Balıkesir-Ayvalık‘ta bir bölümü Doğal Sit-Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı, diğer bölümü ise Doğal Sit-Nitelikli Doğal Koruma Alanı‘nda bulunan otel inşaatı için gerçekleştirilen izinsiz ağaç kesimi hakkında Ayvalık Tabiat Platformu, Cumhuriyet Başsavcılığı‘na suç duyurusunda bulundu.
Ayvalık ilçesinin Sefa Çamlık Mahallesi‘nde bulunan 2219 Ada 5 No’lu parselde yapılan inşaat faaliyetleri ve izinsiz çam ağacı kesimi için Ayvalık Tabiat Platformu daha önce de Ayvalık Kaymakamlığı‘na başvurmuş ve CİMER’e dilekçe göndermişti.
Bölge, 22.04.2021 tarihinde bakanlığın 583014 sayılı kararı ile Nitelikli Doğal Koruma Alanı ve Doğal Sit-Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı ilan edildi. Ayvalık Belediyesi, 2219 Ada 5 No’u parsel için Şükrü Bozkuçay‘a 04.03.2022 tarihinde ruhsat düzenledi.
Ancak inşaat sahasında 1204 ve 1025 envanter numaraları ile tescilli, biri hala mevcut, diğeri ise kazı çalışmalarında tespit edilen tarihi yapılar bulunuyor.
Doğal sit alanındaki çam ağaçları izinsiz kesildi
İnşaat faaliyetleri sırasında otel inşaatının arkasında bulunan 45 çam ağacı kesildi. Doğal sit alanındaki ağaç kesimleri Anıtlar ve Orman İdaresi‘nden izin alınmadan gerçekleştirildi ve Orman Bölge Müdürlüğü, konuyla ilgili tutanak tuttu.
Suç duyurusu hakkında basın açıklaması yapan Ayvalık Tabiat Platformu, Cumhuriyet döneminde kamusal alan olarak bırakılan bölgenin zengin bitki örtüsünde bugün usulsüzce üç katlı otel blokları inşa edilmesine tepki göstererek Ayvalık’ın yeşil karakterli silüetine lekeler sürüldüğünü söyledi.
Orman Yasası gereğince çam ağaçlarının korunması gerektiğini hatırlatan platformun suç duyurusunda da, “Burada Şükrü Bozluçay tarafından açıkça suç işlenmiştir” ifadesi yer aldı.
Doğal Ayvalık’tan Yapay Ayvalık’a
Ayvalık Tabiat Platformu, 19. yüzyılda Batı Anadolu’nın en önemli kıyı kentlerinden biri olan Ayvalık’ın deniz ticaretleri yapılan limanlarının yerini marina AVM’lerine bıraktığını söyledi.
Sit alanına ve doğaya verilen tahribatın yanı sıra Çamlık Mevkii Geçiş Dönemi Koruma Esasları ve Kullanma Şartları, 2. Yapılaşma Koşulları gereğince de Yapı yüksekliğinin iki katı geçmeyecek şekilde olması gerekiyor. Ancak inşa edilen üç katlı bina hem koşullara aykırı hem de Beyaz Kuleli Ev olarak bilinen tarihi yapıyı görünmeyecek hale getiriyor.
Otel projesi ve benzer projelerin yalnızca doğaya ve bugünkü toplumlara değil, geçmişte yaşayan insanlara da bir hakaret olduğunu belirten platform, Şükrü Bozluçay’ın tarihi binayı parselinde koruması gerekirken bunun yerine tarihi yapıyı sarmayalan inşaatlar yapmasını eleştirdi.
İnşaatın Ayvalık’ın tarihine ve kültürel mirasına vurulmuş bir darbe olduğunu belirten platform, bina inşaatının durdurulmasını, fazla katın yıktırılmasını ve izinsiz ağaç kesimi için cezai işlem uygulanmasını talep ediyor.
Balıkesir‘in Erdek ilçesinin Narlı Mahallesi‘nde plaj temizliği yapılırken deniz çayırları kepçelerle kökünden sökülerek kıyıya yığıldı. Korunan türler arasında bulunan deniz çayırlarının katliamı vatandaşların uyarlarına rağmen tüm gün devam etti.
29-30 Haziran tarihlerinde Narlı Mahallesi İskelesi‘nin solundaki bir plaj bölgesinde gerçekleştirilen deniz çayırı katliamına tepki gösteren Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi Denizcilik Fakültesi öğretim üyesi Mustafa Sarı, deniz çayırlarının ekosistem için taşıdığı hayati öneme dikkat çekti ve durumun acilen incelenmesi için yetkililere seslendi.
Denizin akciğeri olarak görülüyor
Marmara Denizi‘nde dört tür deniz çayırı türü yaşarken Akdeniz‘de endemik olan Poisdonia oceanica türü yalnızca Paşalimanı Adası ve Narlı Mahallesi kıyılarının kısıtlı bir bölgesinde yaşıyor. Ancak hangi türden olursa olsun deniz çayırları, deniz canlıları için barınma, beslenme, üreme ve saklanma alanı olarak hayati önem taşıyor.
Deniz çayırları 1 saatte 6 litre deniz suyunu filtreleme kapasitesine sahip. Denizlerde bulanıklık yapan partikülleri tutarak deniz suyunu berraklaştıran çayırlar, aynı zamanda kıyıların dalga erozyonundan korunmasını sağlıyor.
Deniz çayırlarının denizin akciğerleri olduğunu söyleyen Sarı, 1 m² deniz çayırı alanının günde 10 litre oksijen ürettiğine dikkat çekti. Ayrıca karbonu tutarak iklim değişikliği ile mücadeleye katkı sunuyor.
Bu faydalar nedeniyle deniz çayırları dünyada ve Türkiye’de koruma altına alınıyor. Marmara Denizi de 2021 yılından beri görülen müsilaj felaketinden sonra Özel Çevre Koruma Bölgesi ilan edildi ve kıyısal işlemler Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı‘na bağlandı.
Müsilajla beraber denizdeki oksijen seviyesinin giderek azaldığını ve oksijensizliğin Marmara Denizi’nde bir kriz haline geldiğini söyleyen Sarı, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü‘nün denizdeki oksijen seviyesini arttırmak ve deniz çayırlarını korumak için çeşitli projeler gerçekleştirdiğini belirtti.
Ancak Narlı Mahallesi’nde gerçekleştirilen ekolojik katliam için bakanlıktan izin talep edilmedi.
Sorumlular tespit edilmeli ve haklarında yasal işlem başlatılmalı
Sarı, “Eğer daha berrak plaj istiyorsak bunun yolu deniz çayırlarını sökmek değil, korumaktır” diyerek deniz çayırlarına verilen zararın denizin oksijen üretim kapasitesine vereceği zararları vurguladı. Deniz çayırları yok olursa denizlerdeki oksijensiz alanlar da genişleyecek.
Oksijenin azalması halihazırda köpekbalığı ve vatoz gibi denizin derinliklerinde yaşayan türlerin kıyılara yaklaşmasına neden olarak ekosistem dengesini bozdu ve müsilaj krizine yol açtı.
Son olarak Sarı, “Bu durum derhal incelenerek sorumlular tespit edilmeli ve haklarında gerekli yasal işlem yapılarak kamuoyu bilgilendirilmelidir” diyerek yetkililere seslendi.
32. İstanbul Onur Haftası Komitesi‘nin “Hatırlıyorum, hatırlıyor musun” temasıyla düzenlediği 22. İstanbul Onur Yürüyüşü, dün (30 Haziran) saat 16.00’da Kadıköy’deki Bağdat Caddesi’nde başladı.
bianet’ten Tuğçe Yılmaz’ın aktardığına göre; LGBTİ+’lar, Onur (haziran) Ayı boyunca neredeyse tüm etkinlikleri yasaklandığı için yürüyüşün rotasını güvenlik gerekçesiyle duyuramasalar da alternatif ve yaratıcı yöntemlerle bir araya gelmeyi başardı.
İstanbul Valiliği, sabah erken saatlerde yürüyüşle ilgili Taksim ve İstiklâl Caddesi bölgesinde yasak kararı almış ve çağrıyı yapan İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası Komitesi‘ni “çeşitli illegal gruplar” olarak nitelendirmişti.
Yürüyüşe Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), SPoD Derneği, Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA), Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) ve Özgürlük için Hukukçular Derneği (ÖHD) İstanbul Şubelerinin de aralarında olduğu hak ve ifade özgürlüğü savunucusu dernek ve kurumlardan bir grup, gözlemci olarak katıldı.
32. İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası Komitesi, “Hatırlıyorum, hatırlıyor musun?” ifadesinin yazılı olduğu pankartı açtıktan sonra Bağdat Caddesi üzerindeki bir mağazanın önünde basın açıklamasını okudu.
Açıklamadan sonra cadde üzerinde yürüyüşe geçen LGBTİ+’lar “Nerdesin aşkım? Buradayım aşkım”, “Jin, jiyan, azadî” (Kadın, yaşam, özgürlük) ve “Dünya yerinden oynar, ibneler özgür olsa” sloganları attı.
Komite, kitlenin güvenliği için bayraklarını oldukları yere bırakarak herkese dağılma uyarısı yaptı.
Fotoğraf: Tuğçe Yılmaz / bianet
Polis eyleme son anda geldi
Yaklaşık 10 dakika süren eylem, basın açıklamasının ardından yapılan kısa yürüyüşle son buldu. Eyleme son anda gelen polis, uzun süre ara sokaklarda LGBTİ+ aradı.
Sitelerin bahçelerine ve ara sokaklara girerek LGBTİ+’ları gözaltına almaya çalışan polisler, aralarında 18 yaş altındakilerin de olduğu 15 kişiyi gözaltına aldı. Gözaltılar, gece geç saatlerde serbest bırakıldı.
Bağdat Caddesi’nde gökkuşağı bayrağı dalgalandı
Yürüyüş sonrasında, Bağdat Caddesi üzerindeki “Chackra” binasından gökkuşağı bayrağı sarkıtıldı.
Polisler, ara sokaklarda bianet muhabiri Tuğçe Yılmaz ve Halk TV’den Zilan Azad ile SPoD Derneği ve TİHV gözlemcilerini takip etti. Ardından durdurarak kimliklerini istedi, Genel Bilgi Tarama (GBT) uygulaması yaptı. Sonrasında gazeteci ve gözlemcilere kimliklerini geri verdi.
32. İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası Komitesi’nin bu yılki basın açıklaması şöyle:
“Bugün 30 Haziran 2024. Bugün de yürüyoruz aşkım 22. yılımız kutlu olsun. Bugün tüm İstanbul’u ablukaya aldınız. Tüm yolları, meydanları kapattınız. Koca bir şehirde hayatı durdurdunuz. Ama şunu unuttunuz: Biz gerekirse taşı deler, zamanı büker, yine birbirimizi gülüşlerimizde buluruz. ‘Hatırlıyorum, hatırlıyor musun?’ temasıyla 32. Onur Haftası’nı bugün yürüyüşümüz ile sonlandırıyoruz.
Birlikte binlerce olduğumuz yürüyüşleri, kaybettiğimiz lubunya yol arkadaşlarımızı, Gezi Direnişi’nde kaybettiğimiz yoldaşlarımızı, Roboski’yi, Filistin ve Rojava’daki savaş suçlarını, kayyım ile gasp edilen belediyelerimizi, tutsak edilen vekillerimizi, Berkin Elvan’ı, Ceylan Önkol’u, deprem bölgelerinde ihmal nedeniyle hayatını kaybeden binlerce insanı, KHK ile işinden ederek açlığa terk ettiğiniz milyonları, ‘başıboş’ diye yaftaladığınız sokak köpeklerini unutmadık.
Bu günlerde, bu kalabalıktan güç alıyoruz ve yineliyoruz. Polisi kandırmaktan, bizimle uğraşmak zorunda bırakmaktan hiç bıkmadık, şehrin farklı yerlerinde, her gün olduğumuz varoluşlarımıza çağrı yaptık. Saçlarımızı savuracağız, ojelerimizi süreceğiz dediğimiz eylemleri dahi yasaklamaya kalktınız. Kermesimizi, konserimizi, çay içme etkinliklerimizi, partimizi yasaklandınız, resmi kararı hâlâ bekliyoruz. Küründen yasak tebligatlarınızı tanımadık, bir günde kıta değiştirdik, sabahlara dek partiledik, sokaklarda örgütlendik.
Alışın, her yerdeyiz
Şu an burada olamayan, çeşitli kaygılarla yürüyüşe gelemeyen, şu an sürgünde olan tüm lubunya dostlarımız bilsinler ki, elbet tekrar kavuşacağız. Lubunya dostlarımız, tüm bu siyasal iklimin insanı ne kadar yalnızlaştırdığını, kendisine küstürdüğünü, bu ekonomik krizden ve yoksulluktan ne kadar etkilendiğini, en temel yaşamsal haklardan olan barınma ve sağlığa erişim hakkının dahi nasıl ihlal edildiğini biliyoruz. Yalnız olmadığını, milyonlarca insan olduğumuzu bir an bile aklından çıkarma. Şimdi uzaktan uzak bir geçmiş gibi gelen o kalabalık, o insanlar hâlâ buralardayız. Hiç gitmedik.
Trans cinayetleri politiktir
Seçim zaferininin ilk konuşmasında bizi hedef haline getiren 12. Cumhurbaşkanı bilsin ki, örgütlediğiniz büyük aile buluşmaları da, kutuplaştırıcı siyasetiniz de işe yaramayacak. Biz LGBTİ+’lar ne sokakları ne siyaseti ne hayatlarımızı sizlere bırakacağız.
Tüm bu yoksulluğu, biz LGBTİ+’ları, Kürtleri, mültecileri hedef haline getirerek üzerinden atmaya kalkan iktidar, savaş politikalarıyla, toplumu kutuplaştırırken bütün Türkiye halklarını yoksulluğa mahkum ediyor, politikacılar ise servetlerine servet katıyor. Bizi, rezil bir geleceğe köle sanıyorlar. Bu düzeni elbet değiştireceğiz.
Bizi binbir yasakla baskıyla bu atmosfere sürüklemeye çalışanlar bu atmosferde bizlerin birbirimizden başka dermanımızın olmadığını biliyoruz, yan yanayız. Seçilmişlere kayyım atayanın da, vekillerimizi kumpas davalarıyla tutsak edenlerin de, Cumartesi Annelerine/İnsanlarına meydanları yasaklayanın da, işçilerin canını değersiz görenin de sokak hayvanlarının yaşamlarına savaş açanların da aynı devlet olduğunu biliyor, eşit ve özgür hayattan yana olan tüm insanları birleşik mücadeleye, bu Onur mücadelesinde LGBTİ+’ların sesini yükseltmeye çağırıyoruz.
Bizi ‘sözde’ illegal ilan edenler duysun: Evde, sokakta, işte, okulda, çarkta, her yerdeyiz. Ne yalnızız, ne yanlış. Bir gün değil her gün içinizdeyiz. Binlerce polisiniz, helikopterleriniz, yasaklarınız bizi durduramaz. Şehrin tüm sokakları bizimdir.
Adalılar ve adadaki sivil toplum kuruluşları, adayı ziyaret eden İstanbullular ve Adalar Belediyesi-İBB arasındaki Azmanbüs sorunu, katılımcı bir demokrasiye neden ihtiyacımız olduğu ve yokluğunun nasıl bir durum yarattığı konusunda örnek bir mesele.
Sorunun taraflarının ne istedikleri açık olmakla birlikte, bu zıt taleplerin ortak bir anlayış/anlaşma noktasına varamamış olması, sorunun özünü oluşturuyordu. Ama daha da önemlisi, sorunun çözüm yönteminin ne olacağıydı.
Ortaya çıkan temel soru: “Kent toplumunun ve toplumsal kurumların belirli bir olay/durum veya ilke konusunda farklı görüşleri varsa, ortak ve taraflarca anlaşılmış karar aşamasına geçiş nasıl olacak?” sorusuydu. Diğer bir ifadeyle, “katılımcı demokrasi, ya da eğer sadece kent/kentsel yer türü bir coğrafyaya dair konuşuyorsak, bu yerin, Adanın katılımcı demokrasisi nasıl kurulmuş, yapılandırılmış olmalı ve nasıl işlemeli?” idi.
Katılımcı demokrasi kavramıyla ilgili tartışmayı, bu köşede, uzunca bir süredir sürdürüyoruz. Şimdiye kadar beliren en temel açıklama şöyle özetlenebilir: Katılımcı demokrasinin ne ifade ettiği, nasıl tanımlandığı, nasıl işlediği ve kentlerin katılımcı demokrasinin bu işleyiş yaklaşımına göre farklı kentlerde, farklı nitelikteki sorunlarla nasıl ‘yerelleşebileceği’ vb. ile ilgili konularda, tam bir bilinmezlik içindeyiz.
Ancak bu bilinmezlik, bir sorun olarak ele alınabileceği gibi, bir olanak, bir keşif ve yenilik-buluş alanı olarak da ele alınabilir. Gerçi Türkiye’de “katılımcı demokrasi” terimini kullanan pek çok kurum, kuruluş ve düşünür var ve özellikle “sosyal demokrat” belediyeler, katılımcı demokrasiyi benimsediklerini ve uygulayacaklarını söylüyorlar. Bu kavramı seçim programlarına alıyorlar ve seçim sonrasındaki bazı uygulamalarının da “katılımcı demokrasi” uygulamaları olduğunu iddia ediyorlar.
Güncel Azmanbüs örneğini ve İBB Başkanının “faytonların kaldırılma sürecinde (olayı) ne kadar halkçı, katılımcı bir model yönettiğimizi en iyi Adalar halkı biliyor” sözünü de dikkate alarak, “katılımcı demokrasi uygulaması” denilen durumlara eleştirel bir gözle ve genel olarak göz atalım. (Bazı olayların daha ayrıntılı incelemeleri ve eleştiriler daha önce bu köşede epey ele alınmıştı.) Bu katılımcı demokrasilerin en belirgin özelliklerini belki şöyle özetleyebiliriz:
Katılımcı demokrasinin nasıl tanımlandığı ve nasıl işleyeceği ile ilgili bir konvansiyon yok ama ne olduğu konusunda büyük bir boşluk/belirsizlik olan terim, çok sık kullanılıyor.
Eğer bu terimden ne anlaşılabileceği belirlenmişse bile, bu terimi kullanan belediye/kurum tarafından oluşturulmuş, ama açıklanmamış/kapsayabileceği bütün taraflarla tartışılarak ortaklaştırılmamış/konsensüse ulaşmamış, tek taraflı bir belirlemedir.
Uygulama örneklerinde görülen (genellikle çok bürokratik ve teknokratik tanımlı kurul toplantılarına) çok az sayıda STK temsilcisinin çağrılması biçimindedir. Ancak hangi STK neden seçiliyor ve çağrılıyor, (her durumda çağrılılar, ilgili sivil kent halkı içindeki bütün tarafları kapsamıyor) ve çağrılacak kişi sayısı nasıl ve neye göre belirleniyor? (Her durumda, bu sayı, alınacak kararları etkileyebilme düzeyinin çok altında oluyor).
Bazı durumlarda yapılmış olan çağrının, (hangi durumlarda, hangi ölçüte göre ve kimlere/kuruluşlara çağrı yapıldığını/yapılabileceğini de bilmiyoruz) daha çok bilgilenme amacı ötesinde kararların oluşmasını etkilemiyor ve süreç genellikle, bütçe, izleme ve değerlendirme (İ&D) aşamalarını içermiyor.
Eğer oldukça dengeli bir katılımla, sivil toplumun ve onun örgütlerinin de onayladığı bir karar alınmışsa, bu karar (uygulayıcı kurum/belediye tarafından) görmezden geliniyor/uygulanmıyor.
Görüldüğü gibi bu “katılımcılık” iddiası, son derece keyfi bir biçimde başlatılıyor ve “katılımcıların” çağrılı olduğu kurumsal yapı da, eşitlikten uzak ve hiyerarşik olarak kurulmuş oluyor ve bu yapıdan yine de, sivil toplum tarafından kabul edilebilecek sonuç çıkarsa, uygulanması söz konusu olmuyor. Belediyeler, bu sürecin “katılımcı” ve demokratik olduğuna inanmamızı istiyor.
Yukarıdaki “kentsel katılım kanallarına” ek olarak, belki “Kent Konseylerinin” (KK) sağladığı “katılımcılığı” da ekleyebiliriz. Ancak KK tartışmasının çok daha kapsamlı yapılması gereği nedeniyle, konuyu başka bir yazıya kadar ertelemekle birlikte, şimdilik kent toplumunun kendi sorunlarıyla etkili bir biçimde ilgilenebilmeleri/katılımcı demokrasi ve somut uygulama bakımından yeterli olmadıklarını söyleyebiliriz.
Bu modelin, “katılımcı demokrasi” olmaktan çok, “temsili demokrasi”deki iktidarın keyfi isterse, tartışma ortamına birkaç sandalye eklemekten öteye bir anlamı olmadığı, açıkça görülüyor. Ayrıca (Kürt bölgeleri hariç) katılımcı demokrasi uyguladığı iddiasındaki yerel yönetimler ve diğer kentsel katılım kurumlarının, katılımcı demokrasinin nasıl geliştirilebileceği konusunda bir arayış içinde olduğunu da, görmüyoruz.
Bu durumda başladığımız yere dönmüş bulunuyoruz: Azmanbüs kentsel-toplumsal olayı bakımından, katılımcı demokrasi kavramını, toplumsal-politik bir olguya doğru geliştirmek için ne yapabiliriz? İBB Başkanı, yaptığı açıklamada, kendi şaşmaz ve her şeyin en doğrusunu bilen otoritesiyle:
“Adalar’da bir toplu taşıma zarureti var.” “Adalar, toplu taşımasız olmaz.”
diyor, ama bunların sadece İBB açısından/tek yönlü bakıldığında doğru olabileceğini de görmüyor. Mutlak doğru olduğunu sanıyor ve ekliyor:
“Tepkiyi gösteren insanları duymak, en önemli fıtratımızdır.”
Peki ama Adalıları “duymuş olmasının” ne anlamı var? Duyunca ne oluyor, duymak neyi değiştiriyor? Ayrıca, son derece üstenci bu ifadenin son 25 yıldır alıştığımız “yönetme” tarzından ne farkı var?
Yukarıdaki küçük tartışma ve örnekten çıkarılabilecek sonuç, “katılımcı demokrasi” kavramını somutlaştırma çabasının sadece belediye ve diğer yerel yönetim kurumlarına; temsili demokrasi benzeri işleyişleri sürdüren sivil toplum örgütlerine bırakamayacağımızdır. Bu durumda, kentlerde yaşayan sivil toplum ya da katılımcı demokrasiye bugünlerde son derece ciddi bir ihtiyaç duyan Adalılar bunun inşasına/keşfine nasıl girişecek? Nereden başlayacak ve nasıl yol alacak? Bütün bunlar için nasıl bir toplumsal beceriye/‘know-how’a/sosyal sermayeye ve zamana ihtiyaç var?
Son soru yeniden büyük bir tartışmanın eşiğine getiriyor bizi. Bu nedenle konunun daha kapsamlı ele alınışını da başka bir yazıya ertelemek durumundayız. Bununla birlikte, bazı düşüncelere hemen işaret edebiliriz:
Katılımcı demokrasi ile ilgili gelişen literatür, uygulamalar ve sonuçlar üzerindeki tartışmalar vb. en azından yarım yüzyıldır dünyanın çeşitli ülkelerinde ve kentlerinde bir deneyim birikimi yaratıyor. Bu birikim, bütün hemşeriler için aydınlatıcı olacaktır kuşkusuz. Ancak daha da önemlisi, Türkiye’deki kentlerde sivil yurttaşların/hemşerilerin, kendi kentleri/mahalleleri veya sokakları ya da komşuluklarında vermiş olduğu pek çok kentsel-toplumsal mücadele örneği de var.
Gezi, bütün bu kentsel mücadelenin en parlak örneğidir elbette. Ama “Gezi olgusu” üzerinde katılımcı demokrasinin Türkiye’de veya kentlerde inşası için sonuçları nasıl çıkaracağımız, bu sonuçlardan kapsamlı bir demokrasi işleyişinin tanımına ve operasyonel özelliklerine nasıl geçebileceğimiz, henüz önümüzde duran ve gerçek bir zihin ve beden gücü gerektiren bir konu…
Adalıların bu konuda, bütün ülkeye yol gösterici bir süreci başlatabileceklerine inanmak için, iletişim ve etkileşim ortamında çok fazla kanıt ve örnek bulabiliriz.
Bu durumda Adalıları mücadelelerinde ve yanıt aradıkları sorunlar karşısında yalnız bırakmamak için bizlere düşenleri keşfetmek ve uygulamak da, hemşerilere/ekolojist eylemcilere ve bütün kent direnişçilerine düşüyor…
Son günlerde yayınlanan önemli bir rapora göre, küresel ısınma, yaşamlara mal oluyor, sağlıkta eşitsizliği daha da derinleştiriyor. Rapora göre iklim değişikliği, özellikle hastalık taşıyan kene ve parazitlerin Avrupa çapında yayılmasına da neden oluyor.
Bu son rapor için Avrupa’da iklim değişikliğinin sağlık üzerindeki etkilerine ve buna yanıt olarak alınan önlemlere ilişkin yüzlerce araştırma gözden geçirilmiş. İklim ve sağlık araştırmacısı Rachel Lowe ve meslektaşları, ısıya bağlı ölümler, bulaşıcı hastalıkların yayılması ve sağlık ve iklim değişikliği araştırmalarındaki eğilimler de dahil olmak üzere 42 göstergeyi rapor için takip etmiş.
Barselona Süper Bilgisayar Merkezi ve Katalan Araştırma ve İleri Araştırmalar Enstitüsü‘nde görev yapan Lowe, ‘Avrupa nüfusunu ve aynı zamanda dünya genelindeki nüfusları iklim değişikliğinin sağlık üzerindeki etkilerinden korumak için Avrupa ülkeleri tarafından atılacak bazı ciddi eylemlere gerçekten ihtiyacımız var’ diyor.
Sözü geçen rapor, ‘Lancet Geri Sayımı: Avrupa’da Sağlık ve İklim Değişikliği’ adlı çalışmanın arkasından yayımlandı. İngiltere‘deki Warwick Üniversitesi‘nden sağlık ve çevre araştırmacısı Ana Raquel Nunes, ‘Rapor, artan sıcaklıklara ve iklime duyarlı hastalıkların çoğalmasına bağlı olarak ölüm ve hastalık oranlarındaki endişe verici artışı vurguluyor’ diyor.
Rapora katkı veren araştırmacılar, daha ileri çalışmaların iklim-sağlık bağlantısına bütünsel bir yaklaşım getirmesi gerektiğini söylüyor. Birleşik Krallık‘taki Edinburgh Üniversitesi‘nden iklim değişikliği ve sağlık araştırmacısı Ruth Doherty, ‘İklim değişikliğinin sağlık üzerindeki tüm bu etkilerini tek başına tedavi edemezsiniz’ diyor. Doherty’e göre bu çoklu maruziyetlerin nüfusu nasıl etkilediğini gerçekten bilmemiz gerekiyor.
Raporda yayınlanan üç grafik, daha sıcak bir Avrupa’nın sağlık ve araştırmaları nasıl etkilediğini özetliyor.
1. Ölümcül ısı
Lowe ve meslektaşları, 2003-12’den 2013-22’ye kadar, ısıya bağlı ölümlerin Avrupa çapında 100 bin kişi başına ortalama 17 ölüm arttığını buldular.
Araştırmacılar ölüm oranı ve sıcaklık verilerinin yanı sıra sıcaklığın ölüm oranını nasıl etkilediğine dair önceki da kanıtları kullandılar. Sıcaklığa bağlı ölümlerdeki artış erkeklerle karşılaştırıldığında kadınlarda daha yüksek.
Barselona Süper Bilgisayar Merkezi’nde iklim değişikliği, hastalıklar ve cinsiyet eşitsizliği üzerine çalışan Kim van Daalen, ‘Cinsiyet eşitsizlikleri vücuttan ısı kaybı ve maksimum ter oranlarındaki farklılıklarla açıklanabilir’ diyor. Araştırmacılara göre kadınıların vücut ısısı daha yüksek olduğu için yumurtlamadan sonra genel olarak ısı stresi riski daha yüksek olabilir.
Lowe, cinsiyet eşitsizliğine neden olabilecek bir diğer faktörün de kadınların genellikle erkeklerden daha ileri yaşlara ulaşması ve yaşlı insanların genellikle ısıyla ilgili streslere karşı daha savunmasız olması olduğunu söylüyor. Ona göre yaşlı insanların yalnız yaşama olasılıkları daha yüksek, bu da onları sıcaktan daha fazla tehlikeye atıyor.
Grafik 1: Sıcaklığa bağlı ölüm oranları 2003-12 ve 2013-22 yılları arasında Avrupa’nın çoğunda arttı ve bu artış kadınlarda erkeklerden daha hızlı oldu.
2. Keneler ve parazitler
Daha yüksek sıcaklıklar, Avrupa’da hastalık taşıyan parazitlerin daha fazla bölgeye yayılmasına olanak tanıyor ve kene popülasyonlarının büyümesini teşvik ediyor.
İklim değişikliği nedeniyle yaygınlaşan patojenlerden önemli biri de tek hücreli parazit, Leishmania infantum. Dişi tatarcıkların (Phlebotomus sp.) kanla beslenmek için insan derisini ısırmasıyla insanlara bulaşır. Parazit, genellikle vücutta zayıflatıcı olabilen cilt ülserlerine neden olur. Aşırı durumlarda ateşe, dalak ve karaciğerin şişmesine neden olabilir ve ölümcül olabilir.
Araştırmacılar, Avrupa genelinde daha sıcak ve daha nemli koşulların tatarcıkların ve taşıdıkları parazitlerin kuzeye yeni bölgelere yayılmasına olanak sağladığını tahmin ediyor. Araştırmacı Van Daalen, ‘Artan sıcaklıklar tatarcıkların hayatta kalması ve üremesi için daha uygun koşullar yaratıyor. Daha sıcak koşullar tatarcıklardaki parazitin yaşam döngüsünü de hızlandırabilir’ diyor.
Ekip ayrıca, artan sıcaklıkların Avrupa’yı, insanları ısırdığında çeşitli hastalıkları bulaştırabilen Ixodes ricinus kenesi için daha uygun hale getirdiğini de buldu. Van Daalen ‘Lyme hastalığı ve kene kaynaklı ensefalit gibi kene kaynaklı hastalıklar, grip benzeri hastalıklardan ciddi nörolojik ve kardiyovasküler komplikasyonlara kadar değişen semptomlara neden oluyor ve bu da işin kaçırılmasına, uzun süreli sakatlığa ve önemli sağlık bakım masraflarına yol açıyor’ diyor.
Grafik 2: Avrupa ısındıkça kıtanın daha geniş alanları, cilt hastalığı Leishmaniasis’in vektörleri olan tatarcıklara (Leismania infantum) uygun hale geliyor.
3. İklim değişikliği ve bilimsel yayınlar
Dünya ısındıkça, açık erişimli OpenAlex tabanında takip edilen makalelerin sayısında da görüldüğü gibi, iklim değişikliğinin Avrupalıların sağlığıyla nasıl kesiştiğine dair araştırmalar yoğunlaştı.
Araştırmacılar, iklim değişikliği ile Avrupalıların sağlığının nasıl kesiştiğine ilişkin 1991 ile 2022 yılları arasında yayınlanan yüzlerce çalışmayı incelediler.
Bu çalışmaların çoğunluğu küresel ısınmanın sağlığı nasıl etkilediğine odaklandı, ancak bazıları aynı zamanda sağlık sistemleri tarafından yayılan sera gazlarını da inceledi.
Grafik 3: Avrupa’da iklim değişikliği ile sağlık arasındaki kesişme noktasındaki konulara ilişkin araştırmalar istikrarlı bir şekilde artıyor.
Raporun yazarları ayrıca 2022’de iklim sağlığı üzerine yayınlanan çalışmaların yaklaşık yüzde 2’sinin eşitlik veya adalete atıfta bulunduğunu buldu. Van Daalen, “Bu, araştırmadaki önemli bir boşluğun altını çiziyor. İklimle ilgili sağlık etkilerine doğru şekilde yanıt verebilmek için hangi popülasyonların orantısız bir şekilde etkilendiğini ve en fazla risk altında olduğunu anlamak önemlidir” diyor.
Sonuç olarak son yayın ve raporlar Avrupa genelinde artan sıcaklıklara bağlı ölümlerin ve hastalıkların daha da artıracağını gösteriyor. Küresel ısınma, yaşamlara mal oluyor, sağlıkta eşitsizliği daha da derinleştiriyor.
Lowe’un, dediği gibi ‘Avrupa nüfusunu ve aynı zamanda dünya genelindeki nüfusları iklim değişikliğinin sağlık üzerindeki etkilerinden korumak için Avrupa ülkeleri tarafından atılacak bazı ciddi eylemlere gerçekten ihtiyacımız var.’
2023 yılında Kanada‘da gerçekleşen ve aylar süren orman yangınlarında Norveç‘in yüzölçümünden bile daha büyük bir alan yandı.
Dünya Kaynakları Enstitüsü ve Maryland Üniversitesi‘nden araştırmacılar, Kanada’daki orman yangınlarının etkilerini inceledi. Hesaplara göre ormanların hapsettiği 3,28 milyar ton karbondioksit, yangınlar sırasında havaya karıştı.
Yangınlarda açığa çıkan karbondioksit miktarı, Hindistan‘ın fosil yakıt emisyonlarından daha yüksekti. Bu da uçakların bir yılda neden olduğu emisyonların dört katına denk geliyor.
Araştırma yangınların kısır döngüsünü gözler önüne seriyor: Fosil yakıt yakıldıkça küresel ısınmaya yol açan emisyonlar artıyor. Küresel ısınma nedeniyle orman yangınları sıklaşıyor. Atmosferden emisyonu uzaklaştıran ormanlar yandığı zaman, ağaçlarda hapsedilen karbon geri salınıyor ve ormanların karbon emme kapasiteleri yok oluyor.
WRI araştırmacılarından James MacCarthy, yanan ormanın 2023 yılın emisyonları açısından küresel ölçekte bir etkisinin olduğunu söyledi.
2023 yılındaki yangınlarda toplam 77 bin 574 kilometrekare orman yandı. Yanan alan miktarı, 2001’den 2022’ye kadar yanan orman alanının altı katı.
Bu alan, geçen yıl kaybedilen küresel ağaç örtüsünün yüzde 27’sini oluşturdu.
‘Etkileri düşünülenden de büyük’
Çalışmanın yazarlarından Maryland Üniversitesi’nden coğrafya profesörü Alexandra Tyukavina ise orman yangının etkisi düşünüldüğünde genellikle ağaç örtüsünün kaybına odaklanıldığına ancak yangının çok daha büyük etkilerinin olduğuna dikkat çekti.
Bitkiler yeniden büyüdüğünde orman, karbon depolama kapasitesini geri kazanabilir. Yine de ağaçların yeniden büyümesi yıllar alacak bir süreç ve çalışmadan bağımsız bir araştırmacı olan Jacob Bendix, o zamana kadar havaya karışan karbondioksit, küresel ısınmaya katkı sağlayacağı görüşünde.
Tyukavina, orman yangınlarının etkisinin yalnızca hapsedilen karbondioksitin geri bırakılması veya ormanların yok olmasından ibaret olmadığını söyleyerek yangınların sağlık sonuçlarından bahsetti.
Özellikle kalabalık bölgeler ve şehirlerdeki hava kalitesi ciddi ölçüde düştü. Yangınlar sırasında havaya saçılan partiküller bin kilometre uzağa taşınabiliyor ve organlara zarar verebiliyor.
232 bin insan da yangınlar yüzünden tahliye edildi. Bu sayının yüzde 42’sini yerli topluluklar oluşturuyor.
Kanadalı yangın uzmanı Mike Flanningan, gelecekte yangınların daha da artmasını beklediğini ancak 2023’teki gibi durumların nadir olacağını söyledi.
Belirli bir bölgedeki yangından iklim değişikliğini sorumlu tutmak zor. Ancak Flanningan, Tyukavina ve MacCharty, Kanada’daki yangınların bu boyuta gelmesinde iklim değişikliğinin rol oynadığı konusunda hemfikir.
İklim değişikliğinin neden olduğu sıcaklık artışları otları ve toprağı kurutuyor ve ormanları yangılara karşı daha dayanıksız hale getiriyor. Diğer yandan yağış miktarının düşmesi de kuraklığı tetikliyor ve bitki örtüsünü kurutuyor. Sıcaklık analizlerine göre Kanada ve diğer kuzey bölgeleri dünyanın geri kalanına göre iki kat daha hızlı ısınıyor.
Kanada’da geçen yıl mayıs ayından ekime kadar sıcaklıklar normalin ortalama 2,2 üzerindeydi. Hatta Kanada’nın bazı bölgelerinde sıcaklıklar mayıs ve haziran ayı ortalamalarının 8 ila 10 derece üzerine çıktı.
Tyukavina, küresel sıcaklıkların hala yükseldiğine dikkat çekerek bu tür felaketlerin daha sık yaşanabileceğine dair uyardı.
Orman yangınlarının yüksek emisyonlarına rağmen Birleşmiş Milletler raporları da dahil olmak üzere birçok rapor, emisyon hesaplarında yangınlara yer vermiyor.
Her yıl ülkeler BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne (UNFCCC) taraf olan ülkeler insan kaynaklı emisyonlarını BM’ye sunuyor. Bu anlaşmalar emisyonların azaltılması ve Paris Anlaşması gibi uluslararası anlaşmalarda belirlenen hedefleri takip edebilmek için hayati önem taşıyor.
Orman yangınları tarihsel olarak doğal olarak meydana geldiği düşünüldüğü için emisyon hesaplarına dahil edilmiyor. Ancak bu durum sera gazı emisyonlarının takibi açısından sorun oluşturabilir.
Ayrıca Kanada’daki yangınların yarısının insanlar veya insanların sebep olduğu iklim değişikliği yüzünden çıktığı düşünülürse yangınların insan kaynaklı emisyonlara dahil edilmemesi için bir sebep yok gibi görünüyor.
Çözüm emisyonları azaltmakta
Araştırmacılar yine de bir umut olduğunu ve çözüme odaklanmanın en iyi seçenek olduğunu düşünüyor.
MacCarthy, “En büyük tavsiye, çeşitli sektörlerden kaynaklanan karbon emisyonlarını büyük ölçüde azaltmak” diyerek orman yangınlarındaki artışın temel etkeni olan iklim değişikliğine karşı harekete geçmek gerektiğini söylüyor.
İnsanları yangın güvenliği konusunda eğitmek, evlerin ve kasabaların yangından nasıl korunabileceğine dair planlama yapmak, orman yönetimini geliştirmek ve yangın risklerini daha iyi tahmin eden teknolojiler geliştirmek de uzmanların önerileri arasında.
Malatya‘da Arguvan ilçesine bağlı Kömürlük Mahallesi‘nde açıkta bulunan foseptik kuyusu, bölgedeki yaşamı ve halk sağlığını tehdit ediyor.
Foseptik kuyusundan sızan atık suyun tarım alanlarına zarar verdiğini söyleyen halk tedirginliğini dile getirdi. Mahalle sakinleri foseptik kuyusunun etrafında bir araya gelerek Malatya Su ve Kanalizasyon İdaresi (MASKİ) ve ilgili yetkililere seslendi.
İçme suyuna karışabilir
Açıklamayı yapan mahalle sakini, “Yetkili yerlere yazılı dilekçelerimizi verdik ama hiçbir şekilde bize geri dönüş sağlanmadı” dedi.
Foseptik suyunun dereye ve dereden de araziye karıştığını söyleyen vatandaş, suyun 12 mahallenin üzerine aktığını belirtti.
Vatandaşlar, içme suyu ile foseptik kuyusu arasında yalnızca 30 metrelik bir mesafe olduğunu gösterdi. Foseptik kuyusundaki kirli su için “kesinlikle içme suyuna da karışacak” diyen mahalleli kuyu sorununun bir an önce çözüme kavuşturulmasını talep etti.
Mahalle halkı, 150’ye yakın insanın yaşadığı mahallede 75 öğrenciye eğitim veren Atmalılar İlköğretim Okulu‘nun bulunduğuna dikkat çekerek foseptik çukuruna karşı harekete geçilmesini istedi.
Türk Tabipler Birliği, TBMM İliç Maden Kazasını Araştırma Komisyonu‘na göndermek için hazırladığı İliç Altın Madeni Kazası: Altın-Ekosistem-Halk Sağlığıraporunu yayımladı.
Anagold Madencilik Sanayi ve Ticaret A.Ş.‘nin işlettiği madende 13 Şubat’ta yaşanan toprak kayması felaketinin ardından Türk Tabipler Birliği, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) ve Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) üyelerinden oluşan bir heyet, İliç’te incelemeler yaparak görüşmelerde bulundu.
Görüşmeler ve inceleme doğrultusunda hazırlanan rapor, İliç’teki altın madeninin yanı sıra Türkiye’deki diğer altın madenlerine ve altın madenciliğinin ekosisteme ve halk sağlığına verdiği zararlara da değindi.
Rapor “Bu süreçleri yaşamaya değecek kadar altına ihtiyacımız var mı?” diye sorarak altın madenlerinin doğaya verdiği tahribata ve sağlık risklerine dikkat çekti.
Madenlerdeki işçi sağlığı sorunlarına ve denetimsizlikleri ele alan rapor, işçilerin siyanür zehirlenmesi bulgularıyla hastanelere başvurmasının işçi sağlığının hiçe sayıldığının göstergesi olduğunu belirtiyor.
Maden sahalarında yapılan delme, sıyırma, patlatma, cevher kırma, kavurma, eritme ve araçların asfaltsız yollarda çalıştırılması gibi faaliyetler sonucunda kanserojen madde barındıran tozlar akciğerlere yerleşiyor. Bu da akciğer kanseri, amfizem, silikos ve verem gibi hastalıklara yol açıyor.
Madende kullanılan ve düşük ölçüde bile son derece zehirli olan siyanür de hem insan sağlığına hem de doğaya geri dönüşü olmayan zararlar veriyor. Üstelik bu riskler yalnızca çalışanlar için değil, çevrede yaşayanlar için de geçerli.
Altın madenlerinin çevresinden alınan örneklerde arsenik ve cıva gibi ağır metallerin de yüksek olduğu görülüyor. Bu metallerin ekosisteme karşımasıyla hem bitkiler hem de hayvanlar zarar görüyor ve bölgede yaşam koşulları giderek zorlaşıyor.
İliç’teki madende iki kere kapasite artışına gidildiğine dikkat çeken TTB, madenciliğin sınır tanımazlığına ve kamusal denetim sistemlerinin yetersizliğine tepki gösterdi.
21 Haziran 2022’de İliç madeninde yaşanan bir kazadan sonra TTB, TMMOB ve TBB maden şirketi hakkında suç duyurusunda bulunmuş ve şubat ayındaki kazayı öngörmüştü. Aynı kurumlar felaketin ardından 29 Şubat 2024 tarihinde de maden şirketinin tüm izinlerinin iptal edilmesi için İliç Cumhuriyet Başsavcılığı‘na suç duyurusuna bulundu.
TTB raporu, siyanürlü altın madenciliğinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararı ile Avrupa Birliği‘nde yasaklandığına dikkat çekerek “Avrupa Birliği ülkelerinde siyanür liçi yönetimi ile altın madenciliği yapamayan çok uluslu şirketler, Türkiye’deki mevzuat esnekliğinden yararlanarak ülkemizde siyanür liçi yöntemi ile altın madenciliği yapıyorlar” dedi.
Son olarak TTB, ülkedeki her türlü üretim ve tüketim faaliyetlerinin doğayla uyumlu ve sömürüden uzak olması gerektiğini vurgulayarak “Gezegenin sağlığı olmadan insanın sağlığı olmayacağını tekrar vurguluyoruz. Gezegenin üstü ‘altın’dan değerlidir” dedi.
London School of Economics and Political Science (LSE) Grantham Araştırma Enstitüsü ve Columbia Üniversitesi Sabin İklim Değişikliği Hukuk Merkezi iklim değişikliği davalarındaki küresel trendleri inceledikleri analizin güncel verilerini paylaştı.
2023 yılında Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) ve Columbia Üniversitesi Sabin İklim Değişikliği Hukuk Merkezi de dünya genelinde iklim kriziyle ilgili açılan davaları inceledikleri bir raporda bugüne kadar iklim kriziyle ilgili toplam 2 bin 365 dava bulunduğunu belirtmişti.
Yeni araştırma ise 2023 yılında çoğu hükümetler ve şirketlerden açılan en az 230 yeni iklim davasının kaydedildiğini gösterdi.
İklim davalarının sayısındaki artış hızı geçen yıla oranla daha düşük kaldı. Ancak araştırmacılara göre bunun sebebi daha yüksek etki yaratmak için bazı davaların birleştirilmesi olabilir.
En çok dava iklim aklayıcılarına ve kirleticilere açıldı
Açılan davalar hükümetlerin karbon azaltma hedeflerinin ve stratejilerinin yetersizliğinden şirketlerin eylemsizliğine, yanlış bilgilendirmeden iklim zararlarına birçok konuyu kapsıyor.
En yaygın dava sebeplerinden biri şirketlerin çevresel hedeflerine yönelik ilerlemelerini yanlış beyan etmekle suçlandığı ‘iklim aklaması’ oldu. 2023 yılında 47 dava bu sebepten açıldı ve sonuçlanan davaların yüzde 70’i davacılar lehine sonuçlandı.
Diğer yaygın dava türü ise 30 dava ile şirketlerin yüksek sera gazı emisyonlarının yol açtığı iklim hasarlarından sorumlu tutulduğu ‘kirleten öder’ davaları oldu.
Altı dava ise iklim hedeflerine engel olanlara finansman akışını durdurmak için açıldı.
2016’dan beri açılan 140 davanın 77’si sonuçlandı. Sonuçlanan davaların 54’ünden davacıların lehine karar çıktı.
En çok davanın açıldığı ülke 129 dava ile Amerika Birleşik Devletleri olurken İngiltere‘de 24, Brezilya‘da ise 10 dava açıldı. 2023 yılında Panama ve Portekiz‘de ilk kez iklim davalarının açıldı.
UNEP, şirketlerin ve hükümetlerin eylemsizliğine meydan okuyan iklim davaların değişim için itici bir güç olduğunu söylüyor.
Yazarlar, hükümete açılan bazı davaların yerel iklim yönetimleri üzerinde etki yaratabildiğine dair örnekler olsa da iklim aklaması gibi vakaların uzun vadeli etkilerinin belirsiz olduğuna dikkat çekti.
Ancak LSE araştırmacılarının yayınladığı bir makale, iklim davalarının şirketlerin borsa değerlerini ortalam yüzde 0,41 oranında azaltabileceğini gösterdi.
Postdam Enstitüsü İklim Etki Araştırmaları‘ndan (PIK) bilim insanları tarafından yapılan yeni bir araştırma, iklim değişikliği deneyimlerinde cinsiyetler arasındaki farklılıkları inceledi.
İklim değişikliğinin neden olduğu sıcaklık artışları ve aşırı hava olayları kadınları ve farklı cinsiyet çeşitliliğine sahip kişilere zarar vermeye devam ediyor.
Sel ve kuraklık gibi aşırı hava olayları yaşandığında kadınların yönettiği kırsal hanelerde daha fazla gelir kaybı yaşanıyor.
Bazı çalışmalar iklim değişikliği felaketleri esnasında ve felaketlerden sonra hem çocuk evliliklerinin hem de kadınlara ve kız çocuklara yönelik şiddetin arttığını gösteriyor. Hindistan‘daki kadın tarım işçileri arasında yapılan bir araştırma ise kuraklık nedeniyle yerinden olma ile rahim yapılarının çıkarılması operasyonları arasında bir ilişki olduğunu buldu.
Ev işeri ve çocuklarla ilgilenmek gibi sorumluluklar, finansal kaynaklara erişim sıkıntısı ve cinsel taciz gibi sorunlar, kadınların iklim değişikliği müzakereleri katılımı için engel oluştuyor.
Su aramak için harcanan süre iki kat artacak
347 farklı bölgeden veri toplayan PIK araştırmacıları, artan sıcaklıkların ve değişen yağış rejimlerinin 2050 yılına kadar kadınların su aramak için harcadığı zamanın küresel olarak yüzde 30, bölgesel olarak ise yüzde 100 arttıracağını buldu.
Araştırmanın baş yazarı Robert CarrClimate Home‘a, bu artışın yol açacağı fiziksel ve psikolojik strese dikkat çekerek iklim değişikliğinin cinsiyetler üzerindeki etkisi ele alınırken yoksulluktan veya insanların hayatlarını iyileştirme potansiyellerinin nasıl etkilendiğinden pek bahsedilmediğini söyledi.
Su arama zamanındaki artış eğitim, dinlenme veya çalışma gibi faaliyetlere daha az zaman ayrılması anlamına geliyor.
Bulgulara göre kadınların çalışma zamanını kaybetmesinin maliyeti 2050 yılında kadar ülke başına yıllık 10 milyon dolardan başlayarak yüz milyonlarda dolara ulaşabilir.
Bonn müzakereleri yetersiz kaldı
Henüz iklim değişikliğinin cinsiyet eşitsizlikleri konusunda atılan adımlar yetersiz. Bu ay başında Bonn‘daki iklim görüşmelerinde kadınların iklim değişikliğinin etkilerinden orantısız olarak etkilendiğine dair sunulan kanıtlara rağmen ilerleme kaydedilemedi.
Bonn müzakerelerinden COP25‘te kabul edilen BM girişimi Lima Cinsiyet Çalışma Programı‘nın (LWP) daha güçlü bir şekilde güncellenmesi bekleniyordu. 2025 yılında güncellenmesi kararlaştırılan LWP, cinsiyet dengesini iyileştirmek ve Paris Anlaşması kapsamında kabul edilen taahhütlere toplumsal cinsiyet boyutunu da dahil etmeyi amaçlıyor.
Ancak Bonn müzakerelerinde LWP tartışmaları oldukça ağır ve gergin geçti. Şimdi ise gözler programın finalize edileceği BM Taraflar Konferansı – COP29‘a çevrildi.
İklim müzakerelerinde cinsiyet eşitsizlikleri ele alınmalı
Carr, araştırma bulgularının yerel ve ulusal düzeyde bir etki yaratabilmesi için hükümet yekililerinin COP gibi görüşmelerde bu tür araştırmalara yer vermesi gerektiğine dikkat çekiyor.
Ayrıca bu yıl COP29’da ülkelerin cinsiyete duyarlı iklim eylem planları hazırlaması ve resmi delegasyonlarında cinsiyet dengesini iyileştirmeye yönelik adımlar atması gerekiyor.
Kadınlar, COP28’de hükümet delegasyonlarının yalnızca yüzde 34’ünü oluşturuyordu ki bu oran 10 yıl önceki oranla aynı. Katılım sayısındaki eşitsizliklerin yanında kadın konuşmacıların süreleri de erkek konuşmacılara göre daha düşük.
COP29 müzakerelerinde iklim ve cinsiyet sorunlarının birbiri ile kesişen ırksal ve sınıfsal ayrımcılıklar gibi diğer sorunlarla bir arada ale alınması gerekiyor.
Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu‘nun (UNFPA) iklim eylemi lideri Angela Baschieri, “BM iklim süreçlerinden toplumsal cinsiyet taahhütlerinin daha iddialı olamsı ve ülkelerin toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ele almaya yönelik eyleme dönüştürülebilir hedefler” belirlemesi gerektiğini söyledi.