Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Dış borç sarmalının 170’inci yılı

0

[email protected]

İçinde bulunduğumuz 2024 yılı, Türkiye’nin dış borç serüveninin 170’nci yılını simgeliyor. 1854 yılında zamanın Osmanlı hükümeti ilk dış borcunu ağırlıklı olarak Kırım Savaşı’nın yol açtığı giderleri karşılamak amacıyla almıştı. Devletin gelirleri giderlerini karşılamaya yetmiyordu, içeriden borçlanmanın da sınırlarına gelinmişti. O zaman dış borçlar bir çare olarak ortaya çıktı.

Son 4-5 senedir Osmanlı’da ve Cumhuriyet’in ilk döneminde finans sisteminin gelişimi üzerine epey araştırma yaptım ve okudum. Çok ilginç şeyler öğrendim. Bunları yaptığım yürüyüş turlarında, verdiğim konferanslarda ve katıldığım bazı programlarda ilgilenen insanlarla paylaşıyorum. Osmanlı dönemi ile Cumhuriyetin son 35 yılındaki dış borçlanmayı karşılaştırdığımızda şekil şartlarında, araçlarda, aracılarda bazı farklılıklar olmakla birlikte özünde büyük bir farklılık göremiyoruz. Dış borçlanmaya bakışımız ve dış kaynakları kullanma biçimimiz maalesef hala büyük benzerlikler gösteriyor. Gelin yakından bakalım.

Devletler neden dış borç alırlar?

Dış borçlanma, esasen tasarruf fazlası olan bir ülkenin tasarruflarının borçlanan ülkeye faiz karşılığı aktarılmasıdır. Genellikle iç tasarrufları yetersiz olan ülkeler tarafından başvurulur. Bu ülkeler, yapacakları cari harcamalar ve yatırımlar için iç kaynaklar yetmediğinde dış kaynaklara başvururlar. Dış borçların bir başka özelliği ise genellikle uzun vadeli olmasıdır. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu ortam gibi,  enflasyonist bir ekonomik ortama sahip ülkelerde iç kaynaklardan uzun vadeli borçlanma imkanı yoktur. Oysa kamunun ve özel sektörün özellikle yatırım projelerinde uzun vadeli kaynaklara gereksinimi vardır. Bu ihtiyacı gidermek için de uzun vadeli dış kaynaklara yönelmek söz konusu olabilir.

Dış borçlar önceleri ağırlıklı olarak devletten devlete verilirken daha sonra İMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar da devreye girdi. 1980’lerden itibaren de piyasalardan bankalar kanalıyla borçlanma imkanı oluştu. Bu son gelişme ve finansal piyasaların uluslararasılaşmasıyla birlikte devletler yanısıra bankalar ve özel şirketler de piyasalardan borçlanmaya başladılar. Türkiye’de özel sektör borçlanması 1989 sonrasında ciddi bir oranda artmaya başlamış, 2000’li yıllardan itibaren ise kamu borcundan daha yüksek bir seviyeye ulaşmıştır.

Osmanlı’da dış borçlanma

Osmanlı’da ilk dış borç 1854’te alınan 3 milyon sterlin tutarındaki krediydi. Bunu ertesi yıl alınan 5 milyon sterlin tutarındaki ikinci bir kredi takip etti. 1865’e kadar olan dönemde yapılan dış borçlanma tutarı yaklaşık 44 milyon sterlindi. 1866-1875 arasındaki ikinci 10 yıllık dönemde ise borçlanma üç katından fazla artarak 138 milyon sterlin seviyesine geldi. Bu tutar Osmanlı ekonomisinin büyüklüğüne göre oldukça aşırıdır. O kadar ki, örneğin 1874 yılında devletin vergi gelirleri toplamı 22 milyon sterlin, ihracat tutarı 19 milyon sterlin iken, o yılki borç anapara ve faiz ödeme tutarı 12 milyona, yani vergi gelirlerinin yüzde 57’sine, ihracat gelirlerinin ise yüzde 66’sına ulaşmıştı.  Osmanlı’ya borç veren İngiltere, Fransa, Almanya ve Avusturya gibi ülkeler verdikleri borçlar kanalıyla bir yandan Osmanlı üzerindeki nüfuzlarını artırıyor, diğer yandan gittikçe artan sanayi üretimlerinin Osmanlı pazarlarına hakim olması için finansman sağlıyor, ayrıca ciddi faiz geliri elde ediyordu.

Nitekim Osmanlı Devleti 1875 yılında borçlarını ödeyemeyeceğini açıklayarak moratoryum ilan etti. Borçların ödenmesi için yapılan çeşitli müzakereler sonucunda ise 1881 yılında Duyun-u Umumiye İdaresi’nin kurulmasını kabul ederek, borçların ödenebilmesi amacıyla birçok önemli vergi gelirinin tahsilatını uzun yıllar boyunca yabancıların kontrolündeki bu idareye devretmek zorunda kaldı. Bu durum, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün mali ve ekonomik temelini oluşturmuştur.

Osmanlı Devleti, 1854-1914 arasındaki 60 yıllık dönemde aldığı toplam yaklaşık 300 milyon sterlin tutarındaki borcun büyük kısmını ithal ürünlerin tüketimi, içeride yapılan idari ve askeri reformların finansmanı ve savaş giderleri için kullanmıştır. Bu borçlanma rakamları içerisinde altyapı yatırımı olarak kabul edilebilecek demiryolu yatırımlarına giden kısım devede kulak bile değildir. Yani, yapılan borçlanma içeride üretim kapasitesini artırma yönünde ekonomiye hiçbir katkıda bulunmadığı gibi, artan ithalat ve yabancı mallara olan talep nedeniyle içeride var olan sınırlı sanayi üretimini de bitirmiştir.

Cumhuriyet döneminde dış borçlanma

Cumhuriyeti kuran kuşak Osmanlı borçlanmasının yarattığı bağımlılığın ve yol açtığı sonuçların çok iyi bilincindeydi. Bu nedenle borçlanmaya çok temkinli yaklaştılar. Bir yandan da Osmanlı’nın genç Cumhuriyete bıraktığı borçları ödemeyi sürdürdüler. (Osmanlı borcunun geri ödemesi ancak 1954 yılında, ilk dış borçlanmanın tam 100. yılında bitmiştir.) Cumhuriyetin ilk kuşakları sadece borçlanmaya değil, iç ve dış dengeye de çok önem verdi. Yani içeride bütçe açığı, dışarıda ise dış ticaret açığı vermemeye çalıştılar. İçinde bulundukları çok zorlu koşullara rağmen bu hedeflere büyük ölçüde ulaştılar.

Cumhuriyetin ilk dış borçlanması 1930’da kibrit ve çakmak fabrikası yatırımı için ABD’li bir yatırım şirketinden 10 milyon dolarlık kredi alınarak yapıldı. İkinci dış borç ise 1934 yılında SSCB’den alınan 8 milyon dolarlık faizsiz kredi oldu ve bu kredi ile Nazilli Basma Fabrikası kuruldu. 1938 yılında ise, yaklaşan savaş teklikesi ve artan silahlanma yarışı nedeniyle askeri teçhizat alımında kullanılmak üzere İngiltere’den 16 milyon sterlinlik bir borç alındı. Görüldüğü gibi bu dönemde alınan sınırlı boyuttaki borcun tamamı sanayileşme hamlesinde ve zorunlu askeri harcamalarda kullanılmış durumda.

1939-89 arasındaki 50 yıllık dönemde de zaman zaman dış borçlanmalar görüyoruz. Bu dönemde devletlerden alınan krediler yanı sıra İMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası örgütlerden alınan dış borçlar da devreye giriyor. 1950 sonrası dönemde zaman zaman cari açık, devalüasyon ve enflasyon sarmalları görülse de dış borçlanma çok önemli boyutlara varmamıştır. Bu dönemde, zaten kapalı bir ekonomi görünümünde olan ve çoğunlukla ithal ikameci bir sanayileşme politikası izleyen Türkiye’de tüketim malı ithalatı yok denecek kadar az. Bu yapının bozulmasına yol açan ise, ekonomide sıkıştığı için dışarıdan borçlanarak içeride bir rahatlama yaratmak amacıyla 1989 yılında “Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında 32 Sayılı Karar”da yaptığı değişiklikle sermaye hareketlerini, yani dışarıdan borçlanmayı serbest bırakan zamanın Başbakanı Turgut Özal oldu.

 Dış borçlanmanın piyasalaşması: 1989 sonrası dönem

32 Sayılı Karar’daki bu değişiklik dış borçlanmada önemli bir sıçramaya yol açtı. Artık doğrudan uluslararası piyasalara çıkarak tahvil ihracı yoluyla da borçlanmak mümkün olacaktı. Daha da önemlisi, bu karar dış borçlanmayı artık kolayca başvurulan, adeta maliyetsiz ve geri ödemesiz bir finansman kaynağı olarak Türk siyasetçisinin ve şirketlerinin hizmetine sundu. Daha önce de belirttiğim gibi, dış borçlanmanın genelde uzun vadeli olması da siyasetçilerin ekmeğine yağ sürdü. Bu yapı, siyasetçilerin dışarıdan borçlanıp içeride harcayarak siyasi faydasından istifade ettikten sonra ödemesini sonraki hükümetlere bırakma eğilimini adeta kurumsallaştırmaya başladı. Böylece Türkiye 1990’lardan itibaren ciddi bir dış borç sarmalına girdi.

AKP döneminde ise dış borçlanma adeta şahlandı. Özellikle 2003-2020 döneminde küresel likiditenin artması ve faizlerin düşüklüğü bu artışı kuvvetle destekledi. 1990’larda başlayan özel sektör bankalarının ve şirketlerinin doğrudan dış borç alma trendi AKP iktidarı yıllarında daha da arttı. 1990’da 52 milyar dolar olan toplam dış borç tutarı 2002 yılında 130  milyar dolara, 2023 yılında 483 milyar dolara ulaştı. Böylece, AKP döneminde dış borç tutarında yaşanan artış 4 katına yaklaştı. 2023 Eylül ayı itibarıyla 483 milyar dolarlık toplam borç içerisinde kamunun payı 121 milyar dolar, Merkez Bankası’nınki 46 milyar dolar iken kalan 316 milyar dolar özel sektör payı (yüzde 65) olarak gerçekleşti.

Dış borçlanmanın bilançosu

Genel olarak borçlanma, ancak alınan borçlar yatırıma gidiyorsa, yani ülkenin üretim kapasitesinde orta-uzun vadede bir artış yaratıyorsa anlamlıdır ve ekonomi üzerinde pozitif etki yaratır. Altyapı yatırımları yanı sıra doğrudan üretim kapasitesi artışına ve yeni teknolojiler yoluyla verimliliğin artışına yol açacak yatırımlar bu kapsamda sayılır. Nitekim Cumhuriyetin ilk yıllarında ve 1989’a kadar olan dönemde borçlanma büyük ölçüde yatırım ve savunma amaçlı olarak yapılmıştır. Savunma amaçlı yapılan borçlanmanın da ülkenin üretim kapasitesine bir katkısı yoktur. Bu nedenle ekonomik açıdan savunmak zordur ama ülke güvenliğinin sağlanmasına katkıda bulunduğu ölçüde anlayışla karşılanabilir. Nitekim, Türkiye savunma konusunda finansal ve askeri açılardan dışa bağımlılığın sakıncalarını görmüş ve 1970’lerden itibaren içeride bir savunma sanayi geliştirme çabasına girmiştir.

Aslında devlet çapında yukarıda vurguladığım nokta bireysel borçlanma açısından da geçerli. Yurt dışında tatil için borçlanma yapmak, işinizi genişletmek veya konut sahibi olmak için yaptığınız borçlanmadan çok farklıdır. İlkinde borç üretken bir amaç için değil, tüketim/keyif amaçlı kullanılırken, diğerlerinde ileride yaratacağı katma değerle size geri dönüşü artacak ve yaşamınızı daha da kolaylaştıracak bir şekilde kullanılmış olmaktadır.

Osmanlı döneminde ve 1989 sonrası dönemde gördüğümüz gibi sağlanan dış borçlar üretim kapasitesinde ve verimlilikte ciddi bir artışa yol açmıyorsa, özellikle AKP hükümetleri döneminde gördüğümüz gibi (ihtiyaç duyulan altyapı yatırımları hariç) büyük ölçüde yapılaşmaya-betonlaşmaya gidiyorsa ve ciddi bir ithalat artışına yol açıyorsa dış borçlanmanın ülke ekonomisine katkısı son derece sınırlıdır. Dış borç tutarının ülkenin ekonomik göstergelerine göre ağırlığı arttıkça bu etki daha da riskli hale gelir. Diğer yandan, borçlanmanın yarattığı bağımlılık, dış politika ve ekonomi politikalarında ülke yönetimlerinin ellerini bağlamaya başlar, bağımsız politikalar uygulanmasını zorlaştırır, ülkenin varlıklarının düşük bedeller üzerinden elden çıkarılmasını kolaylaştırır. Bu açıdan Osmanlı dönemi ile 1989 sonrası dönem maalesef büyük benzerlikler gösteriyor. Bu iki dönemin tek önemli farkı, Osmanlı döneminde özel sektör borçlanması söz konusu değilken, son 35 yılda özel sektör borçlanmasının kamu kesiminin çok üzerine çıkmış olmasıdır.  Ülkenin üretim ve verimlilik artışına katkıda bulunmayan dış borçlanma bağımlılığından hızla uzaklaşmamız gerekiyor.

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.