Ana Sayfa Blog Sayfa 190

İliç faciası için tüm Türkiye’de eşzamanlı suç duyurusu yapılıyor

Erzincan‘ın İliç ilçesinde Anagold Madencilik‘in işlettiği Çöpler Altın Madeni‘nde meydana gelen siyanürlü yığın liç alanının kayması hakkında tüm Türkiye’de suç duyurusunda bulunuluyor.

Eşzamanlı yapılacak olan suç duyurusu bugün (26 Şubat) saat 14.00’da gerçekleştirilecek. Ekoloji Birliği ve bileşenleri olan tüm çevre örgütleri bulundukları illerde suç duyurusu yapmaya hazırlanıyor. Suç duyurusu metninde şirketin işlediği suçlara şöyle işaret ediliyor:

“Şüpheli Anagold Madencilik San.ve Tic.A.Ş. tarafından işletilen Çöpler
Altın Madeni işletmesinde yığın liç sahasının kayması/çökmesi ve geniş bir alana yayılması sonucu;

1- Çok sayıda insanı öldürme (TCK madde 81, 85/2),

2-‘İnsan veya hayvanlar açısından tedavisi zor hastalıkların ortaya çıkmasına, üreme yeteneğinin körelmesine, hayvanların veya bitkilerin doğal özelliklerini değiştirmeye neden olabilecek niteliklere sahip olan atık veya artıklarla’ çevreyi kasten kirletme (TCK madde 18/4,5),

3-Görevi kötüye kullanma (Kamu görevlileri yönünden) (TCK madde 257)

4-Tespit edilecek diğer suçlar”

Bir ekstraktivizm ‘telaşı’ olarak İliç altın madeni: ‘Şimdi çiçek de kalmadı’

Yeşil Gazete muhabiri Cansu Acar’ın Erzincan’ın Anagold altın madeni faciasının yaşandığı İliç ilçesinin köylerinde yaptığı video haberlerden birinde iki köylü kadın, uluslararası sosyal bilimler literatüründe son 20 yıldır üzerine çok sayıda kitap ve makale yazılmış bir konsept olan ekstraktivizmi (hafriyatçılık ya da kazıcılık olarak Türkçeleştiriliyor) mükemmel özetliyordu. Önce İliçli köylülerin söylediklerinden birkaç alıntı yapalım, sonra makalelere bakalım:

“Biz böyle bir şeyle karşılaşmadık, dağ taş kazıldı, yıkıldı… (…) hep aynı yere dökmüşler, dökmüşler, on beş senedir aynı yere dökmüşler… (…) Kanadalı kim ki ben Kanadalılar’a bir şey diyeyim… (…) üçte birini altının Türkiye’ye verirlermiş… (…) yeşilliğimizi bozdular, doğamızı bozdular, bir şey kalmadı… (…) zengin oldular hep, üç dört tane arabaları var, şimdi daha konuşmuyorlar insanlarla… (…) yetkililer mi, yetkililer yaptı zaten, para aldılar yaptılar, imza attılar para aldılar… (…) diken de bitti, odun da bitti, her şey bitti… (…) bize bir faydası olmadı, bir ekmek parası almadık… (…) ben istemiyorum ama bizim elimizden bir şey gelmez… (…) ben çok üzgünüm, istemedim memleketimin böyle olmasını ama oldu, bizi kimse karıştırmadı ki… (…) sen buraların papatyasını görseydin böyle göğe çıkıyordu papatyalar, çiçekler, şimdi çiçek de kalmadı, hiçbir şey kalmadı ama bir şey de diyemezsin, yok…”

 Literatürde ekstraktivizm

“Ekstraktivizm” literatürde şöyle tanımlanıyor:

“Son yıllarda, doğal kaynaklar üzerinde merkezi kontrole doğru kayda değer bir ilerlemeye (arazi gaspı bunun en iyi örneğidir), bu kaynakların yoğun bir şekilde sömürülmesine ve çoğu zaman tamamen tüketilmesine tanık oluyoruz. Ekstraktivizm, şu iki durumun kesiştiği noktada yer alır: Belirli doğal kaynaklar (madenler, petrol, gaz, verimli topraklar, yeraltı suları, ormanlar, vb) üzerinde tekelci bir kontrol ve bunların acımasızca sömürülmesi. Söz konusu kaynak çıkarıldıktan sonra geriye sadece ‘negatif dışsallıklar’ kalır: Kirlilik, yoksullaşan nüfus, tükenen kaynaklar, vb. Belli kaynakların içerdiği değer, geride koca bir boşluk bırakılarak çıkarılır. Çıkarılan ürünler ihraç edilir ve elde edilen değer başka yerlere transfer edilir.” (Ye ve ark., 2019)

Aynı makalede her madencilik ya da ormancılık, balıkçılık vb. faaliyetinin ekstraktivizm olarak tanımlanamayacağına vurgu yapılıyor. Bu bugün Türkiye’de yaşadıklarımızı anlamak için önemli. Çünkü bu tür bir ekonomi anlayışına eleştiri getirdiğinizde size verilen cevap ülkenin madenleri çıkarılmasın mı, yatırım yapılmasın mı, vb. olabiliyor. Aynı makalede bir ekonomik faaliyetin ekstraktivizm olarak tanımlanması için sayılan on kriter epey açıklayıcı. (Ye ve ark., 2019) İliç’te olan bitenle karşılaştırmalı okuyalım:

  • Çıkarılan kaynaklar üzerinde bir tekel oluşturulur. Elde edilen yarar sınırlı sayıda faydalanıcının elinde toplanır ve maliyetler dışsallaştırılır. (İliç’te bulunan altın ABD/Kanada-Türkiye ortaklığındaki bir şirketin tekeline verilmiş, çıkarılan altına bu şirket el koyuyor. Oluşan kirlilik dışsallaştırılıyor, yani doğaya ve bölgedeki insanlara yansıtılıyor, şirketin bu kirliliğin yarattığı zararla ilgili bir sorumluluğu yok.)
  • Devlet ve özel sermaye grupları (ister ulusal ister uluslararası olsun) yakın ve iç içedir. (Bir dönem CEO’luğunu eski Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak’ın yaptığı Anagold’un Türk ortağı Çalık Holding’in hükümet nezdindeki ayrıcalıklı yeri malum.)
  • Gerekli altyapı unsurlarının (limanlar, ulaşım sistemleri, elektrik, güvenlik, uysal bir işgücü, vb.) mevcut olması belirleyicidir. (İliç’te bu madenin açılması için gerekli altyapı elbette sağlanmıştır. Güvenlik kısmı da faciadan sonra daha görünür hale geldi. Gerekli altyapıya şeffaf olmayan süreçler de eklenebilir.)
  • Farklı altyapı unsurlarını iyi işleyen bir zincir halinde birbirine bağlayabilen bir operasyonel merkez, çıkarılan ürünlerin yoksulluk bölgelerinden, yüksek fiyatların elde edilebileceği zenginlik bölgelerine taşınmasını sağlar. Bu bağlantılar üzerindeki kontrol tekel konumunu oluşturur. (Çıkarılan altının yoksul İliç’ten zengin finans merkezlerine taşınmasını sağlayan SSR Mining!)
  • Bu süreçlerle elde edilen zenginlik, operasyonel merkezde ve buna katılan sermaye grupları tarafından biriktirilir. (Bu zaten malum.) Elde edilen zenginlik kesinlikle madencilik faaliyetlerinden olumsuz etkilenen insanlara ya da meşru olarak pay talep edebilecek kişilere (ve/veya kurumlara) aktarılmaz. (bkz yukarıdaki alıntı: “bize bir faydası olmadı, bir ekmek parası almadık…”)
İliç Erzincan, çöpler altın madeni
Fotoğraf: Cansu Acar
  • Önceki noktalar (özellikle 1, 4 ve 5) ekstraktivizmin eşitsizlikler tarafından ve eşitsizlikler aracılığıyla oluşturulduğunu ve bu eşitsizlikleri yaratıp derinleştirdiğini ima etmektedir.
  • Belirli durumlarda, elde edilen zenginlik kısmen devlet tarafından sosyal dağıtım ve/veya kalkınma odaklı yatırımlar için kullanılır. (Şuna sosyal dağıtım denebilir mi bilmiyorum ama yine bkz yukarıdaki alıntı: “zengin oldular hep, üç dört tane arabaları var, şimdi daha konuşmuyorlar insanlarla…” Not: İlçedeki bazı insanları kastediyorlar.)
  • Üretim süreci açısından, ekstraktivizm, ilgili kaynakların maddi yeniden üretimi olmaksızın üretimi temsil eder. Madencilik söz konusu olduğunda, yeniden üretim zaten imkânsızdır. Ancak ormancılık, balıkçılık ve tarım gibi faaliyetler söz konusu olduğunda, üretimin yeniden üretimden ayrılması ve ikincisinin ihmal edilmesi ekstraktivizmi farklı kılar: Geriye çöller, boş denizler ve kurak topraklar kalır. Ekstraktivizm, halihazırda mevcut olan kaynakların kullanımına odaklanır, bu kaynakların maddi olarak yeniden üretimine yatırım yapmaz. Yeniden üretimin ihmal edilmesi ekstraktivizmi yıkıcı bir olguya dönüştürür. (İliç’te ekstraktivist madencilikten arta kalan dev maden çukurları ve atık dağları…)
  • Sonuç olarak, ekstraktivizm devasa kârlar yaratır. (SSR Mining’in yıllık geliri 2010’dan bu yana aşağıdaki hızda artarak 2022’de yıllık 1,3 milyar dolara ulaşmış.)

  • Kalan bomboş, tüketilmiş alanlardır: Peyzajın ve biyolojik çeşitliliğin yok edilmesi, yaygın kirlilik, önemli kaynakların tükenmesi, işsizlik, iş kalitesinin düşmesi, yerli halkların yerlerinden edilmesi ve ‘tükenen hayatlar’. (Son madde için yine bkz yukarıdaki alıntı: “buraların papatyasını görseydin böyle göğe çıkıyordu papatyalar, çiçekler, şimdi yeşilliğimizi bozdular, doğamızı bozdular, bir şey kalmadı…”)
İliç Erzincan, çöpler altın madeni
Fotoğraf: Cansu Acar

Yıkıcı boyun eğdirme, tüketme ve karşılıksız bırakma

Ekstraktivizm bir başka makalede “sosyo-ekolojik olarak yıkıcı boyun eğdirme, tüketme ve karşılıksız bırakma süreçlerine dayanır; iyi yönetim, karşılıklılık, yenilenme ve dünyayı gelecek kuşaklara bırakmayı içeren sürdürülebilirlik ile taban tabana zıttır” diye tanımlanıyor. Buna göre ekstraktivizmde, doğal ve beşeri kaynak zenginliğine el konur. Elde edilen ürün ya da hammadde, kaynağına geri dönüşü olmayan bir şekilde zarar veren veya tüketen bir şekilde çıkarılıp götürülür. Ekstraktivizm, sermaye birikimi ve gücün merkezileşmesi üzerine kuruludur. Yerel, ulusal, bölgesel ve küresel olarak farklı, iç içe geçmiş seviyelerde kaynak ve servet akışı sağlar. Ekstraktivizm, küresel kapitalist kalkınma politikalarında neredeyse tüm insanların ve insan olmayanların yaşamlarını kısıtlayan ve baskı altına alan bir sermaye birikimi yöntemidir. Dolayısıyla ekstraktivizm, yaşamı organize etmenin sosyo-ekolojik olarak yıkıcı biçimlerini rasyonelleştiren, kendi kendini güçlendiren uygulamalar, zihniyetler ve güç farklılıkları kompleksidir. (Chagnon ve ark., 2022)

Altın madenciliğinin yapılış biçimi de ekstraktivizm tanımına metaforu aşan bir gerçeklik katıyor: Ağaçları kes, toprağı sıyır, patlat, çıkart, öğüt, ele, ufala, siyanürle, altını al götür, geriye devasa çukurları, pasa dağlarını, siyanürlü liç yığınlarını, zehirli ağır metalleri ve siyanür havuzlarını bırak.

Fotoğraf: Cansu Acar.
Fotoğraf: Cansu Acar

İliç’e geri dönelim. Gerçi bu merkeziyetçi, yıkıcı, tüketici, büyük kaynak rantlarını sermaye birikimine dönüştüren, insanları mülksüzleştiren, yersiz yurtsuzlaştıran, bazılarını da zenginleştirip insanları birbirine düşüren, sonuçta ne var ne yoksa tüketip bitiren, alıp götüren, yarattığı kirliliği ve boş maden çukurlarını ya da çölleşmiş alanları yerel halka bırakan “ekonomik faaliyet” biçimi İliç’le sınırlı değil. Türkiye’nin her yerine yayılan diğer altın madenlerini, taş ocaklarını, atık depolarını, madenler, turizm veya kereste uğruna yok edilen ormanları ya da canlı yaşamı tüketilen denizleri düşünün. Ama İliç, yaşanan büyük facia nedeniyle yıkıcı ekstraktivizmin, bir başka deyişle yeni tip bir sömürgeciliğin simgesine dönüşüyor. Artık sömürgecilik için yerli-yabancı güç ayrımı da yok. Anagold yarı yabancı yarı Türk, ama mesela Bergama Ovacık, Gümüşhane Mastra, Eskişehir Kaymaz, Kayseri Himmetdede altın madenlerinin sahibi olan Koza Altın’ı TMSF yönetiyor.

İliç’te yaşanan facia doğanın sınırsız sömürüsüne dayalı bu “ekonomik kalkınma” biçimini görünür hale getirdi. Ekstraktivizm tanımının önemli bir parçası olan “yıkıcı boyun eğdirme” de rekabetçi otoriter sistemler için havadan sudan daha değerli.

Yıkımın içinde yaşayan insanlar veya çevreciler herhalde faciadan da önce neyi kaybettiğimizi görüyorlardı. Ama boyutunun farkında mıydık? Şu an sürekli hale getirilen kapasite artışlarının da gösterdiği bir telaş iyice ortalığa saçılmış durumda. Oradaki altını (bu başka bir yerde bu kömür, nikel, ağaç vb. olabilir) ama en önemlisi ne var ne yoksa hepsini, tamamını olabilecek en kısa zamanda çıkarıp götürme telaşı: Burayı kaz, bırak, yan tarafa geç, orayı kaz, bırak, böyle devam et!

Bunun herhangi bir ekonomi modeli falan olmadığını gösteren, kapitalist gelişme veya doğa sömürüsü olarak tanımlamanın da yetersiz kalmasına neden olan işte bu telaş. Yukarıda alıntıladığımız Chagnon ve ark.’nın makalesinde ekstraktivizmin küresel kapitalizme bağımlı ya da onunla eşanlamlı olmadığı özellikle vurgulanıyor. Yani buradaki kazıp götürme ağları küresel mevcut kapitalizmin zorunlu olarak içermediği ve ona zorunlu olarak bağlı da olmayan kendine özgü dinamikler taşıyor. Dolayısıyla gezegeni yiyip bitiren, insanlara, gelecek kuşaklara ve diğer canlılara bir şey bırakmaktan korkan bu arsızlığı, bu açgözlülüğü durdurmak mümkün. Sadece en az onlar kadar kararlı ve hızlı olmak ve tabii peşini bırakmamak gerekiyor.

Kaynaklar

  • Jingzhong Ye, Jan Douwe van der Ploeg, Sergio Schneider & Teodor Shanin (2019): The incursions of extractivism: moving from dispersed places to global capitalism, The Journal of Peasant Studies, DOI: 10.1080/03066150.2018.1559834
  • Christopher W. Chagnon, Francesco Durante, Barry K. Gills, Sophia E. Hagolani-Albov, Saana Hokkanen, Sohvi M. J. Kangasluoma, Heidi Konttinen, Markus Kröger, William LaFleur, Ossi Ollinaho & Marketta P. S. Vuola (2022) From extractivism to global extractivism: the evolution of an organizing concept, The Journal of Peasant Studies, 49:4, 760-792, DOI: 10.1080/03066150.2022.2069015

Öfkelenin!*

Filistin’de çoğu çocuk ve kadın on binlerce insan katlediliyor, aç susuz bırakılıyor ve dünya devletlerinin ezici çoğunluğu buna destek veriyorsa,

İsrail’de en barışçıl insanlar, Hamas saldırısında hayatını kaybediyor ve esir düşüyorsa,

İliç’te, büyük bir aptallıkla tekrar yerin altındaki kasalara gömülmek üzre çıkarılan lanet altın uğruna, işçiler toprak altında can veriyor ve siyanür tüm yaşamı zehirliyorsa,

Rus avukat ve aktivist Aleksey Navalniy, Putin’in kirli, yolsuz diktatörlüğüne karşı koyduğu için önce zehirlenip olmadı kalbine inen KGB tarzı bir yumrukla öldürülüyorsa,

Rusya – Ukrayna ve İsrail – Filistin savaşında silah tacirleri ellerini ovuşturuyorsa,

Siz anadilinizi rahatça kullanırken birileri bunu kullanma hakkını canıyla ödüyorsa,

Mültecilere ve uçamayan tüm canlılara duvarlar örülüyor , ölüme hapsediliyorlarsa,

Kuzular, buzağılar bağırtarak annelerinden koparılıyor  ve denizdeki balıklar candan sayılmıyorsa,

Safiyane bir şekilde inandığınız adalet, muktedirlerin elinde bir oyuncağa dönüşmüşse,

Potansiyeline ve yüceliğine çok güvendiğiniz insan türünün çoğunluğu, kapitalizme ruhunu satıp yok edici makinenin bir dişlisi haline gelmişse,

ABD’nin savaş suçlarını ve başka gizli operasyonlarını açığa çıkarıp gazeteciliğini yapan, Julian Assange hapislerde çürütülüp sessiz ölüme terkediliyorsa,

Kadınlar ve cinsel yönelimi normlara uymayan insanlar, taciz, tecavüz ediliyorsa,

Birileri öğle yemeğini yemeye başka ülkelere yolculuk ederken, birileri açlıktan toprağın ince tarafını çoğaltmak için una katık yapıp ekmek yaparsa,

Ormanlarınız ve zeytinlikleriniz  maden çöplüğüne dönüştürülüp sizin ve çocuklarınızın geleceği mahvediliyorsa,

Yediğiniz gıda, gıda değil, soluduğunuz hava, hava değil ve içtiğiniz su, su değilse,

Dostlarınız, sevdiğiniz insan ve insan dışı canlılar haksız yere hapsediliyorsa,

Üzülün, ağlayın, hüzünlenin ama hüznünüz isyan olsun! Öfkelenin!

Öfke; ortada bir adaletsizlik varsa yararlı ve gerekli bir duygudur. Bizi biz ve insan kılar.

Ne diyorsunuz? İnsan sizce de bu acizlik ve öğrenilmiş çaresizlik durumundan kurtulmak zorunda değil mi? Hem kendisi hem de kendisi için bir şey yapma kudretinde olmayan diğerleri için! Özgürlük de bu değil mi? Giriştiği eylemin sonucundan bağımsız olarak…

*

Yazıya ilham olması açısından çok önemli not : Öfkelenin’in yazarı Stéphane Hessel 94 yaşının baharını süren genç yürekli bir bilge. Aynı zamanda pilot, diplomat, arabulucu, danışman, eğitimci, filozof ve sosyalist olan Hessel, İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransız Direniş Hareketi‘ne katılmış, Nazizme karşı mücadele etmiş, faşistler tarafından işkenceye uğramış, toplama kamplarında asılmanın eşiğinden dönmüş, savaşın sonlanmasıyla Birleşmiş Milletler bünyesinde İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin yazılması çalışmalarına katılmış, Cezayir‘in bağımsızlığını savunmuş, diplomatik pasaporta sahip bir arabulucu olarak Filistinlilere destek vermiş, Aydınlanma’nın değerlerini savunan bir yazar.

İnsanlık onuru için bir 21. yüzyıl manifestosu niteliğindeki kitapçığında Hessel, özellikle gençleri, uygar bireyleri, haksızlık ve sorunlara kayıtsız kalmayarak neo-liberal masallara kanmamaya, çevreye duyarlı olmaya, sosyal adaletsizliğe, tekelci sermayenin diktatörlüğüne karşı çıkarak, öfkelerini barışçıl yollarla dile getirmeye çağırıyor. Fransa‘da satışı 2 milyonu aşan ve 25 dile çevrilen kitabının gelirini uluslararası alanda mücadele veren sivil toplum kuruluşlarına bırakan Stéphane Hessel, 2011 Nobel Barış Ödülü’ne de aday gösterilmiştir.

*Stephane Hessel, 2011 Cumhuriyet Yayınları, çeviri: İsmail Yerguz

Küresel eşitsizlik ve çoklu krizler dönemi

Pandemi süresince hayat durmuş gibiydi, pandemi sonrasındaysa yıllar geçmiyor sanki üzerimize çöküyor.  Dünya yıkıcı çatışmalar, savaşlar, zorunlu göçler, küresel güney ve kuzeyi etkileyen hayat pahalılığı, aşırı hava olaylarıyla kendisini gösteren iklim değişikliğinin yol açtığı çoklu krizlerin pençesinde.  

Geçtiğimiz yıl Türkiye’de de çok talihsiz olaylar yaşandı.  6 Şubat depreminde kaybettiğimiz canlar, yaralananlar, evsiz ve işsiz kalanlar ruhlarımızda derin yaralar açtı. Çevre katliamları ve büyük ihmaller sonucunda oluşan iş kazalarının sayıları katlanarak arttı. Hayat pahalılığı, özellikle gıda enflasyonunun yüksekliği ve yükselen enerji fiyatları, geçtiğimiz yıla damgasını vurdu. Ayrıştırıcı ve dışlayıcı söylemler politik ortama hâkim oldu. Son seçimlerde iktidarın değişeceğine dair umut taşıyanlar hayal karıklığına uğrarken, seçim sonrası ortaya çıkan bir dizi politik skandal umut bağlanan muhalefetin ne kadar aciz ve yetersiz olduğunu gözler önüne serdi. Hep birlikte ülkenin daha da sağa kaydığına tanıklık ettik. Sağ partiler gittikçe radikalleşirken kendini solda tanımlayan partilerin de söylemleri ve eylemleriyle sağa yaklaşarak meşrulaşmaya çalıştıklarını gözlemledik. Ancak bu ilkesiz tutum sandıkta beklenen oy artışını getirmediği gibi seçmenin güvenini de zedeledi. 

Yakın coğrafyamızda savaşlar ve kısmi savaşlar süregeliyor.  Ukrayna’da yıkıcı bir savaş devam ederken Gazze’de yaşanan insanlık suçlarına tanıklık ediyoruz. Batılı ülkelerin yanı sıra Müslüman ülke ve topluluklar ve uluslararası örgütler sessizce olan biteni izliyor, hatta destekliyor.  

Covid-19 pandemisinin etkileriyse halen devam ediyor. Salgın neo-liberal sistemin olumsuz yönlerini iyice açığa çıkardı. Kişiden kişiye ve bölgeden bölgeye farklı şekillerde deneyimlenmiş olsa da Covit-19 Pandemisi küresel ölçekte eşitsizlikleri arttırdı.  2020 yılında Covid-19 krizi 124 milyon insanın daha aşırı yoksulluğa maruz kalmasına yol açtı. Geniş kitleler bu sorunlarla boğuşurken çok küçük bir grup varlıklarını arttırdı.  Global sağlık krizi sırasında dünyanın en zengin 10 kişisi zenginliğini ikiye katlarken, 120 Milyondan fazla insan aşırı yoksulluğa sürüklendi.[1]   

Pandemi sırasında 6.2 milyon resmi can kaybı kaydedildi, ancak gerçek rakamın bunun iki katı olduğu tahmin ediliyor.[2] Pandemi sonucunda Amerika Birleşik Devletleri’nde Latin Amerika Kökenli, Siyah, Kızılderili ve Alaska Yerli Halklarının ölüm oranı beyazların iki katıydı.[3]   Yine aynı dönemde, erkeklere oranla daha çok sayıda kadın işlerini kaybetti ve kariyerlerini terk ederek finansal güvencelerini yitirdi.[4] Eve kapandığımız dönemde kadına yönelik ev içi şiddet de arttı. Pandemi göçmen ve mültecilerin yaşadıkları ülkelerde sosyal, ekonomik ve politik haklardan yararlanmalarını daha da güçleştirdi.[5]  

Eşitsizlik: Krizin hem sebebi hem sonucu

Şu anki sistem refahın geniş kitlelerce paylaşılmasına olanak vermeksizin zenginliğin küçük bir kesimin elinde toplanmasına yol açıyor. Eşitsizlikler çoklu krizlere, tehditlere ve şoklara yol açarak yaşanan yıkımı daha da derinleştiriyor. Daha fazla kaynağa sahip olanlar tüm yaşananlardan kendilerini koruyup kolayca toparlayabilirken dezavantajlı veya dışlanmış kesimlerin en fazla hasar görüyor. Eşitsizlik krizin hem sebebi hem de sonucu olarak karşımıza çıkıyor. 

Credit Suisse Küresel Zenginlik Raporu (2022) verilerine göre dünya nüfusunun %1,2 si 1 milyon ABD doları ve üzerinde varlığa sahipken, 1 milyon dolar ila 100 bin dolar arasında varlığa sahip onların oranı % 11,8 düzeyinde.[6] Öte yandan varlıkları 100,000 ila 10,000 ABD doları olanların oranı % 33,8 iken, dünya nüfusunun % 53,2 lik kısmı 10,000 doların altında bir varlığa sahip. Aynı veriler bize dünya nüfusunun %1,2 lik kesimin toplam varlıkların % 47,8 ine sahipken, en yoksul % 53,2 lik kesimin toplam varlıkların yalnızca % 1,1 ine sahip olduğunu göstermekte.  Son otuz yılda, insanlığın en üst % 1’lik kesimi en alttaki % 50’lik kesimden yaklaşık 20 kat daha fazla servete sahip oldu.[7]  

Oxfam’ın “Eşitsizlik Ltd.” olarak çevirebileceğimiz “Inequality Inc.” (2024) rapora göre dünyadaki en zengin beş kişi servetlerini 2020’den bu yana iki katından fazla (% 114) arttı. Tamamı erkek olan bu beş kişinin servetleri 405 milyar dolardan 869 milyar dolara yükseldi. Aynı dönemde yaklaşık 5 milyar insan daha da yoksullaştı. Bu eğilim devam ettiği taktirde on yıl içinde dünyanın ilk dolar trilyonerini göreceğiz. Öte yandan dünyanın en büyük 10 şirketinden yedisinin başında bir milyarder var.  CEO veya ana hissedar konumunda olan bu kişilerin yönettiği şirketlerin toplam değeri 10,2 trilyon dolar. Bu varlık Afrika ve Latin Amerika‘daki tüm ülkelerin toplam GSYİH’sinin üzerinde. Dünyadaki en büyük 148 şirketin kârı 3 yılda ortalama yüzde 52 artarak 1,8 trilyon dolara ulaştı.  Yüz milyonlarca kişi reel gelirleri düşerken varsıl pay sahiplerine yüksek temettüler ödeniyor[8] 

Ampirik çalışmalar eşitsizliğin ekonomi ve toplum açısından son derece zararlı olduğunu gösteriyor. Eşitsizlikler ekonomik gelişmeyi sekteye uğratıyor, yoksulluğu derinleştiriyor, sağlık ve esenliği tehdit ediyor, demokrasi ve katılımcılığa imkân vermeyen, sosyal, ekonomik ve çevresel sürdürülebilirliği   olmayan bir düzenin hâkim olmasına yol açıyor. [9]   

Küresel Kuzey’in rolü

Neoliberal politikaların ve son zamanlarda yaşanan krizlerin bir sonucu olarak ortaya çıkan eşitsizlikler ülke içinde ve dışında artmaya devam ederken bu durumdan en çok kırılgan gruplar zarar görüyor. Küresel nüfusun yalnızca yüzde 21’ini temsil eden Küresel Kuzey’in zengin ülkeleri, küresel servetin yüzde 69’unu ellerinde tutuyorlar, üstelik dünyadaki milyarder servetinin yüzde 74’ü onların elinde. Irk, etnik köken, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim, yaş, engellilik ve bir dizi başka faktör de insanların sosyal ve ekonomik olanaklara erişiminde etkili olarak var olan eşitsizlikleri derinleştiriyor.[10]  

Küreselleşmenin hâkim olduğu ekonomik model gezegenin sınırlarını zorlayarak eşitsizlikleri üretiyor ve yeniden üretiyor. İnsan kaynaklı iklim değişikliği küresel ölçekte yaklaşık olarak 1.1 °C lik bir artışa yol açtı[11] . 1970 yılından bu yana doğal hayat popülasyonunda % 68 lik bir azalma meydana geldi Atmosfere salınan karbondioksitin büyük bölümü gelişmiş ülkelerden kaynaklanırken küresel salımın yarısından fazlası ABD ve Avrupa ülkelerinden kaynaklanmakta. 1990-2015 Yılları arasında dünyadaki en zengin yüzde onluk kesim toplam emisyonların yüzde elli ikisinin, en zengin yüzde birlik kesim ise yüzde on beşini üretti.[12] Aşırı tüketim ve kirlilik çevreyi ve iklimi yıkıma sürüklerken, en az tüketen ve çevreyi en az kirletenlerden bu yıkımdan en fazla zarar görüyor.   

Oysa İkinci Dünya Savaşı savaşı sonrası tüm dünyada yoksulluk azalmış, sağlık koşulları iyileşmiş, yaşam süresi uzamış, toplumsal cinsiyet eşitliğinde ilerleme kaydedilmiş, ayrımcılık azalmış, kitlelerin teknolojiye erişim olanakları artmıştı. Ancak tüm bu imkanlardan herkes eşit biçimde yararlanamadı ve krizler patlak verdiğinde geçmiş kazanımlar hızla ortadan kalktı[13]  

Ekonomik ve finansal krizler dışında iklim değişikliği, biyolojik çeşitliliğin yok olması, kirlilik, sürdürülebilir olmayan kaynak kullanımı, bakım hizmetinin ücretsiz olarak kadınların omzuna yükleyen ve hem bakım verenler hem de bakıma muhtaç olanlar için eşitsizliği derinleştiren bakım krizi, gücün giderek daha asimetrik dağılmasından kaynaklı politik krizler, demokratik değerlere ve insan haklarına karşı tepki, devlet meşruiyetine olan güvenin sarsılması, giderek artan şiddet içeren protestolar ve çatışmalar geçtiğimiz yıla damgasını vurdu. Dünyanın pek çok bölgesinde gelir, varlık, fırsat eşitsizlikleri demokratik süreçlere katılımı ve haklara erişimi de güçleştiriyor.[14]  

2015 yılında bakım ihtiyacı olan insan sayısı 2,1 milyardı, bu sayının 2030 yılında 2.3 milyara ulaşması bekleniyor. Küresel ölçekte ücretsiz bakım hizmetinin % 76.2 sini kadınlar üstleniyor.  Erkeklere oranla üç kat daha fazla ücretsiz bakım hizmeti kadınlar tarafından veriliyor.[15] Tüm dünyada ilkokul öncesi çağdaki çocukların % 40 ından fazlası, yaklaşık olarak 350 milyon çocuk, bakıma ihtiyacı olduğu halde bundan yoksun durumdalar.[16]  

Dünyanın tüm bölgelerinde kitlesel protestolar 2009 dan 2019 yılına kadar yıllık olarak ortalama %11.5 oranında artmış durumda.[17] Öte yandan büyük 90 medya sahibi dünyadaki medya varlıklarının neredeyse yüzde 50 sini ellerinde tutuyor.[18] Siyasi çalkantılar yaygınlaşırken ana akım medyayı elinde tutan küçük bir grubun kitleleri manipüle etme imkânı da artıyor.  

Her ne kadar üst düzey gelir grubuna mensup olan kişi ve ülkeler düşük gelir grubuna mensup kişi ve ülkelere kıyasla kendilerini tüm bu kriz ve tehditlerin olumsuz etkililerine karşı daha iyi koruyor olsalar da kendilerini krizlerin etkilerinden ve bunun getirdiği sosyal ve politik sonuçlardan tamamen soyutlayamazlar.  

Krizler çağını derinlemesine incelediğimizde eşitsizlik, çevresel yıkım ve kırılganlığın sistemin talihsiz biçimde ürettiği bir yan ürün olmaktan ziyade bilinçli bir tasarım olduğunu görüyoruz. Bununla birlikte kriz zamanları çoğunluğun kabul ettiği geleneksel ekonomik ve sosyal modellerin geçerliliğinin sorgulandığı ve alışılageldik uygulamaları bırakarak farklı bir yöne doğru ilerlemeyi de mümkün kılabilir. Kriz ve eşitsizliklerin yapısal nedenlerini irdeleyerek dönüştürücü bir değişimi gündeme alabiliriz. Bu modele nasıl geçtiğimizi ve buradan nasıl çıkabileceğimizi sorgulamalıyız. Küresel müştereklerin ve kamusal hizmetlerin bu dünyada yaşayan tüm bireyler için elzem olduğunun görmemiz ve daha kapsayıcı, eşitlikçi, ekolojik, sürdürülebilir bir dünya için hemen harekete geçmeliyiz. 

Kaynaklar

[1] UN (United Nations). 2021b. Investing in Jobs and Social Protection for PovertyEradication and a Sustainable Recovery. Secretary General’s Policy Brief, September. Geneva: UN.
[2] The Economist. 2022. “Are Some Countries Faking Their Covid-19 Death Counts?” 25 February. https://www.economist. com/graphic-detail/2022/02/25/are-some-countries-faking-their-covid-19-death-counts
[3] CDC (Centers for Disease Control and Prevention). 2022. Risk for COVID-19Infection, Hospitalization, and Death By Race/Ethnicity. Atlanta: CDC .
[4] Oxfam. 2022 Inequality Kills: The Unparalleled Action Needed to Combat Unprecedented Inequality in the Wake of COVID-19.  Oxford: Oxfam International.
[5] Foley, Laura and Nicola Piper. 2021. “Returning Home Empty Handed:Examining How COVID-19 Exacerbates the Non-Payment of Temporary Migrant Workers’ Wages.” Global Social Policy, 21(3):468–489
[6] Credit Suisse  Global Wealth Report 2022. Zurich: Credit Suisse AG, Research Institute
[7] Oxfam. 2022 Inequality Kills: The Unparalleled Action Needed to Combat Unprecedented Inequality in the Wake of COVID-19.  Oxford: Oxfam International.  
[8] Oxfam.  2024 Inequality Inc.:How corporate power divides our worldand the need for a new era of public action. Oxford: Oxfam GB, Oxfam House, John Smith Drive, Cowley, Oxford, OX4 2JY, UK. 
[9] Hujo, Katja and Maggie Carter (eds.). 2022. Between Fault Lines and Front Lines: Shifting Power in an Unequal World. London: Bloomsbury).
[10] Stewart, Frances. 2016. The Dynamics of Horizontal Inequalities 2016 UNDP Human Development Report Think Piece. New York: United Nations Development Programme
[11] PCC (Intergovernmental Panel on Climate Change). 2021. Climate Change2021: The Physical Science Basis.Working Group I contribution to the Sixth Assessment Report of the Intergovernmental Panel on Climate Change. Geneva: IPCC
[12] World Wildlife Fund. 2020. Living Planet Report 2020: Bending the Curve of Biodiversity Loss. Gland: WWF.
[13]  UN (United Nations). 2022 Progress Towards the Sustainable Development Goals. Report of the Secretary-General. Geneva: UN
[14] Foley, Laura and Nicola Piper. 2021. “Returning Home Empty Handed:Examining How COVID-19 Exacerbates the Non-Payment of Temporary Migrant Workers’ Wages.” Global Social Policy, 21(3):468–489
[15] ILO (International Labour Organization). 2018a. Care Work and Care Jobs for the Future of Decent Work. Geneva: ILO
[16] Devercelli, Amanda and Frances Beaton-Day. 2020. Better Jobs and Brighter Futures: Investing in Childcare to Build Human Capital. Washington, DC: World Bank.
[17] Brannen, Samuel, Christian Haig and Katherine Schmidt. 2020. The Age of Mass Protests: Understanding an Escalating Global Trend. Washington, DC: Center for Strategic and International Studies.
[18] Noam, Eli M. 2016. Who Owns the World’sMedia: Media Concentration and Ownership around the World. New York: Oxford University Press 

 

 

Dış borç sarmalının 170’inci yılı

[email protected]

İçinde bulunduğumuz 2024 yılı, Türkiye’nin dış borç serüveninin 170’nci yılını simgeliyor. 1854 yılında zamanın Osmanlı hükümeti ilk dış borcunu ağırlıklı olarak Kırım Savaşı’nın yol açtığı giderleri karşılamak amacıyla almıştı. Devletin gelirleri giderlerini karşılamaya yetmiyordu, içeriden borçlanmanın da sınırlarına gelinmişti. O zaman dış borçlar bir çare olarak ortaya çıktı.

Son 4-5 senedir Osmanlı’da ve Cumhuriyet’in ilk döneminde finans sisteminin gelişimi üzerine epey araştırma yaptım ve okudum. Çok ilginç şeyler öğrendim. Bunları yaptığım yürüyüş turlarında, verdiğim konferanslarda ve katıldığım bazı programlarda ilgilenen insanlarla paylaşıyorum. Osmanlı dönemi ile Cumhuriyetin son 35 yılındaki dış borçlanmayı karşılaştırdığımızda şekil şartlarında, araçlarda, aracılarda bazı farklılıklar olmakla birlikte özünde büyük bir farklılık göremiyoruz. Dış borçlanmaya bakışımız ve dış kaynakları kullanma biçimimiz maalesef hala büyük benzerlikler gösteriyor. Gelin yakından bakalım.

Devletler neden dış borç alırlar?

Dış borçlanma, esasen tasarruf fazlası olan bir ülkenin tasarruflarının borçlanan ülkeye faiz karşılığı aktarılmasıdır. Genellikle iç tasarrufları yetersiz olan ülkeler tarafından başvurulur. Bu ülkeler, yapacakları cari harcamalar ve yatırımlar için iç kaynaklar yetmediğinde dış kaynaklara başvururlar. Dış borçların bir başka özelliği ise genellikle uzun vadeli olmasıdır. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu ortam gibi,  enflasyonist bir ekonomik ortama sahip ülkelerde iç kaynaklardan uzun vadeli borçlanma imkanı yoktur. Oysa kamunun ve özel sektörün özellikle yatırım projelerinde uzun vadeli kaynaklara gereksinimi vardır. Bu ihtiyacı gidermek için de uzun vadeli dış kaynaklara yönelmek söz konusu olabilir.

Dış borçlar önceleri ağırlıklı olarak devletten devlete verilirken daha sonra İMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar da devreye girdi. 1980’lerden itibaren de piyasalardan bankalar kanalıyla borçlanma imkanı oluştu. Bu son gelişme ve finansal piyasaların uluslararasılaşmasıyla birlikte devletler yanısıra bankalar ve özel şirketler de piyasalardan borçlanmaya başladılar. Türkiye’de özel sektör borçlanması 1989 sonrasında ciddi bir oranda artmaya başlamış, 2000’li yıllardan itibaren ise kamu borcundan daha yüksek bir seviyeye ulaşmıştır.

Osmanlı’da dış borçlanma

Osmanlı’da ilk dış borç 1854’te alınan 3 milyon sterlin tutarındaki krediydi. Bunu ertesi yıl alınan 5 milyon sterlin tutarındaki ikinci bir kredi takip etti. 1865’e kadar olan dönemde yapılan dış borçlanma tutarı yaklaşık 44 milyon sterlindi. 1866-1875 arasındaki ikinci 10 yıllık dönemde ise borçlanma üç katından fazla artarak 138 milyon sterlin seviyesine geldi. Bu tutar Osmanlı ekonomisinin büyüklüğüne göre oldukça aşırıdır. O kadar ki, örneğin 1874 yılında devletin vergi gelirleri toplamı 22 milyon sterlin, ihracat tutarı 19 milyon sterlin iken, o yılki borç anapara ve faiz ödeme tutarı 12 milyona, yani vergi gelirlerinin yüzde 57’sine, ihracat gelirlerinin ise yüzde 66’sına ulaşmıştı.  Osmanlı’ya borç veren İngiltere, Fransa, Almanya ve Avusturya gibi ülkeler verdikleri borçlar kanalıyla bir yandan Osmanlı üzerindeki nüfuzlarını artırıyor, diğer yandan gittikçe artan sanayi üretimlerinin Osmanlı pazarlarına hakim olması için finansman sağlıyor, ayrıca ciddi faiz geliri elde ediyordu.

Nitekim Osmanlı Devleti 1875 yılında borçlarını ödeyemeyeceğini açıklayarak moratoryum ilan etti. Borçların ödenmesi için yapılan çeşitli müzakereler sonucunda ise 1881 yılında Duyun-u Umumiye İdaresi’nin kurulmasını kabul ederek, borçların ödenebilmesi amacıyla birçok önemli vergi gelirinin tahsilatını uzun yıllar boyunca yabancıların kontrolündeki bu idareye devretmek zorunda kaldı. Bu durum, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün mali ve ekonomik temelini oluşturmuştur.

Osmanlı Devleti, 1854-1914 arasındaki 60 yıllık dönemde aldığı toplam yaklaşık 300 milyon sterlin tutarındaki borcun büyük kısmını ithal ürünlerin tüketimi, içeride yapılan idari ve askeri reformların finansmanı ve savaş giderleri için kullanmıştır. Bu borçlanma rakamları içerisinde altyapı yatırımı olarak kabul edilebilecek demiryolu yatırımlarına giden kısım devede kulak bile değildir. Yani, yapılan borçlanma içeride üretim kapasitesini artırma yönünde ekonomiye hiçbir katkıda bulunmadığı gibi, artan ithalat ve yabancı mallara olan talep nedeniyle içeride var olan sınırlı sanayi üretimini de bitirmiştir.

Cumhuriyet döneminde dış borçlanma

Cumhuriyeti kuran kuşak Osmanlı borçlanmasının yarattığı bağımlılığın ve yol açtığı sonuçların çok iyi bilincindeydi. Bu nedenle borçlanmaya çok temkinli yaklaştılar. Bir yandan da Osmanlı’nın genç Cumhuriyete bıraktığı borçları ödemeyi sürdürdüler. (Osmanlı borcunun geri ödemesi ancak 1954 yılında, ilk dış borçlanmanın tam 100. yılında bitmiştir.) Cumhuriyetin ilk kuşakları sadece borçlanmaya değil, iç ve dış dengeye de çok önem verdi. Yani içeride bütçe açığı, dışarıda ise dış ticaret açığı vermemeye çalıştılar. İçinde bulundukları çok zorlu koşullara rağmen bu hedeflere büyük ölçüde ulaştılar.

Cumhuriyetin ilk dış borçlanması 1930’da kibrit ve çakmak fabrikası yatırımı için ABD’li bir yatırım şirketinden 10 milyon dolarlık kredi alınarak yapıldı. İkinci dış borç ise 1934 yılında SSCB’den alınan 8 milyon dolarlık faizsiz kredi oldu ve bu kredi ile Nazilli Basma Fabrikası kuruldu. 1938 yılında ise, yaklaşan savaş teklikesi ve artan silahlanma yarışı nedeniyle askeri teçhizat alımında kullanılmak üzere İngiltere’den 16 milyon sterlinlik bir borç alındı. Görüldüğü gibi bu dönemde alınan sınırlı boyuttaki borcun tamamı sanayileşme hamlesinde ve zorunlu askeri harcamalarda kullanılmış durumda.

1939-89 arasındaki 50 yıllık dönemde de zaman zaman dış borçlanmalar görüyoruz. Bu dönemde devletlerden alınan krediler yanı sıra İMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası örgütlerden alınan dış borçlar da devreye giriyor. 1950 sonrası dönemde zaman zaman cari açık, devalüasyon ve enflasyon sarmalları görülse de dış borçlanma çok önemli boyutlara varmamıştır. Bu dönemde, zaten kapalı bir ekonomi görünümünde olan ve çoğunlukla ithal ikameci bir sanayileşme politikası izleyen Türkiye’de tüketim malı ithalatı yok denecek kadar az. Bu yapının bozulmasına yol açan ise, ekonomide sıkıştığı için dışarıdan borçlanarak içeride bir rahatlama yaratmak amacıyla 1989 yılında “Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında 32 Sayılı Karar”da yaptığı değişiklikle sermaye hareketlerini, yani dışarıdan borçlanmayı serbest bırakan zamanın Başbakanı Turgut Özal oldu.

 Dış borçlanmanın piyasalaşması: 1989 sonrası dönem

32 Sayılı Karar’daki bu değişiklik dış borçlanmada önemli bir sıçramaya yol açtı. Artık doğrudan uluslararası piyasalara çıkarak tahvil ihracı yoluyla da borçlanmak mümkün olacaktı. Daha da önemlisi, bu karar dış borçlanmayı artık kolayca başvurulan, adeta maliyetsiz ve geri ödemesiz bir finansman kaynağı olarak Türk siyasetçisinin ve şirketlerinin hizmetine sundu. Daha önce de belirttiğim gibi, dış borçlanmanın genelde uzun vadeli olması da siyasetçilerin ekmeğine yağ sürdü. Bu yapı, siyasetçilerin dışarıdan borçlanıp içeride harcayarak siyasi faydasından istifade ettikten sonra ödemesini sonraki hükümetlere bırakma eğilimini adeta kurumsallaştırmaya başladı. Böylece Türkiye 1990’lardan itibaren ciddi bir dış borç sarmalına girdi.

AKP döneminde ise dış borçlanma adeta şahlandı. Özellikle 2003-2020 döneminde küresel likiditenin artması ve faizlerin düşüklüğü bu artışı kuvvetle destekledi. 1990’larda başlayan özel sektör bankalarının ve şirketlerinin doğrudan dış borç alma trendi AKP iktidarı yıllarında daha da arttı. 1990’da 52 milyar dolar olan toplam dış borç tutarı 2002 yılında 130  milyar dolara, 2023 yılında 483 milyar dolara ulaştı. Böylece, AKP döneminde dış borç tutarında yaşanan artış 4 katına yaklaştı. 2023 Eylül ayı itibarıyla 483 milyar dolarlık toplam borç içerisinde kamunun payı 121 milyar dolar, Merkez Bankası’nınki 46 milyar dolar iken kalan 316 milyar dolar özel sektör payı (yüzde 65) olarak gerçekleşti.

Dış borçlanmanın bilançosu

Genel olarak borçlanma, ancak alınan borçlar yatırıma gidiyorsa, yani ülkenin üretim kapasitesinde orta-uzun vadede bir artış yaratıyorsa anlamlıdır ve ekonomi üzerinde pozitif etki yaratır. Altyapı yatırımları yanı sıra doğrudan üretim kapasitesi artışına ve yeni teknolojiler yoluyla verimliliğin artışına yol açacak yatırımlar bu kapsamda sayılır. Nitekim Cumhuriyetin ilk yıllarında ve 1989’a kadar olan dönemde borçlanma büyük ölçüde yatırım ve savunma amaçlı olarak yapılmıştır. Savunma amaçlı yapılan borçlanmanın da ülkenin üretim kapasitesine bir katkısı yoktur. Bu nedenle ekonomik açıdan savunmak zordur ama ülke güvenliğinin sağlanmasına katkıda bulunduğu ölçüde anlayışla karşılanabilir. Nitekim, Türkiye savunma konusunda finansal ve askeri açılardan dışa bağımlılığın sakıncalarını görmüş ve 1970’lerden itibaren içeride bir savunma sanayi geliştirme çabasına girmiştir.

Aslında devlet çapında yukarıda vurguladığım nokta bireysel borçlanma açısından da geçerli. Yurt dışında tatil için borçlanma yapmak, işinizi genişletmek veya konut sahibi olmak için yaptığınız borçlanmadan çok farklıdır. İlkinde borç üretken bir amaç için değil, tüketim/keyif amaçlı kullanılırken, diğerlerinde ileride yaratacağı katma değerle size geri dönüşü artacak ve yaşamınızı daha da kolaylaştıracak bir şekilde kullanılmış olmaktadır.

Osmanlı döneminde ve 1989 sonrası dönemde gördüğümüz gibi sağlanan dış borçlar üretim kapasitesinde ve verimlilikte ciddi bir artışa yol açmıyorsa, özellikle AKP hükümetleri döneminde gördüğümüz gibi (ihtiyaç duyulan altyapı yatırımları hariç) büyük ölçüde yapılaşmaya-betonlaşmaya gidiyorsa ve ciddi bir ithalat artışına yol açıyorsa dış borçlanmanın ülke ekonomisine katkısı son derece sınırlıdır. Dış borç tutarının ülkenin ekonomik göstergelerine göre ağırlığı arttıkça bu etki daha da riskli hale gelir. Diğer yandan, borçlanmanın yarattığı bağımlılık, dış politika ve ekonomi politikalarında ülke yönetimlerinin ellerini bağlamaya başlar, bağımsız politikalar uygulanmasını zorlaştırır, ülkenin varlıklarının düşük bedeller üzerinden elden çıkarılmasını kolaylaştırır. Bu açıdan Osmanlı dönemi ile 1989 sonrası dönem maalesef büyük benzerlikler gösteriyor. Bu iki dönemin tek önemli farkı, Osmanlı döneminde özel sektör borçlanması söz konusu değilken, son 35 yılda özel sektör borçlanmasının kamu kesiminin çok üzerine çıkmış olmasıdır.  Ülkenin üretim ve verimlilik artışına katkıda bulunmayan dış borçlanma bağımlılığından hızla uzaklaşmamız gerekiyor.

Yerel seçimlere giderken ‘katılım’ veya ‘katılımcı demokrasi’ üzerine

[email protected]

Yerel seçimler yaklaşırken belki en önemli konu değil ama bazı partilerin oldukça önemsediği bir kavram var. Bu kavram, nerdeyse bütün seçim bildirgelerinin/ “beyannamelerinin” üzerinden bir bulut gibi uçuyor ve sürekli biçim, renk ve yoğunluk değiştiriyor. Bazen kaybolan ve hiç görünmez olan bazen de sanki çok somutmuş ve bir çubuğa dolanmış pamuk şekeri gibi, etrafında umut ve mutluluk veren bu kavramın adı katılım.

Katılımcı demokrasi (veya bazen yakınında gezdiği diğer akrabasına benzetilerek “güçlü demokrasi” ya da “özyönetim” bazen de “doğrudan demokrasi” vb.) sanki düpedüz devletin ya da her hangi bir kurumun yönetimine çok farklı biçimlerde de olsa eşitlik kavramının normatif bir gereği olarak (oy vermek, aday olabilmek veya izleyebilmek vb. gibi) katılma hakkı biçiminde de kullanılıyor.

Türkiye’de katılım ne anlama geliyor?

Türkiye, temsili demokrasiyi bile kurallarına uygun ve bütün genişliği ile hiçbir zaman deneyimleyemediğinde, otoriter önderlere ve itaate çok düşkün olduğu için, “katılımcı demokrasi” ya da kısaca katılım kavramıyla ilgili pek fazla ilgilenmiyor. Bu konuda sağlam yerel bilgi bulunmuyor. Ama teorik olarak dünyanın birçok ülkesinde ve farklı dönemlerde katılımcı süreçler ya da benzerleri üzerinde gerçekleştirilmiş deneyimler ve bunlar üzerinde tartışmalar/ bilgi var ve bu nedenle kavramın nasıl bir şey olabileceğine dair biraz fikir edinebiliyoruz.

Türkiye’de katılımcı örneklerin hiçbir zaman var olmadığını söyleyemeyiz ama olanların gerçekte ne olduğunu ve nasıl oluştuğunu, sürdürülebilirliklerini ya da bir model olarak düşünülüp geliştirilebilirliklerini pek fazla tartışmış değiliz. Hemen akla gelen Fatsa örneğinden başlayarak belki kayyımın kara cenderesine girmeden önce fırsat bulunabilmiş başka yerel uygulamalar hatta belki şu anda bile yaşanmakta olan bazı yerel örnekler bulunabilir. Ancak burada sorun, demokraside katılımcılık yaklaşımının ne anlama geldiği, nasıl tanımlandığı ve bazı pratik (bazen tekil ve ad-hock) uygulamalarla gerçekleştirildiği veya başarısızlığa uğradığı hakkında geliştirilmiş pek fazla bir literatür bulunmuyor.

Yukarıdaki son cümlenin çok iddialı ve çok ağır olduğunu biliyorum, ama yine de yazabiliyorum. Çünkü katılımcı demokrasinin en kolay ve güçlü ve deneysel biçimde uygulanmasının söz konusu olabileceği yerel yönetim seçimlerine katılan partilerin (en iddialı ve ikna edici düzeyde yer alması olası) bildirgelerinde demokrasi ve katılım bölümleri oldukça kof. Eğer bu partiler yerel düzeyde katılımcılığın gerekli ve olumlu olduğunu düşünüyorlarsa seçimi kazandıklarında bu konuda ne yapacaklarını anlatmaları, tanımlamaları ve ikna edici düzeyde açıklamaları ve göstermeleri gerekiyor.

Ancak terimi ya da kavramı en sık kullanan sol partiler bile bu konuda çok karmaşık, tutarsızlıklarla ya da yarım kalmışlıklarla dolu, bir klişe olarak parlak ama son derece sığ ve gerisinde hiçbir düşünce, bilgi ya da gerçeklik kaygısı bulunmayan sözler/ önermeler veya vaatler sıralamakla yetiniyor. Bildirgelerin bu (demokrasi ve katılım bölümleri) bölümü (eğer böyle bir benzetme yapılabilirse) bir “parça bohçası” görünümünde. Partiler ilginç ve parlak buldukları her sözü, sıralı-sırasız buraya iteklemişler gibi…

Belki daha da vahimi, partiler üzeri bir konumda bulunan uzman meslek kuruluşu TMMOB de bu durumda. Öneriler ve katılım konusundaki açıklamalar/ önermeler birbirinden habersiz ve bağımsız terimler gibi duruyor. Katılımın nasıl gerçekleşebileceği bilgisi öylesine arzulanan bir ideal ki eklemlenemeyen ögeler fark bile edilmeden, yapı yükseliveriyor… Bunun nedeni de hem kavram üzerinde ki tartışmanın azlığı hem de önerilenlerin kendi örgütleri dahil hiçbir yerde denenmemiş olması.

‘Suçlu’ kim?

Evet, seçime az bir zaman kala çok düzgün ve iyi metinler elde etmek zor olabilir ancak bu metinlerin işlevsizliği, böyle bir aceleden kaynaklanmıyor. Düpedüz kavramın ne olduğu ve nasıl ete-kemiğe bürüneceği bilgisinin (hatta hayalinin) bulunmayışından kaynaklanıyor. Herkesin (sağ partiler, hatta muhafazakarlar dahil) ilgisini çeken, hoşlandığı bir kavram, katılım. Ama katılımın anlamı nedir? Nasıl sağlanır? Sağlandığında bunun gerçek bir katılım mı, yoksa göstermelik bir dekorun parçası mı olduğu nasıl anlaşılır? Katılım her zaman tekil bir örnek ve kendiliğinden gelişiveren bir durum mudur, yoksa (esnek ve değişkenlikleri-çeşitlenmesi çok dinamik olsa bile) bir model olarak düşünülebilir mi? Bu model sürdürülebilir mi yoksa parlayan ve sönen anlık yıldız kaymaları konstellasyonu gibi midir?

Soruları çoğaltabiliriz elbette. Sadece katılım kavramı bakımından içinde bulunduğumuz durumu anlatmak istiyorum ve burada elbette ne siyasi partileri ne de başka bir özneyi/ kuruluşu suçlamaya çalışıyorum. Çünkü suçun nerede olduğunu ve suçlunun kim olduğunu biliyorum: Suçlu, elbette benim ve benim gibi bu kavramı önemseyenler. Biz bu kavram üzerinde ne yazık ki ciddi bir tartışma açmadık, eğer yakın örnekler yaşadıysak bu örnek olayları tartışma zeminine yeterince ve sistemli bir biçimde getirmedik. Kavramın teorik özellikleri üzerinden Türkiye’ye, bu ülkenin yapısına ve toplumsal özelliklerine uygun katılım anlayışı/ özellikleri ve süreçleri üzerinde tartışmayı genişletmeyi başaramadık. Bazen katılımın ne olmadığını, bir belediye uygulamasının neden “katılımcı yaklaşım”/ “katılımcı planlama” vb. olamayacağını söyledik ama bu da yalınkat bir eleştirinin ötesine geçemedi.

Eğer eleştiriyorsak, katılım konusundaki hangi ilkelere veya anlayışa, modele veya standarda uyduğu veya uymadığı belirtilen, sürdürebilirliği ve sağlıklı gelişmesinin koşullarını ve boyutlarının neler olabileceği vb. konuları iyi gerekçelendirilebilmiş eleştiriler değildi bunlar. En azından kendi hesabıma bunu yapamadığımı biliyorum. Ancak eleştiri sığlığımız da çok önemli olduğunu, hatta toplumsal yaşam bakımından kilit önemde olduğunu düşündüğüm bu kavram hakkında yeterince tartışmaya katılmamış olmamdan kaynaklanıyor.

Böyle bir tartışmayı katılımı önemseyenler olarak, bu tür konuşmaları kendi aramızda pek yapmıyoruz, yapamıyoruz. Yapsak bile bunu daha geniş tartışma zeminlerine taşıyamıyor, giderek bu ülkeye, bu ülkenin çeşitli yörelerinde yaşayan insanlarına özgü/ uygun veya yerel boyutları da olan bir taslak kuramın inşasına cesaret edemiyoruz. Tamam, belki Gramsci gibi veya Agamben, Negri ya da, Roussopulos, Barber vb. kadar iyi formüle edilmiş önermeler olmayacak bunlar… Ancak yine de buna ihtiyacımız var.

Besbelli başkalarının da, özellikle soldaki siyasi partilerin, bazı demokratik meslek örgütlerinin, sivil toplum örgütlerinin, kent konseylerinin ve belki mahallesinde bir şeyler yapmaya ve mikro başarıları önemseyen girişim gruplarının, hatta meraklı bir-kaç muhtarın da bu tür tartışmalarla geliştirilebilecek düşünceye veya bilgiye ihtiyacı olduğu anlaşılıyor.

Eğer bu yazıya, küçücük bile olsa, herhangi bir tepki gelebilirse, gelecek haftalarda TMMOB, DEM Parti, TİP, CHP ve AKP seçim bildirgeleri üzerinden tartışmayı geliştirmeye çalışacağım. Eğer tek bir kişinin bile ilgisini çekmiyorsa yapılabilecek bir şey yok. Bir cambazlık yaparak, haftanın içinden başka bir ilginçlik yaratabilme çabama devam edeceğim…

 

 

İliçli çoban: Ben öldükten sonra hapse girsem ne olacak!

ERZİNCAN- İliç’te bir faciaya neden olan Anagold Madencilik’in Çöpler Altın Madeni’ndeki siyanürlü yığın kayması bölgede tedirgin bir yaşam sürülmesine neden oluyor. Ne musluktan akan suya, ne koyunların yediği zaten çok ender kalmış otlara güven var.

Konuştuğumuz bölge sakinlerinden ikisi çobanlıkla geçimini sağlıyor. Bu yurttaşlar geçim kaynağı hayvancılık olan çok nadir insanlardan ikisi. Ne suya, ne peynire, ne de süte güven kaldığını anlatıyorlar:

Çevre Bakanı ‘bilmiyordum’ demişti: Türkiye’de fay üstündeki 10 madenin listesi

Erzincan İliç‘te faciaya neden olan Çöpler altın Madeni‘nin altından fay hattı geçmesine dair tartışmalar sürerken gözler siyanürle altın ayrıştırılması yapılan diğer madenlere döndü.

Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki, ise İliç’teki madenin aktif fay üzerinde olmasına dair “İlk defa duyuyorum, ihbar kabul ediyorum” demişti.

Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğünün listesi 2023 fay haritasıyla karşılaştırıldığında ülke genelindeki 21 siyanürlü altın madeninden, aralarında İliç’in de olduğu 10’uun aktif fay hattı üzerinde veya yakınında olduğu görülüyor.

Jeoloji Mühendisleri Odası Başkanı Hüseyin Alan  da madenlere ÇED izni verilirken fay hattının geçip geçmediğinin kontrol edilmesi gerektiğini, ÇED izni veren bir bakanlığın fayı bilmemesinin olanaksız olduğunu söyledi.

Evrensel‘den Cem Şimşek‘in haberine göre fay hattı çevresinde olduğu için deprem riski altında olan madenler şöyle:

Fay üstünde bulunan 10 siyanürlü maden - Sayfa 3

 

Balıkesir Sındırgı‘da bulunan Kızıltepe Altın Madeni, Düvertepe fay zonu üzerinde bulunuyor. Ayrıca Gelenbe ve Simav faylarına da birkaç kilometre mesafede.

Fay üstünde bulunan 10 siyanürlü maden - Sayfa 4

 

Eskişehir’in Sivrihisar ilçesi yakınlarındaki Kaymaz köyü civarında işletilen Kaymaz Altın Madeni, köyle aynı adı taşıyan faya yalnızca 500-600 metre mesafede bulunuyor.

Fay üstünde bulunan 10 siyanürlü maden - Sayfa 5

 

İzmir Bergama‘ya bağlı Ovacık Köyü yakınlarındaki Ovacık Madeni, Zeytindağı fay zonuna yaklaşık 4 kilometre; Bergama fayına ise 7-8 kilometre mesafede bulunuyor.

Fay üstünde bulunan 10 siyanürlü maden - Sayfa 6

 

Kayseri Develi’de bulunan Öksüt Altın Madeni‘nin Erciyes fayına mesafesi 8-10 km.

Fay üstünde bulunan 10 siyanürlü maden - Sayfa 7

 

Kayseri‘deki ikinci altın madeni Himmetdede, Yuvalı ve Yemliha fayına yaklaşık 10-15 kilometre mesafede yer alıyor.

Fay üstünde bulunan 10 siyanürlü maden - Sayfa 8

 

Konya‘da bulunan İnlice Altın Madeni, Alacadağ fay zonuna yalnızca 1-2 kilometre mesafede.

Fay üstünde bulunan 10 siyanürlü maden - Sayfa 9

 

Gümüşköy Altın madeni, Kütahya fayına 4-5 kilometre, Şahmelek fayına 2 kilometre, Aliköy’ün hemen kuzeyinden geçen faya ise yaklaşık 1 kilometre mesafede.

Fay üstünde bulunan 10 siyanürlü maden - Sayfa 10

 

Manisa‘daki Sart Altın Madeni yakınında altı ayrı fay bulunuyor. Bu fayların uzaklığı 100 metre ile 2 kilometre arasında değişiyor. Faylardan biri Manisa ve Kemalpaşa fayının birleştiği noktanın devamı. Diğeri ise Gediz Grabeni sıyrılma fayı.

Fay üstünde bulunan 10 siyanürlü maden - Sayfa 11

 

İzmir’deki Efemçukuru Altın Madeni, İzmir ve Seferihisar fay zonlarına 5-6 kilometre mesafede bulunuyor.

UNEP Sözcüsü: Türkiye ÇED mevzuatına uymalı, atık yönetimi konusunda birlikte çalışalım

Haber: İrfan TUNÇÇELİK

*

Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) sözcüsü Alejandro Laguna, İliç’teki maden faciasıyla ilgili,  maden çıkarma sürecinin çevresel felaketlere yol açabileceğini belirterek, Türkiye’nin Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) mevzuatına uygun hareket etmesi gerektiğini vurguladı.

UNEP sözcüsü, Türkiye‘nin Atık Yönetimi Küresel Endüstri Standardı‘nın uygulanmasına hazır olduğunu da ifade etti.

Öte yandan, Çöpler Altın Madeni‘nin işletmecisi Kanada-ABD ortaklı SSR Madencilik ise suçlamalarla karşı karşıya olduğunu öne sürerek, kurtarma ve iyileştirme çabalarını sürdürdüğünü belirtti.

Adım adım gelen felaket

Erzincan‘ın İliç ilçesindeki Çölpler Altın Madeni’nde 13 Şubat’ta meydana gelen ve dokuz kişinin yığın liçi altında kaldığı olayın ardından başlatılan arama çalışmaları, yeni kaymalar olabileceği gerekçesiyle durduruldu. 

Aktif fay hattı üzerinde bulunan ve Fırat Nehri‘ne kuş uçuşu 300 metre mesafedeki altın madeni için hazırlanan bilirkişi raporunda “denetim yapılmadı, çatlaklar oluştu, uyarılar dikkate alınmadı” denildi.

Bağımsız Maden İşçileri Sendikası’ndan İliç raporu: Burada işçi güvenliği yok
İliç’teki liç yığını dünya standartlarının üzerindeymiş: 275 metre
İliç’te işçiler maden sahasındaki çatlakların fotoğrafını çekmiş

Madenin yüzde 80’ine sahip olan SSR Madencilik’in Türk yöneticisi gözaltına alındı, ardından serbest bırakıldı. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, heyelanın meydana geldiği Erzincan’daki madenin çevre izin ve lisansını iptal ettiğini açıklamıştı. Fakat SSR Madencilik sitesinde maden ocağının altı işletme ruhsatı belgesini iptal edilmediği ortaya çıktı.

 Çevre Bakanlığı’nın İliç’te ‘çevre izin ve lisans belgesinin iptali’ ne anlama geliyor?
Enerji Bakanlığı Anagold’un maden ruhsatlarını iptal etmedi
Cemalettin Küçük: Suçu birkaç çalışana yıkmak istiyorlar, madeni kapatmaktan bahseden yok!

‘ÇED raporuna gerek yok’ kararı

Maden kazası sonrasında Türkiye’deki çevre izni iptalleri ve ÇED süreçleriyle ilgili eleştiriler de gündeme geldi. SSR Madencilik’in, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum döneminde “ÇED raporuna gerek yok” kararı alarak kapasite artırımına gittiği ortaya çıktı.

Murat Kurum’dan İliç eleştirilerine yanıt: Bakanlıkla ne ilgisi var?

UNEP sözcüsü: Sağlam bir ÇED hazırlanarak adalet sağlanmalı

Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) sözcüsü ve Avrupa Bölge Sorumlusu Alejandro Laguna, maden çıkarma sürecinin siyanür veya diğer kimyasal sızıntılar olması olasılığı nedeniyle birçok önemli çevresel felakete neden olabildiğini, bu nedenle de dünya genelinde çevresel zorluklara yol açtığını belirtti.

Türkiye’nin Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) ile ilgili mevzuat konusunda uzun bir geçmişe sahip olduğunu belirten Laguna, İliç’te gerçekleşen felakete yönelik adaletin sağlanmasının öneminin altını çizerek, “Bu durum 1983 Çevre Kanunu’nda ve 1993 ÇED Yönetmeliği’nde belirtilmiştir. Türkiye Anayasası’nda da sağlıklı ve dengeli bir çevre hakkını güvence altına alan hükümler yer almaktadır. Çevreyle ilgili yasal otoritelerin, endüstrinin ve paydaşların sağlam bir çevresel değerlendirme yapmak için bir araya gelmesi ve adaletin sağlanması önemlidir” ifadelerini kullandı.

‘Atık yönetimi konusunda çalışmaya hazırız’

UNEP’in kurum olarak UNEP Atık Yönetimi Küresel Endüstri Standardının uygulanmasında Türkiyeli yetkililerle çalışmaya hazır olduğunu belirten Laguna, “UNEP’in multi-disipliner bir uzman paneli ve kapsamlı bir katılım süreci var. Bu standartlar da bu şekilde geliştirildi. Atık Yönetimi Küresel Endüstri Standardı, atık tesislerinden insanlara ve çevreye sıfır zarar verme hedefine doğru önemli bir kilometre taşıdır. Atık yönetimine entegre bir yaklaşımla desteklenen standart, felaket niteliğindeki arızaları önlemeyi ve dünya çapındaki maden atık tesislerinin güvenliğini artırmayı amaçlamaktadır” diye açıkladı.

‘Siyanür Yönetim Kodu’ uyarısı

Ülkelerin, bir atık tesisinde muhafaza edilen siyanürün tüm operasyonlarda kullanımında geçerli olan ‘Siyanür Yönetim Kodunun (*)nasıl uygulanacağını keşfetmesinin de önemli olduğunu vurgulayan Laguna, şu uyarılarda bulundu:

“Daha genel anlamda, bunun gibi trajediler, hükümetlerin enerji geçiş minerallerinin sorumlu bir şekilde çıkarılmasını ve sürdürülebilir ve döngüsel kullanımını teşvik eden politika çerçevelerini güçlendirmeye ve uyumlu hale getirmeye devam etmesi gerektiğinin önemli bir hatırlatıcısıdır. Bu endüstri, sorumlu madencilik için çok paydaşlı bir ortamda ve güvenilir doğrulama mekanizmalarıyla geliştirilen tutarlı standartlar ve çerçeveler üzerinde çalışıyor. Bu, sağlık risklerini yönetmek, toplumsal cinsiyeti ve sosyal adaleti teşvik etmek ve temiz, sağlıklı ve sürdürülebilir bir çevre hakkını korumaya yönelik ekonomik ve sosyal önlemleri içerir.”

SSR Madencilik : Ekip üyelerimiz suçlamalarla karşı karşıya

Çöpler Altın Madeninde faaliyetlerini sürdüren Kanada merkezli SSR Madencilik şirketinin Genel Başkan Yardımcısı ve Yatırımcı İlişkileri sorumlusu Alex Hunchak ise, sorularımızı yanıtlamayı reddederek şu yanıtı verdi:

“Sorularınız için çok teşekkür ederiz. Tamamen arama kurtarma çalışmalarına ve ismi açıklanmayan meslektaşlarımızın yerini tespit etmeye odaklanmış durumdayız.”

Hunchak, SRR Madencilik web sitesinde yer alan resmi açıklamayı da yanıtına ekleyerek, madendeki durum ile ilgili bir gelişme oldukça, resmi site üzerinden güncel açıklamaları yapmayı hedeflediklerini belirtti.

‘Çöpler Çevre izni iptal edildi’

SRR Madencilik resmi web sitesindeki açıklama şu şekilde:

“Çöpler madeninde 13 Şubat 2024’te yaşanan kazanın ardından kaybolan dokuz işçinin bulunmasına yönelik arama kurtarma çalışmaları sürüyor. Bu inanılmaz süreçte, düşüncelerimiz kayıp işçilerin aileleri ve Çöpler halkıyla birlikte. Türkiye’deki yetkililerin sahada süren arama kurtarma çalışmalarına desteğimiz sürecektir. Kayıp işçilerin aileleri için maden sahası içerisinde yeni bir bekleme ve bilgi noktası oluşturuldu. Son olayla ilgili olarak ekip üyelerimizden bazılarının suçlamalarla karşı karşıya olduğunu kabul ediyor ve yasal sürece saygı göstererek gerekli desteği almalarını sağlıyoruz. SSR Madencilik’e ayrıca Çöpler çevre izninin iptal edildiği ve operasyonun bir sonraki duyuruya kadar askıya alınacağı bilgisi verildi. Kısa vadeli iyileştirme çalışmaları için planlama, Bakanlık Yetkililerinin yönlendirmesiyle başladı ve ilk olarak yığın liçi malzemesinin Sabırlı vadisinden kaldırılması ve kalıcı bir depolama alanına taşınmasına odaklanıldı.

SSR Madencilik ayrıca kurtarma ve iyileştirme çabalarını desteklemek için üçüncü taraf yüklenici kaynaklarını da kullanmaktadır. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, 13 Şubat olayından bu yana bölgedeki yüzey suyu, yeraltı suyu, toprak ve hava kalitesini düzenli olarak izliyor. Bugüne kadar Bakanlık, izlenen yerlerdeki potansiyel kontaminasyona ilişkin tüm sonuçların olumsuz olduğunu bildirdi.”

(*) Siyanür Kodu, siyanürün kullanım döngüsünde üretimden nakliyeye, taşımadan kullanıma, geri dönüşümden maden sahasında bertaraf edilmesine kadarki sürecin tamamında güvenli bir şekilde yönetilmesini sağlamak için Uygulama İlkeleri ve Standartlarına dayalı bir yönetim sistemi ortaya koyar.

ABD, yarım asır sonra yeniden Ay’da

ABD’nin 50 yılı aşkın süredir Ay’a ilk kez uzay aracı indirmesi projesi, özel bir şirket tarafından gerçekleştirildi.

1972’deki Apollo misyonunun ardından yarım asırdan uzun süre sonra Ay’a ilk inişi gerçekleştiren robot uzay aracı Odysseus‘un Ay’ın güney kutbuna yaptığı iniş, uzayın “ticari kullanımı” ve ABD uzay programı için önemli bir an olarak değerlendiriliyor.

Houston merkezli Intuitive Machines şirketinin robot uzay aracı Odysseus‘un tamamen işlevsel olup olmadığı hemen netleşmedi. Uçuş kontrolörleri zayıf bir sinyal aldıklarını doğruladı. Şirketin baş teknoloji sorumlusu Tim Crain ise  “Şüphesiz ki ekipmanlarımız Ay’ın yüzeyinde ve yayın yapıyoruz. Bundan daha ne kadar yararlanabileceğimizi göreceğiz” dedi.

Misyonda görevli mühendislerin verileri gözden geçirerek tam olarak ne olduğuna dair değerlendirmelerine devam edecekleri, Odysseus’un dik durduğunu ve güneş pilleri aracılığıyla düzgün bir şekilde enerji toplayıp toplamadığını kontrol edecekleri belirtildi.

Ay’ın güney ortamını araştıracak

Odysseus’un parçası olduğu mürettebatsız ticari robotlardan oluşan yeni uzay filosu, NASA’nın finansmanıyla gelecek 10 yılda astronot misyonlarının önünü açmayı amaçlıyor.

NASA’nın üst düzey yetkilisi Joel Kearns, Odysseus’nun gelecekte astronotları gönderecekleri bir yerin çevresel koşullarının gerçekten ne olduğuna bakmak için Güney Kutbu’na yapılan ilk misyonlardan biri olduğunu söyledi:  Kearns, “Orada ne tür toz veya kir var, ne kadar sıcak veya soğuk oluyor, radyasyon ortamı nedir? Bunların hepsi ilk insan kaşifleri göndermeden önce gerçekten bilmek isteyeceğiniz şeyler.”

Teknolojisi yenilendi

Daha önce Ay tozları, Apollo astronotları için ekipmanlarını çizen ve tıkayan ciddi sorun oluşturmuştu.

15 Şubat’ta Elon Musk’ın SpaceX şirketine ait Falcon 9 roketiyle fırlatılan Odysseus, uzayda süratle hızlanmasına olanak tanıyan yeni tip aşırı soğutulmuş sıvı oksijen ve sıvı metandan itici güç sistemine sahip.

Mürettebatsız Odysseus’ta NASA’nın altı  bilimsel ekipmanı buluyor. ABD’li sanatçı Jeff Koons, iniş aracının yan tarafına, Ay’ın bir ay boyunca farklı evrelerini temsil eden 125 küçük paslanmaz çelik top içeren bir kutu yerleştirdi. Uzay aracı, amacı güneş sistemi boyunca insan bilgisinin yedeklerini bırakmak olan bir arşiv de taşıyor.

İniş alanı Malapert A, Ay’ın Güney Kutbu’ndan 300 kilometre uzakta bir krater. 80 derece Güney’de bulunan bu bölge, Ay’ın şimdiye kadar bir uzay aracı tarafından ziyaret edilen en güney noktası.

Ay’da kalıcı üs inşa etme planı

NASA, Artemis isimli Ay’dan Mars’a Programı kapsamında astronotları Ay’a geri göndermeyi, Ay’da kalıcı üs inşa edip uzun vadeli varlık oluşturmayı planlıyor. Bu kapsamda Ay’da hem içme suyu hem de roket yakıtı için buz toplamak gerekiyor.

Ocak ayında ABD’li şirket Astrobotic’in gönderdiği Peregrine isimli uzay aracı yakıt sızıntısı nedeniyle Ay’a ulaşamamış ve misyon başarısızlıkla sonuçlanmıştı.

NASA, Ay’a nükleer reaktör kurmayı planlıyor
Ay’ın güney kutbuna inen ilk araç olan Hindistan’ın Pragyan’ı keşfe başladı

20 Ocak’ta ise Japonya Havacılık ve Uzay Araştırma Kurumu (JAXA), SLIM adlı insansız uzay aracının Ay’a başarılı bir yumuşak iniş gerçekleştirdiğini duyurmuştu. Ancak araç güneş pillerindeki sorun nedeniyle uyku moduna alındı.