Antalya‘da, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı‘nın Lara sahili bandında yeni planlama çalışmalarına başladığı iddialarına karşı Muratpaşa Belediyesi, X üzerinden bir mesaj yayınladı. Belediye, yaklaşık 21 kilometre uzunluğundaki sahil şeridi için hazırlanan planların, bölgenin doğal ve turistik yapısına zarar vereceğini savunuyor.
Muratpaşa Belediyesi tarafından yapılan açıklamada, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın 2019’da Lara sahil bandında bulunan ve Antalya’nın ünlü falezlerini de içeren 686 dekarlık alanın ‘Kesin Korunacak Hassas Alan’ ilan ettiği belirtildi. Ancak son planlama çalışmaları, bölgedeki doğal koruma alanlarını tehdit ediyor.
Basına ve kamuoyuna
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın, eski Divan Talya Otel’den Karpuz Kaldıran Özel Eğitim Merkezi Komutanlığı’na kadar uzanan yaklaşık 21 kilometrelik Lara sahil bandında planlama çalışmalarına başladığı iddia edilmektedir. Bilindiği üzere…
— Antalya Muratpaşa Belediyesi (@MuratpasaBld) April 14, 2024
Belediye, bu yeni planların Antalya’nın doğal güzelliklerine ve kent içi turizmine zarar vereceğini öne sürüyor. Lara sahil bandı, Muratpaşa Belediyesi’nin ücretsiz erişim sağladığı mavi bayraklı plajları, sosyal destek programları ve rekreatif alanları ile dikkat çekiyor.
Muratpaşa Belediyesi, planlama çalışmalarının Ankara‘da masa başında hazırlanmasına karşı çıkıyor ve yerel halkın görüşlerinin dikkate alınmasını talep ediyor. Belediye yayınladığı mesajda, planların uygulanması halinde hukuki haklarını kullanmaktan çekinmeyeceğini açıkça belirtiyor.
Menstrual sağlık ve hijyen, menstrüasyon gören herkes için önemli ve güncel bir mesele olmasına rağmen, bu konunun çevresel etkileri çoğu zaman göz ardı ediliyor. Menstrual ürünlerin üretimi, kullanımı ve atılması sırasında karşılaşılan çevresel sorunlar, aynı zamanda adet gören insanların karşılaştığı zorluklara da ışık tutuyor.
Dünya genelinde yaygın olarak kullanılan tek kullanımlık menstrual ürünler, özellikle hijyenik pedler ve tamponların çoğu, geri dönüştürülemeyen ve biyolojik olarak parçalanamayan malzemelerden üretiliyor ve kullanım sonrası çöplüklere atılan bu ürünler, mikroplastikler ve diğer zararlı maddelerin çevreye yayılmasına neden oluyor.
Düşük ve orta gelir düzeyine sahip ülkelerde şehirleşme ile birlikte artan hijyenik ped kullanımı, atık yönetimi sorunlarını da beraberinde getiriyor. Bu ürünlerin yakılması, gömülmesi veya tuvaletlere atılması gibi yöntemler hava, su ve toprak kalitesini olumsuz etkileyerek genel sağlık sorunlarına da yol açıyor.
‘Tek kullanımlık pedler en zararlı olanları’
2023’te yapılan bir araştırmada, dünya genelinde adet gören kişilerin dahil olduğu çevresel sorunlar ve menstrual ürünlerin bu sorunlara etkisi detaylıca incelenirken, özellikle tek kullanımlık ped ve tampon gibi ürünlerin üretim, kullanım ve atık yönetim süreçlerinde karşılaşılan çevresel zorluklar vurgulanıyor. Bu ürünlerin üretimi sırasında kullanılan ham maddeler, enerji ve su tüketiminin yanı sıra; ürün bileşenlerindeki plastik oranları ve ambalaj atıkları da, global çevresel etkiyi büyük ölçüde artırıyor.
Araştırmada, menstrual ürünlerin özellikle düşük gelirli ülkelerde çevresel bir baskı oluşturduğu da belirtiliyor. Menstrual sağlık ve hijyen ürünleri içerisinde en çok kullanılan tek kullanımlık pedler, içerdiği plastik oranları dolayısıyla çevreye en zararlı ürün. Bu ürünlerin doğada parçalanma süresinin çok uzun ve kullanıldıktan sonra çoğu, çöplüklere karışıyor veya yakılarak enerji üretiminde kullanılıyor.
Öte yandan, araştırmacılar, menstrual ürünlerin çeşitliliği ve erişilebilirliği arttıkça, çevresel etkilerin minimize edilebileceğine dikkat çekiyor. Yeniden kullanılabilir ürünlerin çevresel yükü azaltma potansiyeli araştırmada özellikle vurgulanan noktalardan.
Bu ürünlerin yaygınlaşması için gerekli olan kamuoyu bilincinin ve altyapı gelişiminin hızlandırılması gerektiğinin de altı çiziliyor. Bu tür ürünlerin daha geniş kitlelere ulaştırılması, çevresel etkileri azaltmanın yanı sıra menstrual sağlık ve eşitlik hakkına erişimde de önemli bir adım olarak değerlendiriliyor.
Doğa dostu menstrual sağlık ve hijyen önerileri
Çevreye zararlı ürünler yerine kullanılabilecek doğal seçenekler, kullanıcıların sağlık ve konforunu da ön planda tutan alternatifler. Yeniden kullanılabilir menstrual ürünler, bu alandaki en önemli çözümler arasında. Uzun vadede ekonomik olarak da avantajlı sayılabilecek bazı seçenekler şunlar:
Menstrual kaplar: Tıbbi dereceli silikondan yapılan menstrual kaplar, doğru kullanıldığında 10 yıla kadar kullanılabilir. Bu ürünler, kullanıldıkları süre boyunca hiçbir atık üretmez ve düşük su tüketimi ile temizlenebilir.
Kumaş pedler: Genellikle tek kullanımlık hijyenik pedlere kıyasla daha konforsuz olacağı düşünülen kumaş pedler, aslında oldukça sağlıklı ve kullanışlı olabilir. Birçok markanın yanı sıra, butik işletmeler tarafından da üretilip piyasaya sürülen kumaş pedler, kullanmayı ve kolayca temizlemeyi öğrendikten sonra iyi bir alternatif olarak değerlendirilmeli.
Regl külotları: Diğer doğal yöntemlere göre biraz daha su tüketimi gerektiren, ancak uzun süre kullanılabilir olduğu için de doğa dostu olan regl külotları da birçok marka tarafından iyi tasarımlarla piyasaya sunuldu.
İklim krizi menstrual sağlık ve hijyen erişimini de etkiliyor
Stockholm Environment Institute (SEI) tarafından yayınlanan raporda, menstrual sağlık ve iklim krizi arasındaki bağlantılar da ele alınıyor. Raporda yer alan ifadelere göre iklim değişikliği, su kaynaklarının azalması, hijyen olanaklarına erişimde yaşanan zorluklar ve güvenli atık yönetim yöntemlerinin kısıtlanması gibi etkenler nedeniyle; menstrual hijyen yönetimi giderek daha zor bir hale geliyor. Bu durum, menstrual hijyen uygulamalarının sürdürülebilirliğini doğrudan tehdit ediyor ve bu alandaki ilerlemelerin geri dönülmez şekilde zarar görmesi riskini artırıyor.
Raporda, iklim değişikliğine uyum sağlama çabaları ile sürdürülebilir menstrual pratiklerin teşvik edilmesi arasındaki bağın güçlendirilmesinin şart olduğu vurgulanıyor. Menstrual sağlık ve hijyen yönetiminin çeşitli zorluklarına karşı proaktif bir yaklaşım benimsenmesi, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde kapsayıcı çözümlerin ve politikaların oluşturulmasını da sağlayabilir.
Yunanistanlı ekonomist ve siyasetçi, ülkenin eski Maliye Bakanı Yanis Varoufakis geçen cuma günü Almanya‘nın Berlin kentinde düzenlenen Filistin Kongresi‘nde bir konuşma yapacakken, Alman polisi mekana giderek etkinliği yarıda kesti. Varoufakis’in sadece Almanya’yı ziyaret etmesi değil, Almanya’da siyasetle ilgili video konferanslara katılması da yasaklandı. Bu müdahaleye ve yasağa gerekçe olarak gösterilen, insanlık ve adalet çağrısının tamamını yayımlıyoruz.
Bu makale, yapay zeka aracılığıyla çevrilip editlenmiştir.
Konuşma metni: Yaris Varoufakis (12 Nisan 2024)
Redaksiyon: Ümit Şahin
*
Alman polisinin düzenlediğimiz Filistin Kongresi’ni (1930’lar tarzı) dağıtmak üzere Berlin’deki toplantı salonumuza girmesi nedeniyle yapamadığım konuşma. Alman polisi aşağıdaki sözleri yasakladığında Almanya’nın nasıl bir toplum haline geldiğine kendiniz karar verin.
Arkadaşlar,
Tehditlere rağmen, dışarıdaki zırhlı polislere rağmen, tam teçhizatlı Alman basınına rağmen, Alman devletine rağmen, sizi şeytanlaştıran Alman siyasi sistemine rağmen burada olduğunuz için sizi kutluyor ve en içten teşekkürlerimi sunuyorum.
Geçenlerde bir Alman gazeteci bana “Neden bir Filistin Kongresi, Sayın Varoufakis?” diye sordu. Çünkü Hanan Ashrawi‘nin bir zamanlar dediği gibi: “Bize acılarını anlatmaları için susturulmuşlara bel bağlayamayız.”
Bugün Ashrawi’nin gerekçesi iç karartıcı bir şekilde daha da güçlendi: Çünkü bir yandan katledilen ve aç bırakılan sessizlerin bize katliamları ve açlığı anlatmalarına bel bağlayamayız.
Ancak başka bir neden daha var: Çünkü gururlu ve saygın bir halk olan Almanya halkı, kendi adlarına suç ortaklığıyla gerçekleştirilen bir başka soykırımla ilişkilendirilerek, kalpsiz bir toplum olmaya doğru giden tehlikeli bir yola sürükleniyor.
Ben ne Yahudi ne de Filistinliyim. Ancak burada Yahudiler ve Filistinliler arasında bulunmaktan – Barış ve Evrensel İnsan Hakları için sesimi Barış ve Evrensel İnsan Hakları için Yahudi Sesleri ile – Barış ve Evrensel İnsan Hakları için Filistinli Sesler ile – harmanlamaktan inanılmaz gurur duyuyorum. Bugün burada birlikte olmak, bir arada var oluşun sadece mümkün olmadığının, aynı zamanda burada olduğunun da kanıtıdır! Şimdiden.
“Neden bir Yahudi Kongresi değil, Sayın Varoufakis?” diye sordu aynı Alman gazeteci bana, zekice davrandığını düşünerek. Sorusunu memnuniyetle karşıladım.
Çünkü herhangi bir yerde tek bir Yahudi, sırf Yahudi olduğu için tehdit edilirse, yakama Davut yıldızını takar ve dayanışmamı sunarım – ne pahasına olursa olsun, ne sonuç verirse versin.
O halde açık konuşalım: Dünyanın herhangi bir yerinde Yahudiler saldırıya uğrarsa, dayanışmamızı göstermek üzere bir Yahudi Kongresi için ilk çağrıda bulunan ben olacağım.
Benzer şekilde, Filistinliler Filistinli oldukları için katledildiklerinde – ölü ve Filistinli olmak için… Hamas’lı olmak gerektiği dogması altında – ne pahasına olursa olsun, ne sonuç verirse versin kefiyemi giyer ve dayanışmamı sunarım.
Evrensel İnsan Hakları ya evrenseldir ya da hiçbir şey ifade etmez.
Bu düşünceyle Alman gazetecinin sorusuna kendi sorularımla cevap verdim:
80 yıl önce evlerinden çıkarılıp bir açık hava hapishanesine atılan 2 milyon İsrailli Yahudi, 80 yıldır periyodik olarak bombalanırken, hala o açık hava hapishanesinde, dış dünyaya erişimi olmadan, asgari yiyecek ve suyla, normal bir yaşam şansı olmadan, herhangi bir yere seyahat edemeden mi tutuluyor? Hayır.
İsrailli Yahudiler bir işgal ordusu tarafından kasıtlı olarak aç bırakılıyor, çocukları yerde kıvranıyor, açlıktan çığlık atıyor mu? Hayır.
Aileleri hayatta olmayan binlerce Yahudi yaralı çocuk, eskiden evleri olan yıkıntılar arasında sürünüyor mu? Hayır.
İsrailli Yahudiler bugün dünyanın en sofistike uçakları ve bombaları tarafından bombalanıyor mu? Hayır.
İsrailli Yahudiler, altında gölgelenebilecekleri ya da meyvesini tadabilecekleri tek bir ağacın bile kalmadığı, hala kendilerine ait diyebilecekleri küçük topraklarda tam bir ekokırım mı yaşıyor? Hayır.
Bugün İsrailli Yahudi çocuklar BM üyesi bir devletin emriyle keskin nişancılar tarafından öldürülüyor mu? Hayır.
Bugün İsrailli Yahudiler silahlı çeteler tarafından evlerinden sürülüyor mu? Hayır.
İsrail bugün varlığı için savaşıyor mu? Hayır.
Eğer bu sorulardan herhangi birinin cevabı evet olsaydı, bugün bir Yahudi Dayanışma Kongresi’ne katılıyor olurdum.
Berlin’de, saldırı altındaki Filistin’e destek vermek ve Filistin Kongresi’nin yasaklanmasını protesto etmek için yüzlerce kişi bir araya geldi.
‘Suçluyoruz!’
Arkadaşlar,
Bugün, bizden farklı düşünen insanlarla, Ürdün Nehri’nden Akdeniz’e kadar, Yahudiler ve Filistinliler için, Bedeviler ve Hristiyanlar için, herkes için Barışı ve Evrensel İnsan Haklarını nasıl getirebileceğimize dair düzgün, demokratik ve karşılıklı saygıya dayalı bir tartışma yapmayı çok isterdik.
Ne yazık ki Alman siyasi sisteminin tamamı buna izin vermemeye karar verdi. Sadece Hristiyan Demokratların ya da Hür Demokratların değil Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve dikkat çekici bir şekilde Sol Parti’nin iki liderinin de dahil olduğu ortak bir bildiriyle, Almanya’nın bütün siyasi yelpazesi, aynı fikirde olmayabileceğimiz böylesi medeni bir tartışmanın Almanya’da asla gerçekleşmemesi için güçlerini birleştirdi.
Onlara sesleniyorum: Bizi susturmak istiyorsunuz. Bizi yasaklamak istiyorsunuz. Bizi şeytanlaştırmak, suçlamak istiyorsunuz. Bu nedenle bize, saçma suçlamalarınıza kendi mantıklı suçlamalarımızla karşılık vermekten başka seçenek bırakmıyorsunuz. Bunu siz seçtiniz. Biz değil.
Bizi antisemitik nefretle suçluyorsunuz
Biz de sizi İsrail’in savaş suçu işleme hakkını İsrailli Yahudilerin kendilerini savunma hakkıyla bir tutarak antisemitlerin en iyi dostu olmakla suçluyoruz.
Bizi terörizmi desteklemekle suçluyorsunuz
Biz de sizi, Apartheid Devletine karşı meşru direnişi, her zaman ve her zaman kınadığım ve kınayacağım sivillere yönelik zulümlerle bir tutmakla suçluyoruz; bu zulümleri kim yaparsa yapsın – Filistinliler, Yahudi yerleşimciler, kendi ailem, kim olursa olsun.
Biz de sizi, Gazze halkının 80 yıldır içinde bulunduğu açık hapishanenin duvarını yıkma görevinin önemini anlamamakla ve Berlin Duvarı‘ndan daha savunulabilir olmayan bu Utanç Duvarı’nı yıkma eylemini terör eylemleriyle bir tutmakla suçluyoruz.
Bizi Hamas‘ın 7 Ekim terörünü önemsizleştirmekle suçluyorsunuz
Biz de sizi, İsrail’in Filistinlilere yönelik 80 yıllık etnik temizliğini ve İsrail-Filistin arasında demirden bir Apartheid sistemi kurmasını önemsizleştirmekle suçluyoruz.
Biz de sizi, desteklediğinizi iddia ettiğiniz İki Devletli Çözümü yok etmenin bir aracı olarak Netanyahu‘nun Hamas’a verdiği uzun vadeli desteği önemsizleştirmekle suçluyoruz.
Biz de sizi, İsrail ordusunun Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs halkına karşı uyguladığı eşi benzeri görülmemiş terörü önemsizleştirmekle suçluyoruz.
Bugünkü Kongre‘nin organizatörlerini, aynen alıntılıyorum, “Gazze’deki savaşın arka planında Ortadoğu‘da barış içinde bir arada yaşama olanaklarını konuşmakla ilgilenmemekle” suçluyorsunuz. Ciddi misiniz siz? Aklınızı mı kaçırdınız?
Biz de sizi, Netanyahu hükümetinin İki Devletli Çözümü ve Yahudiler ile Filistinliler arasında barış içinde bir arada yaşamayı imkansız hale getirmeye yönelik Büyük Planın bir parçası olarak Filistinlileri katletmek için kullandığı silahların ABD‘den sonra en büyük tedarikçisi olan Alman devletini desteklemekle suçluyoruz.
Biz de sizi, her Almanın cevaplaması gereken o önemli soruyu asla cevaplamamakla suçluyoruz: Holokost‘a ilişkin haklı suçluluğunuzun ortadan kalkması için ne kadar Filistinlinin kanı akmalı?
Açık konuşalım: Filistin Kongremizle birlikte burada, Berlin’de bulunuyoruz çünkü Alman siyasi sistemi ve Alman medyasının aksine, soykırımı ve savaş suçlarını kimin işlediğine bakmaksızın kınıyoruz. Çünkü biz İsrail-Filistin topraklarındaki Apartheid’a, üstünlük kimde olursa olsun karşı çıkıyoruz – tıpkı Güney Amerika‘da ya da Güney Afrika‘da Apartheid’a karşı çıktığımız gibi. Çünkü biz Kadim Filistin Topraklarında Yahudiler, Filistinliler, Bedeviler ve Hıristiyanlar arasında evrensel insan haklarını, özgürlüğü ve eşitliği savunuyoruz.
Ve böylece her zaman yanıtlamaya hazır olmamız gereken ister meşru ister kötü niyetli olsun şu sorular konusunda daha da netleşiyoruz:
Hamas’ın zulmünü kınıyor muyum?
Faili ya da kurbanı kim olursa olsun her bir vahşeti kınıyorum. Kınamadığım şey, yavaş ama amansız bir etnik temizlik programının parçası olarak tasarlanmış bir Apartheid sistemine karşı silahlı direniştir. Başka bir deyişle, sivillere yönelik her saldırıyı kınarken aynı zamanda DUVARI YIKMAK için hayatını riske atan herkesi kutluyorum.
İsrail kendi varlığı için savaşmıyor mu?
Hayır. İsrail nükleer silahlara sahip ve belki de dünyanın teknolojik olarak en gelişmiş ordusuna sahip bir devlettir ve ABD askeri makinesini tam teçhizatlı olarak arkasına almıştır. İsraillilere ciddi zararlar verebilen ancak İsrail ordusunu yenme, hatta İsrail’in uzun süredir ABD ve AB desteğiyle kurduğu Apartheid sistemi altında Filistinlilere yavaş yavaş soykırım uygulamaya devam etmesini engelleme kapasitesi olmayan bir grup olan Hamas ile bir simetri söz konusu değildir.
İsrailliler Hamas’ın kendilerini yok etmek istediğinden korkmakta haklı değiller mi?
Elbette haklılar! Yahudiler, öncesinde pogromlar ve yüzyıllardır Avrupa ve Amerika’ya nüfuz eden köklü bir antisemitizm olan bir Holokost yaşadı. İsraillilerin, İsrail ordusunun çekilmesi halinde yeni bir pogrom korkusuyla yaşamaları son derece doğaldır. Ancak İsrail devleti komşularına Apartheid uygulayarak, onlara alt insan muamelesi yaparak antisemitizm ateşini körüklemekte, birbirlerini yok etmek isteyen Filistinlileri ve İsraillileri güçlendirmekte ve nihayetinde İsrail ve Diaspora’daki Yahudileri tüketen korkunç güvensizliğe katkıda bulunmaktadır. Filistinlilere karşı apartheid İsraillilerin en kötü öz savunmasıdır.
Peki ya antisemitizm?
Bu her zaman açık ve mevcut bir tehlikedir. Ve özellikle Küresel Sol saflarında ve Filistinlilerin sivil özgürlükleri için mücadele eden Filistinliler arasında olmak üzere dünyanın her yerinde ortadan kaldırılmalıdır.
Filistinliler neden hedeflerine barışçıl yollarla ulaşmıyor?
Yaptılar. FKÖ İsrail’i tanıdı ve silahlı mücadeleden vazgeçti. Peki bunun karşılığında ne aldılar? Mutlak aşağılanma ve sistematik etnik temizlik. Hamas’ı besleyen ve birçok Filistinlinin gözünde İsrail Apartheid’ı altında yavaş bir soykırıma karşı tek alternatif olarak yükselten şey buydu.
Şimdi ne yapılmalı? İsrail-Filistin’e barışı ne getirebilir?
Acil bir ateşkes.
Tüm rehinelerin serbest bırakılması: Hamas’ın ve İsrail’in elindeki binlerce rehinenin.
Uluslararası toplumun Apartheid’ı sona erdirme ve Herkes için Eşit Sivil Özgürlükleri koruma taahhüdüyle desteklenen, BM çatısı altında bir Barış Süreci.
Apartheid’ın yerini neyin alması gerektiğine gelince, iki devletli çözüm ile Tek Federal Laik Devlet çözümü arasında karar vermek İsraillilere ve Filistinlilere kalmıştır.
‘İntikamı değil, bir arada yaşamı desteklemek için buradayız’
Arkadaşlar,
Buradayız çünkü intikam, yasın tembel bir biçimidir.
İntikamı değil, İsrail-Filistin arasında Barış ve Bir Arada Yaşam’ı desteklemek için buradayız.
Sol Parti’deki eski yoldaşlarımız da dahil olmak üzere Alman demokratlarına, kendilerini utançlarının altında yeterince gizlediklerini, iki yanlışın bir doğru etmeyeceğini, İsrail’in işlediği savaş suçlarının yanına kâr kalmasına izin vermenin Almanya’nın Yahudi Halkına karşı işlediği suçların mirasını ortadan kaldırmayacağını söylemek için buradayız.
Bugünkü Kongre’nin ötesinde, Almanya’da konuşulanları değiştirmek gibi bir görevimiz var. Dışarıdaki saygın Almanların büyük çoğunluğunu, önemli olanın evrensel insan hakları olduğuna ikna etmek gibi bir görevimiz var. Bir Daha Asla, Bir Daha Asla demektir. Herkes için, Yahudi, Filistinli, Ukraynalı, Rus, Yemenli, Sudanlı, Ruandalı – herkes için, her yerde.
Bu bağlamda, DiEM25‘in Alman siyasi partisi MERA25‘in önümüzdeki haziran ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oy pusulasında yer alacağını duyurmaktan memnuniyet duyuyorum – Almanya’yı temsil eden bir Avrupa Parlamentosu Üyesi isteyen ve AB’nin soykırımdaki suç ortaklığını – Avrupa’nın Avrupa’daki ve ötesindeki antisemitlere en büyük hediyesi olan suç ortaklığını – dile getiren Alman hümanistlerin oylarına talip.
Hepinizi selamlıyor ve birimiz zincirliyken hiçbirimizin özgür olmadığını asla unutmamamızı tavsiye ediyorum.
Yeşil Tarifler’de bugünün tarifi renginizi belirleyecek. Kimyasal, içerisinde ne olduğunu bilmediğiniz, bilmek için küçücük fontlarla yazılmış içindekiler listesinde kendinizi kaybettiğiniz o rujları unutun, şimdi gönül rahatlığıyla kendi rujunuzu yapabileceksiniz.
Size bir pancar, bir hindistan cevizi yağı, birazcık soya mumu ve bunları süzebilecek herhangi bir bez/tül parçası gerekecek. Malzemeler hazırsa başlayalım…
Öncelikle rujunuzun rengini yalnızca dudaklarınızda görmek istiyorsanız eldivenlerinizi hazırlayın. Gerisi mutfağımızın yıldızı Tomris Karakartal‘da…
Öneri: Bu tarifi hazırlarken Hande Yener‘den Kırmızı parçasını dinleyerek geçmişi/geçmişte kalanları yâd edebilirsiniz.
Başlıktaki sorunun saçma bir soru gibi durduğu çok açık. İktidarı kim istemez ya da iktidarsız olmayı kim ister?
Ama bu soru, tek başına pek yeterli değil. Belki şu soruyla tamamlamamız gerekecek: Kimin iktidarı? Bir despotun mu, bir hanedan veya oligarşinin mi ya da toplumun/ politik olarak örgütlenmiş bir halkın mı? Ama bu soru da yeterli değil. Toplum/ halk ya da demos iktidarı nasıl -hangi kurallarla ve mekanizmalarla- uygulayacak? Halk iktidarı kendi eliyle mi kullanacak, temsilcileri eliyle mi? Yeniden sormak gerek: Eğer halk iktidarı kendi eliyle kullanacaksa, bunu nasıl yapacak? Belki bazı durumlarda doğrudan demokrasi uygulayacak, ama her an ve her yer buna uygun olmadığında ne olacak? Kısaca katılımcı demokrasi olarak tanımladığı toplumsal-politik işleyiş nasıl somutlaşmış olacak, ete-kemiğe bürünecek?
Başlıktaki “iktidarı istemek” ifadesi üzerinde biraz daha duralım: “Kimin iktidarı” sorusunun yanına ikinci bir soru daha yerleştirelim. Nasıl bir yapısı olan iktidar ya da hangi yapıda bir iktidar? Yine kabaca bir sınıflandırmayla yoğunlaşmış ve tepe noktasında en üstün güce erişilen piramidal yapıda bir iktidar mı? Yoksa yoğunlaşmamış/ dağılmış, bütün noktaları yaklaşık eşit ve sonuç belirleyecek güçte olmayan bir ağ yapısı mı?
Türkiye hangi tür iktidarı daha çok seviyor?
Gördüğünüz gibi iktidar üzerinde çok genel bir biçimde düşünmeye başlasak bile konular hemen çoğullaşıyor ve almaşık iktidar örüntüleri/ düğümler tanımlanabiliyor. Ama yapma-edim/ kamusal yararı çoğaltma erki olarak hiyerarşik olmayan/ katılımcı-demokratik bir iktidar önemli olabilir gibi görünüyor.
Bu tür soruları seçim öncesinde de epey tartıştık.
Ama seçim sonuçları bu tartışmayı biraz genişletebilmek, irdelemeyi biraz daha çeşitlendirebilmek için yeni bir fırsat yarattı. Şimdilik sadece ikinci soru kümesi üzerinde duralım: Belirleyici gücün odağında merkezi iktidar yapısı mı bulunuyor yoksa yerel iktidarların yapıları mı? Yanıt elbette ülkenin yönetim sistemi veya yapısı daha da önemlisi iktidar kavramının gerisindeki ideoloji ile çok ilgili. Türkiye, her zaman merkeziyetçi yapıları, tek ve çok büyük-kahredici gücü olan yönetim (devlet) yapısını çok sevdi ve hiçbir zaman özerkliklerden yerel özerklikten ve yerindencilikten, hoşlanmadı; yerel yapıların federatif beraberlikleri Türk yönetim sisteminin nemesis’i oldu her zaman.
Dünyada pek çok devlet federatif yapıda; ABD,Federal Almanya ve İsviçre’den başlayarak, Rusya Federasyonu, Hindistan Cumhuriyeti dahil pek çok doğu ve Okyanus ülkesi, Afrika ve Latin Amerika’daki bazı ülkeler, federatif sistemleri tercih etmiş durumda ve çeşitli derecelerde ve çeşitli denetim mekanizmaları çerçevesinde yerel özerklikleri/ yerel parlamentolar ve iktidarlarla yönetiliyorlar. Türkiye gibi pek çok ülke de “üniter devlet” yapısında. Dolayısıyla Türkiye gibi üniter bir ülkede, yerel yönetimler ve iktidar zaten zayıf ve denetim/baskı altında.
Ancak başlıktaki soruların asıl önemi, eğer Türkiye tarihi gerecekten bir kırılma noktasındaysa ve kendi geleceği üzerinde yeniden karar vermenin eşiğindeyse, bu bazıları değiştiği için bazıları da yeniden güçlerini kanıtladıkları için giderek daha canlanmış ve dinamize olmuş yerel yönetimlerin önümüzdeki dönemde nasıl bir iktidar yapısı kurabileceğiyle ilgili.
Federatif ve üniter devletlerdeki demokrasinin niteliği ve kalitesi/ köklülüğü basit bir ölçütle ele alınmamalı ve elbette demokratik kültürün o toplumda ne kadar ve nasıl benimsenmiş olduğu araştırılmalıdır. Eğer yeni seçilen yapılarda daha demokratik bir iktidar yapısının kurulabilmesi en azından buna dair ciddi/ içten arayışların başlayabilmesi söz konusuysa, yerel süreçlere eğilmek/ yakından gözlemlemek ve alternatif açılımları sürekli dile getirerek tartışmanın ve uygulama deneyimlerinin zenginleşmesine katkıda bulunmak işe yarayabilir.
*
Yerel iktidarın gücü nerden geldiği veya yerel iktidarı daha avantajlı ve dayanıklı yapan özelliklerin ne olabileceği üzerinde durarak başlayabiliriz. Bilinenleri bir kez daha tekrarlamaksızın, (demografik, sınıfsal, etnik, dini, politik ve ideolojik, cinsel kimlik vb. gibi açılardan) heterojen toplumsal yapılarda “katılımcı süreçlerin, farklı görüş ve önerilerin ortaya çıkmasına daha çok olanak tanıdığı” önermesiyle yetinebiliriz belki. Bu bir güçtür, ama…
Kentliler, seçtiklerine ‘buraya kadar’ diyemez
Zaten sorun da aslında burada başlıyor. Eğer yeni seçilen belediye yönetimleri gerçekten toplumun ihtiyaçlarına/ taleplerine ve uzun erimli çıkarlarına göre davranacaklarsa ellerindeki parasal ve parasal olmayan toplumsal kaynakları nasıl kullanacaklar ve nasıl önceliklendirecekler? Bu yine de sorunun sadece bir yanı. Asıl önemli olan bizlerin: yani mahalle halkının, sokaktakinin, hemşerinin/ yurttaşın, o kentte yaşayan insanların, oylarımızı verdiğimiz ya da vermediğimiz yerel yöneticilerin kenti/ yöreyi nasıl yönetecekleriyle ilgili olan tavrımız ne olacak?
Sanırım artık hiç birimiz “ben seçimimi yaptım, gerisi onların görevi, eğer yaptıkları işi beğenmezsem gelecek seçimde oyumu alamaz” diyemeyiz. Seçtiklerimizin dönem boyunca ne yapacağının uzak gözlemcisi olamayız. Hatta onların gözlemcisi ve olabildiği kadar denetleyicisi olmakla da yetinemeyiz. Kamusal alanla ilgili kararları uygulamaları elbette izlemeliyiz/ denetlemeliyiz. Ama aynı zamanda talep etmeli/ önermeliyiz ve eğer doğrudan yaratabileceğimiz uygulamalı örnekler söz konusuysa, onları da eylemli olarak yapmalıyız.
Böyle düşündüğümüzde, ister İstanbul’da yaşıyor olalım veya Ankara’da, Amasya’da, Adıyaman’da, Van ya da Diyarbakır’da, hiç fark etmez, kendi doğal örgütlenmelerimizi, kolektif iş yapma kapasitemizi, bilgilerimizi ve gelecekle ilgili beklentilerimizi hemen harekete geçirmek, çevremizdeki bu kolektif olayların gelişmesi için yapabileceklerimizi yapmak durumundayız. Biliyorum bu düşünce hemen büyük karmaşa çıkacağı, başıbozuk bir gelişmenin seçilmişlerin kenti/ yöreyi yönetmesini iyice güçleştireceği ve sonuç olarak da herkes için daha kötü sonuçların ortaya çıkacağı türde bir eleştiri alacaktır. Evet, elbette böyle de olabilir…
Ama katılımcı demokrasinin gelişebilmesi için en azından iki yönlü talep ve rıza, isteklilik ve akıl, örgüt ve mekanizma geliştirmek zorundayız ve ikisi arasındaki dengeleri önemsemeliyiz. Başlangıçta zaten iyi örgütlü olan seçilmiş yerel yönetim mekanizmaları/ belediyeler, “bizim için” ne yapacaklarını ve bunun ne kadar yararımıza olacağını programlayarak gözümüzü kamaştıracaklardır. Bu iyi bir gelişme olabilir ama yeterli olabilir mi? Biz de bulundığımız yerden/ ölçekten ve örgütlenmelerden doğru ne beklediğimizi ve hangi öncelikle beklediğimizi ya da istediğimizi söylemeye ve bunun mantığını/ programını elimizden geldiğince iyi düzenlemeye çalışmalıyız.
Bu, en azından iki (veya çok) yönlü süreçlerin birlikte çalışmasının ve verimli bir biçimde kamusal yarar üretebilmesinin bir tek (ve çok genel) ön koşulu var: Bütün tarafların birbirini anlamak üzere dinlemesi, olabildiğince kendi düşünceleri/ önerileriyle, diğer öneriler arasında bağ kurmak ve ortaklaşabilmek için demokratik bir çaba göstermesi… Bu toplumsal ölçekte, demokratik işleyişin tabandan gelen enerjisinin etkin bir kamusal yarara dönüşebilmesinin tek koşulu bu: Farklı fikirlerin antagonist-çatışmacı olmaktan kaçınarak ve uzlaşarak, ama asıl önemsediği yapısal özellikleri/ özü de koruyarak, ölçek büyütmesi ve yerel yönetimin kararlarının ve uygulamaların uyumlu işleyebilmesi için rasyonel bir mekanizmayı yaratması…
Yukarıdaki sözlerin, uygulanabilir olmaktan ne kadar uzak olduğunun düşünüleceğini, bazılarımız için uzlaşma ve uyum, ödün gibi sözcüklerin tehlikeli göründüğünü, seçilmiş belediye politikacılarının ve onların bürokratlarının ellerindeki iktidarı böyle bir işleyiş için asla bırakmayacaklarını anımsatacaklarını biliyorum.
Ama tartışmamanın henüz başındayız. Belki bu tartışmayı çoğaltabilir, olgunlaştırabilir, pratikleştirebilir ve kentin iktidarı kimin elinde olura olsun, tabandan demokratik bir işleyiş için yeni bir yol açabiliriz?
Azalan yağışlar, üst üste sıcaklık rekoru kıran ayların ardından her geçen gün daha çok suyun çekildiği İznik Gölü’nün hemen yanına HEKTAŞ bünyesinde kurulacağı duyurulan yeni tesis, göl için yeni tehdit oluşturabilir.
Bursa’nın yerel gazetesi Tuna Gazete‘den Hasan Bozbey‘in aktardığına göre; tesiste göl suyu kullanacağı iddia edilirken bazı doğa savunucuları tesise şimdiden karşı olduklarını belirtiyor.
HEKTAŞ Ticaret Türk A.Ş. tarafından Bursa,Orhangazi’de İznik Gölü‘ne yakın bir noktada (950 metre uzaklıkta) kurulması planlanan üretim tesisinin çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) süreci hakkında halkı bilgilendirme toplantısı yapılacak.
HEKTAŞ Ticaret Türk A.Ş. adlı firma, Orhangazi ilçesi Muradiye mahallesi İskele civarı mevkii noktasında “Tarım ilaçları etken madde üretimi, tehlikesiz atıktan bakır sülfat üretimi ve kimyevi gübre üretim tesisi” kurulması için harekete geçti.
25 Nisan’da halkın katılım toplantısı yapılacak
75 bin 565 metrekarelik dev tarlada yapılması planlanan tesisin ÇED sürecini Mora Çevre Ve Orman Mühendislik Sanayi Ticaret Limited Şirketi üstlendi. ÇED sürecini üstlenen firma, söz konusu proje için halkı bilgilendirmek, görüş ve önerilerini almak için toplantı düzenleyecek.
25 Nisan günü yapılması planlanan toplantı, saat 14.00’da Örnekköy Konağı Kahvesi‘nde yapılacak.
İznik Gölü Orhangazi sahilinde daha önce Tarımsal İnovasyon Merkezi olarak kurulan HEKTAŞ tesisleri kurulduğu günden bu yana ise tarımsal faaliyetler konusunda faaliyet gösteriyordu. Ancak yine aynı bölgede kurulması planlanan Kimyevi Gübre Üretim Tesisi’nin İznik Gölü’nden yüksek miktarda su kullanacağı gerekçesi ile tepki görüyor.
Son yıllarda artan küresel ısınma, yağışların azlığı, bilinçsiz tarımsal sulama nedeniyle tarihin en düşük seviyesinde olan İznik Gölü’nden su kullanması planlanan HEKTAŞ tesisinin göle daha fazla zarar vereceği de ifade ediliyor.
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlı İklim Değişikliği Başkanlığı ile Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) işbirliğiyle yürütülen “Türkiye’nin Sera Gazı Azaltım Hedefinin Revizyonu ve Uzun Vadeli İklim Değişikliği Stratejisinin Geliştirilmesi Projesi” kapsamında hazırlanan İklim Değişikliği Azaltım Stratejisi ve Eylem Planı(İDASEP) yayımlandı.
2053’e kadar net sıfır emisyon hedefine ulaşmak için geliştirilen çeşitli stratejilerin açıklandığı eylem planı raporunda yer alan stratejiler arasında, Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) mevzuatına ‘karbon içeriği’ eklenmesi planı da bulunuyor. Bu değişiklik, özellikle taşımacılık sektöründe fosil yakıtların kullanımını azaltmayı ve elektrikli araç kullanımını artırmayı hedefliyor.
Türkiye’nin İklim Değişikliği Azaltım Stratejisi ve Eylem Planı çerçevesinde, 2053 net sıfır emisyon hedefine ulaşmak için enerji, sanayi, ulaştırma, tarım, bina, atık, arazi ve orman sektörlerinde emisyonların azaltılması planlanıyor. İDASEP’ın bir parçası olarak ÖTV’ye karbon içeriği eklenmesi, bu yönde atılacak somut adımlardan biri olarak öne çıkıyor. Özellikle taşımacılık sektöründe uygulanacak bu yeni vergilendirme politikası, Türkiye’nin fosil yakıt bağımlılığını azaltmasına ve temiz enerjiye geçiş yapmasına yardımcı olacak kritik bir dönüşümü hedefliyor.
Raporda yer alan grafik, başlıca sistemlere göre ulaşım sektörü için sera gazı emisyonlarını gösteriyor.
Türkiye’de ulaştırma sektörü, artan araç sahipliliği ve fosil yakıt kullanımından dolayı emisyonlarda büyük bir artışa neden oldu. 2002’den 2022’ye kadar motorlu taşıt sayısı neredeyse üç katına çıktı ve bu artış, ulaştırma sektörü emisyonlarının artmasına önemli bir katkı sağladı. Bu bağlamda, karbon vergisi ile fosil yakıt kullanımının azaltılması ve elektrikli araçlara geçişin teşvik edilmesi, emisyon azaltımında kritik bir role sahip.
İDASEP raporunda belirtilen diğer hedefler de Türkiye’nin iklim değişikliğiyle mücadelede geniş bir yelpazede adımlar atmasını öngörüyor. Bu hedeflerden bazıları, enerji verimliliğinin artırılması, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımının maksimize edilmesi ve sürdürülebilir kentleşme politikalarının hayata geçirilmesini içeriyor. Ayrıca, sanayi sektöründe karbon ayak izinin azaltılması ve neredeyse sıfır enerjili binaların yaygınlaştırılması gibi önlemler de planlar arasında.
Enerji sektörü özelinde, yenilenebilir enerji kaynaklarından maksimum düzeyde yararlanılması ve fosil yakıtların kullanımının minimize edilmesi hedefleniyor. Rapor, özellikle güneş ve rüzgar enerjisi gibi temiz enerji kaynaklarının kapasitelerinin artırılmasını vurguluyor. Bunun yanı sıra, binaların enerji verimliliğini artırmak ve enerji tüketimini azaltmak için modern izolasyon teknikleri ve akıllı bina teknolojilerinin kullanılmasını teşvik ediyor.
Sanayi sektörü enerji ve proses emisyonları
Sanayi sektöründe ise üretim süreçlerinin çevre üzerindeki etkilerini azaltmak amacıyla, atık yönetimi ve kaynak kullanımı efektivitesi gibi konulara odaklanılıyor. Bu bağlamda, döngüsel ekonomi prensiplerinin benimsenmesi ve atıkların yeniden kullanımı teşvik ediliyor.
Tarım sektöründe de sera gazı emisyonlarını azaltmak için sürdürülebilir tarım tekniklerinin benimsenmesi öneriliyor. Bu teknikler arasında, su kaynaklarının verimli kullanımı, organik tarım uygulamaları ve toprak yönetimi stratejileri bulunuyor.
Son olarak, ulaştırma sektöründeki emisyon azaltım stratejileri, kentsel planlama ve toplu taşıma sistemlerinin geliştirilmesi, bisiklet ve yaya yollarının artırılması ile entegre ulaştırma sistemlerine geçiş üzerine yoğunlaşıyor. Bu stratejiler, karayolu taşımacılığının çevresel etkilerini azaltmayı ve daha temiz, daha sürdürülebilir bir ulaşım altyapısına geçişi hedefliyor.
Ankara Hayvan Özgürlüğü İnisiyatifi tarafından Kuğulu Park’taki hayvan sömürüsüne dikkat çekilerek parkın bir açık hava hapishanesi olduğu; parktaki kazlarla ördeklerin aslında birer tutsak olduğu dile getirildi.
Ankara’daki Kuğulu Park’ta geçtiğimiz haftalarda beş kuğu yavrusu dünyaya gelmiş ve bu kamuoyunun merakını cezbetmişti. Sosyal medyada kuğuların dünyaya geldiğinin duyurulmasını ardından dikkat çeken yavru kuğular yurttaşlar pek çok kez paylaşılmış, ziyaret edilmişti. İnisiyatif bu herkesin içini ısıtan görüntülerin arkasında yatan ‘hapishane’ yaşantısına dikkat çekti.
Kuğulu Park: Ankara'nın Açık Hava Hayvan Hapishanesi
"Bizim içimizi ferahlatan Kuğulu Park, kuğular, kazlar ve ördekler için bir açık hava hapishanesi görevi görüyor. İnsan türünün seyir zevki için bu hayvanlar tutsak ediliyor."
“Haberini alır almaz hepimiz yeni doğan beş kuğu yavrusunu görmek için Kuğulu Park’a koştuk. Ne kadar tatlı, ne kadar şeker hayvanlar. İzledikçe içimizi ısıtıyor, Ankara’nın kasvetini biraz olsun dağıtır insana yaşam enerjisi veriyorlar. Ama pembe bulutların ardında gizlenmekte olan, bilmeniz gereken bir gerçek var: Kuğulu Park aslında bir hayvan hapishanesi ve sevecenlikle kalbimiz eriyerek izlediğimiz bu kuğular ise -parktaki kazlar ve ördeklerle birlikte- aslında birer tutsak.”
‘Kuğulupark’ın ilk tutsakları’
Kuğulupark’ın geçmişe dayanan ve ‘hapishaneyi’ andıran geçmişine ilişkin açıklamada bulunan İnisiyatif, şunları anlattı:
“Kuğulu Park’ın ilk tutsakları, Ankara ile Viyana’nın kardeş şehir olması sebebiyle, 1977 yılında Ankara Belediyesi’ne Viyana Belediyesi tarafından eşyaymış gibi diplomatik bir hediye olarak verilen kuğuydu. Farklı ülkelerden yine diplomatik bir hediye olarak gelen başka kuğular, kazlar ve ördeklerle Kuğulu Park’taki tutsak hayvanların sayısı zamanla arttı. Bu artış üzerine buradaki kuşlardan bazıları Kenan Evren’in emriyle inşa edilen Seğmenler Parkı’na nakledildi. Nakledilen hayvanlardan üçü, daha sonra kaçmaya çalışırken binalara ve ağaçlara çarparak hayatını kaybetti. Tutsaklıktan ölüme doğru olan bu kaçma girişimi, görevlilerin rutin bir uygulama olan kuşları sakatlama işini yaparken dikkatsizlik etmelerinin bir sonucuydu. Çünkü normalde kaçamamaları için kuşların kanatlarının kırılmış ya da dikilmiş olması gerekiyordu.”
Kaynak: X
‘Tutsak edildikleri hapishaneden kaçmasınlar ve bizi eğlemeye devam etsinler diye’
Açıklamanın devamında ise şu ifadelere yer verildi:
Kuğulu Park’ın artık hayli büyümüş olan yavru kuğularının başına yakında gelecek olan da bu; tutsak edildikleri hapishaneden kaçmasınlar ve bizi eğlemeye devam etsinler diye onlardan öncekilere yapıldığı gibi kanatları kırılacak ya da dikilecek.”
Kuğuların bulunduğu havuz alanının yaklaşık 370 metrekare olduğunun ve havuzun kuğuların sürü halinde yaşayamamasından dolayı teller ile üçe bölündüğünün belirtildiği açıklamada ayrıca şunlara dikkat çekildi:
“Her bir bölümde farklı türler ve kuğu çiftleri bulunuyor. Alanların eşit bölündüğünü varsaydığımız takdirde bölüm başına 120 metrekare düşüyor. Bu alan, ortalama bir apartman dairesine eşit olduğundan biz insanlar için yeterli gibi görünebilir. Ancak elbette kuğuların yaşamlarını sürdürebilmeleri için bundan daha fazlasına ihtiyaçları var. Akan suda, kuğuların bölgesi iki ila üç kilometre boyunca uzanır. Büyük durgun sular birden fazla çifti barındırabilse de gölün yeterince büyük olması gerekir, böylece kuğu çiftleri çoğu zaman birbirlerini görmezler.”
‘Uçarak parkı terk etmemeleri için kanatları ya kırılıyor ya dikiliyor’
Çoğu kuğu türünün göçmen olduğunun da hatırlatıldığı açıklamada “Genellikle kış vakti, koşulların zorlaştığı dönemlerde, daha elverişli alanlara göç ederler. Kuğulu Park’taki kuğuların ise böyle bir şansı yok, çünkü yukarıda da söylediğimiz gibi, uçarak parkı terk etmemeleri için kanatları ya kırılıyor ya da dikiliyor. Ankara’nın sert geçen kışı, zaman zaman parktaki kuğuların buz tutmasına sebep oluyor. Anlaşılacağı üzere, bizim içimizi ferahlatan Kuğulu Park, kuğular, kazlar ve ördekler için bir açık hava hapishanesi görevi görüyor. İnsan türünün seyir zevki için bu hayvanlar tutsak ediliyor” denildi.
‘Hayvanlar her gün soykırımdan beterini yaşıyor’
Hayvan sömürüsünün binlerce yıldan bu yana normalleşerek artık görünmez hale geldiğinin altının çizildiği açıklamada “Bir hayvan hapishanesine ve tutsak hayvanlara bakarken karşımızda sevimli ve sevgi dolu bir tablo koyabilmemizin sebebi bu. Hayvanların biz insanları eğlesinler diye sergilendikleri hayvan hapishaneleri, hayvan sömürüsünün pek çok biçiminden sadece biri. İnsanın insanı sömürmeye başlamasından da eskiye dayanan bu sömürü, her yerde” denilerek şunlar aktarıldı:
Çiftliklerde, mezbahalarda, laboratuvarlarda, sofralarımızda… Hayvanlar, her gün soykırımdan beterini yaşıyor. Çünkü durmadan öldürüldükleri halde, biz yararlanalım diye yine durmadan yeniden üretilmeleri sebebiyle katliam ve sömürü döngüsü asla sona ermiyor. Bu döngüyü kırmak; insan harici hayvanların insan çıkarları için sömürülecek kaynaklar olarak muamele gördüğü türcü-kapitalist düzeni yıkmaktan ve hayvan özgürlüğü bilinciyle vegan bir dünyayı inşa etmekten geçiyor.”
Ayrıca veganlığa da dikkat çekilen açıklamda veganlığın sanıldığı gibi bireysel bir seçim ya da beslenme biçimi olmadığının, etik-politik bir tutum olarak insan harici hayvanlara kaynak olarak muamele edilen eylem ve pratiklerin bilinçte ve yaşayışta reddedilmesi olduğunun altı çizildi.
‘Veganlığı ve hayvan özgürlüğü bilincini örgütlemek…’
Veganlığın odağının veganlar değil, insan harici hayvanlar olduğuna dikkat çekilen açıklamada son olarak şunlara yer verildi:
“Veganların ‘yaşam tarzlarına işteş saygı’ bekleyen naveganlar, veganlığı özel alana iterek kişinin vicdanına ve tercihlerine kalmış bir mesele olarak ele almakta asla taviz vermeyeceğimiz hayvan özgürlüğü mücadelesini anlamamaktadır. Hayvan özgürlüğü mücadelesinin başarıya ulaşması için, tek başına vegan olmak yetmeyecektir. Ancak, temel ve ilk adım, hayvanlara her günkü pratiğimizle eşya ve kaynak olarak muamele ettiğimiz yaşayışımızı dönüştürerek vegan olmaktır. Zira, vegan olmadan hayvan özgürlüğünden bahsetmek tutarlı ve anlamlı olmayacağı gibi, değişmeden değiştirmek de mümkün değildir. İhmal etmememiz ve geciktirmememiz gereken ikinci adımımız ise; hayvan sömürüsünü teşhir etmek, veganlığı ve hayvan özgürlüğü bilincini örgütlemek olmalıdır.”
Avustralya‘nın dünyaca ünlü Büyük Set Resifi, tarihindeki en ciddi mercan solması olayını yaşıyor. Queensland Üniversitesi‘nden deniz biyoloğu Dr. Selina Ward, mercan solmasının 18 metre derinliğe kadar ulaşan zararını gösteren görüntülerin yayımlanmasının ardından, durumun vahametini vurguladı. Dr. Ward, mercan solmasının, genellikle solmaya dirençli türleri bile etkilediğini ve bazı mercanların ölmeye başladığını açıkladı.
The Guardian‘ın aktardığına göreBüyük Set Resifi Deniz Parkı Otoritesi (GBRMPA), Nisan 2024’ün ilk haftasında yaptığı açıklamada, binden fazla resifin havadan yapılan taramalarında, resiflerin yarısından fazlasının yüksek veya çok yüksek seviyede solma yaşadığını bildirdi. Resif sisteminin 2 bin 300 kilometrelik alanı, son sekiz yıl içinde beşinci kitlesel solma olayını yaşıyor. Otorite, deniz yüzeyi sıcaklıklarının bu yıl beklenenden 0,5°C ila 1,5°C daha sıcak olduğunu belirtiyor.
Dr. Ward, ziyaret ettiği 16 site boyunca solmanın geniş bir etki alanı olduğunu, bazı mercan türlerinin artık ölmeye başladığını, bu sürecin haftalar veya aylar alabileceğini belirtti. Dr. Ward, “1992’den beri resif üzerinde çalışıyorum ancak bu olayla gerçekten başa çıkamıyorum” dedi.
‘Büyük Set Resifi’nde yaşanan en şiddetli kitlesel ölüm’
Mercan solması, mercanların sıcak stres altında olduğunda, doku içinde yaşayan ve mercana rengini veren minik deniz algleri olan zooxanthellae‘yi atmasıyla gerçekleşir. Algler gittikten sonra, mercan aç kalır ve kalsiyum iskeleti gözle görülür hale gelir.
James Cook Üniversitesi‘nden Profesör Terry Hughes, havadan yapılan taramaların “Büyük Set Resifi’nde kaydedilen en yaygın ve en şiddetli kitlesel solma ve ölüm olayını” gösterdiğini söyledi. Hughes, 2016’daki en kötü yılı hatırlatarak, bu yıl Townsville‘in güneyindeki alanın özellikle kötü etkilendiğini belirtti.
Avustralya Deniz Koruma Topluluğu‘nun kampanya yöneticisi Dr. Lissa Schindler, Büyük Set Resifi Deniz Parkı Otoritesi’ni, solmanın boyutunu ve şiddetini gösteren haritaları yayımlamaya çağırdı ve otoritenin emisyonlar konusunda daha güçlü eylemde bulunmasını istedi. Schindler, “Eğer Albanese hükümeti UNESCO‘ya verdiği sözde ciddiyse, 2035 yılına kadar sıfır emisyon taahhüdünde bulunmalı ve yeni fosil yakıt projelerinin onayını durdurmalıdır” dedi.
Büyük Set Resifi neden çok kıymetli?
Büyük Set Resifi, dünya üzerindeki en büyük mercan resifi sistemi olarak biliniyor ve Avustralya’nın kuzeydoğu kıyıları boyunca yaklaşık 2 bin 300 kilometre boyunca uzanıyor.
Bu muazzam doğal yapı, binlerce deniz canlısına ev sahipliği yapıyor ve biyolojik çeşitlilik açısından dünya çapında benzersiz bir öneme sahip. Resif, 400’den fazla mercan türü, bin 500’den fazla balık türü, 4 binden fazla yumuşakça türü ve yüzlerce kuş türü ile deniz kaplumbağalarını, köpekbalıklarını ve diğer deniz memelilerini içeren geniş bir ekosistemi kapsıyor.
Ekolojik açıdan Büyük Set Resifi, okyanus akıntıları, deniz seviyesi yükselmesi ve iklim değişikliği gibi küresel değişimlerden en çok etkilenen bölgelerden biri. Bu hassas ekosistem, deniz sıcaklıklarındaki artış ve okyanus asitlenmesi gibi faktörler nedeniyle sürekli tehdit altında. Resifin korunması, bu tehditlere karşı koyabilmesi ve sağlıklı bir biyoçeşitlilik için gerekli olan doğal süreçlerin sürdürülebilmesi için elzem.
Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin Genel Sekreteri Simon Stiell, Londra’da yaptığı konuşmada insanlığın dünyayı kurtarmak için sadece iki yıla sahip olduğunu ve bu süre zarfında dramatik değişiklikler yapılması gerektiğini belirtti. Stiell, küresel ısınmayı yavaşlatmak için gereken finansmanın sağlanmasında da ciddi adımlar atılmasının şart olduğunu vurguladı.
Stiell’in açıklamaları, dünya hükümetlerinin 2025 yılına kadar karbon kirliliğini azaltacak yeni ve daha güçlü planlar geliştirmeleri gerektiği bir dönemde geldi. Ayrıca, bu yıl dünya genelinde neredeyse yarısı seçimlerle geçecek ve bu ay Washington‘da kritik küresel finans toplantıları yapılacak.
“Şu anda hala, sera gazı emisyonlarını düşürme şansımız var. Yeni nesil ulusal iklim planlarına ihtiyacımız var ve bu planların şimdi güçlendirilmesi gerekiyor” diyen Stiell, iklim değişikliğinin etkilerini her geçen gün daha fazla hisseden insanların, toplumların ve politik spektrumların geniş kesimlerinde artan bir iklim eylemi talebi olduğunu söyledi.
We have two years to save the world.
Starting now, we need:
🔑 A quantum leap in climate finance
🔑 Bold new national climate plans by all nations that protect people, boost jobs and drive inclusive economic growth
Stiell, özellikle tarım sektörünü vurgulayarak, artan kuraklık olaylarının, emisyonları azaltma ve çiftçilerin bu yeni koşullara uyum sağlamalarına yardımcı olma konusunda daha cesur adımlar atılmasını zorunlu kıldığını belirtti. Bu durum, gıda güvenliğini artırabilecek ve açlığı azaltabilecek. Ayrıca, fosil yakıt kirliliğinin azaltılmasının, hükümetler ve hane halkları için daha sağlıklı bir yaşam ve ciddi ekonomik tasarruf anlamına geleceğini de ifade etti.
Stiell, konuşmasını, Dünya Bankası ve diğer büyük çok taraflı kalkınma kuruluşlarının toplantılarından hemen önce yaptı. Bu toplantılarda, özellikle iklimle ilgili felaketlerden etkilenen fakir ülkeler için kredi verme sistemlerinde önemli reformlar yapılması için Barbados Başbakanı Mia Mottley ve Kenya Cumhurbaşkanı William Ruto tarafından yönetilen bir grup ülkenin baskı yapacağı biliniyor.
Stiell’in çağrısı, yoksul ve en çok zarar gören ülkeler için borç rahatlatması çağrısını da içeriyor. Bu ülkelerin 400 milyar dolar (yaklaşık 13 trilyon TL) borç finansmanına para harcadığını ve bu parayı iklim değişikliğine karşı önlem almak için kullanmaları gerektiğini belirtti.