Bu da nereden çıktı şimdi diyebilirsiniz. Akbelen Ormanı dava sürecinde üç farklı bilirkişi heyeti raporu sunulmuş mahkemeye. Bu heyetler içinde doğal olarak ormancılar da var. Biri[5] normal yazı formatıyla yalnızca yarım sayfalık görüş belirtmiş. Bu yarım sayfanın yarısı standart dava dosyası bilgileri zaten. Geriye kalmış üç, bilemedin beş satır. O satırlarda temel olarak şöyle söylüyor: “Çıkarılacak linyitten enerji üretilecek, ekonomi ve istihdama katkı yapacak, o nedenle kamu yararı vardır.”  İyi de, ormancı, senin işin bu değil ki. Senin işin ormana ne olacak sorusuna yanıt vermen. Hakkını yemeyelim, ona da bir cümleyle yanıt vermiş. Diyor ki, iş bittikten sonra alan ağaçlandırılacak, 50-60 yıl sonra alan şimdiki haline gelecektir. Peki, 50-60 yıl boyunca ne olacak? Buna ilişkin tek bir satır bile yok. Sonra şöyle diyor ormancı (aynen alıntılıyorum):

“Orman Bakanlığının[6] izninin iptali isteminin ORMAN MÜHENDİSLİĞİ AÇISINDAN UYGUN OLMADIĞI (bu kısmı tam da bu şekilde büyük harfle ve koyu renkle yazmış orman mühendisi) görüş ve kanaatinde olduğumu belirtirim.”

Fotoğraf: Cansu Acar.

Pardon da, sayın ormancı, burada mühendislik görüşü nerede? Sen madenci ne dediyse onu tekrarlamışsın. Hatta onu bile tekrarlamaya zahmet etmemiş, özetlemişsin.

Madenci ne dediyse diyerek madenciliği bilimsel ve etik temelde yapanlara haksızlık yapmayayım. Sözünü ettiğim madenci paranın aklını ve vicdanını körelttiği madenci. Yoksa ne madenciler var, bu örnekteki gibi GDO’lara kök söktürür. Örnek mi? Aynı bilirkişi heyetinde görüş bildiren maden mühendisi mesela. Bu değerli mühendis, GDO’nun yarım sayfa görüş yazdığı orman davasında tam dört sayfa görüş yazmış, üç fotoğraf kullanmış, bilimsel argümanlar sunmuş ve nihai kanaatini şu şekilde belirtmiş:

“Orman alanının muhafaza edilmesindeki kamu yararının, dava konusu alandaki madencilik faaliyetlerinin yürütülmesindeki kamu yararından daha üstün olacağı kanaatindeyim.”

Neyse, enseyi karartmayalım. Aldığı eğitimin ve mesleğinin etik değerlerinin hakkını verecek ormancı da var elbet. Hem de çok sayıda. Bir örnek de ona verip yazıyı tamamlayayım. Aynı dava kapsamında mahkemeye sunulan ikinci bilirkişi heyetinde görev yapan orman mühendisi. Ormancılığın temel genetik özelliğinin korumak olduğunu, kullanmanın ancak korumaya zarar vermeyecek ölçülerde kalması durumunda söz konusu olabileceğini unutmamış olan bu değerli meslektaşıma teşekkürlerimi ve minnet duygularımı iletiyorum.

Bu yazı dizisini, bundan sonraki bölümde sözde rehabilitasyon konusunu irdeleyerek tamamlayacağım. Bakalım rehabilitasyon çalışmaları kamuoyuna yansıtıldığı gibi her sorunu çözen sihirli bir değnek mi yoksa tedaviden çok anı kurtarmaya yönelik bir ağrı kesici mi?

*

[1] Şirketin kömür çıkaracağı alan daha geniş. Biz sadece ormanlık alandan söz ediyoruz.
[2] İstatistikler konusunda daha detaylı bilgi için bu yazı dizisinin üçüncü bölümünü inceleyebilirsiniz. 
[3] Bu paragraftaki bilgiler Climate Action Group Europe çatısı altında Deniz Gümüşel ve Elif Gündüzyeli tarafından yazılıp 2019 yılında yayımlanan Kömürün Gerçek Bedeli: Muğla rapordan alınmıştır.
[4] Bu konuyu dizinin beşinci ve son bölümünde ele alacağım.
[5] Kim olduğu önemli değil, çünkü mesele isimler değil.
[6] Aslında Tarım ve Orman Bakanlığı demesi gerekiyor ama üstlendiği sorumluluğun gerektirdiği ciddiyetin o kadar uzağındaki, bilirkişi raporu gibi son derece önemli bir belgede bir bakanlığın adını bile doğru yazabilmek seviyesinin altında kalmış maalesef.

Fukuşima’nın radyoaktif suyunun deşarjı benzer girişimlere emsal olabilir

İklim krizi en son Çanakkale’de, Şırnak’ta, komşu Yunanistan’da, ülkenin ve dünyanın dört bir yanında küçük bir kıvılcımla ormanları, canlıların yaşam alanlarını hızla kömüre, küle çevirirken plastik ve atıklarla kirletilmiş olan dünya denizlerinin kar ve maliyet merkezli politikalar nedeniyle bir de fütursuzca radyoaktiviteye bulanması söz konusu. Zira bilindiği gibi Japonya hükümeti ve TEPCO tarafından yürütülen işlemler çerçevesinde tesis sahasındaki su tanklarında biriktirilmiş olan 1,34 milyon ton radyoaktif suyun deşarjına başlandı.

Atık suyun katılaştırılıp inşaat malzemesine dönüştürülmesi veya uzun vadede ilave depolama maliyetleri gerektiren 100 kat daha pahalı fakat daha güvenli seçenekler elenerek yalnızca 23 milyon dolarlık arıtma sisteminin kurulmasıyla Çevre Etki Değerlendirmesi(ÇED) dahi yapılmadan deşarj faaliyetinin hayata geçirilmesi ekokırım anlamına geliyor. Bununla birlikte 40 yıl süreceği belirtilen bu deşarj yöntemi birazdan nedenlerini okuyacağınız üzere küresel ekosistemin görünenden çok daha uzun ve yoğun bir şekilde  hücrelerine kadar sistemik bir saldırıyla karşı karşıya olduğunu ortaya koyuyor.

Japonya ‘arıtma’ konusunda doğruyu söylemiyor

Meselenin Çernobil nükleer felaketi ile aynı tehlike derecesindeki Fukuşima’da 2011 yılında deprem ve tsunami ile tetiklenen nükleer felaketin üç reaktör çekirdeğinin tam erimeye uğramasının sonucu olarak biriktirilen atık su olması, deşarj işleminin nükleer santrallerin olağan sayılan deşarj işlemlerinden farkını ve tehlikenin boyutlarını ortaya koymakta. Japonya Çevre Bakanlığı’nın internet sitesinde yayımlanan verilerle de itiraf edildiği üzere aslında biriktirilmiş atık su  içinde arıtma yapıldığı iddia edilen radyoaktif izotopların sayısı gerçek miktarın  yalnızca yarısı kadar! (1)

Bu noktada gözden kaçan bir detay radyoaktif suyun denize boşaltılması için telaffuz edilen 40 yıllık sürenin dışında deşarj miktarına dair bir bilginin paylaşılmamış olması. Zira bu durum belirtilmiş olan süre zarfında örneğin 100 yıllık deşarjın yapılma ihtimalinin de saklı olduğunu akla getiriyor. Ayrıca daha bugünkü itirazlar yok sayılırken 40 yıl süren bir deşarjın ardından deşarj  döneminin uzatılmasına karşı hangi itiraz ne kadar dikkate alınabilir?

Açıkçası Fukuşima’da deşarjına başlanmış olan radyoaktif suyun 10 yıl içinde Marmara, Akdeniz, Ege, Karadeniz dahil  dünya denizlerine karışmış olacağı gerçeğinin yanı sıra denizlerdeki buharlaşmanın da ekosistemdeki endüstriyel radyoaktiviteyi artırması söz konusu. Peki dünya genelinde kanser hastalıklarının, DNA bozulmaların, düşük vakalarındaki artışın, sağlıklı nesiller yetiştirmenin zorlaşması anlamına gelirken bu siyasi kararın  müsebbibi olan TEPCO, Japon hükümeti ve IAEA açısından fazlasıyla kötücül imaj oluşmuyor mu?

Hedef, ‘normalleştirmeyle’ aşılacak yeni eşik!

Anlaşılan o ki toplumsal itirazların yok sayılarak dünya denizlerinin nükleer atık havuzuna çevrilmesinin gerisinde kapitalist işleyişin çelişkili sürekliliğini kendi krizlerinin içinden güçlenerek çıkmasına borçlu olan uygulamalardan ilham alan daha büyük bir hedef yatıyor: Nükleer endüstrinin maliyetlerini düşürmesini sağlayan girişimlerinin normalleştirilmesiyle yeni bir eşiğin daha aşılması!

Yukarıda öne sürdüğüm iddiayı 10-12 yılda biriktirilmiş olan 1 milyon 340 bin ton suya Japonya genelinde diğer nükleer santrallerin atık sularının da eklenmesi ihtimaliyle düşünmek de mümkün. Zira iklim krizi şartlarında nükleer santrallerin maliyetli süreçleri bu endüstrinin ataletini artırırken IAEA bu yolla dünya genelinde operasyon halindeki 410 reaktörle inşası devam eden 50 reaktörün yanı sıra bakım onarım, operasyondan çıkarılmış söküm sürecindeki 80 kadar reaktörün  atık suyunun boşaltımını kolaylaştırarak endüstriyi cesaretlendirebilir.

Bu durum özellikle ülkemizde inşasında sona yaklaşılan Akkuyu Nükleer Santrali’nin sahibi Rusya’nın 1957 yılındaki Mayak nükleer santral kazasını ’90’lara kadar sakladığı  ve nükleer atıklarını Techa nehrine 1948 yılından 2004 yılına kadar boşaltmış olduğu gerçeğiyle düşünüldüğünde Rosatom‘un kirli sicili nükleer deşarjın  legalleşmesinden yararlanma ihtimalinin yüksek olduğuna işaret ediyor. Kaldı ki bu zihniyetin kendi toprağı da olmayan demokrasisi gelişmemiş bir ülkede ve 35 dereceyi aşmaması gereken deşarj suyu sıcaklığını sınırlayan maddeden Akkuyu’yu muaf tutan siyasal iktidarın hakim olduğu  karar süreçlerinde Akdeniz’de neler yapabileceğini öngörmek  zor değil!

IAEA’nın icra ettiği rol

Özetle devletlerin şirket gibi yönetilmesini benimsemiş olan siyasal iktidarların “verimlilik” karlılık iddialarıyla kimin karını ve menfaatini kolladığı Fukuşima örneğiyle bir kaz daha karşımızda. Ancak bu işleyişe eşlik eden küresel üst kurum olarak IAEA’nın  kamuoyunu teskin edici söylemlerinin etkisini es geçmemeli. Ne var ki o söylemler IAEA’nın icra ettiği rolün bir parçası. Nitekim  IAEA içinden dışarıya sızan bir belge TEPCO ve Japon Hükümetine desteğini açıklayan ajansın nükleer santrallerle ilgili olumsuz imaj yaratan açıklamalardan kaçınılmasını, basını ve kamuoyunu manipüle eden bilgilerin yaygınlaştırılmasını telkin ettiğini gösterirken bu kurumların aralarındaki kirli ilişkiyi deşifre ediyor.

Bununla birlikte IAEA’nın nükleer endüstri  içindeki koordinatlarının 1959 yılında Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ile yaptığı bir anlaşmaya dayandığı atlanmamalı. Zira nükleerin çeşitli ölçeklerde toplum sağlığına etkisine dair en üst yetkili birim nosyonunu yüklenmesini sağlayan bu gizli anlaşma, kurulma nedeni nükleer santrallerin dünya genelinde yaygınlaşması olan bu üst kurumun küresel toplumun maruz kaldığı sağlık risklerini örtbas ettiğini açıklıyor. Özellikle Fukuşima sürecinde IAEA içinden ifşa edilen yukarıdaki belgenin skandal boyutu dikkate alınırsa IAEA’nın radyoaktif atık suyun  küresel sağlık riski bulunmadığı konusundaki taahhütlerine güvenilmesi yanıltıcı olur ki, bu durum IAEA’nın Ukrayna’daki savaşta Çernobil ve Zaporijya nükleer tesislerinden yayılan radyasyon verilerine dair  gerçekçi ve doğru bilgi paylaşmadığı ihtimalini de pekiştiriyor.

Sonuç olarak küresel toplum açısından yapılması gereken IAEA’dan sızdırılan bu belgenin skandal niteliğine dikkat çekilerek Fukuşima’dan okyanusa radyoaktif suyun deşarjının durdurulması ve nükleer santrallerin pazarlamasını önceleyen kurum olan IAEA’nin toplum sağlığını ilgilendiren karar süreçlerinin dışında kalmasını talep etmesidir.  Bununla birlikte  Fukuşima’daki radyoaktif kirliliğin bertarafında tüm proseslerin iç kontrol ve mali kontrol süreçlerinin en azından farklı iki birim tarafından ifa edilmesi sağlanacak şekilde görevler ayrılığı ilkesinin uygulanması talep edilmelidir.

Bu noktada süreçleri takip eden sivil toplum örgütlerinin üzerinde durduğu konuların aydınlığa kavuşturularak önlemlerin alınması önemli olduğu gibi nükleer santrallerdeki faaliyetlerin süreçlerden  birinci  derecede etkilenen çevre ülkelerce oluşturulacak bir konsorsiyumun dahliyle gerçekçi çözümlerin üretilmesi sağlanmalıdır. Bu konuda nükleer endüstri sathında Çernobil Nükleer Santrali’nin patlamış olan dördüncü reaktörünün dış hava koşullarından korunması için 1997 yılında 40 ülkenin bir araya gelerek finansmanını sağlamasıyla 2016 yılında tamamlanan çelik kubbenin inşası başarılı bir örnek alınabilir.

Kuşkusuz Çernobil için Ukrayna’nın maddi kaynak yetersizliğine bağlı olarak oluşturulan ekonomik ve idari kontrol mekanizmasının felaketin maliyetlerini tek başına üstlenen teknoloji devi Japonya açısından benimsenmesi zordur. Yine de istemi değiştirme yönünde henüz iradesini tam olarak ortaya koyamayan küresel toplum gezegendeki yaşamın tamamen dönüştürülmesinin sınırlarına gelinirken ancak bulabileceği sistem içi çözümle iklim krizine eklemlenen radyoaktif kâbusun önüne geçebilir. Yani siyasal iktidarların verimlilik ve karlılık iddiasıyla diline pelesenk olan “devleti şirket gibi yönetme” mantığının kurumsallık zeminine oturtulmasıyla, öykünülen şirket yönetiminin rasyonalitesine erişmek mümkün olabilir.

*

(1)Deşarja ilişkin detaylar için Yeşil Gazete’nin haberine bakabilirsiniz.