Ana Sayfa Blog Sayfa 135

Atalık tohumlar İstanbul’da: 3. Kadıköy Tohum Takas Şenliği

Kadıköy Belediyesi’nin bu yıl üçüncü kez düzenlediği Kadıköy Tohum Takas Şenliği, 28 Nisan Pazar günü 12:00 – 17:00 saatleri arasında Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda gerçekleştirilecek. Ziyaretçilere atalık tohumların hediye edileceği şenlikte, 30’dan fazla üretici ve kooperatif de stant açacak.

Kadıköy Belediyesi, dünyada olduğu gibi ülkemizde de sağlıklı gıdaya erişimin önündeki en büyük tehditlerden birinin hibrit ya da tek tip tohumlar olduğuna dikkat çekerek, laboratuarlarda hazırlanan tek seferlik tohumlardan üretilen meyve ve sebzelerin, hem insan sağlığını riske attığını hem de bu gıdaların geleceğini tehdit ettiğini belirtiyor.

“Çiftçilerin yüzyıllardır ambarlarında saklayıp ertesi yıl yeniden toprakla buluşturduğu atalık tohumların korunması, çoğaltılması ve yaygınlaştırılması için her yıl tohum takas şenlikleri” düzenlediğini ifade eden Kadıköy Belediyesi, sağlıklı ve temiz gıda üretimini teşvik etmek için Kadıköy Bostanları projesini hayata geçirdiğini de hatırlatıyor.

WWF’in iklim yarışmasında Türkiye’den üç finalist: Antalya, İstanbul ve Kadıköy
Kentsel dönüşüm yasa değişikliği: Kadıköy’ü ne bekliyor
Tekirdağ’dan Seferihisar’a oradan da Ovacık’a tohum takas şenlikleri

Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda bu yıl üçüncüsü düzenlenecek Tohum Takas Şenliği’nin açılış konuşmasını Kadıköy Belediye Başkanı Mesut Kösedağı yapacak. Açılışın ardından etkinlik, Kadıköy Belediyesi Çocuk Sanat Merkezi’nin gerçekleştireceği müzik dinletisiyle devam edecek.

Tohum Takas Şenliği

3. Kadıköy Tohum Takas Şenliği’nde 6 farklı başlıkta atölyeler ile Tohumun Önemi başlıklı bir panel de düzenlenecek. Ziraat Yüksek Mühendisi Gökhan Turan’ın moderatörlüğünde gerçekleştirilecek panele Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Murat Kapıkıran, Çiftçi Berin Ertürk, Tarım Yazarı Abdullah Aysu konuşmacı olarak katılacak. 30’dan fazla üretici ve kooperatifin stant açacağı şenlikte ziyaretçiler arasında tohum takası yapılacak.

38 yıl sonra Çernobil’in gölgesinde: Türkiye ve Dünya nükleer enerjiyi tartışıyor

Dönemin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) toprakları içinde yer alan, bugün Ukrayna’da bulunan Çernobil Nükleer Santrali’nin 26 Nisan 1986’da patlaması, büyük miktarda radyoaktif maddenin atmosfere yayılmasına ve çok geniş bir coğrafyada, ciddi çevre ve sağlık sorunları oluşmasına neden oldu.

38 yıl önce bugün gerçekleşen patlama, tarihin en kötü nükleer felaketlerinden biri olarak kayıtlara geçti ve temizleme çalışmalarının 2064’e kadar da süreceği tahmin ediliyor.

Çernobil

Çernobil felaketi, özellikle Avrupa kıtasında olmak üzere dünya genelinde nükleer güvenlik standartlarının gözden geçirilmesine yol açtı. Felaketin ardından birçok ülke nükleer enerji politikalarını yeniden değerlendirirken, bazıları nükleer enerjiden tamamen vazgeçme kararı aldı. Günümüzde hala, nükleer enerjinin güvenliği konusunda güncel tartışmalar mevcut.

Çernobil’de yaşanan felaketin ardından radyasyon etkilerine maruz kalarak, felaketi doğrudan yaşayan Türkiye’de ise Akkuyu Nükleer Güç Santrali gibi projelerle nükleer enerjinin kullanımı yeniden gündemde.

Çernobil, Akkuyu
Mersin’in Gülnar ilçesinde inşasına devam edilen Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nde (NGS) Ocak 2022’de de bir patlama gerçekleşmişti. Projenin başından itibaren sürecin şeffaf bir şekilde yürütülmediğini belirten nukleer.org koordinatörü Dr. Pınar Demircan, “Akkuyu’da bilgiler toplumla şeffaf bir şekilde paylaşılmıyor. Santraldeki iş yapma biçimlerinin kendisi güvenlik tehlikesinin kaynağı” demişti.

Sivil Toplum Kuruluşları, Çernobil felaketinin yıldönümünde, nükleer enerjinin risklerine dikkat çekmek amacıyla basın açıklamaları yaparak, nükleer enerjinin olası tehlikelerine karşı uyarılarda bulunuyor ve yenilenebilir enerji kaynaklarının teşvik edilmesi gerektiğini vurgulamaya devam ediyor.

TEMA uyardı: ‘Temiz enerjiye yönelelim’

TEMA Vakfı, Çernobil felaketinin 38. yıl dönümünde yaptığı açıklamada, nükleer enerjinin getirdiği riskler ve çevresel sorunlar üzerinde durdu. Vakıf, Türkiye’de planlanan ve inşa edilmekte olan nükleer enerji santrallerine alternatif olarak temiz ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelinmesi gerektiğinin altını çizdi. Nükleer santrallerin olası bir felaket durumunda bırakacağı zararın telafisi mümkün olmayacak boyutta olabileceğini vurgulayarak, nükleer enerjiye karşı dikkatli olunması gerektiğine işaret etti.

Vakıf ayrıca, iklim kriziyle mücadelede yenilenebilir enerji kaynaklarının önemine değindi. Türkiye’nin son on yılda deniz sularının sıcaklığında yaşanan artışın altını çizerek, nükleer santrallerin soğutma ihtiyaçları nedeniyle deniz sularını daha da ısıttığına ve bu durumun ekosistemi olumsuz etkilediğine dikkat çeken TEMA, enerji politikalarında sürdürülebilirliğin ve ekolojik dengenin korunmasının önemini vurguladı.

‘Çernobil’in yıldönümünde sesleniyoruz, nükleer macerayı durdurun!’

Ege Çevre ve Kültür Platformu Çernobil felaketinin yıldönümünde yayınladığı mesajda, Akkuyu’daki “nükleer maceranın” bir an önce son bulması gerektiğini ve İzmir Gaziemir‘de bulunan nükleer atıkların hızla ve güvenli bir şekilde bertaraf edilmesi çağrısında bulunarak, çevresel risklere karşı dikkat çekti.

‘İzmir’in Çernobil’i Gaziemir’de radyoaktif temizlik için 13 yıl hiçbir şey yapılmamış

İliç Doğa ve Çevre Platformu, “Türkiye’nin Çernobili” diyerek 13 Şubat’ta İliç’teki altın madeninde yaşanan felaketi hatırlattı. Dokuz işçinin toprak altında kalmasına neden olan İliç felaketinin çevresel etkilerinin hala belirsiz olduğuna dikkat çekilen mesajda, “Santral infilak ettiğinde, devlet de Uluslararası Atom Enerji Kurulu da radyasyon sızıntısının tehlikeli boyutlarda olmadığını, gelecek nesilleri etkileyecek bir tehdit bulunmadığını söylemişti!” ifadeleri yer aldı.

İklim Adaleti Koalisyonu, daha önce Akkuyu NGS’ye yakıt getirilmesine ilişkin yaptığı basın açıklamasında Çernobil ve Fukuşima‘daki nükleer enerji santrallerinde yaşanan trajedileri hatırlatılarak şu ifadelere yer vermişti:

“Fay hattına yakınlığı ile bilinen Akkuyu’nun da Fukuşima’da yaşananlara benzer deprem ve ardından tsunami gibi felaketlerle karşılaşma riskini, özellikle 6 Şubat depremleri sonrası büyük bir ciddiyetle ele almak gerekirken, daha kurulumu tamamlanmamış reaktörlere nükleer yakıt getirmek, kesinlikle kabul edilemeyecek bir sorumsuzluktur. Oysa hükümet, Türkiye’nin de Çernobil’de yaşadığı ağır bedelden veya nükleer enerjinin geniş kapsamlı ve çok ağır yıkımlarını bize yakın geçmişte yeniden hatırlatan Fukuşima’dan ders almamakta ısrarlıdır.”

Dünya Çernobil’i hatırlıyor, nükleere mesafeli

Çernobil aktivisti Adi Roche, Ukrayna’daki Zaporijya nükleer güç santraline yakın gerçekleşen insansız hava aracı saldırılarının ardından, nükleer tesislere yönelik saldırıların küresel bir nükleer tehdit oluşturduğu konusunda uyardı. Roche, “Bu bir kabus senaryosu,” diyor ve Zaporijya’nın hasar görmesi durumunda, 1986’daki felaketi gölgede bırakabilecek sonuçlara yol açabileceği konusunda dünya liderlerini uyarıyor.

Ekoloji savunucuları uyarıyor: Çernobil ve Fukuşima’da yaşananlar Akkuyu’da tekrarlanmasın
Atom Enerjisi Kurumu’ndan, Zaporijya’ya İHA saldırısı sonrası ‘nükleer kaza’ uyarısı
Akkuyu Nükleer Santrali’nde çalışan işçiler bir kez daha iş bıraktı

Bunun yanı sıra uzmanlar ve çevre savunucuları, radyoaktif kirliliğin olası tehditlerine karşı daha sıkı güvenlik önlemleri ve şeffaf denetim süreçleri talep ediyor. Özellikle Avrupa’da birçok ülke, enerji ihtiyaçlarını karşılamak için yenilenebilir kaynaklara yatırım yapmayı tercih ederken, nükleer enerjinin risklerini en aza indirgeyebilecek teknolojik gelişmeleri de yakından takip ediyor.

[İklim Masası] ‘Görünmez katil’ hava kirliliği İstanbul’u tehdit ediyor

İklim değişikliğiyle ilgili güvenilir bilgileri yaygınlaştırmayı hedefleyen İklim Masası‘yla olan işbirliğimiz çerçevesinde, Prof. Dr. Ülkü Alver Şahin’in yazdığı ve İstanbul’daki hava kirliliğiyle ilgili yapılan kapsamlı çalışmanın sonuçlarını değerlendirdiği yazısını yayımlıyoruz.

*

İstanbul’un hava kalitesini, şehrin farklı bölgelerinde kurulmuş 37 adet hava kalitesi izleme istasyonu verilerine dayanarak analiz ettiğimiz yeni çalışmamız, yedi yıllık uzun dönem veri analizine dayanması ve İstanbul’da ölçüm yapılan tüm alanları değerlendirmesi bakımından bir ilk olma özelliği taşıyor.

Bu çalışmada, saç telinden dahi 20 kat ince olan ve solunum sisteminin en dip noktalarına kadar ulaşabilen, 2,5 mikrometreden küçük partiküllerin toplamı olan ince partikül maddenin (PM2.5), İstanbul’da ölçüm yapılan tüm noktalarda, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından tavsiye edilen yıllık ortalama sınır değerden (5 µg/m3) iki ila beş kat daha fazla olduğu görüldü.

Ne var ki erken bebek ölümleri, kalp ve solunum rahatsızlıkları ve akciğer kanserine bağlı ölümler gibi birçok sağlık sorununun temel nedenlerinden biri olarak gösterilen PM2.5 parametresi için halk sağlığını koruma amaçlı ulusal bir sınır değer henüz tanımlanmış değil.

Çalışmamızda ayrıca, 10 mikrometreden küçük tüm partikül boyutlarının toplamını temsil eden PM10 yıllık ortalama konsantrasyon değerlerinin de, çoğu ölçüm istasyonunda, Türkiye ulusal yönetmeliğinde tanımlanan yıllık ortalama limitin (40 µg/m3) üzerinde olduğu görüldü.

Türkiye’de hava kirliliği ulusal limit değerin üzerinde
Hava kirliliği yüzünden dünyada her yıl 1 milyondan fazla kişi ölüyor
İstanbul’da hava kirliliği yüzde 3 arttı

PM10’un en yüksek konsantrasyonları, taş ocakları yakınında bulunan Sultangazi hava kalitesi ölçüm istasyonlarında ölçüldü. PM10’un en yüksek değerler aldığı diğer istasyonlar, sanayi ve yerleşimin yoğun ve yakın olduğu Esenyurt, Başakşehir ve Tuzla istasyonları ile trafiğin yakınında olan Göztepe, Mecidiyeköy, Kağıthane ve Aksaray istasyonları olarak tespit edildi.

Karayolu, sanayi ve gemiler İstanbul’u kirletiyor

Dünya genelinde tüm şehirlerin hava kalitesinde gözlenen eğilime uygun olarak, İstanbul’da da ozon harici hava kirleticilerin ortalama konsantrasyon değerleri yıldan yıla azalıyor. Ancak yine de çalışmamız, diğer birçok dünya şehrinde olduğu gibi İstanbul’da da PM2.5, PM10 ve azot dioksit (NO2)’in birçok ölçüm noktasında sınır değerlerin çok üstünde bulunduğunu ortaya koyuyor.

Karayolu trafiğinin yoğunlaştığı alanların, sanayi bölgelerinin bulunduğu ve özellikle yerleşimle yakın olduğu alanların ve gemi kaynaklı emisyonlar nedeniyle İstanbul Boğazı yakınlarının, önemli birer temel hava kirletici kaynak olduğu tespit edildi.

En ince partikül maddeler, anne karnındaki bebeğe dahi ulaşabiliyor

İnsan sağlığına en zararlı hava kirleticisi olan partikül maddeler, tek bir maddeden meydana gelmiyor. Fiziksel ve kimyasal özellikleri ve buna bağlı olarak toksik etkileri, oldukça değişken. Kaynaktan doğrudan havaya yayılabildikleri gibi, atmosferde birtakım reaksiyonlar sonucu da oluşabiliyorlar. Bu nedenle birincil ve ikincil partikül maddeler olarak atmosferde bulunabilirler.

PM2.5 ve PM10 olarak adlandırılan iki kirletici arasındaki temel fark ise, partikül çapları ve içerikleri. PM2.5, 2.5 mikrometreden küçük, PM10 ise 10 mikrometreden küçük partiküllerin toplamını ifade eder. Boyutu küçüldükçe, partikül maddenin solunması ve kana karışması daha kolay hale geldiğinden, insan sağlığı için de daha tehlikeli olabilir.

hava kirliliği

10 mikrometre, insan solunum sistemine giriş yapabilen boyuttur; 2.5-10 mikrometre büyüklüğündeki partiküller, üst solunum yolunda (burun ve boğaz) tutulur. 2.5 mikrometreden küçük olanlar ise solunum sisteminde akciğerlere kadar ulaşabilir Bir mikrometrenin altındaki partiküller alveollere, 100 nm’nin altındaki partiküller ise kan dolaşım sistemine, anne fetüsüne ve beyne ulaşabilir.

Partikül madde boyutu küçüldükçe, sınır değerleri tanımlanan kütlesel konsantrasyonlar azalır ancak solunacak partikül adedi, dolayısı ile yüzey alanı, artış gösterir. Bir günde ortalama 15 m3 hava soluyan yetişkin bir kişi, yüzde 80-90’ı nano boyutlu partiküller olan 7,5×1010 adet partikül tanesine maruz kalır. Bu nedenle DSÖ ve Avrupa Birliği, 2030 ve sonrasında partikül maddenin en ince boyutları olan ve içeriğinde bulunan Ultra İnce Partiküller (UFP, <100 nm toplamı) ve Siyah Karbon (BC) için sınır değer tanımlanması ve izlenme gerekliliğini açıkladı.

PM2.5 değerleri, tavsiye edilenden iki ila beş kat daha yüksek

Çalışmamızda, İstanbul’da PM2.5’un yıllık ortalama konsantrasyonu kırsal alanlarda 15 μg/m³, şehir arka planında 15-20 μm/m³, şehir merkezlerinde ve trafik yakınlarında ise 25 μm/m³ seviyelerinde tespit edildi. Ancak şehir atmosferinde alansal olarak çok büyük bir değişim göstermemektedir. Buna karşın, İstanbul’da ölçüm yapılan tüm noktalarda, DSÖ tarafından tavsiye edilen yıllık ortalama PM2.5 sınır değerinin (5 µg/m3) iki ile beş katı konsantrasyonlar olduğunu, sınır değerlerin aşıldığını gözlemledik.

Diğer kirleticiler söz konusu olduğunda, kirlilik kaynaklarına yakınlık büyük ölçüde belirleyici iken, PM2.5 kirliliğinden korunmak için şehir merkezinden uzaklaşmak yeterli olmuyor. Bunun temel nedeni, atmosferik taşınım ve dönüşüm reaksiyonları ve neticesinde oluşan ikincil partikül maddeler. İnce partiküller kaynaktan çıktıktan sonra atmosferde uzun süre kalabilir ve taşınabilir. Ayrıca kükürt dioksit veya azot oksit gibi gaz kirleticiler, atmosferde reaksiyonlar sonucu partikül madde formuna dönüşebilirler. Tüm bu nedenlerle atmosferde ince partiküller kaynağından uzakta dahi yüksek değerlerde bulunabilir ve gaz kirleticilerin aerosole dönüşmüş halleri önemli bir bileşeni olabilir.

Türkiye net sıfır hedefleri kapsamında akaryakıta ‘karbon vergisi’ planlıyor
Dünyanın havası en kirli şehirleri: İstanbul azot kirliliğinde 9’uncu sırada

Dizel araçlara sınırlama getirilmeli ve trafikten arındırılmış temiz alanlar yaygınlaştırılmalı

Türkiye’de PM2.5 kirliliği ile mücadele etmenin ilk gerekliliği, yönetmeliği güncelleyerek bu kirletici için halk sağlığını koruyucu bir üst sınır belirlemek. Ayrıca kirliliğin temel kaynaklarını tespit etmek ve azaltmak için gerekli önlemleri almak da önem taşıyor. Karayolu trafiğinin yoğunluğu ve özellikle dizel araçların yarattığı kirlilik, önlem alınması gereken unsurların başında geliyor.

1990’ların sonunda petrole nazaran daha ‘‘çevre dostu’’ bir alternatif olarak öne çıkarılan dizel yakıtlı araçların daha fazla kirliliğe sebep olduğunu artık biliyoruz. Buna tedbir alan Paris, Madrid ve Hamburg gibi birçok Avrupa Birliği şehrinde, şehir merkezlerine dizel araçlarla girmek sınırlandırılıyor. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre araçların yaklaşık yüzde 40’ının dizel olduğu Türkiye’de ise ne yazık ki henüz böyle bir uygulama yok.

Oysa özellikle hava kirliliğinin haftanın hangi günlerinde daha yüksek olduğuna dair incelememiz, dizel yakıtlı araçların kullanımı ile hava kirliliğinin ilişkili olduğunu ortaya koyuyor. Hava kalitesi izleme istasyonlarından alınan veriler, PM2.5, karbonmonoksit (CO) ve kükürt dioksit (SO2) kirleticilerinin Pazartesi ve Salı günleri en yüksek seviyelerde olduğunu gösteriyor. Endüstriyel, ticari hammaddelerin büyük bir kısmı, kamyonlar ve hafif ticari araçlar tarafından haftanın bu ilk iki günü taşınıyor. Kayıtlı hafif ticari araçların yakıt tiplerine bakıldığında, yüzde 90’ının dizel araçlar olduğunu görüyoruz.

2020’de yayınlanan ve İstanbul trafik istasyonu olan Aksaray hava kalitesi istasyonu verileri ile yapılan bir çalışmada da, azot dioksit kirliliğinin temel sebebi olarak dizel araçlar gösterilmiştir. Bizim çalışmamız da İstanbul genelinde azalan azot dioksit kirliliğinin Aksaray’da yılda yüzde yedi oranında artmaya devam ettiğini ortaya koyuyor. Bu istasyonda 79 μg/m³ olarak kaydedilen yıllık ortalama azot dioksit seviyesi, Türkiye hava kalitesi standartlarında belirlenen üst sınırın neredeyse iki katı.

Bu çalışmalar, trafik kaynaklı kirliliği kısa vadede limit değerlerin altına çekmek için farklı uygulamaların hayata geçirilmesi gerektiğini gösteriyor. Öncelikle trafikteki dizel araçların sayısını azaltmak, raylı sistemleri de şehir genelinde entegre ve yaygın hale getirmek gerekiyor. Avrupa’da örnekleri olan, tarihi merkezleri araç trafiğine tamamen veya kısmen kapatan alanlar, İstanbul’da da tasarlanmalı. Özellikle ticari araçlarda, dizelden elektrikli araçlara doğru bir dönüşümü teşvik etmenin yolları aranmalı.

37 istasyonun 21’inde PM10 üst sınırı aşılıyor

PM10 kirliliği ise yerleşim yerlerinde, sanayi tesislerinin ve trafiğin yoğun olduğu bölgelerde çok daha yüksek değerler alıyor. Çalışmamızda, en düşük yıllık ortalama PM10 konsantrasyonunun 16,7 μg/m³ ile şehir arka planında ölçüldüğünü, buna karşın kentleşmiş ve sanayi tesislerine yakın bölgelerde ortalama konsantrasyonun 91,4 μg/m³’e kadar yükseldiği görülüyor. Türkiye’nin ulusal hava kalitesi yönetmeliğinde (Hava Kalitesi Değerlendirme ve Yönetimi Yönetmeliği)  PM10 sınır değeri 2019 yılından itibaren 40 μg/m³dür ve  sanayi ve yerleşimin iç içe olduğu  bölgelerde neredeyse 2-3 katlık bir sınır değer aşımının söz konusu olduğu görülüyor. Araştırmamıza göre, ölçüm yapılan 37 hava kalitesi izleme istasyonunun 21’inde, ulusal sınır değerimiz  aşılıyor.

PM10 konsantrasyonları, Avrupa yakasında, Anadolu yakasına kıyasla daha yüksek ölçülüyor. Bunun, Avrupa yakasının neredeyse iki kat daha büyük bir nüfusa ev sahipliği yapması ve buna bağlı olarak trafik yoğunluğunun da daha yüksek olması ile ilgili olduğunu tahmin ediyoruz. Bununla birlikte, PM10 kirliliğinin en yüksek ölçüldüğü yerlere baktığımızda, sanayi tesislerine yakınlık dikkat çekiyor. Endüstriyel alanlarda yapılan ölçümlerde PM10, yerleşim alanlarına kıyasla yüzde 65, kükürt dioksit ise yüzde 33  daha yüksek ölçülüyor.

PM10 seviyelerinin en yüksek olduğu dört istasyondan ikisi, taş ocakları yakınında yer alıyor. Diğer ikisi ise kent merkezinde yer almakla birlikte, Esenyurt ve Beylikdüzü arasındaki sanayi bölgelerine yakın konumlanıyor. Trafik yoğunluğu nedeniyle yol yüzeylerinden havalanan toz ve toprak da bu kirliliğe önemli bir katkı sağlıyor olabilir. Nitekim  taş ocaklarından çıkan taşların taşındığı güzergahlarda da yüksek PM10 seviyelerine rastlanıyor.

Sanayi faaliyetleri kaynaklı emisyonlar ve gemi emisyonları kontrol altına alınmalı

Çalışmamıza göre son yedi yılda İstanbul’da ozon hariç diğer kirleticiler azalma eğilimi gösteriyor. Ancak endüstriyel alanlar ve trafik yakını alanlar başta olmak üzere PM10, PM2.5 ve NO2 konsantrasyonları halen sınır değerlerin üzerinde.

Bu azalma eğilimine rağmen, eğer azaltıcı ve önleyici tedbirler alınmazsa, sınırların aşıldığı istasyonlarda hedeflenen değerlere ulaşmak yakın gelecekte mümkün görünmüyor. Benzer şekilde, en iyimser senaryoda dahi, 2030 yılına kadar PM2.5 konsantrasyonunu DSÖ’nün tavsiye ettiği sınırın altına indiremiyoruz. Çalışmamız, bu gidişatı tersine çevirebilmek için, endüstriyel alanlarda faaliyetlerin oluşturduğu emisyonların kontrolü için bütüncül izleme ve kontrol uygulamalarının hayata geçirilmesi gerektiğine dikkat çekiyor.

İstanbul, hem 16 milyondan fazla nüfusa ev sahipliği yapması hem de ekonomik anlamda Türkiye’nin lokomotifi olması dolayısıyla, ciddi hava kirliliği baskısı altında. Ülke ticaretinin yarısından fazlası İstanbul’da yapılıyor ve ürünlerinin dörtte birinden fazlası bu kentte üretiliyor. Tekstil, metal, kimya gibi birçok kirletici sektör, İstanbul ve civarında üretim yapıyor. Kocaeli, Dilovası, Bursa ve Çorlu, sanayi dolayısıyla önemli kirlilik kaynaklarının olduğu yakın alanlar olarak öne çıkıyor. Şehir içi alanlarda faaliyet gösteren ve önemli bir kirlilik kaynağı olan sanayi tesislerine, etki alanları olan çevrelerinde, hava kirliliğini sürekli izleme ve önleyici tedbirler alma zorunluluğu getirilmesi gerekiyor.

Çalışmamızda, SO2, İstanbul’un hiçbir noktasında yıllık sınır değerin üzerinde olmadığı gözlendi. Ancak İstanbul Boğazı kenarında gemi emisyonlarını izleme amacı ile kurulmuş olan Kandilli istasyonunda SO2 konsantrasyonlarının, şehrin yerleşim alanlarına kıyasla iki kat daha yüksek değerler aldığı tespit edildi. Dolayısıyla, Marmara ve Boğazlar’ın gemi emisyon kontrol alanı olarak ilan edilmesi, gemi bacalarından salınan SO2 emisyonlarının şehir atmosferine olan bu katkısını azaltmak için etkili bir yöntem olarak değerlendirilebilir.

Emisyon Kontrol Alanı (ECA) olan denizlerde gemiler, düşük kükürt içeren yakıt kullanmak zorundadır. Akdeniz de, 2025 itibarıyla geçerli olmak koşulu ile, Uluslararası Denizcilik Örgütü tarafından ECA alanları arasına dahil edildi. Türk Boğazlar Sistemi’nin ECA ilan edilmesinin hava kirliliği açısından sonuçları ise 2015 yılında yayınlanan bir akademik makalede incelenmiş ve gemi kaynaklı SO2 emisyonlarında yüzde 90’lık, PM10 ve PM2.5 konsantrasyonlarında ise yüzde 67’lik azalma sağlanabileceği hesaplanmıştı.

Özetle, İstanbul’da hâlâ tavsiye edilen üst sınırların üzerinde ölçülen kirleticileri kontrol altında tutabilmek için kirliliğin kaynaklarını yerel ölçekte tespit etmek ve önlem almak gerekiyor. Çalışmamızın da gösterdiği üzere, kirliliğin en büyük sebepleri olarak karayolu trafiği, sanayi tesisleri ve gemi emisyonları öne çıkıyor. Bu doğrultuda trafikteki fosil yakıtlı taşıtları, özellikle dizel araçları azaltmak, raylı sistemleri entegre şekilde kent geneline yaygınlaştırma önemli. Aksaray gibi tarihi yarımada içinde kirliliğin oldukça yüksek seyrettiği bölgelerde, ‘‘ultra düşük emisyon alanı’’ bölgeleri tasarlanabilir. Ayrıca, şehir ile iç içe bulunan ve yerel konsantrasyonların önemli düzeyde artışına sebep olan sanayi tesislerine daha katı emisyon sınırlandırmaları getirmek, çevresel etki alanlarında izleme ve kontrol tedbirleri almalarını sağlamak da önemli bir azaltım stratejisi olabilir. Son olarak ise Boğazları düşük emisyon salımı yapan gemilerin geçişi için gerekli girişimlerin yapılması değerlendirilmesi gereken çözüm önerileri arasında.

*
Kaynak Makale:

Şahin, Ü. A., Ayvaz, C., Hama, S., Onat, B., Uzun, B., Dogan, M., Bediroglu, G., & Harrison, R. M. (2024). Assessment of ambient particulate matter and trace gases in Istanbul: Insights from long-term and multi-monitoring stations. Atmospheric Pollution Research, 15(5), Article 102089. Advance online publication. 

 

ABD’deki üniversitelerde Gazze’yi savunan hocalara polis şiddeti

ABD‘nin büyük üniversitelerinde Gazze‘ye destek amacıyla başlatılan ve giderek yayılan protestolar, polisin sert müdahaleleriyle uluslararası medyanın dikkatini çekiyor. Columbia, Georgetown, George Washington ve diğer ünlü üniversitelerde yapılan eylemlerde, öğrencilerin yanı sıra öğretim görevlileri de polis şiddetine maruz kaldı.

Columbia Üniversitesi‘nde başlayan ve ülke geneline yayılan eylemler, on binlerce öğrenci ve akademisyenin katılımıyla büyüyor. Emory Üniversitesi‘nde ekonomi profesörü Caroline Fohlin ve Felsefe Bölümü Başkanı Noelle McAfee, polisin eyleme sert müdahalesi sırasında gözaltına alındı. McAfee’nin gözaltına alınma anı, bir doktora öğrencisinin çektiği video ile dünya çapında viral oldu.

ABD’deki üniversitelerdeki Gazze dayanışma kampları, polis baskınlarına ve yüzlerce öğrencinin gözaltına alınmasına rağmen direnişe ve dayanışmaya sahne oluyor. Güney Kaliforniya Üniversitesi (USC), güvenlik endişeleri nedeniyle 10 Mayıs’ta yapılması planlanan mezuniyet törenini iptal ettiğini duyurdu.

ABD üniversitelerinde Gazze protestoları yayılıyor
Tepkiler sonuç verdi: Türkiye, İsrail’in Gazze’ye saldırılarının altıncı ayında ihracatı kısıtladı
İsrail Gazze’yi mahalle mahalle yok ediyor

Teksas Üniversitesi‘nde öğretim üyeleri, polisin öğrenci olaylarına militarize yanıt vermesine tepki olarak dersleri boykot etme kararı aldı. Akademisyenler, kampüsün militarize edilmesini ve öğrencilere yönelik şiddeti kınayarak, eğitime ara verdiklerini ve öğrenci protestolarına katılacaklarını açıkladı.

ABD Başkanı Joe Biden, ifade özgürlüğü ve insan hakları konusunda sıkça açıklama yapmasına rağmen, üniversite kampüslerinde yaşanan olaylar, ulusal ve uluslararası alanda büyük eleştiri topluyor. Ülke genelinde 30’dan fazla üniversitede Filistin‘e destek veren öğrenci ve akademisyenlerin sayısı artıyor, ancak polis müdahaleleri de şiddetini koruyor.

Patara’da yapılaşma tehlikesi davasında bilirkişi keşfi yapıldı

Antalya Kaş’ta özel çevre koruma bölgesi kabul edilen ve Caretta carettaların yumurtlama alanı olan Patara’da gerçekleştirilmek istenen imar planlarına karşı açılan davanın bilirkişi keşfi dün (25 Nisan’da) yapıldı. Kaş Çevre ve Kültür Derneği‘nin de katıldığı geniş katılımlı bilirkişi keşfi, bölgenin tarih öncesi zenginliklerini ve doğal yaşam alanlarını koruma çabasının ne kadar kritik olduğunu bir kez daha ortaya koydu.

Doğa savunucuları, bilirkişi keşfine ilişkin yaptıkları açıklamada “Pataralı vatandaşın ihtiyaçlarına yönelik olmayan, yani kamu yararına yönelik üretilmeyen, turizme yönelik üretilen yazlık konutların çoğu inşaat halinde kullanım dışıyken ikinci bir yazlık konut/ikinci konut yapılaşması getirecek planlamanın bilimle, bilgiyle açıklanmasının mümkün olmadığını düşünüyoruz” ifadelerini kullandı.

Caretta carettaların yuvası Patara’da bilirkişi keşfi yapılacak
Caretta carettalara, endemik türlere, zeytinliklere imar tehdidi: Patara’da keşif var
Tarım Orman-İş: Patara’da çalınan kumu raporlayan memur görevine iade edildi

Patara, birçok koruma statüsüne sahip nadir bölgelerden biri. Özel Çevre Koruma Bölgesi, 1. Derece Doğal Sit ve 3. Derece Arkeolojik Sit Alanı içinde bulunan Patara, aynı zamanda zeytinlik alanların korunması kanunlarına tabi. Unesco Dünya Mirası Listesi‘ne girmesi için başvurulan bu özel alan, yapılaşmaya açık bir hedef haline gelmiş durumda.

Bilirkişi keşfi, yerel ve ulusal çapta birçok ilgili tarafın katılımıyla, yapılaşmaya açılması planlanan zeytinlik nitelikli alanlarda yapıldı. 2008 yılında düşük yoğunluklu yapılaşma izni verilen kooperatif alanlarının hemen altında yer alan bu alanların, yapılaşma izninin üzerinden 16 yıl geçmiş olmasına rağmen halen inşaat halinde olması, bölgedeki talep baskısının düşük olduğunu gösteriyor.

Patara Kazı Başkan Yardımcısı Mustafa Koçak ve yerel yetkililer hakime, planlama alanında tespit edilen ve yapılaşmalar sonucu ortadan kaybolan önemli arkeolojik bulgular hakkında bilgiler verdi. Hakim, bu bilgilerin itiraz dosyasına profesyonel bir görüş olarak eklenebileceğini ifade etti.

Patara

Kaş Çevre ve Kültür Derneği, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı ile Kültür ve Turizm Bakanını, bölgenin koruma statüsünü güçlendirecek yeni yönetim planları hazırlamaya çağırıyor. 1993-2000 yılları arasında yapılan yönetim planlarının güncellenmesi, Patara’nın sadece ismen değil, fiilen de korunması için hayati önem taşıyor.

Patara, kültürel ve doğal mirasın yanı sıra biyoçeşitlilik açısından da ulusal ve uluslararası öneme sahip. Yapılaşma baskısının artması, bu değerli mirasın gelecek nesillere aktarılmasını tehdit ediyor.

Kaş Çevre ve Kültür Derneği adına konuşan Ahmet Murat Akoy, bölgenin korunmasının önemine dair şunları söyledi:

“Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı ve Kültür ve Turizm Bakanlarımızdan 2020 yılında Türkiye’nin Turizm teması seçilen, Türkiye’nin en çok ziyaret edilen ören yeri olan aynı zamanda Caretta Caretta’ların 1. Derece yuvalama alanı olan Patara Antik Kentinin daha fazla yapılaşmaya konu edilmemesi için, 1993-2000 yılları arasında yapılan yönetim planlarının güncellenerek yeniden yapılması için harekete geçmelerini bekliyoruz. Bu eşsiz alanların çocuklarımıza bırakacağımız en büyük miras olduğunu, sadece ismi değil niteliği “koruma” olan planlamalarla gelecek nesillere bozulmadan, beton altına alınmadan bırakılmasını arz ediyoruz.”

Patara

Patara’da ne olmuştu?

Likya uygarlığının eski başkenti olan Patara, tarihi, kültürel ve doğal zenginlikleri nedeniyle Arkeolojik ve Doğal Sit Alanı olarak belirlenmiş ve 1990 yılında Özel Çevre Koruma Bölgesi olarak ilan edilmişti.

Kazılar sırasında tespit edilen Nekropol Alanı‘nın korunması gerekirken, 2008 yılında düşük yoğunluklu yapı izinleri verilmiş ve böylece Patara, ikinci konut ve villa inşaatları için bir alan haline gelmişti.

2023’te gerçekleşen 800’den fazla ikinci konut inşaatı ile Antik Kent Alanı betonla kaplanarak ‘tarihin üzeri örtülmüştü’.

Patara 1/25.000 Özel Çevre Koruma Bölgesi Planı, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından 18 Mart 2022’de askıya alındı. Plan, itirazlar nedeniyle 25 Ocak 2023’te yeniden askıya çıkarıldı ve yapılan itirazlar sonucunda 12 Mayıs 2023’te onaylanarak 5 Haziran 2023’te tekrar askıya çıkarıldı.

Bu karar, Doğal Hayatı Koruma Vakfı, Kaş Çevre ve Kültür Derneği, TMMOB Mimarlar Odası Antalya Şubesi ve TMMOB Peyzaj Mimarları Odası tarafından dava konusu oldu.

TÜİK açıkladı, Türkiye’de elektrikli araçlara talep artıyor

Türkiye İstatistik Kurumu‘nun (TÜİK) yayımladığı son verilere göre, Mart 2024’te Türkiye genelinde toplam 226 bin 617 yeni taşıtın trafiğe kaydı yapıldı. Bu araçların yüzde 45,5’ini motosikletler, yüzde 39,1’ini otomobiller oluşturdu. Ayrıca, kamyonetler yüzde 8,7, traktörler ise yüzde 3,8 oranında kayda geçti. Geriye kalan payda kamyonlar, minibüsler, otobüsler ve özel amaçlı taşıtlar yer aldı.

Türkiye’de trafiğe kaydedilen yeni taşıtlar arasında elektrikli ve hibrit araçların oranında önemli bir artış görüldü, Mart ayında, elektrikli ve hibrit araçların kayıtlardaki payı giderek büyüdü. Elektrikli araçlar yüzde 7,5, hibrit araçlar ise yüzde 12,5 oranında trafiğe kaydedildi.

TÜİK

Trafiğe kaydı yapılan taşıt sayısı, bir önceki aya göre yüzde 17,1 oranında artış gösterdi. Özellikle motosikletlerde yüzde 21,9, traktörlerde yüzde 18,3 ve otomobillerde yüzde 15,4 oranında bir artış yaşandı. Diğer yandan, özel amaçlı taşıtlarda yüzde 8,8 ve minibüslerde yüzde 6,9 azalma gözlemlendi.

TÜİK açıkladı: Türkiye’de motorlu taşıt kullanımı yüzde 5 arttı
Almanya’da toplu taşıma çalışanları ile iklim aktivistleri ittifak kararı aldı
Paris’te referandum: SUV’lerin park ücreti üç katına çıkıyor

Mart ayı itibarıyla trafiğe kayıtlı toplam taşıt sayısı ise 29 milyon 367 bin 254’e ulaştı. Kayıtlı araçların yüzde 52,8’ini otomobiller, yüzde 18,1’ini motosikletler ve yüzde 15,5’ini kamyonetler oluşturdu.

TÜİK

Aynı ayda gerçekleşen 865 bin 144 araç devri işlemi de dikkat çekti. Bu işlemlerin yüzde 67,1 kadarını otomobiller, yüzde 14,9’unu kamyonetler ve yüzde 10,3 kadarını motosikletler oluşturdu.

Mart ayında trafiğe kaydedilen otomobillerin marka dağılımında Renault yüzde 12,7, Fiat yüzde 10,7 ve Chery yüzde 7,1 oranında öne çıktı. Yılın ilk üç ayında trafiğe kaydedilen toplam taşıt sayısı 633 bin 710 olurken, bu rakam bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 37,5 artış gösterdi.

Bu dönemde trafiğe kaydedilen otomobillerin yüzde 66’sı benzinli, yüzde 12,9’u dizel, yüzde 12,7’si hibrit, yüzde 7,1’, elektrikli ve yüzde 1,2’si LPG ile çalışıyor. Mart ayı sonunda trafiğe kayıtlı otomobillerin yakıt türüne göre dağılımında ise benzin yüzde 29,2, dizel yüzde 35,2 ve LPG yüzde 33 oranında yer aldı.

Dersim’de kurulacak maden ocağı Meclis gündeminde

Dersim‘de, Alevi topluluğunun kutsal mekanlarından biri olan Derviş Cemal Türbesi‘nin yakınlarında kurulması planlanan maden ocağı projesi, Meclis gündemine taşındı. DEM Parti Dersim Milletvekili Ayten Kordu tarafından sunulan soru önergesi, projenin çevresel ve kültürel etkilerini mercek altına alıyor.

Maden ocağının kurulması planlanan alanın sadece bir ziyaretgah değil, aynı zamanda bölge halkının tarım ve hayvancılıkla uğraştığı verimli bir arazi olduğu belirtilirken, projenin hayata geçirilmesi, hem ekolojik dengeyi bozacak hem de yerel halkın yaşam alanlarına zarar verecek.

Önergede, Nama Grup Metal A.Ş. tarafından işletilmesi planlanan mermer ocağının, bölgede ekolojik dengeyi ve doğal yaşamı tehdit ettiği belirtiliyor. Ayrıca, Derviş Cemal Köyü’nde yürütülmek istenen maden ocağı projesinin ÇED raporunun güvenirliği ve bu raporun hazırlanmasında görev alan bilirkişilerin tarafsızlığı sorgulanırken, şu ifadelere yer veriliyor:

“Erzincan’ın İliç ilçesindeki Çöpler Altın Madeni için ÇED olumlu raporu veren şirketin yönetim kurulunda bulunan Ahmet Oğuz Öztürk’ün, Anagold Madencilik A.Ş.’nin de yönetim kurulunda yer alması örneğinde olduğu ÇED raporlar çoğu zaman doğayı, halkın inanç ve değerleri yerine sermayeyi koruyan bir yerden değerlendirilmektedir. Derviş Cemal Köyü’ndeki maden ocağının ÇED raporunda yer alan bilirkişilerin güvenirliği ile ilgili de ciddi iddialar söz konusudur.”

Milletvekili Kordu, önergesinde şu sorulara yer veriyor:

1. Nama Grup Metal A.Ş. tarafından Derviş Cemal Köyü’nde işletilen maden ocağının ÇED raporu için belirlenen bilirkişilerin ÇED raporuna olumlu rapor verecek şekilde belirlendiği iddiası doğru mudur? Söz konusu bilirkişi üyeleri hangi ölçütlere göre belirlenmiştir?
2. Hozat ilçesine bağlı Derviş Cemal köyü civarında yapımı planlanan taş ocağı projesinin ruhsatlandırılan alanın büyüklüğü ne kadardır?
3. Söz konusu taş ocağı projesi, Derviş Cemal Türbesi’ni de kapsayan ziyaretgah bölgesini de tehdit etmektedir. Dersim halkı ve Alevilerin kutsal saydığı Derviş Cemal Türbesi’nin zarar görme riskine karşı projenin sürdürülmek istenmesinin gerekçesi nedir?
4. Söz konusu proje ile Derviş Cemal köylülerin geçim kaynağı olan meranın tahrip edileceği, kullanım alanlarının daraltılacağı ve bunun sonucunda köylülerin göç etmek zorunda kalma riskine rağmen projenin ısrarlı bir şekilde sürdürülmek istenmesinin gerekçesi nedir?

Halk İznik Gölü’ne sahip çıktı: ‘Göl, artık S.O.S. veriyor’

Azalan yağışlar, üst üste sıcaklık rekoru kıran ayların ardından her geçen gün daha çok suyun çekildiği İznik Gölü’nün hemen yanına HEKTAŞ bünyesinde kurulacağı duyurulan yeni tesise karşı onlarca yurttaş tepki gösterdi. Halkın katılım toplantısında İznik Çevre ve Yaşam Platformu öncülüğünde bir araya gelen yurttaşlar “İznik Gölü’nü atık alanı olarak kullanmaktan vazgeçin” diyerek göle sahip çıktı.

HEKTAŞ Ticaret Türk A.Ş. tarafından Bursa, Orhangazi’de İznik Gölü‘ne yakın bir noktada (950 metre uzaklıkta) kurulması planlanan “Tarım ilaçları etken madde üretimi, tehlikesiz atıktan bakır sülfat üretimi ve kimyevi gübre üretim tesisi”nin çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) süreci hakkında bugün (25 Nisan) halkı bilgilendirme toplantısı yapıldı.

İznik Gölü

Saat 14.00’da Örnekköy Konağı Kahvesi‘nde yapılan toplantıya İznik Çevre ve Yaşam Platformu öncülüğünde katılan yurttaşlar ellerinde “Su biterse herkes susar”, “Su yaşamdır, kirletilemez” ve “Yurttaş doğayı savunuyor” pankartlarıyla tepkisini gösterdi.

Toplantının yapıldığı kahvenin önünde İznik Çevre ve Yaşam Platformu tarafından bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Açıklamada “Anadolu; Medeniyetlere ev sahipliği yapmış, zenginlikleri acılar ve gözyaşları ile yoğurmuş bereketli toprakların adıdır. Öylesine değerler katmıştır ki insanlık alemine, asırlar geçmesine rağmen izleri silinmeden gelmiştir günümüze. İznik ise bu bereketli toprakların kalbi gibidir” denilerek şunlar aktarıldı:

“Medeniyetler kurulmuş, ihtişamlı dönemlere ayna olmuştur bu verimli topraklar. ‘Bu göl İznik Gölüdür’ diye başlar şair şiirine. Çeşmeden kana kana içilen su İznik’te gölden içilirdi geçmiş zaman içinde. Maneviyatın aynaya yansıması, tarihin buram buram ekmek kokan halidir bu topraklar. Yarınlarımıza bırakmak üzere geçmişten bizlere emanet bırakılan en nadide eserdir İznik Gölü. Bizler bu değerlerin kaybolmaması için bir araya gelen İznik sevdalılarıyız. İznik Gölü ve doğasını kaybetmemesi için çabalayan bu kentin sakinleri olarak İznik Çevre ve Yaşam Platformu olarak bir araya geldik.”

İznik Gölü

‘Göl, artık S.O.S. veriyor’

Dünyanın iklim krizi, kimyasal kirlilik ve biyoçeşitlilik kaybıyla boğuşurken, İznik Gölü’nün, Orhangazi kıyısının, gözü ranttan başka bir şey görmeyen, yağmacı ve talancı siyasi ve yöneticilerin elinde, ikinci Dilovası‘na dönüştürüldüğünün belirtildiği açıklamada, “Türkiye’nin beşinci büyük gölü, İznik Gölü su seviyesi minimum işletme kotu olan 83,30 m. altına düştü. Göl, artık ‘S.O.S.’ veriyor. Gölün suyunu çeken Cargill ve Gemlik Gübre fabrikalarının ardından, Varaka Kağıt Oluklu Mukavva Tesisine ÇED olumlu kararı verildi. Bu da yetmezmiş gibi HEKTAŞ kimyasal gübre, zehirli zirai ilaç ve bakır sülfat (göztaşı) üretimi için ÇED başvurusunda bulundu. Cargill ve Gemlik Gübre‘den sonra İznik Gölü’ne bir hançer daha vurulmak isteniyor” denildi.

‘İznik Gölü’nü atık alanı olarak kullanmaktan vazgeçin’

“Bütün bileşenlerimiz olarak güçlü bir direniş ile bu projelerin karşısında olacağız. Gölümüzün çevresinde fabrika istemiyoruz” ifadelerinin kullanıldığı açıklamada son olarak şunlara yer verildi:

“Bu sesleniş İznik Gölü içindir, değerlerimize, çevremize ve sahip çıkmak adına ve bizden sonraki nesillere yaşanılabilir bir İznik bırakmak hayali üzerinedir. Gelin ses verin sesimize. İznik Gölü’nü atık alanı olarak kullanmaktan vazgeçin.”

Yüzlerce metre çekilen İznik Gölü’nün yanı başında yeni tehdit

Akbük’te planlanan mermer ocağına yönelik tepkiler artıyor

Aydın Didim’in Akbük bölgesinde GZ Madencilik tarafından açılması önerilen mermer ocağı projesi, çevresel endişeler ve yerel halkın ekonomik kaygıları nedeniyle geniş çapta tepki topluyor.

Proje tanıtım dosyasına göre, Akyeniköy Mahallesi sınırları içinde 23,90 hektarlık bir alanda mermer ocağı ve kırma-eleme tesisi kurulması öngörülüyor. Şirket, projeye 22 milyon TL yatırım yapmayı planlıyor ve yıllık 30 bin metreküp mermer üretimi hedefleniyor. Projenin tahmini ömrünün 129 yıl olduğu ifade ediliyor.

Didim, iklim acil durumuna yanıt olarak Türkiye’de Bitki Bazlı Anlaşma’yı onaylayan ilk belediye oldu
8,500 yıllık hava ve yağmur tanrısının evine maden ocağı: Aydın Latmos’ta ÇED süreci başlatıldı

Didim Belediyesi’nin de imzası bulunan açıklamada Akbük Mahallesi’nin 20/09/1991 tarih ve 20997 sayılı Resmi Gazete‘de yayımlanarak yürürlüğe giren Bakanlar Kurulu kararı ile “Turizm Merkezi” olarak ilan edildiği hatırlatılarak, “Bu bölgede çok sayıda turizm tesisi ve ikinci konut bulunmaktadır, bu nedenle turizm merkezi olarak ilan edilen Akbük Mahallesi’nde mermer ocağı açılması, turizm sektörüne de zarar verecektir” ifadelerine yer verildi.

Akbük

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı‘nın onaylı planlarına göre “Orman Alanı” olarak görülen bu bölge, zengin bitki örtüsü ve yaban hayatı ile dikkat çekiyor. Özellikle bölgede bulunan kızılçam, maki ve zeytin ağaçları, mermer ocağının faaliyete geçmesi durumunda kesilecek ya da zarar görecek. Bu durum, doğal habitatı olumsuz yönde etkileyerek bölgedeki biyoçeşitliliği tehdit ediyor. Ayrıca, ağır tonajlı araçların geçişi sırasında oluşacak toz bulutları, hem bitki örtüsüne hem de bölge halkının sağlığına zarar verecek.

Didim ve çevresi, özellikle yaz aylarında yerli ve yabancı turistlerin yoğun ilgi gösterdiği bir turizm merkezi ve projenin gerçekleşmesi durumunda, turizm sektörüne ciddi zararlar verebilecek gürültü ve hava kirliliği gibi çevresel sorunların da ortaya çıkacağı belirtiliyor.

Rapor: Kömürlü termik santralleri 45 milyar dolar zarar bekliyor

Sürdürülebilir Ekonomi ve Finans Araştırmaları Derneği (SEFiA) ve E3G isimli düşünce kuruluşu, birlikte hazırladıkları “Kömürden Çıkışın Finansmanı: Türkiye Örneği” raporunda Türkiye’nin kömürden çıkış maliyetini ortaya koyuyor.

Raporun öne çıkan bulgularına göre;

  • 2026’da Türkiye’de karbon fiyatı uygulamasının başlamasıyla beraber, kömürlü termik santraller lisans sürelerinin sonuna kadar toplamda 45 milyar dolarlık zarar ediyor.
  • Karbon fiyatının uygulanmaya başlamasıyla beraber, 2026’dan itibaren Türkiye’deki iki kömürlü termik santral dışında tüm santraller zarar etmeye başlıyor.
  • Çalışma, 2026’dan itibaren Türkiye’de uygulanacak karbon fiyatını, 2035’e kadar Avrupa Birliği Emisyon Ticaret Sistemi’ndeki (AB ETS) mevcut karbon fiyatının sadece üçte biri olarak devreye alıyor. 2035 sonrası için ise bu fiyat AB ETS’sinin ancak yarısına kadar yükseliyor. Bu kadar düşük seviyede varsayılan karbon fiyatı bile santrallerin zarar etmesine neden oluyor.
  • Kömürden çıkış senaryosunda, 2021-2035 yılları arasındaki dönemde, elektrik üretiminde yerli kaynakların payı yüzde 51,3’ten yüzde 73,6’ya yükseliyor.

Elektrik sektöründe kömürden vazgeçilmesinin önündeki en büyük engellerden biri olarak görülen finansman konusunu derinlemesine inceleyen rapor, aşamalı olarak kömürden yenilenebilir enerjiye geçişin potansiyel finansman mekanizmalarını irdeliyor.

Rapor, Türkiye’de bugüne kadar kömürden çıkışın teknik olasılıklarını ve ekonomik boyutunu ortaya çıkaran çalışmaları bir adım öteye taşıyor. Yakın zamanda uygulamaya konulması planlanan karbon fiyatlaması sonucunda santrallerin hâlihazırda düşmekte olan kârlılıklarını sürdüremeyeceklerini ortaya koyan rapor, Türkiye’nin 2053 net sıfır patikasına erişebilmesi için emekliye ayırması gereken kömürlü termik santrallerin muhtemel finansman ihtiyacını da belirlemeyi amaçlıyor.

‘Zararın boyutu 40 yıllık senaryoda 13,5 milyar dolar’

Raporda öne çıkan bulgular ise şöyle:

  • Raporda, 2035 yılında kadar elektrik üretiminde AB ETS’nin mevcut karbon fiyatının üçte biri baz alınıyor, 2035 sonrası ise AB ETS karbon fiyatının yarısına kadar yükselen aşamalı bir karbon fiyatı uygulanması öngörülüyor. Bu durumda, 30 santralden ikisi dışında hiçbir kömürlü termik santralin kârlılığını sürdüremeyeceği sonucuna ulaşılıyor.
  • Santrallerin bu koşullar altında çalışması durumunda, zararın boyutu 40 yıllık senaryoda 13,5 milyar dolar, lisans sonuna kadar çalışmaları durumunda ise 44,5 milyar dolara ulaşıyor. İşletmecilerin zarar eden bir operasyonu sürdürmeleri beklenmediğinden söz konusu santrallerin âtıl varlıklar haline geleceği öngörülüyor.
  • Santrallerin lisans sürelerinin sonuna kadar işletmede kalacakları süre boyunca ortalama yıllık sağlık maliyetinin 10 milyar dolar seviyesinde olduğu görülüyor.

Rapor: Önce ithal kömürle çalışan santraller devre dışı kalıyor

Rapor, yüksek marjinal maliyetleri nedeniyle, bir karbon fiyatlandırma mekanizması uygulanması durumunda ithal kömürle çalışan termik santrallerin devreden çıkacak ilk santraller olduğunu ortaya koyuyor.

Raporda yer verilen kömürden çıkış senaryosunda, 2021-2035 yılları arasındaki dönemde, elektrik üretiminde yerli kaynakların payı yüzde 51,3’ten yüzde 73,6’ya yükseliyor ve tamamı yerli ve yenilenebilir kaynaklardan oluşuyor. Olağan senaryoda ise yerli kaynakların (yenilenebilir ve yerli kömür) payı 2035 yılında ancak yüzde 59,2’ye ulaşabiliyor.

enerji

SEFiA Direktörü Bengisu Özenç, Türkiye için teknik olarak mümkün ve küresel gelişmeler doğrultusunda kaçınılmaz olan kömürden aşamalı çıkış planlarını geciktirmenin olası olumsuz ekonomik ve sosyal sonuçları üstünde durdu:

“Türkiye’nin 2053 net-sıfır hedefi iklim hedefleri için olduğu kadar, değişen küresel ticaret düzeni içerisinde rekabetçiliğini sürdürülebilmesi açısından da önemli bir hedeftir. Bu hedefin yakalanabilmesi için atılacak ilk adım elektrik arzında kömürden çıkışa yönelik resmi bir pozisyonun açıkça belirlenmesi ve bu hedefe yönelik planlamanın yapılmasıdır.

Bildiğiniz gibi Türkiye yakın zamanda bir ulusal emisyon ticaret sistemini uygulamaya almayı planlıyor. Karbon emisyonlarının fiyatlanmasını öngören bu sistemin devreye girmesi ile kömürlü santrallerin finansal dengelerinin olumsuz etkileyeceği aşikârdır. Çalışmamız, oldukça düşük karbon fiyatları altında bile santrallerin faaliyetlerini sürdüremeyeceklerini gösteriyor. Bu açıdan kömürden çıkış, kayıplar oluşmaya başlamadan, erken aşamada hedeflenmelidir. Böylelikle çok katmanlı, çok paydaşlı bir planlanma yapılabilir ve uygun finansman imkânlarının da devreye alınmasıyla kapsayıcı ve adil bir çıkış stratejisi ortaya koymak mümkün olabilir.”

SSEFIA Finansal Araştırmalar Direktörü İbrahim Çiftçi ise Türkiye’nin de faydalanabileceği kömürden çıkış mekanizmalarına dikkat çekerek, “Kömürden çıkış, net sıfır hedefi doğrultusunda karbonsuzlaşmanın başlayabileceği en uygun alandır. Kömürden çıkış için bugün uluslararası arenada Türkiye’nin de faydalanabileceği Kömür Emeklilik Mekanizmaları (Coal Retirement Mechanisms – CRM) ya da Kömür Geçiş Mekanizmaları (Coal Transition Mechanisms – CTM) gibi birçok girişim bulunmaktadır. Türkiye, yeni kömürlü termik santral planlaması yapmak yerine enerjide arz güvenliğini korumak, yüksek borç oranlarına sahip bir sektör olan elektrik sektörünün devamlılığını sağlamak ve bu sektörde yaşanacak bir krizin bankacılık sektörü ile girdi sağlayan ikincil sektörleri de etkileyerek ekonomisini tehdit etmesinin önüne geçmek için, bir an önce net sıfır hedefi ile taahhüt etmiş olduğu geçişin planlamasını yapmalıdır” dedi.

Londra merkezli düşünce kuruluşu E3G Kıdemli Araştırmacısı Öykü Şenlen, kömürden temiz enerjiye geçişte küresel eğilimlerden ayrıştığımızı belirterek, Türkiye’nin uluslararası girişimlere veya diplomatik işbirliklerine katılması gerektiği üzerinde durdu:

“Türkiye, ekonomik zorluklara ve sosyal tepkilere rağmen yeni kömür kapasitesi planlayarak dünyanın geri kalanıyla ayrışma riskiyle karşı karşıya. Yakın zamanda rafa kaldırılan veya iptal edilen projelere rağmen, Türkiye hâlâ OECD ve AB‘de planlanan kömürlü termik santral kapasitesinin üçte ikisinden fazlasını planlıyor ve dünya genelinde ilk onda yer alan tek OECD ülkesi. Türkiye’nin OECD, AB ve G20’deki muadillerinin birçoğu kömürden uzaklaşma yönünde önemli ilerlemeler kaydetti. Türkiye de onlar gibi iklim hedefleri doğrultusunda kömürden temiz enerjiye geçişi desteklemek için uluslararası girişimlerde yer almalı ve diplomatik işbirliği fırsatları aramalıdır.”

Kömürden Çıkışın Finansmanı: Türkiye Örneği raporu, 25 Nisan 2024 tarihinde Ankara Assembly One Tower’da yapılan toplantı ile kamuoyuyla paylaşıldı. Kömürden çıkış için alternatif senaryoların tartışıldığı bir panel ile tamamlanan toplantıya, kamu kurum ve kuruluşlarının yanı sıra iklim değişikliği ve enerji konusunda çalışan sivil toplum kuruluşları katıldı.