Tomris Karakartal, bu haftanın Yeşil Tarifler‘de atık kağıtlarımızı değerlendirebileceğimiz ve çocukların severek kullanabileceği bir pano oluşturabileceğimiz bir tarifle karşısınızda.
Gereken tek şey biraz yaşanmışlık. Evet, yanlış duymadınız. Daha önce kullanmış olduğunuz ve artık önemini yitirmiş kağıtları bir yanımıza alıyoruz. Bir yanımıza da kurutulmuş çiçekler veya bu panoya neyin renk vermesini istiyoruz onları alıyoruz. İşte şimdi hazırsınız. Gerisini Tomris Karakartal anlatacak. İyi seyirler.
Ortaya çıkacak işlerinizi bizlerle paylaşmayı unutmayın! Youtube’da yorumlarda buluşalım.
Bundan 3 ay önce, aylardır Avrupa Parlamentosu seçimleri kapsamında dijital kampanya gönüllülüğü yaptığım Genç Avrupa Yeşilleri’nin discord kanalında, Avrupa Gençlik Forumu’nun düzenleyeceği bir etkinliğe 10 kişilik bir delegasyon için çağrı açıldı. Brüksel’de 4 gün geçirilecek, Avrupa gençliğinin siyasete daha aktif katılımının, oy vermenin öneminin konuşulduğu çeşitli atölyeler düzenlenecekti. Başvurdum ve delegasyona seçildim, hemen ardından oldukça yoğun ve stresli bir vize randevu, vize alma dönemi başladı. Oradaki arkadaşlarla da uzun uzun bu vize süreçlerinin ne kadar acımasız ve yorucu olduğunu konuştuk.
Biz gençler çok ağır zamanlardan geçiyor, çok ağır fırsat eşitsizliklerine maruz kalıyoruz. AB sınırları içindeki gençlerle karşılaştırıldığında gerçekten büyük bir eşitsizlik olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz, özellikle yeşil siyaset gibi ülkemizde alanı oldukça dar olan ve yıllardır baskılara maruz kalan bir alanla uğraşmaya çalıştığınızda bunu daha net görüyorsunuz. Bir de ben yeşil siyasete ve yeşil düşünceye odaklanan ilk nesilim ailemde ve yoksul bir aileden geliyorum. Bunu da hesaba katınca yapmaya çalıştığım her çalışmada birkaç kat daha fazla çabalamam gerekiyor.
Cumartesi günü Avrupa Parlamentosunda Filistin için ses çıkardım. Tam da Avrupa gençlerinin hak ve özgürlüklerinden, ayrıcalıklardan bahsedilirken, kaydın ardından “Peki ya Gazze’deki siviller ne olacak? Filistindeki siviller ne olacak? Onların hakkı yok mu?” Dedim. pic.twitter.com/cyaUvIwkWb
Neyse aylar birbirini kovaladı bu arada ve etkinlik zamanı geldi. Ucu ucuna yetiştiğim pasaport ve yolculuktan sonra bir şekilde yolumu buldum, bu sırada bir süredir konuşuyorduk hâlihazırda Brüksel’de olan yeşil arkadaşlarla, aklımızda iklim adaleti, Filistin meselesi vardı hep. Acaba etkinlikte bu konulardan bahsetsek mi, bir şey yapılabilir mi diye düşünedurduk. Etkinlik gününe kadar yaptığımız tek plan orada Hakan Ozan’ın kefiyesini ödünç almak ve yas tutar gibi siyah giyinerek etkinliğe katılma planı vardı.
İlk gün, Avrupa’nın her yerinden gelen çeşitli gençlik örgütleriyle karşılaştım, tanıştım. Kimilerinde kefiye vardı, kimileri kefiye giyip Avrupa Parlamentosunda düzenlenen etkinliklere gelmeyi fazla radikal buluyordu, kimileri dümdüz Siyonist yanlısı veya direkt Siyonistti. Çok doğal, pek çeşitli bir ortam fakat genel olarak Gazze’de yapılanların soykırım olduğunda hemfikir olan koca bir çoğunluk vardı, Filistin’i destekleyen binden fazla genç aynı odada, ilk gün, etkinliğin açılışı için toplanmıştı. O gün tanışıp konuştuğum onlarca insandan ne kadar kalabalık olduklarını hayal etmeye başladım ancak ertesi günkü kapanış oturumuna kadar gerçekten ne kadar fazla olduğumuzu kestirmem mümkün değilmiş.
Etkinliğin kapanış günü, yani ertesi gün, ara ara konuştuğum ve bir tür eylem yapma fikrimin olduğunu konuştuğum herkes bir miktar beni desteklemeye başladı. Günün sonuna doğru kapanış oturuma yaklaştığımızda kefiye giyenlerin sayısı sanki biraz daha çoğalmıştı. İçeri alınmadan önce benimle birlikte slogan atmak isteyen kimse olur mu diye etrafa sormaya başladım, kimse benimle birlikte gelmek istemedi. Çekincelerinin daha ciddi nedenleri varmış ancak ben şahsen ayrıkotu olduğum bir yerde, yabancı bir sahadaydım. Yıllardır soykırımın fonlandığı kararların birbiri ardına alındığı, birkaç parlamenter dışında ezici bir çoğunluğun bu soykırıma destek olduğu bir alandaydım. Meclis oturumlarının yapıldığı yerde, Hemicycle denen yerdeydim ve bana destek olan yeni bulduğum dostlarımın hepsinin kaybedecek çok şeyi vardı muhtemelen.
Benim içimden bi şeyler geldi ve tüm arkadaşlarıma seslenmek istedim. Lütfen okur musunuz? Bu zamanlar birlikte olma zamanı. Hadi gelin hep beraber barış ve huzur için birleşelim, aldığımız her nefesle herkesin hakkı için mücadele verelim 💚 https://t.co/ULYjOir1kh
Protesto anı gelip çattı. Tam olarak nerede ne söyleyeceğime karar vermem mümkün değildi çünkü hangi an hangi konuşma olacağını bilmem mümkün değildi, fakat bağlamın çok uygun olduğu bir kayıt oynatıldı. AB gençliğinin ne kadar ayrıcalıklı, ne kadar şanslı olduğuyla böbürlenilen ve övünülen bir video. Konuşma bitti, bir alkış tufanı, bütün bu anlatılanların ne kadar boş hikâyeler olduğunu bilen de biliyordu aynı zamanda. Sloganın vaktinin geldiğini hissettim. Önceden video çekmek için hazırlanan iki arkadaşıma haber verdim ve ses azalır azalmaz sloganımı atmaya başladım. O an da dahil kimse umursamayacak, sonra beni yaka paça dışarı çıkacaklar diye çok gergindim.
“Peki ya Gazze’de ölen siviller ne olacak, Filistin’de ölenler ne olacak? Onların hakkı yok mu, onların yaşama hakkı yok mu? Onların var olma hakkı yok mu? Filistin’e özgürlük! Filistin’e özgürlük!” Birkaç kere daha kendi kendime tekrar ettikten sonra beklemediğim bir anda parlamentodaki yüzlerce genç sloganıma katılmaya başladı.
“Filistin’e özgürlük!”
“Filistin’e özgürlük!”
“Filistin’e özgürlük!”
Hemen ardından, EUDY (European Union of Deaf Youth = Avrupa Genç Sağırlar Birliği) başkanı Lydia, destek mesajını sürdürmek için işaret diliyle “Filistin’e özgürlük” demeyi öğretti tüm salona. Bu anlamlı dayanışma sürerken, hepimiz bütün farklılıklarımızla birlikte dayanışmayı öğrenir ve birbirimize öğretirken, bir başka adını anmak istemediğim gençlik grubu Lydia’nın sözünü kesti ve protestoyu protesto etti. Avrupa Parlamentosunun ve bu gençlik etkinliğinin konusunun bu olmadığını ve kendilerinin her zaman olduğu gibi yeniden güvende olmadıklarını iddia eden grubun başkanı salonu terk etti, ve bunu yaparken de yüzlerce kişiyi hedef gösterdi – üzerine yaptıkları paylaşımlarda benim de videomu kullanarak, beni de hedef gösterdi.
Ve tabii ki tüm salondan tepkiyle karşılandı, üst üste bu grupla ilgili kınama mesajları geldi. “Disruptive action” yani aksatma eylemimden sonra program yürütücülerinin bir açıklama yapması gerekti. Avrupa demokrasisinin tam olarak bu olduğunu ve her söze saygı duyulması gerektiği mesajını verirken alt metinde dayanışmayı bozan gruba karşı verilen tepkiye de bir söz dokundurma vardı. Bunu etkinlikten saatler sonra Gençlik Forumu başkan yardımcısının yaptığı paylaşımlarda kullandığı mağduriyet devşirme dilinde gördük ve birçok gençlik grubu buna da ayrıca tepki verdi.
Tüm bu süreçte şansım biraz yaver gitti de o alana girebildim. Kazandığım bu ayrıcalığı o an söylenmesi gereken bir sözü söylemek için kullanmasaydım boşuna gitmiş olacaktım. Sürekli kalbimde ve aklımda olan bütün zulme uğrayan halkların acısı o an “elalem ne der, elalem ne yapar” korkuma ağır bastı. Biliyorum hepimiz korkuyoruz çoğu zaman. Ses çıkarırsak, zorla kazandığımız üç kuruşu da, hayatın içinde zorla koruduğumuz yerimizi de elimizden alırlarsa diye çok korkuyoruz. Muhtemelen arkadaşlarım da aynı korkuyu yaşadı ve bunda utanılacak hiçbir şey yok, bazen yalnız olduğumuzu düşünürüz ve o an susmamız gerekir belki. Fakat o an çevremde yeni bulduğum arkadaşlarımdan aldığım cesaretle sesimi hemen çıkarmak ve olabildiğince güçlü haykırmak istedim, hakkı gasp edilen Filistin gençleri, hakkı gasp edilen Filistin halkı için. Ve bu ses sadece onlar için değil, hakkı gasp edilen herkes içindi.
Yıllardır tüm Filistin’de olanlar iklim adaletiyle, ırk adaletiyle, sosyal adaletle, sömürüye karşı verilen mücadeleyle ilgili. Ezilen milyarların, ezen binlere karşı dimdik durma çabasının en çarpıcı örneği bu mesele. Bu yüzden her zaman olduğundan daha fazla yan yana durmalıyız, bunu en iyi, geleceğin mimarları olan biz gençler yapmalıyız. Bunu başkasından bekleyemeyiz. Sadece kendi çıkarını düşünen ve dünyayı biraz bile değiştirmeye cüreti olmayan bir sürü parlamenterin meclisinde tüm gençliğe, tüm Avrupa’ya, tüm dünyaya haykırdım. Çünkü bu sesi çıkaracak olan aslında bizleriz. Biz aslında o kadar da yalnız değiliz. Barışı, adaleti, dostluğu özleyen ve bunun hasretiyle yanıp tutuşan milyarlarca genciz. O gün bunu çok net gördüm. Korkup sinmenin zamanı çoktan bitti, dayanışmanın zamanı şimdi. Biliyorum hepimiz bir yerlerde bir haksızlığa karşı ya öfke duyuyoruz, ya da bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Bunu hep birlikte yapmanın zamanı çoktan geldi. Avrupa Parlamentosunun balkon demirlerine astığım kefiye, bunun simgesidir. Ortak mücadelemizin ve barışa duyduğumuz hasretin simgesidir. Sevgi ve cesaretle!
1976 yılında Paul Simon, “Still Crazy After All These Years” adlı albümü ile ile Grammy ‘de “Yılın Albümü” ödülünü alırken yaptığı konuşmada, “Bu yıl bir albüm çıkartmadığı için Stevie Wonder’a teşekkür ederim” deyince salonda gülüşmelere yol açmıştı. Önceki iki yıl, Stevie Wonder ardı ardına bu ödülü alarak bu başarıyı gösteren ender sanatçılardan biri olmuştu ve Paul Simon her zamanki mütevaziliği ile, Stevie Wonder’ı onurlandırmış da oluyordu.
Erken doğum sonrasında retinasında meydana gelen hasar (ROP) nedeni ile görme kaybı yaşayan Stevie Wonder, sadece 11 yaşında iken, telif hakları saklı kalmak üzere, 2.5 dolar haftalık ile Motown ile sözleşme imzalamış ve “Little Stevie Wonder ” sahne adı ile müzik hayatına başlamıştı.
Daha 13 yaşında iken “Fingertips” adlı şarkısı ile” Bilboard Hot 100’de “ 1 numaraya çıkan ve tüm zamanlarda bu başarıyı elde eden en genç şarkıcı ünvanını hala koruyan Stevie Wonder, 70’li yıllarda çıkardığı albümlerle dikkati çekmeye başladı. Wonder’ın klasik dönemi olarak adlandırılan bu dönemde, yeni bir enstrüman olan Hohner elektronik klavineti ustaca kullandığı “Superstition” adlı şarkısı ile sanatçı, bir kez daha Bilboard Hot 100’de zirveyi görecekti.
Stevie Wonder’ın 1976 yılında çıkardığı ve Grammy ödülü alan “Songs in The Key of Love” adlı albümünde 21 şarkı bulunuyordu ve plak şirketi Motown, bunların 5’ini single olarak çıkarmış ve hepsi listelere girmişti. Fakat albümde yer alan bir şarkı, single olarak yayınlanmamış olsa da, zamansız bir yolculuğa imza atacak ve farklı versiyonları ile tüm nesillere dokunacaktı.
Yeni enstrümanları cesurca kullanan Stevie Wonder, “Pastime Paradise”ın ikonik girişini Yamaha’nın yeni GX-1 klavyesi ile yaratmıştı. Bu senfonik girişin ardından, latin ve Jamaika ritimlerini ustaca harmanlayan Wonder, 2 farklı vokal grubu kullanmıştı. West Angeles kilise korosu ve 12 kişilik Hare Krishna grubunun güçlü vokalleri, şarkıya müthiş bir “gospel” soundu katarken, çok kültürlü bir finalle şarkıyı doruğa taşıyorlardı.
Şarkıda bahsedilen “Pastime Paradise” (Eğlence Cenneti ) üzüntünün var olmadığı ideolojik bir varoluşu simgelemekteydi. Sanatçı seslendiği kişileri, günlerini boşuna harcamakla ve boş yere geçmişin cehaletine ve kötülüklerine övgüler düzmekle eleştiriyordu. Irkçılığı, ayrışmayı, izolasyonu, sömürüyü, mütasyonları, israfı, geçmişin kötülükleri arasında sayıyor ve “Future Paradise” yani “Gelecekteki Cennet” için insanları, bu sorunların çözümü için çaba harcamaya davet ediyordu.
Let’s start living our lives Living for the future paradise Praise to our lives Living for the future paradise Shame to anyone’s lives Living in the pastime paradise
Şarkı, ilk dönemlerinde, Bob Marley’in 1980 yılındaki “Pimper’s Paradise” adlı şarkısına ilham kaynağı oldu. George Michael 1989 yılındaki turnesinde şarkıyı repertuarına aldı.
1995 yılında, Rap şarkıcısı Coolio ve R&B şarkıcısı LV , “Gangsta Paradise” adlı şarkılarını Wonder’ın “Pastime Paradise”ının üzerine inşa edince, şarkı tekrar ilgi odağı oldu.
Aslında Coolio, LV tarafından kendisine dinletilene kadar, Stevie Wonder’ın şarkısından haberdar bile değildi. Ünlü rap yıldızı, şarkıyı çok beğenmişti ama önünde önemli bir engel vardı. Stevie Wonder, değiştirilen şarkı sözlerinde kullanılan küfürlü kelimeleri hiç beğenmemişti. Bunun üzerine bazı kelimeler değiştirildi ve cinsel referanslı öğeleri temizlendi. Ayrıca, Stevie Wonder’a da telif haklarından hatırı sayılır bir meblağ ödemeleri gerekecekti.
Coolio’ya ”En İyi Rap Solo Performans “ dalında Grammy ödülü kazandıran “Gangsta Paradise”, MichellePffeifer’ın başrolünü oynadığı Dangerous Minds adlı filmde kullanıldı ve MTV Video Müzik Ödüllerinde sanatçıya, “En İyi Rap Videosu” ve “Bir Film İçin Yapılmış En İyi Video “ ödüllerini kazandırdı.
“Gangsta Paradise” ın başarısının ardından, Pastime Paradise’ın akılda kalan melodisinin yeni bir formatta karşımıza çıkması için bir 10 yıl daha geçecekti. 2004 yılında İngiliz R&B grubu Blue, Pastime Paradise’ın duygusal soundu ile Gangsta Paradise’ın ritmini birleştirdikleri “Curtain Falls” adlı şarkılarında, Stevie Wonder’ın şarkısını sample olarak kullandılar. Şarkı, İngiltere listelerinde 4 numaraya, İtalya’da ise 2 numaraya kadar yükseldi.
Pastime Paradise’ın zamansız yolculuğu bununla da bitmemişti.
2024 yılında İngiliz şarkıcı Ella Henderson ve İngiliz grubu Rudimental,Alibi adlı şarkıları ile “Pastime Paradise”ın bugüne kadar yapılmış en dinamik versiyonunu yaptılar. Şarkının ritmi orijinaline göre 7 BTM (Dakikadaki vuruş) daha fazlaydı. Kılık değiştirmiş hali ile, 2024 model Pastime Paradise, yeniden listelere girmeyi başarmıştı.
Stevie Wonder’ın bu harika klasiği, yıllanmış bir şarap misali zaman geçtikçe olgunlaşarak ve farklı tatlara birleşerek, biz müzikseverleri şaşırtmaya bakalım daha ne kadar devam edecek?
Spotify Pastime Paradise Various seçkisi:
Derleyen : V.Victor Mori
Kaynakça :
McCan I.,From Stevie Wonder’s Pastime Paradise to Coolio’s Gangsta’s Paradise,28.08.2018
Cheal D., The Life of a Song : The fascinating stories behind 50 of the world’s best-loved songs,25.09.2023
From Stevie Wonder to Ella Henderson: the hits that sample ‘Pastime Paradise’,22.02.2024, MUSIIO BLOG
1915 Ermeni soykırımının ve yaklaşık aynı zamanlarda meydana gelen Seyfo/ Süryanisoykırımının yılı. Hatta bunlara ek özel bir kategori olarak listelerde yer alan Diyarbakır soykırımının, Doğu Karadeniz Rum ve Pontus halkları soykırımının da gerçekleştiği zamanlar…
Bu soykırımlar, (eğer böyle etnik bir tanım yapabileceksek) “Türklerin” bütün tarihi boyunca oluşan en kara leke olarak adlandırılabilir. Türklerin veya “Türki” toplulukların veya Ural-Altay dil grubundaki dillerden/ lehçelerden birini konuşan toplulukların, ne Orta Asya’daki tarihinde, ne İran-Hindistan arasındaki coğrafyada veya Horasan’daki tarihinde, ne de Anadolu tarihlerinde, hiçbir zaman bu kadar yüz kızartıcı, bu kadar büyük bir insanlık suçu niteliğinde bir olay gerçekleşmedi.
Evet belki her zaman, savaşçı kabileler topluluğu olduğu, savaşçı devletler/ imparatorluklar kurduğu söylenebilir ve bu savaşlarda, çoğu zaman gerek karşısındaki ordulara ve o ülkelerin halklarına, gerek kendi halklarına karşı (özelikle Osmanlı döneminde Anadolu’da) insaflı ve hakşinas ve faziletli bir biçimde davranmamış, çok sayıda sivil halkı, özellikle köylüyü öldürmüş olabilir. Ancak bu olayların, her şeye rağmen, devlet kavramının kurumsal niteliği, savaş durumu ya da kendi halkının bir kısmının düşmanla işbirliği yapma kuşkusu vb. nedenlerle, böylesine insafsız ve kanlı olduğunu kabul edelim.
Türkler 1915’e kadar, hiçbir halka, sadece etnik kökeni/ dini nedeniyle bu tür bir haksızlıkla ve gaddarca/ öldürücü bir saldırıda bulunmadı. [Burada, 16. Yüzyıl başında Yavuz’un Anadolulu Kızılbaşlara karşı giriştiği öldürücü saldırıyı, “soykırım” olarak nitelememek olanaksız olsa da, şimdilik, kapsamlı bir tartışmaya ihtiyacımız olduğunu, not edelim.] 1915, Osmanlıda/ Cumhuriyet dönemi bu devletlerinin ve yurttaşlarının önünde, son derece ciddi ve yüzleşilememiş bir utanç kaynağı olarak duruyor.
Bugün yüzleşmeye en çok ihtiyacı olan/ bu korkunç mirasla karşılaşmayı göze alması ve baş etmesi gereken özne, elbette devlettir. Ancak yine de, bundan daha önemli olan, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan halkların özellikle Türklerin/ Kürtlerin ve bazı Kafkas göçmeni halkların, yüzleşmeyle ilgili istekliliği/ hazır olma durumu ve cesaretidir. Bu toplumun çeşitli kesimleri, bu yüzleşmeyi göze aldı ve soykırımla ilgili tartışmayı cesaretle yürütüyor. Ermeni halkından kişisel ya da grupsal olarak özür dileyerek, dünya halklarına alnı açık olarak bakabiliyor. Ancak ne yazık ki, ne bunun yeterli olduğunu söyleyebiliriz, ne de toplumun daha geniş kesimlerinin “soykırım” gibi bir suç karşısında yeterli kadar duyarlı ve kararlı olduğunu…
Türkiye’de “yüzleşmeye neden ihtiyacımız olduğu” konusundaki tartışmalara baktığımızda, en çok başvurulan kavramları/ düşünceleri, Fransız Devrimi’nin temel ilkeleri çerçevesinde, şöyle özetleyebiliriz:
Eşitlik: TC ve Türkiye halkları bu yüzleşmeyi yapamadığı için, etnik olsun, dini ya da mezhepsel olsun, toplumsal cinsiyet vb. bakımından olsun, eşitlik kavramını bir türlü gerçekten içselleştiremiyor ve kabul edemiyor. Halklar arasında eşitlik ve barışçı beraberlik, güvenli bir biçimde oluşamıyor.
Özgürlük: Kapsamlı ve bütün iç tutarlılık sınamalarına karşı güçlü ve inandırıcı bir özgürlük ve ancak bu özgürlükle elde edilebilecek çeşitlilik, farklılıkların beraberliğinden ve demokrasisinden doğacak yaratıcı ve çok boyutlu zenginlikleri olan bir toplumsal yaşam/ eğitim/ örgütlenme vb. gerçekleşemiyor.
Kardeşlik: Ayrımcı olmayan/ barışçı ve çokluk içinde dayanışmaları gerçekleştirebilen, birbirine- özellikle farklılıklara- karşı saygılı ve sağduyulu, yenileşmelere açık bir bakışla yaklaşan yurttaşlardan oluşan bir toplumsal ortam yaratılamıyor.
Fotoğraf: D. Dovarganes / AP
Soykırımın, bu kavramların sağlıklı gelişebilmesinin de soyunu kırdığını, kolayca anlayabiliyoruz.
Bunları başaramadığı için, çatışmacı/ huzursuz ve güvensiz-güvenliksiz, adil-adaletli bir ortamı yaratamayan ve sürekli sürtüşen, gelişemeyen ve birçok boyutuyla ilkel ve kaba, hoşgörüsüz ve rekabetçi/çıkarcı, bencil bir toplum olmanın ötesine geçemiyor.
Gerçi şu soru hemen akla gelebilir: Bu tür konuların tartışılması ve sorunların üstesinden gelinebilmesi için, soykırım gibi bir olguyla yüzleşmek gibi bir gereklilik, neden olsun? Bu sorunlarla her durumda, sürekli ilgilenmek durumunda değil miyiz?
Ne yazık ki, toplumun geçmişinde tartışmaların kaynağını mantıksal olarak da, duygusal olarak da tıkayan bir kördüğüm olduğunda ve bunun varlığı sürekli görmezden gelinip- yüzleşme olmaksızın- toplumsal yaşam ve düşünce dünyasında ilerlemek istendiğinde, kıpırdamak bile kolay olmuyor… Bön ve şiddete dayalı hiyerarşik yapı, hemen önünüzde bir barikat oluşturuyor. “O kadar çok haksızlık var ki, hangisiyle baş edebilirim?” diyerek, hiçbirisiyle uğraşmıyorsunuz ve duyarsızlaşmış, bencilleşmiş ve katılaşmış, pencereleri bile olmayan, hapishane gibi bir toplumsal ortam inşa ediyorsunuz; hem elbirliğiyle hem de birbirinize karşı… Böylece önümüzdeki, haksızlıklardan/ adaletsizliklerden ve bencilliklerden oluşan kokuşmuş küme, büyüdükçe büyüyor.
850 Ermeni çocuk Irak, Bakuba Yetimhanesi’nde. Fotoğraf • AGBU ARŞİVİ
*
“Soykırım” denildiğinde Türkiye’de yaşayan bütün insanların aklına hemen, Ermeni soykırımı geliyor elbette. Bizim toplumumunuz Ermeni soykırımıyla yüzleşmek ve bu yüzleşmeyle birlikte nedenleri ve kaynakları daha iyi anlaşılabilecek sorunlarla baş etmek durumunda. Ancak bu konuda yalnız değiliz.
Dünyada her zaman pek çok soykırımcı despotun bulunduğunu ve pek çok halkın da soykırıma uğradığını/ uğramakta olduğunu biliyoruz.
Soykırımı düşünürken, savaş alanlarındaki sivil halkları, sadece belirli niteliğe sahip oldukları için öldürülenleri (Rus köylüsü oldukları için Naziler tarafından öldürülenler, Filistinli oldukları için İsrail devleti tarafından öldürülenler vb. gibi) saymasak bile, ölüm listeleri o kadar kalabalık ki… Etnik temizlik, zorunlu göç ettirme, zorunlu asimilasyon, soykırımcı tecavüz, zorunlu kısırlaştırma, nefret eğitimleri-uygulamaları veya aşağılamaları, devlet tarafından öldürme-devlet terörizmi, kitlesel öldürmeler/ linçler, devlet politikalarıyla açlığa mahkum olmak (Ukrayna 1930-33 gibi) /açlığa ve susuzluğa sürgünler (Afrika’da Herero ve Nama halkına karşı Almanların 20. Yüzyılın ilk soykırımında uyguladığı gibi) vb. biçimindeki diğer tanımları da eklediğimizde, yürek dayanmaz bir soykırım kataloğu çıkıyor ortaya.
Soykırım tanımına giren “resmi” davranışları, belki tarihin her döneminde, Mezopotamya krallıklarından veya Roma İmparatorluğundan bu yana, saymaya başlayabiliriz; ama sadece 20. yüzyılın başından bu yana baksak, hatta daha da daraltarak 21. yüzyılın başından başlasak bile, liste yine de çok kabarık ve bu, insanı gerçekten şaşırtıyor.
Fotoğraf: Agos
Düşünebileceğimiz/ anımsadığımız soykırım olaylarını sıralamaya çalışırken, bir şeyleri unutmamayı garantiye almak için Wikipedia’a baktım. Soykırım ya da “genocidein recent history” diye baktığınızda, uzun bir liste önünüzden sel gibi akmaya başlıyor. ABD’nin Amerikan yerlilerine ve Afrikalı kölelere, Rusların Kafkas-Çerkez halklarına, Avusturalyalıların kıtanın yerli halkına ve Yeni Zelanda’nın Moriori halkına uyguladıkları soykırımları geçelim ve daha yakın zamanlara gelelim. 1993-94 sonrasına, son 30 yıla bakalım sadece. Bu olayların hepsini de fark etmiş olabiliriz, ama bazıları şimdiden unutulmuş gibi… Kolaylaştırmak için aramayı, aşağıdaki küçük soykırım kataloğuna göz atabiliriz:
Bosna ve Herzegovina soykırımı (1992 – 1995) (Sırp Ordusu’nun Srebrenika katliamı)
Ruanda soykırımı (1994) (İç savaş sırasında Tutsi azınlık grubuna karşı Hutu yönetimindeki hükümetin ve milislerin katliamı/ soykırımı)
Effacer le tableau /Tahtayı Silmek (2002, Kongo Kurtuluş Ordusu’nun Pigme halkına karşı soykırımı)
Darfur soykırımı (2003-bugün) (Sudan’da Darfur halkına karşı Sudan Ordusu katliamı/ soykırımı)
Tamil soykırımı (2009) (26 yıllık Sri Lanka sivil savaşı sırasında, silahlı kuvvetlerinin Tamil/ Eelam halkına karşı soykırımcı saldırıları)
Nijerya Boko Haram soykırımcı saldırıları (2009) (Boko Haram İslamcı cihat milislerinin Nijerya Hristiyan nüfusu kuşatması ve katliamı/ “sessiz soykırım”)
Irak Türkmenleri soykırımı (2013-2017) (İŞİD milislerinin katliamı, soykırımcı tecavüzü, etnik temizliği ve zorla Sünnileştirmesi)
Çeçen soykırımı (1944’deki Çeçen-İnguş sürgününden 2017’ye) (Çeçen Rus Savaşlarında Rusya Federasyonu tarafından Çeçen halkına karşı etnik temizlik, zorunlu göç ve katliam)
Yezidi soykırımı (2014) (Suriye ve Irak’ta Hristiyan ve Yezidi halka karşı, Sincar’da İŞİD milisleri soykırımı-kadınlara tecavüzü-köleleştirmesi ve zorla Müslümanlaştırması)
Uygur soykırımı (2014-2017 –bugün) (Sincan bölgesindeki Müslüman Uygur halkına karşı Çin halk Cumhuriyeti’nin tam kuşatma uygulaması ve halkı kamplarda yaşamaya zorlaması, işkence ve kötü muameleye tabi tutması ve kısırlaştırması)
Rohingya soykırımı (2017 –bugün) (Myanmar’da-eski Burma- ordunun veya orduya bağlı milislerin, Müslüman halka karşı etnik temizlik, soykırımcı tecavüzü, Bangladeş’e göçe zorlaması)
Güney Sudan Nuer ve azınlıktaki diğer etnik gruplara yönelik soykırım (2011-2016-bugün) (Sığınma kampındaki Nuer azınlık grubuna karşı Güney Sudan yönetiminin ve Dinka etnik grubunun, etnik temizlik, soykırım, tecavüz ve şiddet saldırıları)
Merkezi Afrika Cumhuriyeti’nde Hristiyan-Müslüman karşılıklı soykırımı (2013-2017-bugün) (Hristiyan devlet başkanının İslamcı gruplar tarafından devrilmesi sonrasında iki taraf milislerinin iç savaşta soykırımcı ve etnik temizlikçi davranışları)
Filistin (2023-bugün) (İsrail Devleti’nin Hamas saldırısı nedeniyle, Gazze’de Filistin halkına karşı kolektif cezalandırma, etnik temizlik, zorunlu göç ve kitle öldürme uygulamaları)
*
Bu soykırım veya soykırımcı saldırılarda sivil halkın/ kadınların-çocukların öldürülmesi ile ilgili bir sayı vermeye gerek yok. Bir tek kişi soykırımcı bir amaçla öldürülse bile, insanlık bundan sorumlu değil mi?
Türkiye’de Ermeni soykırımı ile yüzleşmeyen bütün iktidarlar, dünyanın her tarafındaki yeni soykırımları kışkırtmış ya da çağırmış ve bir anlamda onaylamış olmuyorlar mı? Dünyanın bütün zorba/ totaliter devlet yöneticileri, sanki yukarıdaki “güncel katalog” üzerinde dans ediyor gibi görünmüyor mu?
Ve bu korkunç tablonun kırdığı şey, sadece insanlık/ büyük insanlık değil mi?
Güney ve GüneydoğuAsya, bu yıl El Niño‘nun da etkisiyle artan sıcak dalgalarının etkisi altında. Filipinler‘de yüzlerce okul, dayanılmaz sıcak nedeniyle eğitime ara verirken, bölgede yaşanan kuraklık ve kuru hava koşulları endişeleri artırıyor. Birleşmiş Milletler (BM), benzer hava olaylarına karşı hazırlıklı olunması için çağrıda bulunuyor.
Guardian’ın aktardığına göre Filipinler’de nisan ve mayıs ayları genellikle en sıcak dönemler olarak bilinirken, bu yıl kaydedilen sıcaklıklar, El Niño’nun bölgeye getirdiği daha sıcak ve kuru koşullarla daha da ağırlaştı.
Tayland‘da bu yıl sıcaktan dolayı 30 kişi hayatını kaybetti. Başkent Bangkok‘ta çarşamba günü hava sıcaklığı 40,1 C’ye ulaşırken, yetkililer perşembe günü için hissedilen sıcaklık endeksinin 52 C’yi geçebileceği konusunda uyarıda bulundu.
Görsel: Windy.com
Bangladeş‘te de okullar, sıcaklıkların 40 C ila 42 C arasına çıkması nedeniyle bu hafta tatil edildi. Yaklaşık 33 milyon çocuk bu durumdan etkilendi.
Hindistan‘da ise devam eden genel seçimler, sıcak dalgalarının etkisi altında gerçekleşiyor. Ülkenin Ulaştırma Bakanı Nitin Gadkari, bir konuşma sırasında sıcaktan dolayı baygınlık geçirdiğini sosyal medyadan duyurdu.
Dünya Meteoroloji Örgütü‘nün bu hafta yayınladığı rapora göre Asya, hava, iklim ve su kaynaklı tehlikeler açısından 2023’te dünyanın en çok etkilenen bölgesi oldu ve yıl içinde Hindistan’da yaşanan şiddetli sıcak dalgaları nedeniyle yaklaşık 110 kişinin hayatını kaybettiği bildirildi. İklim değişikliği, dünya genelinde daha sık ve ölümcül hava olaylarına yol açarken, bu durum özellikle Asya’da kendini göstermeye devam ediyor.
Mersin Toroslar’a bağlı Hamzabeyli mahallesinde, Kiska-Kom İnşaat ve Ticaret Anonim Şirketi tarafından yapılması planlanan ve ÇED süreci 19 Şubat’ta başlayan taş ocağı projesine karşı eylem yapan mahalle sakinlerine, Toroslar Belediye Başkanı Abdurrahman Yıldız da katıldı. Doğa savunucuları, ellerinde döviz ve pankartlarla slogan atıp, ’Toprağıma, havama, suyuma dokunma. Köylerimizde taş ocakları istemiyoruz’ mesajı verdi.
Taş ocağının durdurulması için düzenlenen eyleme destek veren Yıldız, “Taş ocağı, eğer üretim ve yaşam alanlarını bozuyorsa ve buradaki hayatı sona erdirecek ise biz buna karşı çıkarız. Bu mesele, Türkiye’nin, Mersin’in, Toroslar’ın meselesidir. Açlığın, gıda krizi ile karşı karşıya kalmanın meselesidir. Bu kentin yöneticileri olarak bu işe izin vermeyeceğimizi bir kez daha altını kırmızı çizgiyle çizerek beyan ediyorum. Kırsal mahallelerimiz ne gözümüzden ırak, ne de gönlümüzden ırak” dedi.
“Şunu anlamamız lazım. Bizim bu doğal dengeyi, burada yaşayan insanların standart hayatını bozmaya hakkımız yok. Bu taş ocaklarına özel olarak karşıtlığımız da yok. Asfalt yapacaksanız, inşaat yapacaksanız taş ocağı olacak. Bizim anlatmaya çalıştığımız, bu taş ocakları, insanların yaşam alanlarının, üretim alanlarının, hayvanların yaşam alanlarının ve tarım alanlarının içine getirilmesin. Bu taş ocağı, MESKİ’nin su pompasının dibinde kuruluyor. Bu köydeki ve civar köylerdeki bütün insanların su, yaşam ve üretim hakkı elinden alınıyor. Bunu durduracağız. Köylümüzün de buna iradesinin olduğunu görüyoruz.”
Başkan Yıldız, tarım ürünlerinin ve gıdanın önemine dikkat çekerek, “Hamzabeyli Mahallemizdeyiz. Çevremizde her yer narenciye bahçesi ile dolu. Nar ve zeytin ağaçları var. Dünya hızla gıda krizine doğru gidiyor. Ülkemiz, kentimiz de hızlı bir şekilde gidiyor. Yani açlığa doğru gidiyoruz. Gıda krizi denilen şey açlıktır. Taş ocakları gibi dar çevrelerin işine yarayacak olan, bir elin parmağını geçmeyecek kadar insanı zengin etmek adına buralardaki tarımı bitirmeye doğru gidiyoruz. Buna tahammülümüz yok. Toplumun en temel hakkı olan yaşam hakkını elinden alacak olan bu tarz kuruluşlara biz karşıyız. Niye bu insanların hayatını bozuyorsunuz” dedi.
Brezilya, Almanya, İspanya ve Güney Afrika, yoksullukve iklim kriziyle mücadele için yılda 250 milyar sterlinlik (10 trilyon 153 milyar TL) ek kaynak sağlayacak daha adil bir vergi sistemi için önergeyi imzaladı. Dünyanın önde gelen dört ekonomisinin bakanları, dünyadaki üç bin milyarderin hızla artan servetleri üzerinden en az yüzde 2 vergi ödeyerek yoksulluk, eşitsizlik ve küresel ısınmayla küresel mücadele için yılda 250 milyar Sterlin sağlamayı önerdi.
Brezilya, Almanya, Güney Afrika ve İspanya, süper zenginlerden vergi alınmasına yönelik artan uluslararası desteğin bir işareti olarak, yüzde 2’lik bir verginin eşitsizliği azaltacağını ve pandeminin ekonomik şokları, iklim krizi ve Avrupa ile Orta Doğu‘daki askeri çatışmaların ardından çok ihtiyaç duyulan kamu fonlarını artıracağını söylüyor.
Kampanyalarına daha fazla ülkenin katılması çağrısında bulunan bakanlar, toplanan yıllık meblağın geçen yılki tüm aşırı hava olaylarının neden olduğu tahmini hasar maliyetini karşılamaya yeteceğini söylüyor.
Guardian’ın aktardığına göre; Bakanlar “Uluslararası toplumun eşitsizlikle mücadele ve küresel kamu mallarının finansmanı konusunda ciddileşmesinin zamanı geldi” diyor ve şunları aktarıyor:
“Hükümetlerin daha fazla eşitliği teşvik etmek için sahip olduğu en önemli araçlardan biri vergi politikasıdır. Vergi politikası, hükümetlerin sosyal koruma, eğitim ve iklimin korunmasına yatırım yapmak için sahip oldukları mali alanı arttırma potansiyeline sahip olmakla kalmaz. Aşamalı bir şekilde tasarlandığında, toplumdaki herkesin ödeme gücü doğrultusunda ortak faydaya katkıda bulunmasını da sağlar. Adil bir katkı payı sosyal refahı arttırır.”
Brezilya, önde gelen gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerden oluşan G20 grubuna başkanlık ediyor ve bu yılın başlarında maliye bakanları toplantısında milyarderler vergisini gündeme getirdi.
Güney Afrika Cumhuriyet’nde, Durban’daki kadın çiftçiler iklim değişikliğinin geçim kaynakları üzerindeki etkisini protesto ediyor. – Fotoğraf: AFP
Fransız ekonomist Gabriel Zucman şimdi Haziran ayında G20 tarafından tekrar tartışılacak olan bir planın teknik detaylarını hazırlıyor. Fransa varlık vergisini desteklediğini belirtirken Brezilya da ABD‘nin küresel bir varlık vergisini desteklememesine rağmen buna karşı çıkmamasından cesaret almış durumda.
Ek olarak bakanlar vergi cennetlerinin kullanımına karşı adımlar atılması gerektiğini söylüyor. Vergi, örneğin Monako ya da Jersey‘de yaşamayı tercih eden ancak paralarını Birleşik Krallık ya da Fransa gibi daha büyük ekonomilerde kazanan milyarderlerin vergi faturalarını küresel olarak kabul edilen asgari düzeyin altına düşürmelerini engellemek üzere tasarlandı. Bir ülke asgari vergiyi uygulamazsa, başka bir ülke geliri talep edebilecek.
DİSK/Enerji-Sen, Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası, İnşaat-İş, Mağaza Market-Sen, TOMİS, DGD-SEN ve DEV TEKSTİL temsilcilerinden oluşan grup, İstanbul’daki Galata ve Haliç köprülerine 1 Mayıs pankartları asarak, İşçi Bayramı’nda herkesi Taksim’e davet etti.
Galata Köprüsü’ne pankart asan DİSK/Enerji-Sen, “Yaşasın 1 Mayıs! 1 Mayıs’ta ülkemizin dört bir yanında meydanlardayız! İstanbul’da Taksim Meydanı’ndayız!” dedi.
Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası, yaptığı paylaşımda “Sendikamızın da aralarında bulunduğu Mücadeleci Sendikalar, 1 Mayıs’ın çağrısını yaygınlaştırmak ve kitlesel 1 Mayıs’ı örgütlemek için bütün gücü ile çalışıyor. Bugün de Galata ve Haliç köprülerine #1MayıstaHerkesTaksime pankartları asıldı. Emekçiler, gençler 1 Mayıs’a!” mesajını paylaştı.
Daha önce de DİSK, KESK, TMMOB, TTB ve TDB, 1 Mayıs İşçi Bayramı’nda Taksim’de olacaklarını açıklamıştı. Sendikalardan sonra CHP Genel Başkan Yardımcısı Gamze Taşçıer de, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yıllardır Taksim’i her 1 Mayıs’ta kapalı cezaevine çevirdiğini söyleyerek, 1 Mayıs’ta parti olarak Taksim’de olacaklarını duyurmuştu.
Kasım 2024’te Birleşmiş MilletlerCOP29 iklim zirvesine ev sahipliği yapacak olan Azerbaycan‘ın Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, fosil yakıtlara destek mesajı paylaştı.
Öte yandan Azerbaycan, İklim Zirvesi’nde iklim değişikliğiyle mücadele ve gezegeni ısıtan sera gazı emisyonlarının azaltılması için nasıl daha fazla finansman sağlanabileceği konusunda yaklaşık 200 ülke arasında Kasım 2024’te yapılacak müzakerelere de ev sahipliği yapacak.
Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, bugün (26 Nisan) Berlin‘de düzenlenen iklim konferansında yaptığı konuşmada “Fosil yakıt zengini bir ülkenin lideri olarak elbette bu ülkelerin yatırımlara ve üretime devam etme hakkını savunacağız çünkü dünyanın buna ihtiyacı var” dedi ve ekledi:
“Petrol ve gaz açısından zengin ülkeler, iklim değişikliğiyle mücadele alanında en önde yer alan ülkeler olmalıdır.”
Reuters’in aktardığına göre; geçen yıl Birleşik Arap Emirlikleri‘nde düzenlenen BM iklim zirvesi, 2050’ye kadar net sıfır emisyona ulaşmak için “fosil yakıtlardan uzaklaşma” çağrısında bulunan küresel bir anlaşmayla sona erdi.
Ülkelerin COP28 anlaşmasını önümüzdeki birkaç yıl içinde nasıl uygulayacakları henüz belli değil. Aliyev, mevcut jeopolitik durumu göz önünde bulundurarak Azerbaycan’ın Avrupa’ya doğal gaz ihracatını 2027’ye kadar 20 milyar metreküpe çıkaracağını söyledi.
Aliyev, “Bu Azerbaycan’ın sorumluluğunun bir göstergesi çünkü Avrupa’nın yeni kaynaklardan daha fazla gaza ihtiyacı olduğu için gaz üretimimizi arttırmaya büyük ölçüde yatırım yapıyoruz” dedi.
Avrupa ülkeleri 2030’a kadar emisyonları azaltmak için ciddi adımlar atılmasını gerektiren taahhütlere sahip. Ancak aynı zamanda yine bu ülkeler, Moskova‘nın 2022’de Ukrayna‘ya saldırı başlatmasının ardından Rusya‘nın Avrupa‘ya gaz sevkiyatını kesmesinden sonra yeni gaz tedarik kaynaklarını güvence altına almak için yarışıyor.
Uzmanlar, artan sıcaklıklar, kuraklık ve mevsimsel dengesizlikler gibi iklim değişikliğine bağlı faktörlerin, meyve ağaçlarının erken çiçek açmasına ve bunun sonucunda verim kaybı ile ürün kalitesinde düşüşe yol açtığını belirtiyor.
AA’ya konuşan Ziraat Fakülteleri Eğitim Programları Değerlendirme ve Akreditasyon Derneği’nden (ZİDEK) Prof. Dr. Ayzin Küden, meyve ağaçlarının türlerine göre değişen soğuklama ihtiyacına dikkat çekti ve “Soğuklama gereksinimi, bitkilerin çiçek açıp meyve verebilmesi için düşük sıcaklıklarda geçirilmesi gereken süre olarak tanımlanır. Bu süre genellikle 7 derecenin altındaki saatlerin toplamı olarak hesaplanır. Akdeniz Bölgesi’nde, kısa olan soğuklama süresi 500-600 saat civarıdır, ancak artık 600 saati görmüyoruz” dedi.
Türkiye‘nin yanı sıra İtalya, İspanya ve Akdeniz çevresindeki diğer ülkelerde de benzer sorunlar mevcut. Sonbahar aylarında yaşanan yüksek sıcaklıkların ve ılık geçen kış mevsiminin, ağaçların biyokimyasını ve çiçeklenme dönemlerini etkilediğine değinen Küden, bu durumun erken çiçek açmaya ve kalitesiz meyve üretimine neden olduğunu vurguladı.
İklim değişikliği ile bağlantılı olarak İç Anadolu ve Doğu Anadolu‘daki “ilkbahar geç donları” da üreticiler için endişe kaynağı. Küden, çiçek açan ağaçların bu dönemde daha hassas olduğunu ve bu don olaylarının meyve üretimini olumsuz etkilediğini belirtti. Bu olumsuzlukların önlenmesi için rüzgar makineleri ve üstten yağmurlama gibi yöntemlerle soğuk ve don kontrolünün yanı sıra, genetik çalışmalar ve dayanıklı çeşit geliştirilmesi önemli.
İklim değişikliği en büyük etken
Boğaziçi Üniversitesi‘nden Prof. Dr. Murat Türkeş de sıcaklık artışının ve buna bağlı olarak meydana gelen kuraklığın, üretimde verimliliğin düşmesine yol açtığını söyledi. Özellikle Akdeniz coğrafyasında meyve ağaçlarında düzensiz çiçeklenme ve düşük rekolte gözlemlendiğine dikkat çeken Türkeş, meyvelerin fiyatının artabileceğine ve iklim değişikliği ile mücadele ve sera gazı emisyonlarının azaltılması için daha etkili önlemler alınması gerektiğine işaret ediyor.
Sıcaklık artışının tarım üzerindeki etkilerinin daha fazla hissedildiğini ve kuraklık, verimliliğin düşmesi, kaynakların azalması ve sulama olanaklarının kısıtlanması olarak kendisini gösterdiğini anlatan Türkeş, yaprak dökümü ve kış uykusu döneminin, ağaçların yaşam döngüsünün önemli bir parçası olduğunu, sıcaklık artışının bu döngüleri de bozarak ağaçların büyümelerini ve verimliliklerini olumsuz etkilediğini belirtti.
İklim değişikliğinin tarımsal üreticiler için büyük bir tehdit oluşturduğu tespitini paylaşan Türkeş, “Özellikle Akdeniz coğrafyasında meyve ağaçlarında düzensiz çiçeklenme ve düşük rekolte görülüyor. Uzun süreli sıcaklık artışları, buharlaşma, azalan toprak nemi ve düzensiz yağışlar gibi faktörler, hastalık ve zararlıların daha etkili olmasına veya yeni zararlıların ortaya çıkmasına neden olabilir” diyerek açıkladı.
Küresel ısınmanın yanında bu yıl El Nino etkisinin görüldüğünü hatırlatan Türkeş, sözlerini şöyle tamamladı:
“Türkiye ve Akdeniz coğrafyasında bu yıl rekolte kayıpları nedeniyle meyvelerin daha pahalı olacağını söyleyebilirim. Küresel sıcaklık artışının giderek daha belirgin hale geldiği ve bu durumun çeşitli alanlarda olumsuz etkilere yol açtığı görülüyor. Bu nedenle, iklim değişikliği ile mücadele edilmesi ve sera gazı emisyonlarının azaltılması konusunda daha etkili önlemler alınması gerekiyor.”