Avustralya‘nın Queensland eyaletinde yaşayan bir çift tarafından sahiplenilen ve sonrasında “vahşi hayvan bakım izni” bulunmadığı için devlet yetkilileri tarafından alıkonulan saksağan, kamuoyundan gelen tepkiler üzerine ailesine iade edilecek.
Queensland Başbakanı Steven Miles, sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamada Molly isimli saksağanın çok yakında sahiplerine döneceğini duyurdu.
Molly, sahiplerinin Staffordshire bull teriyeri Peggy ile kurduğu sıradışı dostluk sayesinde sosyal medyada geniş bir takipçi kitlesi edinmişti. Juliette Wells ve Reece Mortensen çifti, 2020 yılında Molly’yi bir ağacın altında yaralı halde bulduktan sonra evlerine almış ve ona bakmaya başlamıştı.
Ancak Queensland yasaları gereği, vahşi hayvanlara izinsiz bakmak yasak olduğundan Molly, 1 Mart’ta çevre yetkilileri tarafından çiftin elinden alındı. Bu durum, sosyal medyada ve yerel topluluklar arasında büyük bir tepki topladı.
Başbakan Miles, çiftle yaptığı görüşmede, devletin saksağan için gerekli iznin alınması konusunda bir yol belirlediğini ve bu sayede Molly’nin yakında tekrar sahiplerine kavuşacağını belirtti. Miles, “Bu haberin, her gün Facebook sayfamda Molly’nin serbest bırakılması yönünde yorum yapan binlerce kişi için iyi bir haber olacağını biliyorum” dedi.
Çift, daha önce de izin almak için çeşitli girişimlerde bulunmuş ancak sürecin sosyal medya sayfalarıyla çatışması nedeniyle başvurularını geri çekmek zorunda kalmıştı. Molly’nin sahipleri, sosyal medyada paylaştıkları bir video aracılığıyla durumdan duydukları üzüntüyü dile getirmişlerdi.
Bu süreç, 150 binden fazla kişinin imza attığı bir dilekçe ile de desteklendi. Başbakan Miles’ın son açıklamasıyla Molly’nin iyi durumda olduğu ve yakın zamanda ailesine teslim edileceği doğrulandı.
Yeni yayımlanan bir araştırma, küresel ısınmanın yol açtığı sıcaklık stresinin, ahtapotların görme yeteneklerini bozabileceğini ve gebelik dönemindeki anneler ile doğmamış yavrularında ölüm oranlarını artırabileceğini ortaya koydu.
Önceki araştırmalar ahtapotların yüksek adaptasyon yeteneğine işaret etse de, son bulgular sıcaklık stresinin bu deniz canlılarının hayatta kalma yetenekleri üzerinde ciddi etkiler yaratabileceğini gösteriyor. Ahtapotların beyinlerinin yaklaşık yüzde yetmişi görme fonksiyonlarına ayrılmış durumda. Görme yetisi, iletişimde ve yırtıcıları ile avları tespit etmede kritik rol oynuyor.
Adelaide Üniversitesi‘nden Dr. Qiaz Hua ve ekibi, farklı sıcaklıklarda gebelik dönemindeki ahtapotlar ve yavruları üzerine deneyler yaptı. Kontrol grubu olarak 19°C, mevcut yaz sıcaklıklarını taklit eden 22°C ve 2100 yılında beklenen yaz sıcaklıklarını yansıtan 25°C sıcaklıklarında deneyler gerçekleştirildi.
25°C’ye maruz kalan ahtapotların, görme ile ilgili protein üretiminde önemli düşüşler gözlemlendi. Bu proteinlerden biri, hayvanların göz merceklerinde berraklık ve optik netlik sağlamada yüksek miktarda bulunan yapısal bir protein, diğeri ise gözün fotoreseptörlerindeki görsel pigmentlerin yeniden oluşumundan sorumlu.
Fotoğraf: Vlad Tchompalov / Unsplash
Sıcak denizlerde ahtapotlar çoğalamıyor
Daha yüksek sıcaklıklar, doğmamış yavrularda ve gebelik dönemindeki annelerde prematüre ölümlerin artışıyla ilişkilendirildi. 25°C sıcaklıkta üç ahtapot türünden ikisinin yumurtaları hiç çatlamazken, üçüncü türde yalnızca yarısı çatladı. Araştırmacılar, bu sıcaklıkta hayatta kalan yavruların aşırı termal stres altında olduğunu ve yetişkinliğe ulaşma şanslarının düşük olduğunu belirtti.
Dr. Hua, “Bulgular, küresel ısınmanın birden fazla nesil üzerinde eş zamanlı etkiler yaratabileceğini gösteriyor” dedi. Araştırma, ahtapotların gelecekteki okyanus değişikliklerine adapte olma yeteneklerinin sınırlı olabileceğini vurguluyor. Adelaide Üniversitesi‘nden Prof. Bronwyn Gillanders ise, “Sadece üç derecelik bir değişimle bile organizmaların işlevselliğinde bozulmalar başlıyor” şeklinde konuştu.
İklim değişikliğiyle ilgili güvenilir bilgileri yaygınlaştırmayı hedefleyen İklim Masası‘yla olan işbirliğimiz çerçevesinde, Doç. Dr. Cihan Erdönmez’in yazdığı ve Türkiye’nin zayıflayan ormanlarını anlattığı makaleyi yayımlıyoruz.
*
Odun üretimindeki artış ve orman alanlarının enerji, madencilik gibi sektörlere giderek daha çok tahsis edilmesi, Türkiye ormanlarının parçalanmasına ve zayıflamasına sebep oluyor. Bu durum, ormanların iklim değişikliğiyle mücadelede üstlendiği rolü de baltalıyor.
2017’de yaklaşık 15 milyon metreküp olan odun üretimi, yalnızca birkaç sene içerisinde 25 milyon metreküpe ulaştı. Bugün gelinen noktada, Türkiye ormanlarında her 100 metreküp ağaç servetinden yıllık olarak üretilen odun miktarı, dünya ortalamasının iki katı seviyesinde.
Son 10 yılda, farklı sektörlere tahsis edilen orman alanlarında da kayda değer artış yaşandı: Günümüzde kadar ormancılık dışı kullanımlar için tahsis edilen toplam 810 bin hektarlık orman alanın yüzde 47’si, son 10 yılda tahsis edildi. Bu tahsisler yalnızca ormansızlaşmaya sebep olmakla kalmıyor, civar orman ekosistemlerinde parçalanma ve nitelik kayıplarına yol açıyor.
2008 ile 2019 yılları arasında, 10 hektardan küçük orman parçalarının sayısında yüzde 118’lik artış yaşandı. Direnci düşen, biyoçeşitliliği azalan ormanların karbon tutma işlevi de zayıfladı. 1990 ile 2017 yılları arasında, ormanlarda yılda 63 ila 67 milyon ton karbon tutulurken, bu miktar 2021’de neredeyse yarı yarıya azalarak 34 milyon tona geriledi.
Odun üretimi Türkiye ormanlarının kapasitesinin çok üzerinde
Türkiye ormanları üzerindeki en önemli baskı unsurlarından biri, özellikle 2017’den bu yana keskin bir şekilde artan odun üretimi. Bu durumun temel nedeni olarak, lif levha endüstrisindeki üretim artışları gösteriliyor. Önceleri odun ihtiyacını ithalat yoluyla karşılayan bu sektörün, ekonomik krizler ve döviz kurundaki aşırı artışlar nedeniyle, Orman Genel Müdürlüğü’ne odun üretiminin artması yönünde baskı yaptığı anlaşılıyor.
2017 yılında yaklaşık 15,5 milyon metreküp olan endüstriyel odun üretimi, 2021 yılında 28 milyon metreküp seviyesine yaklaştı. Bu artış, ormancılık meslek kamuoyunda çok fazla eleştiri aldığı için 2022 yılında bir miktar azalarak 25,4 milyon metreküp civarına geriledi. Bu miktar da hâlâ ülke ormanlarının kapasitesinin çok üzerinde.
Fotoğraf: Monika Grabkowska / Unsplash
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) istatistikleri, odun üretimine uygun ormanlarda bulunan her 100 metreküp ağaç serveti için bir yılda kesilerek oduna dönüştürülen kısmının dünya genelinde bir metreküp dolayında olduğunu ortaya koyuyor. Bu ortalama, Avrupa Birliği ülkelerinde 0,75 metreküp civarındayken, Türkiye’de iki metreküpün üzerine çıktı. Odun üretiminin kabul edilebilir sınırların üzerine çıkması, ormanların ekolojik özelliklerinde kayda değer bozulmalar yaşanmasına sebep oluyor.
Odun üretiminin artması, iklim değişikliği ile mücadele bağlamında da önemli. Canlı ağaçlar, atmosferden karbondioksit alıp bünyelerinde depolarlar. Ağaçların odun üretimi için kesilmesi, ormanlarda depolanan karbon miktarının da azalması anlamına geliyor. Orman yerine odunda depolanan karbonun akıbeti ise odunun nasıl kullanıldığına bağlı.
Örneğin mobilya haline getirilip ihraç edilen odunun depoladığı karbon da yurtdışına çıkar ve artık Türkiye’nin emisyonlarını dengeleyen bir unsur görevi üstlenemez. Üretilen odun yakılır ya da bir şekilde çürürse bu durum atmosfere doğrudan karbon salımı anlamına gelir. Ayrıca kesilerek ormandan çıkarılan ağaçlar artık fotosentez yapamayacakları için, ormanlar tarafından atmosferden alınan karbon miktarı da azalır.
Tahsislerin neredeyse yarısı, son 10 yılda yapıldı
Türkiye ormanları üzerinde artan baskılar, odun üretimi ile sınırlı değil; orman alanlarının enerji ve madencilik gibi sektörlere tahsisi de son yıllarda kayda değer ölçüde arttı. 2022 yılı sonunda, Türkiye’de ormancılık dışı kullanıma tahsis edilmiş toplam orman alanı miktarı 810 bin hektar civarındaydı. Ancak bu miktarın neredeyse yarısına denk gelen 382 bin hektarlık alan, yalnızca son 10 yılda tahsis edildi.
Enerji sektörü, bu tahsislerin başını çekiyor. Son 10 yılda, enerji sektörünün kullanımı için yaklaşık 136 bin hektar orman alanı tahsis edildi. Onu, 105 bin hektar ile madencilik sektörü izledi. Yalnızca bu iki sektöre yapılan orman alanı tahsisleri, toplam orman alanı tahsisinin yüzde 63’üne denk geliyor.
Küçük orman parçalarının sayısı yüzde 118 arttı
Ormancılık dışı kullanıma tahsis edilen alanlarda yapılan işlemleri doğrudan ‘‘ormansızlaşma’’ olarak adlandırmak mümkün. Fakat yine de, farklı sektörel yatırımlara tahsis edilen bu alanlar, orman varlığı envanterinde ‘‘orman alanı’’ olarak görünmeye devam ediyor.
Oysa söz konusu alanlardaki bitki örtüsü bütünüyle kaldırıldığı için hem ormanın karbon yutağı işlevi sıfırlanıyor hem de diğer ekosistem hizmetlerini yerine getiremez hale geliyor. Ayrıca bu alanların civarındaki orman ekosistemleri de parçalanma yoluyla pek çok ekolojik yıkım sürecini bir arada yaşıyor. Biyoçeşitlilik azalıyor, ormanın direnci düşüyor ve elbette karbon tutma işlevi yavaşlıyor.
Orman Genel Müdürlüğü istatistiklerine göre, 10 hektardan küçük orman parçalarının sayısı 2008-2019 yılları arasında yüzde 118 arttı. Aynı dönemde, bin hektardan büyük orman parçalarının sayısı yüzde 16 oranında azalırken, toplam orman parça sayısında yüzde 56’lık artış yaşandı. Özetle, Türkiye’nin daha büyük ve ekolojik açıdan daha güçlü ormanları, daha küçük ve ekolojik açıdan daha güçsüz orman parçalarına doğru bir dönüşüme maruz kaldı.
Fotoğraf: George Bakos / Unsplash
Yıllık ortalama ağaçlandırma yüzde 55 azaldı
Bu tablo, ağaçlandırma çalışmalarında ‘‘çağ atlandığına’’ ve orman alanlarının nicel olarak arttığına yönelik açıklamalarla çelişkili görünüyor. Yakın tarihe baktığımızda, orman alanı miktarının ormancılık çalışmaları sonucu nicel olarak artırıldığı dönemlere rastlıyoruz. 1937 yılında çıkarılan ilk çağdaş Orman Kanunu ile devlet ormanlarının devlet tarafından işletilmesi ilkesi benimsendi. O güne kadar, çoğu yabancı sermayeli şirketler tarafından işletilen ormanlar, yeni kurulan devlet orman işletmelerince korunmaya başlandı.
Türkiye’nin orman varlığı, 1945 yılında bu kapsamda başlayan düzenli ağaçlandırma çalışmaları sayesinde giderek arttı. Güvenilir istatistikler bulunmasa da, 1930’larda ülkenin orman varlığının 9-10 milyon hektar civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu alanlar, 1973 yılına kadar yaklaşık iki kat artırılarak 20 milyon hektar düzeyine çıkarıldı. Günümüzde ise 23 milyon hektarı geçti.
Öte yandan, önceki dönemlerle kıyasladığımızda, günümüzde ağaçlandırma çalışmalarında başarılara imza atıldığını söylemek mümkün değil. 1983-2002 yılları arasındaki 20 yıllık dönemde bir milyon 150 bin hektar ağaçlandırma yapılırken, 2003-2002 arasındaki 20 yıllık dönemde bu miktar sert bir düşüşle 640 bin hektar civarında gerçekleşti. Daha açık bir ifadeyle, ağaçlandırma çalışmalarında çağ atlamak şöyle dursun, ciddi bir gerileme ve başarısızlık dönemi yaşanıyor.
Orman alanı artışının esas sebebi, kırsaldan kente göç
Bütün bunlara karşın, Türkiye’de orman alanları gerçekten nicel olarak artıyor. Ancak bu durumun sebebi, koruma ve düzenli ağaçlandırma gibi, orman varlığını artırmaya yönelik faaliyetler değil. Son yıllarda gerçekleşen orman alanı artışının temel nedeni, göç veren bölgelerde boşalan tarım topraklarının ve otlaklarının kendiliğinden ormanlaşması.
Daha önce orman olan bu topraklar, insan eliyle tarım alanına ya da otlağa dönüştürülmüştü. Bu baskı ortadan kalkınca ormanlar, verdiklerini geri almaya başladılar. Buna karşın, insan baskısının devam ettiği, nüfusun arttığı ve arazi rantının yüksek olduğu bölgelerde, ormanlar azalmaya devam ediyor. Örneğin Marmara Denizi’ne kıyısı olan hiçbir kentte ormanlar artmadığı gibi, aksine, azalıyor. Bunun tek istisnası, Yalova.
Orman tahribatının önü, yasal düzenlemelerle açıldı
Türkiye’de ormanların karşı karşıya olduğu bu tehlike, 1970’ten bugüne birbiri ardına yapılan ve orman tahribatının önünü açan yasal düzenlemelerin bir sonucu.
1961 Anayasası’nda, ormanları çok sıkı koruyan bir madde bulunuyordu (131. Madde). Orman ve toplum arasındaki ilişkideki çarpıklıkların siyasi ranta dönüştürülmesini engelleyen bu maddede, 1970 yılında, Meclis’teki tüm partilerin desteğiyle (Adalet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi ve Güven Partisi) bazı değişiklikler yapıldı. Yalnızca üç yıl sonra, 6831 Sayılı Orman Kanunu’nun 2’nci maddesine b bendi eklendi ve orman sınırları dışına çıkarılan alanları ifade eden 2b terimi hayatımıza girdi.
Bu madde, ‘‘orman niteliğini kaybetmiş’’ alanların orman sınırları dışına çıkarılmasına izin veriyordu. Aslında Türkiye koşullarında bir orman, orman niteliğini kendiliğinden kaybetmez. Orman niteliği, insan faaliyetleri sebebiyle bozulur veya ortadan kalkar. Bu madde de, yerleşime dönüşmüş veya tarım amacıyla kullanılması daha uygun görülen alanların orman sınırları dışına çıkarılmasına olanak tanıyordu.
2b uygulamaları nedeniyle Türkiye’nin dört bir yanında binlerce hektar orman alanı, orman sınırları dışına çıkarıldı. Bu uygulamalar, yeni orman tahripleri için de teşvik edici oldu. Ancak bu dönemde, yalnızca orman niteliğini 1961 yılından önce kaybetmiş alanlar 2b kapsamına giriyordu. Bu zaman sınırı, 1982 Anayasası ile esnetildi ve binlerce hektar orman alanı daha 2b kapsamına girdi.
Bu durum, orman tahriplerini önü alınamaz bir hale getirdiyse de, siyasetçilerin aklındaki nihai çözüm değildi. Orman sınırları dışına çıkarılan alanların, işgalcilerin mülkiyetine geçmesi gerekiyordu ancak 1990’lı yıllarda başlayan uygulamayla bu olanak, yalnızca orman köylülerine tanınıyordu. Bu kısıt da 2012 yılında çıkarılan 6292 Sayılı Yasa ile kaldırıldı; 2b alanlarının, orman köylüsü olsun ya da olmasın, tüm hak sahiplerine satılması mümkün hale geldi. Orman işgalcileri, birdenbire hak sahibi oldu. ‘Hak’sız olma rolü ise, yasalara uyan, dürüst yurttaşlara düştü.
Bu noktada çözülmesi gereken tek bir sorun kalmıştı: 1982 sonrasında yapılan orman işgallerini meşrulaştırmak. Bu da 2018 yılında Orman Kanunu’na konulan Ek Madde 16 ile çözüldü. Anayasa’da 1982 tarih eşiği duruyor olmasına karşın, yapılan bu düzenleme, yasanın sınırsız bir şekilde uygulanmasına olanak tanıyordu. Cumhuriyet Halk Partisi’nin itirazı üzerine incelemede bulunan Anayasa Mahkemesi ise, tuhaftır, düzenlemede Anayasa’ya aykırı bir durum görmedi.
Bu düzenlemeler sonunda gelinen noktada, orman teşkilatına dilekçe yağıyor. Bu dilekçelerde yurttaşlar, Ek Madde 16 ile orman sınırları dışına çıkarılmasını talep ettikleri orman alanlarını iletiyorlar. Bu dilekçelerin sayısı, ülke genelinde yüz binlerle ifade edilmeye başlandı. Bugüne kadar üç bin hektardan fazla orman alanı, Ek Madde 16 ile orman sınırları dışına çıkarıldı.
Orman suçları üçe katlandı
2b ile 2022 yılı sonuna kadar 645 bin hektar alanın orman sınırları dışına çıkarıldığı düşünüldüğünde, Ek Madde 16’nın sebep olduğu üç bin hektar önemsiz görünebilir. Ancak bu, doğru bir değerlendirme olmaz. Nitekim 2b, yalnızca, orman niteliğini 1982’den önce kaybetmiş alanları kapsıyordu ve dolayısıyla bir sınırı vardı. Ek Madde 16 ise hiçbir zaman sınırı içermiyor. Yani bugüne kadar üç bin hektar olan bu alanlar, önümüzdeki yıllardan çok daha yüksek miktarlara ulaşabilir. Üstelik bu yasa, alanları orman sınırı dışına çıkarma yetkisini tek bir kişiye, Cumhurbaşkanı’na veriyor.
Öngörüldüğü üzere, Ek Madde 16, 2018 yılından bu yana orman açma ve işgal suçlarında patlama yaşanmasına neden oldu. Türkiye genelinde işlenen orman açma suçu sayısı, 2017 yılında 2,473 iken 2021 yılında 6,043’e yükseldi.
Aynı süre zarfında, bu suçlar dolayısıyla tahrip olan orman alanı ise 1,148 hektardan 2,468 hektara fırladı. Orman işgalleri 2,241’den 5,361’e, işgaller nedeniyle tahrip olan orman miktarı ise 970 hektardan 2,629 hektara yükseldi. Bu verilerden de anlaşıldığı üzere, her kalemdeki artış oranı, yüzde 100’ün üzerinde gerçekleşti. Ek Madde 16, Türkiye ormanları için her an her yerde patlamaya hazır bir bomba gibi. Tek çare, bu maddenin bir an önce Orman Kanunu’ndan çıkarılması.
Uyarı:Haber trans kadına yönelik yapılmış şiddete ilişkin öğeler içermektedir ve tetikleyici olabilir. Görüntüler ve/veya ifadeler benzer durumda kalmış, fiziksel şiddete maruz kalmış ve işkence görüntülerinin olumsuz etkileyeceği kişileri tetikleyebilir. Söz konusu durum için bir ruh sağlığı uzmanına başvurabilir veya bölgenizdeki LGBTİ+ topluluklarla iletişime geçebilirsiniz.
*
İZMİR- Alsancak’ta bir trans kadın sokak ortasında onlarca erkeğin fiziksel ve sözel şiddetine maruz kaldı. Sokak ortasında erkeklerin tekmelediği, küfürler ettiği ve telefonuna el koyduğu trans kadının çığlıklarına ise herhangi bir polis/bekçi ve insan engel olmadı. 20 Kasım Trans İnisiyatifi işkence anlarının görüntülerinin kaydına ulaşarak sosyal medya hesabından paylaştı.
İnisiyatif söz konusu şiddetin faillerinin ceza alması için tüm hukuki desteğin sağlanacağının altını çizdi.
Görüntülerin sosyal medyada yayılmasının ardından vatandaşlar “Sokakta olaya müdahale edecek bekçi/polis yok mu!” diyerek tepki gösterdi.
‘Bu şiddeti durdurmayıp bu şiddetle bizi baş başa bırakanları biliyoruz, tanıyoruz’
İnisiyatif tarafından yapılan açıklamada olaya ilişkin şu ifadelere yer verildi:
“Bu gece kim olduğu belirlenemeyen büyük bir kalabalık, trans kadın arkadaşımıza saldırarak gasp etti. Arkadaşımız yoğun bir şekilde fiziksel şiddete maruz kaldı.
Bizler, bu şiddeti durdurmayıp, bu şiddetle bizi baş başa bırakanları biliyoruz, tanıyoruz. Arkadaşımıza uygulanan bu şiddetin faillerinin ceza alması için elimizden gelen tüm hukuki desteği sağlayacağız. Nefretiniz de transfobiniz de batsın. Dayanışmayla…”
Translara yönelik nefret (transfobi) ve LGBTİ+’lara yönelik nefret (homofobi) iktidar partileri AKP ve MHP‘nin yanı sıra Yeniden Refah ve HÜDAPAR gibi partiler tarafından sıkça körükleniyor. Ayrıca Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) gibi kurumlar da bu nefreti artıran ve yayan kararlara imza atıyor. Ülkede Onur Yürüyüşleri’ne hala yasaklamalar getirilirken LGBTİ+’ları ötekileştiren, ayrıştıran nefret yürüyüşlerine izin veriliyor.
LGBTİ+’lara karşı baskı ve şiddet Türkiye’deki iktidar ve kolluk kuvvetleri eliyle sürdürülüyor.
Global Energy Monitor’ün her yıl yayımlanan ‘‘Yükseliş ve Çöküş’’ raporuna göre, 2023’te dünyada işletmede olan kömür kurulu gücünde yüzde 2’lik bir artış yaşandı. Bu artışın üçte ikisi Çin’den kaynaklanırken, ABD ve Avrupa‘da emekli edilen kapasitenin diğer yıllara kıyasla daha düşük olması da bu artışı etkiledi.
Kömür kurulu gücündeki bu artışın 2023’ten itibaren ABD ve Avrupa’da kömürden çıkışın hızlanmasıyla kısa sürede tersine dönmesi bekleniyor. Çin’in 2025 yılına kadar 30 GW’lık kömürlü termik santral kapasitesini devre dışı bırakma hedefini tutturmak için derhal harekete geçmesi durumunda ise ilave kapasitelerdeki artışın daha da yavaşlaması bekleniyor.
‘Kömürün bu yılki durumu bir anomali’
Global Energy Monitor Kömür Programı Direktörü Flora Champenois rapor bulgularına ilişkin şu değerlendirmede bulundu:
“Kömürün bu yılki durumu bir anomali, zira tüm işaretler bu hızlı genişlemenin tersine döneceğini gösteriyor. Ancak kömür santrallerini emekliye ayırması gereken ülkeler bunu daha hızlı yapmalı ve yeni kömür santralleri için planları olan ülkeler de bunların asla inşa edilmemesini sağlamalıdır. Aksi takdirde Paris Anlaşması‘ndaki hedeflerimize ulaşmayı ve temiz enerjiye hızlı bir geçişin getireceği faydalardan yararlanmayı unutabiliriz.”
Öte yandan, Türkiye’de hala altı kömürlü termik santral projesi bulunuyor. Üstelik 2023 yılında Türkiye ile Birleşik Arap Emirlikleri arasında imzalanan ve 3 GW’a kadar yeni kömür yatırımlarını içeren on yıllık enerji anlaşması, Türkiye’de kömürlü termik santral kurulu gücünün artması riski oluşturdu.
Avrupa İklim Eylem Ağı (CAN Europe) Türkiye İklim ve Enerji Politikaları Sorumlusu Elif Cansu İlhan şöyle konuştu:
‘‘Yükseliş ve Çöküş raporu geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi bu yıl da küresel enerji üretiminde kömürün yerinin gittikçe daraldığını gösteriyor. Bu yıl Çin dışında dünyada yeni başlatılan termik santral inşaatları 2015 yılından beri en düşük seviyeyi gördü. Dünya genelinde termik santraller, yeterince hızlı olmasa da, emekli edilmeye devam ediyor.
Avrupa Birliği’nde geçtiğimiz yıl elektriğin sadece yüzde 12’sinin kömürden üretilmiş olması ve G7 ülkelerinde yapım aşamasında termik santral olmaması bunun örnekleri. Türkiye’nin henüz kömürden çıkış tarihi ve adil geçiş planlaması olmasa da 2053 net sıfır hedefi var. Türkiye, hem küresel iklim hedeflerine katkı sağlamak hem de 2053 net sıfır vizyonunu başarmak için bir an önce santral bazında kömürden adil çıkış planlarını kurgulamalı, planlama süreçlerine işçilerin ve yurttaşların katılımını sağlayarak kömür bölgelerinde yaşayanların daha fazla zarar görmesini önlemeli.’’
Fosil Yakıtların Ötesi (Beyond Fossil Fuels) Kampanyacısı Duygu Kutluay ise bulgulara ilişkin şunları dile getirdi:
“Küresel kömür kapasitesindeki artış devam etmeyecek ve kömür yeniden düşüşe geçecek. 2023’te devreye alınan güneş ve rüzgar kapasitesinin yüzde 96’sı yeni kömür ve gaz santrali inşaatından daha ucuza gelirken, bu yenilenebilir projelerin yüzde 75’i fosil yakıt alternatiflerinden daha ucuz elektrik sunuyor. Türkiye bu eğilimleri ciddiye almalı ve kömür santrali projelerini iptal ederek elektrik üretim maliyetini düşüren ve çevreye zarar vermeyen uygun maliyetli yenilenebilir teknolojilere daha fazla yatırım yapmalı.”
Raporun diğer öne çıkan verileri ise şöyle:
Küresel Kömür Santrali Takibi verilerine göre, 2023 yılında dünyada 69,5 GW kurulu gücünde kömürlü termik santral devreye alındı ve 21,1 GW devre dışı bırakıldı. Böylece küresel düzeyde işletmedeki kömürlü termik santral kapasitesi 48,4 GW artarak toplam 2,130 GW’a çıktı. 2023 yılında yaşanan bu artış 2016’dan bu yana gerçekleşen en büyük net artış oldu.
Çin’de devreye giren yeni kömürlü termik santrallerdeki artış (47,4 GW ya da küresel ilavelerin yaklaşık üçte ikisi), Endonezya, Hindistan, Vietnam, Japonya, Bangladeş, Pakistan, Güney Kore, Yunanistan ve Zimbabwe’deki yeni kapasitelerle birlikte küresel artışı tetikledi.
ABD ve Avrupa’da kömür santralleri emekliliklerinde yaşanan yavaşlama kömür kurulu gücündeki artışa katkıda bulundu.
2023 yılında dünyada emekli edilen toplam kurulu gücün yaklaşık yarısı ABD kaynaklıydı. ABD 2023 yılında 9,7 GW emekli ederek, 2022’teki 14,7 GW’a ve 2015’teki rekor düzeydeki 21,7 GW’a kıyasla, yavaşlamış oldu.
Avrupa Birliği ülkeleri ve Birleşik Krallık, bu yıl dünyada emekli edilen kömür kurulu gücünün yaklaşık dörtte birini oluşturdu; Birleşik Krallık (3,1 GW), İtalya (0,6 GW) ve Polonya (0,5 GW) 2023 yılında bölgede en fazla kömür kapasitesi emekli eden ülkelerin başında yer aldılar.
Küresel kömür filosunun geleceğinin nasıl biçimleneceği büyük ölçüde sektördeki büyümenin temel göstergelerinden biri olan yeni başlatılan kömür santrali inşaatlarına bağlı.
Çin dışındaki ülkelerde yeni başlatılan inşaatlar geçen yılın ardından bu yıl da azalarak, verilerin toplanmaya başlandığı 2015 yılından beri en düşük seviyeyi gördü.
Dilovası‘nda yeni yol yapım projesi için çalışan inşaat işçileri, yerel halkın ‘İzocam Tepesi’ olarak adlandırdığı 12 bin metrekareye yayılan, kanuna aykırı bir şekilde alana terk edilmiş tonlarca yalıtım malzemesi ile tehlikeli asbest içeren alanda, risklerden ve asbetten habersiz bir şekilde çalışıyor.
The Black Sea‘den Dilan Pamuk ve Vedat Örüç‘ün haberine göre; Toksik Vadi projesi kapsamında 2019’da ortaya çıkarılan bu tehlikeli tepede numune alınarak yapılan çalışmalar, şimdi işçilerin çalıştığı alanda büyük miktarlarda yalıtım malzemesi olarak kullanılan cam yünü bulunduğunu göstermişti.
Cam yünü, binalarda izolasyon malzemesi olarak kullanılan, silis kumunun formaldehit-fenol bağlayıcılarla çok yüksek sıcaklıkta eritilmesiyle elde edilen tahriş edici bir madde. Testlerle birlikte, bu atığa yer yer krosidolit, krizotil ve amosit olmak üzere üç tür asbest içeren elyaflı çimento karıştığı da ortaya çıkmıştı.
Fotoğraf: Vedat Örüç/TBS
Yasadışı atık sahasının kaynağına ilişkin kanıtlar, Türkiye’nin ilk cam yünü yalıtım malzemeleri üreticisi ve 1965’te Dilovası’nda fabrika açan ilk şirketlerden biri olan İzocam’a işaret ediyor.
İzocam bugün Fransız Saint-Gobain ve Kuveytli Alghanim Industries şirketlerine ait. Eski çalışanlar ve yöre halkı, şirketin fabrika atıklarını 1980’lerde düzenli olarak kasabanın tepelerine döktüğünü belirtiyor.
Taşeron firma Menga İnşaat‘ın çalışanları, işle ilgili herhangi bir tehlikeden haberdar olmadıklarını ve kendilerine herhangi bir özel ekipman verilmediğini söyledi.
Bir iş makinesi operatörü “Burası hakkında hiçbir bilgim yok. Sadece buranın eskiden çöp döküm alanı olduğunu biliyordum ama üstlerimiz riskli bir alan olduğu konusunda bizi hiç uyarmadı,” dedi ve ekledi:
“Haftalardır burada çalışıyoruz; umarım bir sıkıntı yaşamayız. Zaten çıkardığımız toprağı da yamaçtan aşağı döküyoruz, sorun olsaydı müdahale ederlerdi herhalde.”
Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, tepenin zararlı yalıtım atıkları ve asbest içerdiğini yıllardır bildiği halde, en akıl almaz adımı attı; tepeyi kazmaya başladı.
‘Derhal durdurulmalı’
Uzmanlar, akciğerlerdeki tek bir mikroskobik lifin ölümcül olabileceğini, bu nedenle de asbestin havaya salınmasının tehlikeyi en yüksek boyuta taşıdığını, solunduğu takdirde akciğer zarı kanseri olarak da bilinen mezotelyoma ve diğer kanserlere neden olabileceğini ifade ediyor.
Asbeste maruz kalmanın sonuçlarının ortaya çıkması ise genelde onlarca yıl sürüyor ve tedavisi bulunmuyor. Bu nedenle asbest bertarafı yasalarla sıkı bir şekilde düzenleniyor. Dokuz Eylül Üniversitesi öğretim üyesi ve iş sağlığı ve güvenliği uzmanı Prof. Dr. Yücel Demiral, yapılan inşaatın “tehlikeli” olduğunu ve derhal durdurulması gerektiğini belirtiyor.
Mevcut çalışma şartları yalnızca işçiler için değil onların etkileşime girdiği herkes için de ciddi bir risk teşkil edebiliyor. Demiral, “İşçiler asbesti kıyafetleriyle evlerine taşıyabilirler,” diyor.
Durumla ilgili olarak Menga İnşaat sorulara yanıt vermiyor. Ancak bölge sakinleri sahadaki çalışmaların hız kesmeden sürdüğünü doğruluyor. Bölgede zaman geçirdikten sonra kızarıklık ve nefesalma sorunlarından muzdarip olan yöre halkı, öteden beri tepe konusunda temkinli davranıyor. Çobanlar, sürülerinin bu bölgenin yakınında dolaştığında hayvanların hastalandığını ya da ayaklarında tahriş ve enfeksiyon oluştuğunu bildiriyor.
Mart ayında, tepenin bulunduğu bölgede onlarca yıldır yaşayan üç çocuk babası Ahmet Durmaz, kaçak atık sahasının zaman içinde oluştuğunu ve yerleşim alanının önüne kadar genişlediğini ifade ediyor.
Ağaçların tümü kurudu
Saint-Gobain’in medya ilişkileri yöneticisi Laure Bencheikh gönderdiği e-postada “İzocam tarafından üretilen cam yünü ürünlerin asbest içermediğini ve hiçbir zaman da içermemiş olduğunu” ve şirketin sadece izin verilen atık sahalarını kullandığını söyleyerek beş yıl öncekine benzer açıklamalarını tekrar etti.
İzocam Tepesi hiçbir zaman resmi izin verilmiş bir atık sahası değildi. Şirket, büyük miktarlarda cam yünü ve taş yünü ile asbestin kaynağı olan atermitin – fiber çimento çatı kaplaması – nasıl oraya ulaştığına veya İzocam atığı olmadığından nasıl emin olduklarına dair bir açıklama yapmadı.
Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, yıllar boyunca sorunu büyük ölçüde görmezden geldi. En az bir defa alanın üzerini toprakla örtmeye ve ağaç dikmeye çalıştı, ancak bu ağaçların tümü kurudu.
Dilovası Ekoloji ve Sağlık Derneği (EKOSDER) Başkanı İsmail Sami, “Orada asbest olduğunu The Black Sea haber yapana kadar bilmiyorlardı, haberden sonra mevzuyla alakalı gündem oluştu,” diyor.
Sami, konuyu Kocaeli Büyükşehir Belediyesinin Çevre Koruma ve Kontrol Dairesi Başkanıyla da görüşmüş. Ancak Daire, materyali gerekli şekilde bertaraf ederek alanı rehabilite etmeye yönelik herhangi bir adım atılmasıyla asbestin Dilovası’nın üstüne yayılarak daha ciddi bir sorun ortaya çıkacağından endişe duyulduğunu ifade etmiş.
Sami, “Bu görüşme sadece bir kere olmadı, defalarca oldu,” diye ekliyor. “Hatta bir halk sağlığı uzmanı da belediyeye geldi, belediye başkanıyla bu konuyu görüştü.” Sonrasında daire başkanı görevden ayrıldığında ise konu bir daha konuşulmamış. “Mesele o ara sümenaltı oldu.”
‘Cezai yaptırımlar söz konusu olabilir’
Çevre Mühendisi Utku Fırat, The Black Sea’ye verdiği demeçte, yasalara göre Kocaeli’nin ilgili departmanına veya Çevre Şehircilik Bakanlığı’na tek bir şikâyette bulunulması durumunda devletin inceleme başlatması ve tehlikeyi ortadan kaldırması gerektiğini dile getirdi.
Fırat aynı zamanda “çevrenin taksirle kirletilmesi” nedeniyle cezai yaptırımların da söz konusu olabileceğini belirtiyor. “Çevre Bakanlığı ile savcılık atık sahasını incelemek için birlikte çalışma yürütmeli. Sorumluların belirlenmesi sonrasında cezai yaptırımlar uygulanabilir.”
Muğla, Yatağan’daki termik santrale Eskihisar Yeraltı İşletmeciliği Kömür Ocağı Projesi için ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Gerekli Değildir’ kararı verildi.4 milyar 950 milyon TL değerindeki projeye verilen onayla zaten hukuksuz bir şekilde yeraltı işletmeciliği yapılan santralin şirketine kağıt üzerinde de izin verilmiş oldu.
Turgutmahallesinde zeytinlikalanların hemen yanında bulunan Yatağan Termik Santrali için 8.3 hektar (8340 m2) alanda kömür üretiminin yapılması planlanıyor. Yeraltı işletmeciliğiyle yılda bir milyon tonluk kömür üretilmesi öngörülüyor. Ancak bölgenin yanı başında antik kentler, zeytinlik sahaları ve yerleşim yerleri bulunuyor.
Daha önce Haziran 2023’te de Yeşil Gazete muhabiri Dilan Ela Pamuk termik santral alanını görüntülemiş ve şirketin maden için verilen yargı kararlarını görmezden gelerek kaçak yer altı madenciliği tünelleri açtığını ortaya koymuştu:
Konuyla ilgili daha sonra DEVA Partisi Genel Başkan Yardımcısı ve Doğa Hakları ve Çevre Politikaları Başkanı, İstanbul Milletvekili Evrim Rızvanoğlu, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı AlparslanBayraktar’ın cevaplaması istemiyle soru önergesi vermişti.
Rızvanoğlu, soru önergesinde Bakan Bayraktar’a “Şirket, yeni bir proje mi sundu? Yeni ÇED raporu alındı mı?” diye sormuştu.
“[…] sahada herhangi bir üretim veya üretime hazırlık faaliyeti bulunmamaktadır.
Bununla birlikte maden sahalarında işletme ruhsatı düzenlendikten sonra sahada faaliyetin başlayabilmesi için ruhsat sahipleri tarafından izin alanına yönelik olarak Maden Kanunu’nun 7’nci maddesinde belirtilen; mülkiyet izninin (orman/mera/tapulu arazi vb.) ÇED Belgesi’nin İş Yeri Açma ve Çalışma Ruhsatı’nın ve ilgili Bakanlık/Kurumlardan alınması zorunlu olan diğer tüm izinlerin (Sit, Milli Parklar, Turizm Bölgeleri Alanları ve Merkezleri ile Kültür ve Turizm Koruma ve Gelişim Bölgeleri ve duyarlı bölgeler için vb.) tamamlanması gerekmektedir. Bahse konu izinlerin alınması sürecinde de yapılacak olan madencilik faaliyetinin çevreye olan etkileri ilgili kurumlarca etraflıca değerlendirilmekte olup bu izinlerini tamamlayamayan hiçbir ocağın açılmasına Bakanlığımızca müsaade edilmemektedir. Bu bağlamda madencilik faaliyetlerinden kaynaklanan çevresel sorunlara ilişkin hususlar Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın görev alanına girdiğinden konuyla ilgili bu Bakanlıktan bilgi alınması uygun olacaktır.”
Ancak yıllardır termik santrale karşı mücadele veren Tayyibe Demirel, ‘ÇED Gerekli Değildir’ kararından önce, 21 Mart 2024’te, Yeşil Gazete‘ye zaten halihazırda yeraltı işletmeciliğinin şirket tarafından hukuksuz bir şekilde yapıldığını şöyle aktarmıştı:
Projenin dosyasında yeraltı işletmeciliği yapılacağı için bölgedeki ağaç varlığına herhangi bir zarar verilmeyeceği ısrarla dile getirilse de Tayyibe Demirel’in zeytin bahçesinin yaklaşık 30 metre ilerisinde toprakta derin yarıklar meydana gelmiş durumda. Zeytinlerin yanı sıra bölgede aynı zamanda arıcılık da yapılıyor.
Yatağan Termik Santrali – Fotoğraf: Cansu Acar
Yatağan 38 yılda 33 bin 129 erken ölüme neden oldu
Temiz Hava Hakkı Platformu’nun raporuna göre; Yatağan Kömürlü Termik Santrali’nin kurulduğu 1982’den 2020’ye kadar neden olduğu erken ölüm sayısı 33 bin 129. Aynı zamanda termik santral aynı yıllar arasında 21 bin 4 erken doğuma neden oldu.
Öte yandan bu yıllar arasındaki bronşit vakaları ise 223 bin 98’i buldu. Rapora göre termik santrallerin 2030’a kadar kapatılması özellikle Yatağan ve Aydın arasındaki hava kirliliğini azaltacak. Ancak santralin üç ünitesinin de 2063’e kadar çalıştırılması planlanıyor.
Termik santral kullandığı soğutma suyuyla da bölgenin yeraltı su kaynaklarını olumsuz etkileyerek zaten tehlike çanlarının çaldığı Muğla’nın su varlığı üzerinde de tehdit oluşturuyor.
Higgs bozonunu tespit eden ve “tanrı parçacığı” olarak da adlandırılan bu parçacığa adını veren Nobel ödüllü fizikçi Peter Higgs hayatını kaybetti.
Bozonun parçacıklara kütle sağlayarak evreni birbirine bağlamaya nasıl yardımcı olduğunu gösteren 1964 yılındaki çalışmasıyla 2013 yılında Nobel fizik ödülüne layık görülen 94 yaşındaki Higgs, 8 Nisan’da Edinburgh‘daki evinde hayatını kaybetti.
2008’de ciddi bir şekilde başlayan bir dizi deneyden sonra, teorisi 2012’de İsviçre‘deki Cern‘deki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı‘nda çalışan fizikçiler tarafından kanıtlandı; Nobel ödülü, 1964’teki çalışmaları da keşfe doğrudan katkıda bulunan Belçikalı teorik fizikçi François Englert ile paylaşıldı.
Royal Society üyesi ve Onur Üyesi olan Higgs, meslek hayatının büyük bir bölümünü, 2012 yılında onuruna Higgs Teorik Fizik Merkezi‘ni kuran Edinburgh Üniversitesi‘nde geçirdi.
Edinburgh Üniversitesi’nden Prof Peter Mathieson, “Peter Higgs olağanüstü bir bireydi – vizyonu ve hayal gücü bizi çevreleyen dünya hakkındaki bilgilerimizi zenginleştiren gerçekten yetenekli bir bilim insanıydı” dedi ve ekledi:
“Öncü çalışmaları binlerce bilim insanını motive etti ve mirası gelecek nesiller için çok daha fazlasına ilham vermeye devam edecek.”
Cern’in genel müdürü ve 2012 yılında Higgs parçacığının keşfedilmesine yardımcı olan Atlas deneyinin eski lideri Prof Fabiola Gianotti ise şunları söyledi:
“Parçacık fiziğine yaptığı olağanüstü katkıların yanı sıra Peter çok özel bir insandı, nadir görülen bir alçakgönüllülüğe sahipti, harika bir öğretmendi ve fiziği çok basit ve derin bir şekilde açıklayan biriydi. Cern’in tarihinin ve başarılarının önemli bir parçası onunla bağlantılıdır. Çok üzgünüm ve onu çok özleyeceğim.”
Parçacığın keşfinin açıklanmasından önceki akşam Peter, Cern’in eski teori başkanı John Ellis‘in evinde küçük bir kutlamaya davet edildi.
Guardian’an aktardığına göre; “Parçacık fiziğinin bir devi aramızdan ayrıldı,” dedi ve şunları dile getirdi:
“Onun teorisi olmasaydı atomlar var olamazdı ve radyoaktivite elektrik ve manyetizma kadar güçlü bir kuvvet olurdu. Kendi adını taşıyan parçacığın varlığına ilişkin öngörüsü derin bir kavrayıştı ve 2012’de Cern’de keşfedilmesi, Evrenin işleyişine ilişkin anlayışını doğrulayan taçlandırıcı bir andı.”
Atlas işbirliğinin bir üyesi olan Jon Butterworth, Higgs’in “parçacık fiziği topluluğu için bir kahraman” olduğunu söyledi ve şunları aktardı:
“Bundan pek hoşlanmasa da, başarılarının kendisine kazandırdığı kamuoyu profilini bilimin iyiliği için kullanma sorumluluğu hissetti ve bunu birçok kez yaptı. Onun adını taşıyan parçacık, görünüşte soyut olan matematiksel fikirlerin nasıl büyük fiziksel sonuçları olan tahminler yapabileceğinin belki de en çarpıcı örneğidir.”
Nobel ödülünü veren İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi, o dönemde yaptığı açıklamada, evrenin bilimsel anlayışının temelini oluşturan standart fizik modelinin “özel bir tür parçacığın varlığı”na dayandığını söyledi: Higgs parçacığı. Bu parçacık tüm uzayı dolduran görünmez bir alandan kaynaklanıyordu. Açıklamada şunlara yer verilmişti:
“Evren boş göründüğünde bile bu alan oradadır. O olmasaydı biz de var olamazdık, çünkü parçacıklar bu alanla temas ederek kütle kazanırlar. Englert ve Higgs tarafından önerilen teori bu süreci açıklıyor.”
Yaygaradan hoşlanmayan, son derece utangaç bir adam olan Higgs, açıklamanın yapıldığı gün Leith‘te öğle yemeği için evden çıkmış ve eve dönerken eski bir komşusu tarafından durdurularak kendisine haber verilmişti.
Newcastle upon Tyne‘da doğan Higgs, Chris ve Jonny adında iki oğlunu, gelini Suzanne’ı ve iki torununu geride bıraktı. Ayrı yaşadığı dilbilim öğretim görevlisi eşi Jody ise 2008’de hayatını kaybetmişti.
Tanrı Parçacığı nedir
‘Tanrı parçacığı’ olarak da nitelendirilen Higgs bozonu 1964’te İngiliz fizikçi Peter Higgs tarafından bilim dünyasına açıklanmıştı.
Higgs, temel parçacıkların kütle kazanmasını açıklayan kuramını 1964’te ortaya koymuş, 2012’de ise yapılan deneyler sonunda Higgs bozonunun varlığı da tespit edilmişti.
İngiliz fizikçinin adını alan Higgs bozonu 1993 yılında Nobel ödüllü fizikçi Leon Ledermann tarafından ‘tanrı parçacığı’ olarak adlandırılmıştı.
Teorinin ortaya atılmasından onlarca yıl sonra İsviçre’nin Cern kentinde bulunan Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi, parçacıklara kütlelerini verdiği düşünülen Higgs bozonunun varlığının kanıtlandığını duyurmuştu.
Merkez’deki fizikçilerden Joe Incandela, Higgs parçacıklarının varlığının kesin olduğunun anlaşıldığını bildirmişti.
Bilim insanları evrenin doğumuna yol açtığına inanılan Büyük Patlama sırasında özellikle teorik fizikteki kütle mantığının temelini oluşturan Higgs parçacığı diye adlandırılan parçacıkların varlığını kanıtlamıştı.
Yoğun iş temposu ve şehir hayatının stresinden uzaklaşmak isteyenler için İstanbul‘daki ormanlar ve tabiat parkları, doğa ile iç içe vakit geçirme fırsatı sunuyor. İstanbul’un bu yeşil alanları, şehrin içinde bir nefes alma noktası oluşturuyor.
İstanbul ormanları son 50 yılda 27 bin hektar azaldı. Ormanlık alanlara yönelik imar girişimleri ise bitmek bilmedi. Halen de başta Belgrad ve Kemerburgaz olmak üzere Kuzey Ormanları‘na yönelik yapılaşma baskısı sürüyor. Ormanlık alanları ziyaret edenlerin arkalarında bıraktıkları çöpler ise burada yaşayan yaban hayatı, yeraltı ve yer üstü su kaynakları için büyük tehdit oluşturuyor.
Bu bayram tatilinde, şehir dışına çıkamayan ya da İstanbul’un tenha, sakin halini özleyip bir yere gitmeyenler için henüz tamamen bozulmamış doğayla buluşabilecekleri beş rotayı derledik. Onları sonraki kuşaklara nasıl bırakacağınızı, koruma ve rehabilitasyonlarıyla ilgili mücadele edenlere katılmayı düşünerek sağlıklı yürüyüşler, huzurlu bayramlar dileriz.
1. Belgrad Ormanı
Belgrad Ormanı, İstanbul’un Eyüpsultan ilçesine bağlı Göktürk beldesi yakınlarında bulunuyor ve şehrin en önemli yeşil alanlarından biri. İstanbul’un gürültüsünden ve kalabalığından kaçmak isteyenler için ideal bir kaçış noktası sunan Belgrad Ormanı, geniş yürüyüş yolları, koşu parkurları, piknik alanları ve bisiklet yolları ile doğaseverlere ve spor yapmak isteyenlere açık. Orman içerisinde bulunan su kaynakları ve barajlar, hem doğal güzelliği hem de İstanbul’un su ihtiyacının bir kısmını karşılaması açısından da önem taşıyor.
Tarihi ve doğal güzelliği ile bilinen Belgrad Ormanı, Osmanlı döneminden kalan tarihi su kemerleri ile de ünlü. Bu su kemerleri, dönemin mimari ve mühendislik becerisini yansıtır ve ziyaretçilere tarihi bir perspektif sunuyor. Orman, aynı zamanda çeşitli yaban hayatı türlerine ev sahipliği yapıyor; kuş gözlemcileri ve doğa fotoğrafçıları için değerli bir alan olma özelliği taşıyor.
Belgrad Ormanı’nın zengin bitki örtüsü içerisinde çeşitli ağaç türleri bulunuyor. Özellikle meşe, çam ve kestane ağaçları ormanın karakteristik bitkileri arasında yer alıyor. Mevsime göre değişen flora, ormanı her mevsim ziyaret etmek için ayrı bir sebep sunabilir!
2. Kemerburgaz Kent Ormanı
Kemerburgaz Kent Ormanı, İstanbul’un Eyüpsultan ilçesi sınırları içinde yer alıyor. Orman, geniş çimenlik alanları, serin gölgelikler sunan ağaçları ve doğal bitki örtüsüyle zengin bir biyolojik çeşitliliğe ev sahipliği yapıyor.
Ormanın içerisinde bulunan çeşitli ağaç türleri arasında meşe, çam ve kestane gibi türler öne çıkıyor. Bu ağaçların yanı sıra, mevsimine göre değişen ve bölgeye özgü birçok bitki türü ziyaretçilere doğanın değişken güzelliklerini gözlemleme fırsatı veriyor. Kemerburgaz Kent Ormanı’nın içinde yer alan ve çeşitli su canlılarına ev sahipliği yapan gölet ise, kuş gözlemcileri için ideal bir ortam sağlıyor.
Spor yapmayı ve doğada vakit geçirmeyi sevenler için Kemerburgaz Kent Ormanı, yürüyüş, koşu ve bisiklet sürme gibi etkinlikler için uygun parkurlar sunuyor. Ayrıca burada, aileler ve arkadaş grupları için piknik yapmaya elverişli alanlar da mevcut.
Doğa fotoğrafçılığına ilgi duyanlar için de Kemerburgaz Kent Ormanı, özellikle sabah erken saatlerde veya gün batımında benzersiz manzaralar sunuyor.
3. Atatürk Arboretumu
Atatürk Arboretumu, İstanbul’un Sarıyer ilçesinde, Belgrad Ormanı’nın bir parçası olarak yer alıyor. 296 hektarlık geniş bir alana yayılan arboretum, dünyanın dört bir yanından getirilen ve yaklaşık 2000’den fazla bitki türünü barındıran geniş bir botanik koleksiyonuna sahip. 1949 yılında İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi tarafından kurulan bu özel alan, hem bilimsel araştırmalara hem de doğa severlerin ziyaretine açık.
Atatürk Arboretumu, özellikle botanik bilimi ile ilgilenen araştırmacılar ve öğrenciler için önemli bir kaynak. Farklı iklimlerden gelen bitkilerin adaptasyon süreçlerini gözlemlemek, endemik türleri incelemek ve botanik bilginin genişletilmesine katkıda bulunmak için ideal bir ortam olan arboretumda, aynı zamanda bitkilerin korunması ve sürdürülebilir yönetimi konularında da çalışmalar yapılıyor.
Doğa yürüyüşleri ve piknik gibi aktiviteler için de uygun olan Atatürk Arboretumu, ilkbahar ve sonbahar aylarında, özellikle fotoğrafçılar için renk cümbüşüne sahne oluyor. Çeşitli ağaç ve bitki türleri, bu mevsimlerde arboretumun peyzajını süsleyen çiçeklerle görsel bir şölene dönüşüyor. Ayrıca, su elementleri ve küçük göletler, bu botanik bahçesinin estetiğini zenginleştiriyor.
Ziyaretçiler için düzenlenmiş olan yollar ve işaretlenmiş parkurlar, arboretumun her köşesini keşfetmeyi kolaylaştırıyor. Aileler, doğa meraklıları ve fotoğraf tutkunları, burada sessiz ve huzurlu bir gün geçirebilir, şehrin kalabalığından ve gürültüsünden uzaklaşabilir.
4. Polonezköy Tabiat Parkı
Polonezköy Tabiat Parkı, İstanbul’un Anadolu yakasında, Beykoz ilçesinde yer alan ve kentin yoğunluğundan uzakta, doğayla iç içe vakit geçirebileceğiniz kıymetli bir alan. 19. yüzyılda Polonyalı göçmenler tarafından kurulan ve “Polonya köyü” anlamına gelen Polonezköy, tarih boyunca Polonya kültürünü ve yaşam tarzını korumuş bir bölge. Köy, bugün bile evleri, restoranları ve diğer yapılarıyla bu özgün karakteri yansıtmaya devam ediyor.
1994 yılında tabiat parkı olarak tescil edilen Polonezköy Tabiat Parkı, İstanbul’un büyüklükteki ender yeşil alanlarından biri olarak kabul ediliyor. 3 bin dönümlük bir alanı kaplayan park, özellikle yürüyüşçüler ve bisikletçiler için çeşitli parkurlar sunuyor.
Polonezköy Tabiat Parkı’nın içerisinde yer alan flora ve fauna, bölgenin biyolojik çeşitliliğine önemli bir katkı sağlıyor. Park, farklı bitki türleri ve yaban hayatıyla doğaseverler için keşfedilmeyi bekleyen bir cennet sayılır.
Park, aynı zamanda Polonya tarihi ve kültürü hakkında bilgi edinmek isteyenler için de bir dizi tarihi eser ve anıta ev sahipliği yapıyor. Bu ögeler, köyün tarihini ve Polonya kökenli sakinlerin yaşam tarzını daha yakından tanıma fırsatı sunuyor.
Doğa yürüyüşleri, piknik, bisiklet turu gibi etkinlikler için uygun olan Polonezköy Tabiat Parkı, her mevsim ziyaret edilebiliyor. İlkbahar ve yaz aylarında yeşilin her tonunu barındıran park, sonbaharda sarı ve kızıl yapraklarıyla, kışın ise beyaz kar örtüsüyle doğaseverlere unutulmaz manzaralar vaat ediyor.
5. Ömerli Barajı ve çevresi
Ömerli Barajı ve çevresi, İstanbul’un Anadolu yakasında yer alan, doğal güzelliklerle çevrili, huzurlu kaçış yerlerinden biri. İstanbul’un önemli içme suyu kaynaklarından biri olan Ömerli Barajı, Melen Çayı üzerinde konumlanıyor. Güvenlik gerekçeleriyle baraja doğrudan erişim izni olmasa da, barajın çevrelediği ormanlık alan, doğa yürüyüşleri, piknik ve keşif için ideal.
Ömerli Barajı çevresi, biyolojik çeşitlilik açısından zengin bir alan olup, çeşitli bitki türleri ve yaban hayatına ev sahipliği yapıyor. Bu bölgedeki doğal habitat, kuş gözlemcileri ve doğa fotoğrafçıları için cazip bir ortam sunuyor. Ayrıca, bölgedeki çeşitli yürüyüş yolları, her seviyeden doğaseverin doğayla iç içe olabileceği fırsatlar sağlıyor.
Giderek artan çevresel sorunlar karşısında insanların, en çok da gençlerin yaşadığı kaygının yeni bir adı var: Eko anksiyete.
Küresel ısınmaya bağlı iklim krizi, orman yangınları, biyoçeşitlilikteki azalma gibi çevresel krizler, belirgin bir şekilde insanların psikolojisinde stres ve endişe durumu yaratabiliyor. İklim krizinin etkilerine bağlı olarak gelişen kaygılar, ‘eko anksiyete’ olarak gruplandırılıyor ve uzmanlar, bu tür kaygılar için spesifik baş etme yöntemleri öneriyor.
Eko anksiyete nedir?
Amerikan Psikoloji Derneği (American Psychological Association – APA) tarafından 2017 yılında, iklim değişikliğinin insan psikolojisi üzerindeki etkilerine dair yayınlanan raporda, eko anksiyete terimi ilk kez kullanıldı.
Bu rehberde eko anksiyete, iklim değişikliği ve çevresel bozulmanın doğrudan ya da dolaylı olarak bireylerde neden olduğu psikolojik stres olarak tanımlanıyor. Bu durum, özellikle gelecek nesiller için kaygılanan, doğayla iç içe yaşayan veya çevresel felaketlerin etkilerine doğrudan maruz kalan insanlarda daha sık görülüyor.
Mayıs 2022’de Climate Change and Health dergisinde yayımlanan bir araştırma, çevrimiçi bir ankete katılanların çoğunun, 2021’de Batı ve Kuzey Amerika‘daki sıcak dalgası nedeniyle iklim değişikliği konusunda çok daha fazla (yüzde 40,1) veya biraz daha fazla (yüzde 18,4) endişeli olduğunu belirttiğini ortaya koydu. Yaşanan, birçok rekoru kıran büyük bir sıcak dalgasıydı.
2024’ün ilk çeyreği itibariyle, üst üste her ay sıcaklık rekorları kırmaya devam ediyoruz. Gezegen ısınmaya ve tükenmeye devam ederken, konuyla ilgili duyduğumuz endişeler de çeşitlenmeye başlıyor.
Eko anksiyete, genel anksiyete bozukluğunun bir alt türü olarak değerlendirilebilir fakat doğrudan bir psikiyatrik tanı olarak kabul edilmiyor.
Bu kaygı durumu, çevresel sorunlara karşı farkındalık ve duyarlılığın bir göstergesi olarak da nitelendiriliyor. Yani, her ne kadar sıkıntı verici olsa da, eko anksiyetenin aynı zamanda bireylerin çevresel sorunlara karşı harekete geçme motivasyonunu da artırabileceği belirtiliyor.
Gençlerin yüzde 75’i gelecekten endişeli
Gençler, psikolojik ve fizyolojik kapasitelerini geliştirmekte olan ve ekonomik, politik, sosyal sistemlere doğrudan etki edemeyen bir grup olduğundan, iklim değişikliğinin zihinsel sağlık sonuçlarına karşı özellikle savunmasız.
Güncel araştırmalar, özellikle gençler arasında eko-anksiyetenin giderek arttığını gösteriyor. Nature Climate Change dergisinde 2023’te yayımlanan bir çalışma, dünya genelinde 10 binden fazla genç birey üzerinde yapılan anketin sonuçlarını paylaşmıştı. Araştırma, gençlerin yüzde 75’inin gelecek için “çok endişeli” olduğunu ve bu endişenin önemli bir kısmının çevresel krizlerden kaynaklandığını ortaya koymuştu.
2010’da Pakistan‘da yaşanan sel felaketi sonrasında, 10-19 yaş aralığındaki gençlerin yüzde 75’i post travmatik stres bozukluğu belirtileri gösterdiği biliniyor. Sel felaketlerinin tekrar yaşandığı 2022’de, 10 milyon çocuk acil yardıma ihtiyaç duymuştu.
Araştırmalar aynı zamanda, dünya nüfusunun yüzde 40’ının iklim değişikliğinden ciddi şekilde etkilenebilecek bölgelerde yaşadığını gösteriyor.
Gençlerde iklim değişikliği kaynaklı anksiyeteyi (eco-anxiety, solastalgia, eco-guilt, ecological grief) anlamak, bu duyguların gerçek varoluşsal tehditlere karşı mantıklı bir tepki olduğunu kabul etmek önemli. Bu tür duyguların, özellikle karmaşık ve derin duyguları deneyimlemeye alışık olmayan gençler için derinden rahatsız edici olabileceği anlaşılmakla birlikte, bu tepkinin mantıklı olduğu kabul edilmeli.
Eko anksiyeteyle başa çıkma yolları: Önce endişeni kabullen
Uzmanlar, iklim değişikliği tehdidini küçümsemenin faydasız olduğu konusunda hemfikir.
Eko anksiyeteyle başa çıkmak için bireysel ve toplumsal düzeyde çeşitli yöntemler öneriliyor. Öncelikle, duyguları ifade etmek, bu konuda konuşmak ve deneyimleri paylaşmak önemli. Ayrıca, çevresel sorunlara pratik çözümler üretmeye yönelik kişisel adımlar da atılabilir.
Bath Üniversitesi’nden eko anksiyete araştırmacısı Dr. Caroline Hickman, bu süreçte mindfulness (farkındalık) tekniklerini kullanmanın, insanların duygularını yargılamadan kabul etmelerine yardımcı olacağını söylüyor. “Korkuyu yok etmeye çalışmak yerine, onu tolere etmenizi sağlayabilirsiniz” diyen Hickman, endişelenmenin tamamen normal olduğunu söyleyerek başlamamızı öneriyor.
Eko anksiyete, çaresizlik ve kontrolsüzlük duyguları tarafından da beslenebilir. Uzmanlar, bu duyguların hafifletilmesinde en etkili yöntemlerden birinin, iklim değişikliğiyle mücadelede aktif rol almak olduğunu belirtiyor. Siyasi aktivizm, yerel veya uluslararası çabaların bir parçası olmak ya da iklim değişikliğiyle mücadele eden kuruluşlarla gönüllü çalışmak gibi eylemler, kişiyi güçlendirir ve çaresizlik duygusunu ortadan kaldırabilir.
Benzer düşüncelere sahip kişilerle iletişim kurmak ve gruplara katılmak, eko anksiyeteyle başa çıkmada önemli bir adım olarak nitelendiriliyor. Topluluk içinde yapılan kolektif eylemler, kişisel eylemlere göre, iklim değişikliği anksiyetesi ile ilişkili bilişsel ve duygusal bozuklukların hafifletilmesinde daha etkili görülüyor.