Ana Sayfa Blog Sayfa 759

‘Kutsal aile yürüyüşçüleri’ ne tür bir kent ve kent toplumu düşlüyor?

[email protected]

“Aile” savunucularının miting ve yürüyüş fikrinin ve eyleminin kabul edilebilir bir bilgisizlikten ve masum bir korkudan kaynaklandığını kabul edelim. Nefret suçu işleme tehlikesine karşı, kendilerini bunun dışında tutabilmek için çaba gösterdiklerini de kabul edelim. Sadece kentte birlikte yaşadığımız insanların bir kısmının nasıl bir kent, nasıl bir kentsel gündelik yaşam ve kentte nasıl sosyal psikolojik ortam arzuladıkları üzerinde düşünelim.

Derin bir analiz geliştirme çabasına ve suçlayıcı bir yaklaşıma da yer vermeden, sadece talep edilenlerin doğrudan ve kolay anlaşılır anlamları ve sonuçları üzerinde düşünmeye çalışalım. Bu taleplerin gerçekleşmesi durumda bizi nasıl bir toplum, nasıl bir kentsel yaşam bekliyor olacak?

Düşünürken, bazı durumlarda sadece LGBT+ bireyler veya topluluk için önerilenlerin, sonuç olarak “önerilebilir” olmasından hareket ederek, daha geniş bir toplumsal düzen veya kamu hukuku kavrayışı olarak kabul edilebileceği sonucunu çıkartıyorum.

Afişin dikkat çekici özelliği, galiba, kara ve renkli temsil edilenin karşıtlığı üzerine kurulmuş olması.

Protestonun ve eleştirilerin ima ettiği toplumsal yaşam önerilerini özetlemeye çalışırsak:

Talep 1: Düzleşmenin/ homojenleşmenin/ tek boyutlu bir dünyanın kabulü
  • Tiplerin temel tanımlarının sıkı bir biçimde kurulması ve tek tipleşme/
  • Çeşitlenmelerin olmaması, farklı farklı kimliklerin/ kişiliklerin genel ve kabul edilmiş bir kalıba göre biçimlendirilmiş ve ona tam olarak uyum sağlamış olması/
  • Çoğulculuğun kesin reddi, herkesin, otoritenin tanımına uyması ve bunun dışına çıkamayacağını kabul etmesi/ kabullenmesi ve
  • Otoritenin (aile, devlet, otoritenin standartlarına göre oluşmuş yaslar ya da geleneğin ideolojisi/ köklü ideolojik değerler sistemi vb. gibi her hangi bir otoritenin) bütün bireyler için kurduğu “ne olacağı” ve “nasıl olacağı, neleri yapamayacağı” öğretisine sorgusuz itaat/
  • Demokratik tartışmaların/ seçmelerin olmaması, seçme eyleminin seçenekler arasından değil, önceden bildirilen kararın tam olarak uygulanması esasına göre yapılması, demokratik bir ortamının değil, demirden bir zırh gibi giyilen itaat ortamının egemen olması/

Talep 2: İkiyüzlü olmanın içselleştirilmesi
  • Eğer her hangi bir birey/ grup kendisini, yukarıdaki toplumsal-ideolojik atmosferin içinde veya ona uyum sağlayabilecek gibi hissetmiyorsa veya buna aklı yatmıyorsa, rasyonel bulmuyorsa, ikiyüzlü olmanın içselleştirilmesi
  • Yalan söylemenin özendirilmesi, yaşamın yalanla-öz kandırmacayla, en yakın çevresinden başlayarak çevresindeki herkesi aldatmaya çalışma çabasıyla kurulması/
  • Dürüst, özgüvenli, alnı-açık ve olduğu gibi bir insan olmak yerine, yalancı, korkak ve bunlardan kaynaklanan nedenlerle huzursuz ve kendisini değersiz hisseden, suçlu olduğunu düşünen ve bütün yaşamını suçlarını-yalanın gizleyebilmek çabası üzerine kuran birey olmanın, tek çıkar çözüm olarak kabul edilmesi/
  • Sonuç olarak toplumun, gerçekten var olana/ gerçekten içten ve samimi olanlara göre değil, yalanlara, “mış gibi” yaparak kuran bireysel yaşamlara göre oluşmasının yaygınlaşması ve sürdürülmesi. Toplumun açıklık, saydamlık, birbirine güven ve dürüstlük, yalan söylememe, güçlü bir öz güvene sahiplik gibi temel değerlere göre değil, kandırmacanın ve bunun sorgulanmaksızın kabul gördüğü bir yaşam ortamının normalleşmesi/
  • Toplumdaki bireylerin birçok nedenle kendisini sürekli olarak “suçlu” hissetmesi, suçluluk duygusu içinde yaşamaya mahkum olması, iktidar ideolojisinin kendisi için öngördüklerinin dışında kalan bazı düşünceler/ düşler aklından geçmişse bile, bu suçundan ötürü devlet-otorite tarafından yakalanabileceği, sorgulanabileceği, cezalandırılabileceği korkusu içinde yaşamak zorunda olması,

Talep 3:  İtaatin, demokrasiye ve özgürlüklere tercih edilmesi
  • Kendi gerçeğine ve doğrusuna, doğasına göre değil, çoğunluğun veya topluma egemen olmuş büyük otoritenin kurallarına göre yaşamayı kabul etmesi, buna baş eğmesi ve kendi kimliğini gizleyerek, çoğunluğun direktifleri dayatmasına izin vermesi/ itaat etmesi/ itaatkar, korkak ve kimliksiz olmayı kabul etmesi/
  • Soru sormak, eleştirmek ve çevresine düşüncelerini/ düşlerini açıklıkla ve samimi olarak anlatabilmek, öneri geliştirmek, başka bir dünya/ yaşam biçimi ve değerler oluşumu, yaratıcı ve özgün bir biçimde akıl yürütebilmek ve davranabilmek haklarının tamamen kendisinden kopartılmış olduğunu ya da iğdiş edilmiş olduğunun kabullenilmesi. Otoritenin onaylayabilecekleri dışında bir yaratıcılığın ve yenileşmenin olanaksız hale gelmesi/
  • Kamusal alanda veya kendi toplumsal çevresinde gerçekten farklı ve özgün düşünceler üzerinden (agonistik) bir tartışmanın, ne kahvelerde-sokakta, ne de akademik ortamda, entelektüellerin dünyasında yapılamayacağı/ yapılmaması gerektiği düşüncesinin içselleştirilmesi/
  • Etik bir ilkenin (ne bireysel olarak ne de toplumsal olarak) geliştirilememesi, bunun yerine devletin (ya da inanç sisteminin) doğrularının, tek geçerli norm olarak dayatılabilmesi/
  • Hiç kimsenin özgürlüklerden ve demokrasiden söz etmemesi, eşitlik ve ayrımcılığa uğramama/ dışlanmama talebinde bulunmaması, hiçbir kentlinin kendi özgün düşüncesini ya da kolektif kimliğini otorite karşısında açıkça ve doğrudan ifade edilebileceği inancında ve cesaretinde olmaması ya da bu inancını hemen kaybetmesi gerektiğini kabul etmesi/
  • Kendi kimliğini ve düşüncesini ezdirebilen, ideolojik otoritenin ona bildirdiği doğruların ve normların dışına çıkabileceği düşünü kuramayan/ umutsuz ve bu nedenlerle kendisini değersiz, küçük ve suçlu hisseden bireylerden oluşan bir toplumsal yaşamın, tek kabul edilir politik tercih olduğuna iman etmesi. Bu nedenle de, devletin her bireyi daha kolay suçlayabilmesi ve suçlu ilan etmesi üzerinden gelişecek bir hukukun engelsiz kurulabilmesi…

*

Belki bu dünyayı düşünmeye devam ettikçe yukarıda sayılmamış boyutlar ve özellikler bulmayı sürdürebiliriz, ama buna ne gerek var? Nazi Almanya’sına ya da Faşist İtalya’sına bir göz atmak, bu döneme dair bir film izlemek ya da roman okumak, okumuş-görmüş olduklarımızı anımsamak yeterli değil mi?

Nazi dönemi Almanya’sının filmlerini anımsıyorsunuz değil mi? Kentler oldukça temiz, disiplinli ve düzenliydi, ama kafeleri ne kadar keyifliydi, kentsel yaşamda kültürel düşüncenin ne kadarı gerçekleşiyordu? Tiyatrolarında hangi oyunlar oynanıyordu, sergilerde/ galerilerde hangi ressamlar yer alabiliyordu ya da almıyordu, kitapçı raflarında kimlerin kitabı bulunuyordu, mizah var mıydı, toplum ne kadar gülüyordu? İçten bir gülüş, “gay/ neşeli” bir yaşam hayali, o kentsel yaşamların neresindeydi?

Korku neredeydi?

İçtenlik ve sevgi neredeydi?

Özgürlük neredeydi? Hukuk? Eşitlik?

Acaba Saraçhane mitingine katılanlar, 1930’lar Almanya’sının kentlerinde yaşamayı tercih ederler miydi?

 

Gomidas’ın peşinde Erivan

İzlenim/fotoğraflar: Gürcan ÖZTÜRK

*

“Şarkıları dinlerken hikayeleri gördüm, her hikayede beni buldum.
Kendimin okulu oldum duyduğum her ezgide.
Her ağacın bir adı varmış, her insanın bir şarkısı.”

Gomidas Vartabed, Osmanlı döneminde Kütahya’da dünyaya gelmiş, yolu Eçmiyadzin, İstanbul, Berlin ve Paris’e düşmüş; Ermeni, Anadolu ve dünya kültürüne derin izler bırakmış, müzikolog, besteci ve koro şefi bir rahip. Hem Anadolu’yu hem “Müzik Kutusu” dediği Ermenistan’ı çok iyi tanıyan, ilhamını bu topraklardan alan, “sesinin duyulduğu her yer deniz kıyısı olan” bu özel sesin, Gomidas’ın yolculuğu birçok trajik hikâyeyle şekilleniyor.

Yolcu Tiyatro‘nun oyunu “Gomidas”, geçen sezon  Surp Vortvots Vorodman Kilisesi’nde  kapalı gişe oynamış ve büyük ilgi görmüştü. Oyunda, 1915’te Ermeni aydınlarla birlikte İstanbul’dan sürülüşünün ardından hayatının son 18 yılını sessizliğe gömülerek geçirdiği akıl hastanesinde, yakın arkadaşının ona miras bıraktığı hayalî koyunun peşinden seslenerek kendi hayat hikâyesinde sıra dışı bir yolculuğa çıkartıyor seyirciyi. Hikâyeyi Gomidas’ın ağzından dinlerken 40 kişilik topluluğuyla Lusavoriç Korosu karaktere eşlik ediyor. Türkçe ve Fransızca sahnelenen oyunda seyirci dilediği versiyonu seçebiliyor.

Oyunun yazarı ve yönetmeni, Ahmet Sami Özbudak, süpervizörü Ersin Umut Güler, oyuncusu ise Fehmi Karaarslan.  Müziklerini, Hagop Mamigonyan şefliğinde Lusaroviç Korosu seslendiriyor.

Yerevan’da Türk olmak

“Gomidas” şimdi de “Müzik Kutusu”nda; Ermenistan’da… İki ülke toplumları arasındaki ilişkilerin normalleşmesine katkı sunmak için Hrant Dink Vakfı tarafından Avrupa Birliği’nin finansal desteği ile yürütülen Ermenistan-Türkiye normalleşme programı kapsamında vakıf, Yolcu Tiyatro’nun Gomidas oyununun başkent Erivan’da sahnelenmesine destek oldu.

Erivan’da bir Türk olmak enteresan bir deneyimdi. Yolcu Tiyatro ekibi, Ermeni, Türk, Kürt vs. etnik kökenlerden gelen oyunculardan oluşan bir grup… Havalimanında, pasaport kontrol noktasında başlayan bir gerilimle  başladık güne. Absürt sorular: “Neden geldin, nerede kalacaksın, kaç gün kalacaksın?

Kontrolü atlatınca girebildiğimiz şehir, 1980’lerde kalmış öylece. Tipik bir Sovyet kenti… Arkadaşım Ulaş Beşoklar ile her sabah 7’de fotoğraf çekmeye çıktım. Güzel parklar, geniş kaldırımlar, oldukça estetik taş mimariye sahip caddeler, heykeller… Sokaklardaki adım başı çeşmelerine bayıldım, kana kana su içtim. Ne kadar güzel bir su. Ararat isimli konyaklarıyla da aşk yaşadım. Kafası bir güzel bir güzel… Bir şehrin suyu güzelse, her şeyi güzel oluyor…

Ermenistan’ın toplam nüfusu 3.5 milyon ve 1.5 milyon Ermeni başkentte  yaşıyor. Küçük ve fakir bir ülke, bu yüzden de dış göç yaşanıyor. Azerbeycan Savaşı’nda binlerce genç ölmüş ve büyük bir hüzün var kentin üzerine çöken.. Üstelik son bir yılda, Rusya- Ukrayna savaşından kaçan 199 bin Rus nedeniyle fiyatlar da artmış…

Yolcu tiyatro grubuyla, Gomidas’ın mezarını ve müzesini ziyaret ettik. Onun için ve bize bıraktıkları için dua ettim ve teşekkür ettim.

İki akşam sahnelendi oyun. İnanılmaz bir ruh hali ve etkileyici bir deneyimdi. İzleyiciler oyun bitince alkış yağmuruna tuttu ekibi, ağlayanlar oldu. Gomidas’ı Fransızca oynayan Fehmi o kadar büyüleyiciydi ki, oyunu izlemeye gelenler, onun bir Türk olduğuna inanmadı, inanamadı… Gomidas Erivan’daydı…

Oyunun ardından Yolcu Tiyatro ve koro ekibini İstanbul‘a uğurladık. Bir küçük ekip olarak şehri keşfetmeye, yaşamaya devam ettik… Antik kentlerini, tarihi kiliselerini… Ve hatta Sevan Gölü‘nde yüzdük.

Bir kilisede fotoğraf çekiyordum, bir din adamı ile göz göze geldik:

– Nerelisin?
– İstanbul
– İstanbul Ermenisi misin?
– Hayır Türküm
– Ne için geldin?
– Gomidas için
– Gomidas?
– Evet Gomidas… Dün onu izledim.
– ???
-Dur hatta sana Gomidas’ı getireyim…

Koştum kilisenin bahçesine, Fehmi’ye seslendim. Geldi kiliseye. Din adamı boş ve şaşırmış gözlerle bize bakıyordu.

– Sen Gomidas mısın?
– Evet, dedi Fehmi…
– Ermeni misin?
– Hayır, Türküm…
– Bayraktar… dedi, din adamı…

Muhabbet bitti…

Sınıra gittik, tüm ihtişamıyla dünyayı seyreden Ağrı’yı (Ararat) biz de seyre daldık. Ardından Khor Virap Manastırı’na çıktık.

Sınır ötesinde Türkiye toprakları ve köyleri… Bu sınır, kuşlar için geçerli değil, bulutlar için geçerli değil, güneş ışıkları için geçerli değil, rüzgarlar için geçerli değil. Sadece ve sadece budala insanlar için geçerli.

Sınırların ve savaşların olmadığı bir dünya dileğiyle…

 

Yeni kutsallar

Her on kasımda saat dokuzu beş geçe esas duruşa çağıran ile her gün beş vakit secde etmeye davet eden düşünme ve yaşama biçimleri omnicide’ye [= tüm kırım’a (= yok oluş’a)] kayıtlıdır.

Her iki yaşama biçimini seçenler de pan-kapitalizmin gönüllü müşterileri, pan-insanlığın aktif yapıcılarıdır.

Kutsal bayrakları “kredi kartı”, kutsal kitapları “hesap ekstresi”, kutsal sanatları “gökdelenler”, kutsal tapınakları ise AVM’lerdir.

Yeni bir başlangıca ihtiyacımız var

Pan-insanlığın ve pan-kapitalizmin en önemli ve en tahripkâr özelliği ise her canlı türüne eşit uzak ve yakınlıkta olan bir “kamu”dan hiçbir şekilde söz etmemesidir.

Bu yüzden, hareketli ve hareketsiz canlı türlerinin yanı sıra kayalarla da kendisini eşdeğer kabul eden, kamunun bu doğrultuda yeniden tanımlanmasını ve tanzim edilmesini savunan yeni bir yaşama biçimine, yeni bir başlangıca ihtiyacımız vardır.

Her tür ahlak, adalet, felsefe, siyaset, ev ve şehir yapma biçimleri, üretim→tüketim ve paylaşma önerileri bu “kamu suçu”nu dikkate alarak yeniden düzenlenmelidir. [1]

*

[1] Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlanacak olan ‘Çok Kalpli Asi’ adlı deneme kitabından bir bölüm.

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Rickie ve Henri: Bir mutlu son hikayesi

Rickie ve Henri, yaşanan bir olaydan uyarlanmış gerçek bir hikaye… Şöyle ki, maalesef kaçak avcılık ve yaşam alanlarının azalması, birçok hayvan gibi şempanzelerin de neslini tehdit ediyor. 1900’lerde doğal hayatta yaşamını sürdüren 1 milyon şempanzenin olduğu tahmin edilirken, bugün ne yazık ki bu rakam 340.000’a kadar düşmüş durumda.

Ama bu trajik duruma müdahale edenler de var.  Dr. Jane Goodall, uzun yıllardır şempanzelerin doğal yaşam alanlarının korunması ve onların hayatlarını kurtarma alanlarında emek veriyor. 1977’de bu amaçla Jane Goodal Enstitüsünü kuruyor. Enstitü bugün halen ayakta ve doğanın korunması, yaşam alanlarından koparılan şempanzelere yardım etmek, onlara güvenli yaşam alanları sağlamak konularında çalışıyor.

Bir canlıya dokunmak bile çok şeyi değiştirir

Türümüzün doğaya ve insan-dışı hayvanlara verdiği zararlar saymakla bitmez. Bu acı tablo karşısında vicdanı olan herkesin umuda ekmek kadar, su kadar ihtiyacı var. İşte Dr. Goodall, sadece bir canlının hayatına bile dokunmanın ne çok anlam ifade edebileceğini, ne çok şeyi değiştireceğini, umudu dürtebileceğini çok iyi biliyor. Kitabımız “Rickie ve Henri” de, hikayesi mutlu sonla biten şempanze Rickie’nin ve onun en iyi arkadaşı köpek Henri’nin hikayesini anlatıyor.

Rickie, ormanda annesi ve türünün diğer üyeleriyle mutlu biçimde yaşarken, daha bebekken, annesi bir kaçak avcının kurşunuyla ölüyor ve o daha ne olup bittiğini anlamadan hayvan pazarında satılmak üzere bir kafese tıkılıyor. Burada karşısına çıkan iyi yürekli bir adam ise onu oradan kurtarıyor ve ona yeni bir aile sağlıyor. Yeni ailesinde köpek Henri, Rickie’nin en iyi arkadaşı oluyor.

Hikayenin devamını anlatmayayım. “Rickie ve Henri’nin hikayelerinin nasıl bittiğini merak ediyorsanız, bu yüreğimizi önce acıtan, sonra ısıtan kitabı okuyun derim. Ne demiş, Nazım Hikmet,Yine de İyimserlik” şiirinde?

“Kardeşim,
 Sonu tatlıya bağlanan kitaplar yollayın bana
Onların dediği çıkacak
Eninde de, sonunda da…”

Bu yazıyı mutlu sonlara ithaf ederken, burada uzun uzun anlatamayacağım kötü koşullardan kurtardığımız ve şimdi mutlu bir aile olduğumuz kedilerim Misket, Umut ve Güneş’e armağan ediyorum.

Güzel günlere, mutlu sonlara, mucizeleri yaratanlara…

Künye

Yazan: Jane Goodall
Resimleyen: Alan Marks
Çeviren: Sima Özkan
Yayınevi: Bir Kitap Yolla

 

Çevre Bakanlığı ve Sinpaş ne hak dinliyor ne hukuk: Yargı süreci bitmeden ÇED için başvuru yapıldı

Muğla 3. İdare Mahkemesi’nin ‘ÇED gerekli değildir’ kararını iptal etmesinden sonra inşaatın mühürlenmesine rağmen, Muğla‘nın Marmaris ilçesinde inşaat çalışmalarına hukuksuzca devam eden Sinpaş Kızılbük GYO bugün başka bir yasadışı uygulamaya imza attı.

Yargı sürecinin tamamlanmasını beklemesi gereken şirket, ÇED raporu almak için alelacele harekete geçti. Şirketin talebi üzerine bugün Marmaris’te Çevre ve Şehircilik Bakanlığı‘nca ÇED sürecine halkın katılımı toplantısı düzenlendi.

Sinpaş, Kızılbük davasını kaybetti: ‘ÇED gerekli değildir’ kararı iptal edildi
Sinpaş’a Danıştay’dan ret: Devlete karşı toprağı savunuyoruz
Sinpaş’ın mühürlü inşaatında gece faaliyetleri: Aktivistler suç duyurusunda bulundu
‣ Çevre aktivistlerinden Sinpaş’a izin veren Marmaris Belediyesi hakkında suç duyurusu

Halk yerine inşaatta çalışan işçiler ‘bilgilendirildi’

Uzun süredir şirkete karşı mücadele veren Marmaris Kent Konseyi ve Ekolojik Mücadele Komitesi’nin çağrısıyla toplantı salonuna gelen Marmarisliler şirketin inşaatta çalışan işçileri araçlarla toplantı yerine taşımış olduğunu gördüler. Bakanlık temsilcilerinin toplantıyı açtığını duyurmasının ardından söz isteyen vatandaşlar dava sürecinin tamamlanmadığını, Danıştay’da karar aşamasında olduğunu, bu nedenle toplantı yapmanın usule aykırı olduğunu dile getirdi.

Bölge halkı, bilirkişi raporlarının ve yargının “ekoyıkım” kararı verdiği bir projeyi ÇED sürecine sokmakla bakanlığın suç işlediğini, halk katılım toplantısı üzerinden bu suça meşruiyet kazandırılamayacağını, suç üzerine kurulu bir ÇED sürecinin işletilemeyeceğini kaydetti.

Marmaris yanarken Sinpaş GYO’nun inşaatına devam edildi
Marmarisliler görüntülerle kanıtladı: Belediye ve Sinpaş’ın ‘sürmüyor’ dediği inşaat sürüyor
Marmaris’te ‘Yettin gari Sinpaş’ buluşması: Milli Park girişine polis barikatı

Toplantıya katılan Marmarisliler, ayrıca toplantı düzenin eşitlik ilkesine aykırı olduğunu belirterek, tarafsız olması gereken bakanlık yetkililerinin, firma temsilcileri ile birlikte sahnede oturarak halkın üzerinde tahakküm kuran bir pozisyonda toplantıyı yürütmesine itiraz etti. Katılımcıların salona kolluk güçlerince tek tek aranarak ve dışarıda bekletilerek alınmasına karşın, firma yetkililerinin salonda önceden gelip oturmuş olmaları da ÇED sürecinin tarafsızlığının sekteye uğratma olarak değerlendirildi.

 

Marmarisliler’in yoğun protesto ve itirazları devam ederken şirket yetkilisi tarafından dolaştırılan ve yalnızca işçilere imzalattırılan kağıtla bakanlık yetkililerinin tutanak düzenlediğinin fark edilmesi üzerine vatandaşlar tutanağın bir kopyasının kendilerine verilmesini, itirazlarının tutanağa geçirilmesini istedi.  Ancak bakanlık temsilcileri tutanağı vermeyip, şirket yetkilileriyle birlikte, aynı kapıdan salonu terk etti.

Kolluk güçleri ise şirket avukat ve yetkililerinin, bakanlık yetkililerin yanına gitmesine izin verirken ekoloji avukatlarının duruma tanıklık edip tutanağın bir kopyasını almalarını engelledi.

Toplantı binasının önünde bir araya gelen yurttaşlar, durumla ilgili olarak Marmaris Kent Konseyi Başkanı Ufuk Beytekin tarafından okunan ve mücadelenin süreceğine vurgu yapan basın açıklamasının ardından alandan ayrıldı. Şirket çalışanı isçiler de toplantı yerine getirildikleri araçlarla inşaat alanına geri döndü.

 

İPM: Türkiye, Ulusal Katkı Beyanı’nda bu kez iddialı olmalı ve 2030 için mutlak azaltım sözü vermeli

İstanbul Politikalar Merkezi (İPM), Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) ve İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) ortak deklarasyonunda, Kasım ayında gerçekleşecek 27’inci BM İklim Konferansı (COP27) öncesinde Türkiye’nin sunmaya söz verdiği güncellenmiş Ulusal Katkı Beyanı’nı ve 2053 net-sıfır kararına uygun olarak mutlak azaltım hedefiyle hazırlaması gerektiğini hatırlattı.

Paris İklim Anlaşması‘na taraf olmasının ardından düzenlenen İklim Şûrası’nın hemen öncesinde,  Türkiye’nin en geç 2035’e kadar kömürden çıkması taleplerini sunduklarının altını çizen kuruluşlar, açıklamalarında şu bulgulara dikkat çekti:

“Bugün izlenecek iddialı iklim politikaları yüksek teknolojili sanayi gelişimi, yeni ve insana yaraşır istihdam yaratma, sağlık ve gıda krizlerine çözüm ve enflasyonla mücadele gibi günümüzün en kritik sorunlarına cevap verecek niteliktedir.

AB’nin 2030 ve 2050 hedeflerine yönelik uygulamaya koyduğu Avrupa Yeşil
Mutabakatı bir aday ülke ve Gümrük Birliği ortağı olarak Türkiye’yi yakından ilgilendirmekte ve etkilemektedir. ”

Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizmasının yakın vadede uygulamaya konulacak olması Türkiye’nin karbon yoğun sektörlerdeki yeşil dönüşümünü hızlandırmasını gerektiren bir gelişmedir.

“Düşük karbonlu ekonomiye geçiş Yeşil Mutabakat gibi artık dış ticaret üzerinden gelen tehditler karşısında Türkiye’yi dayanıklı hale getirecek, rekabetçiliğini kaybetmeden küresel değer zincirleri içerisinde yerini korumasını ve hatta geliştirerek güçlendirmesini sağlayacaktır.

“Dünya Bankası’nın Ülke İklim ve Kalkınma Raporu,  net-sıfır patikasının Türkiye’ye 2022-2030 yılları arasında 15 milyar dolar (yıllık ortalama 2 milyar dolar) net ekonomik fayda sağlarken 2040’a kadar uzayan net faydanın 146 milyar dolara (yıllık ortalama 8 milyar dolara) kadar çıkabileceğini ortaya koymaktadır.”

Net-sıfır hedefiyle uyumlu politikaların faydaları, yakın vadede bile maliyetlerin üzerinde kalıyor.

Uzun vadede ise elde edilecek net fayda da artıyor.

Net-sıfır hedefi, yüksek teknolojili yatırımı ve nitelikli istihdamı beraberinde getirecek

Yakın zamanda yayımlanan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) çalışmasına göre Türkiye’de enerji verimliliği, elektrik şebekesi, rüzgâr ve güneş enerjisi alanında ilave yatırımların 2030’a kadar GSYH’da yıllık 8 milyar dolar ek katkı ve 300 bin ilave istihdam yaratmanın mümkün olduğu hatırlatılan açıklama şöyle devam etti:

“Kömürden çıkışı öngörmeyen, yalnızca yeni elektrik talebinin yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği ile karşılanacağını varsayan bu çalışmanın sonuçları 2053 hedefi doğrultusunda atılması elzem olan kömürden çıkış adımıyla birlikte ele alındığında söz konusu alanlardaki kazanımların
daha yüksek olabileceği düşünülebilir.

Ancak bu kazanımlara bakılırken bazı bölgelerin, sektörlerin ve mesleklerin istihdam kaybı riski altında bulunduğunu ve bu riskleri bertaraf edebilmek için ciddi bir planlama yapılarak adil geçişi sağlamak gerektiği de unutulmamalıdır.”

İddialı bir iklim hedefi ile enerjide dışa bağımlılık azaltılabilir

Türkiye’nin petrol, doğal gaz, kömür gibi fosil yakıtlardan kaynaklanan ithalat oranının yüzde 78 seviyesinde olduğu hatırlatan açıklamada, net-sıfır hedefi ile uyumlu bir patikada enerji arz güvenliğini tehlikeye atmadan artırılacak yenilenebilir enerji payının, enerjide ithalat bağımlılığını kırmada en önemli adım olacağı belirtildi:

“Çalışmalar, elektrik sektöründen başlayarak ulaştırma, sanayi ve binalar sektörlerindeki elektrifikasyon, enerji verimliliği ve yenilenebilir enerjiye geçiş önlemleriyle (hidroelektrik enerjisi hariç) yenilenebilir enerji payının bugünkü yüzde 19 seviyesinden 2030’da yüzde 50’ye, 2050’de ise yüzde 75’e çıkarmanın mümkün olduğunu göstermektedir.”

 

Orman ve milli parklara lüks çadır tesisleri izni

Kültür ve Turizm Bakanlığınca Resmi Gazete’de bugün ‘Lüks çadır tesisleri nitelikler’ yönetmeliği yayımlandı. Yönetmelik kapsamında , orman vasıflı olanlar dâhil Hazine taşınmazları ile tescili mümkün olan devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerde, lüks çadır tesisleri yapılmasının önü açıldı.

Yönetmeliğe göre söz konusu yerler lüks çadır’ tesislerine 20 yılı geçmemek kaydıyla kiralanabilecek.

Ormana yapılabilir ama ağaç kesilemez…

Düzenlemeye göre; tesislerin kurulumunda ağaç kesilmemesi esas alınacak. Yönetmelikte ayrıca alanın doğal dokusuna aykırılık teşkil edecek şekilde peyzaj düzenlemesi yapılmayacağı belirtildi.

Öte yandan tesislerin, orman alanlarında yapılması durumunda ağaç rölöve planının da hazırlanması zorunlu tutulacak.  Lüks çadır tesislerinin faaliyette bulunabilmesi için Bakanlıktan turizm işletmesi belgesi alınması zorunlu tutuluyor.

Çevre düzenlemelerinde beton, çimento, tuğla, seramik, plastik ve asfalt kullanılamayacağı belirtilen yönetmelikte açık alanda kullanılan ekipmanların ahşap ve/veya metal malzeme olması isteniyor.

Tesis genelinde kullanılacak her türlü temizlik malzemesinin ise (yüzey temizleyiciler, bulaşık deterjanı, şampuan ve duş jelleri ve benzeri) ve tesisten atık olarak çıkacak her türlü malzeme (ambalaj, saklama kapları, çöp poşeti ve benzeri) doğada biyolojik olarak parçalanabilir ve çevre dostu olması gerekliliği aranıyor.

Tesislerde müşteri yatak kapasitesinin en az yüzde 50’sine denk gelen sayıda personel istihdamı bulunması da zorunlu tutuluyor.

Milli park ve tabiat parkları da etkilenecek

Öte yandan lüks çadır tesislerinin özel mülkiyette yapılabilmesi için yerleşim tasarım ve yönetim planlarının yanı sıra ilgili mevzuat uyarınca imar planlarının da onaylanması zorunlu.

Bu tesislerin milli park, tabiat parkı ile 21/7/1983 tarihli ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu kapsamında bulunan sit alanları içerisinde yer alması durumunda, ilgili kurum, kurul ve komisyonların olumlu görüşü alınması, bununla birlikte yerleşim tasarım ve yönetim planının yanı sıra 2863 sayılı Kanun ve ilgili yönetmelikleri uyarınca koruma amaçlı imar planı yapılması da zorunlu tutuluyor.

Lüks çadır tesisleri nedir?

Bakanlığın tanımına göre lüks çadır şu şekilde ifade ediliyor:

“Doğada lüks ve konforlu konaklama imkânı sunan, temelsiz ahşap platform üzerine, doğal ışık alacak şekilde düzenlenen, doğa ve hava etkilerine karşı korunaklı, ilgili akreditasyon kuruluşlarından sertifika almış yangına dayanıklı, ses ve su geçirmeyen çadır malzemesi kullanılan, nitelikli tefriş dekorasyon malzemeleri kullanılan bez çadırlar, bell tent, yurt, domme, bubble, safari çadırı, çatısı açılabilen ya da yarı açık çadırlar.”

Lüks çadır tesislerinin tanımında ise “Yerleşim tasarım ve yönetim planı ile koşulları belirlenen, doğal çevre ile uyumlu, doğal peyzajların çeşitli ve yenilikçi bir şekilde değerlendirildiği, kalıcı yapı içermeyen, temelsiz, gerekli güvenlik tedbirleri alınan iyi donanımlı geçici lüks çadırlarda gelişmiş hizmet sunan, aralarında en az yirmi metre mesafe bırakılmak koşulu ile en fazla kırk dokuz konaklama ünitesi içeren tesisleri” ifadeleri kullanılıyor.

Eylül ayının henüz ilk haftalarında Grönland’daki buzullar rekor düzeyde eridi

NASA ve Amerikan Ulusal Kar ve Buz Veri Merkezi (NSIDC) verilerine göre bu yıl Eylül ayının ilk günlerinde Grönland‘daki buzullarda  daha önce eylül ayında görülmemiş boyutta erime gerçekleşti.

Atlas Okyanusu ile Arktik Okyanusu arasında yer alan Grönland’daki buzulların erime süreci normal koşullarda Mayıs ayında başlayıp Eylül’de duruyor, ancak bu yılın eylül ayında olağan dışı bir durum yaşandı.

3 Eylül’de buz tabakasının 592 bin kilometrekaresinde erime meydana geldi.

Bu, 2022’deki ikinci en büyük ve kayıtların tutulmaya başlanmasından bu yana herhangi bir eylül ayı için kaydedilmiş en büyük erime.

Bu büyüklükteki erime olayları eylül ayında pek olası değildir, çünkü mevsimsel sıcaklıklar genellikle güneş ışığı saatleri azaldıkça düşer.

Bu yoğunlukta bir erimenin benzerinin daha önce görülmediği belirtilen NSIDC raporunda, normalde yaz ortasında gözlemlenen erimenin eylül ayında yaşandığına vurgu yapıldı:

“2 ile 5 Eylül tarihleri arasında Grönland’da bir geç sezon sıcak dalgası ve erime olayı meydana geldi. Erime, 3 Eylül’de zirveye ulaştığında, buz tabakasının yüzde 36’sına tekabül eden 600 bin kilometrekaresinde yüzey erimesi gerçekleşmişti.”

Ciddi bir iklim değişikliği uyarısı

Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş, Antarktika’dan sonraki en büyük buzul kütlesi olan Grönland’da eylül ayının ilk günlerinde yaşanan rekor seviyedeki buzul erimesinin, ciddi bir iklim değişikliği uyarısı olduğunu ve pek çok ardışık olayla ilişkili olduğunu söyledi:

“Uzun zamandan beri Arktik bölgede ve Grönland’da kışın bile uzun süreli ortalamalardan yaklaşık 10, 15, 20 derece daha sıcak günlerin olduğu kayıtlara geçiyor. Bu sene eylül ayında yine rekor sıcaklıklar kaydedildi. Bunlar küresel ısınmanın daha ciddi yansımaları.”

Türkeş ayrıca, insan kaynaklı iklim değişikliği nedeniyle özellikle son 45-50 yıllık dönemde dünyadaki tüm buz kütlelerinin ve kalıcı kar örtülerinin eriyerek alansal ve hacimsel olarak küçüldüğünü de hatırlattı.

“Bu sene Kuzeybatı Afrika’dan başlayan, Batı Avrupa’yı, Arktik bölgenin bir bölümünü ve Grönland’ı da içeren bölgede sıcak bir yaz yaşandı. Bu beklenmedik bir erime ve ciddi bir iklim değişikliği uyarısı. Yaklaşık 40-45 yıllık dönemde Grönland buz kalkanı dahil Arktik buzul alanlarında kar-buz oluşum ve erime dengesi bozuldu ve tutan buzdan daha fazla buz kaybı gerçekleşti.”

Avrupa’daki sıcak dalgaları buzulları da etkledi

Özellikle bu yaz Avrupa kıtasında hissedilen sıcak dalgalarının olduğunu Arktik bölgesini de etkilediğini anlatan Türkeş şöyle devam etti:

“Gelecekte sadece ortalama sıcaklıklar değil, en yüksek ve en düşük hava sıcaklıkları ve yanı sıra sıcak hava dalgalarının sıklığı, şiddeti, süresi ve etki alanı artacak. Tabi kar-buz, buzul, permafrost, göl ve deniz buzlarında yaşanacak erime nedeniyle aslında ortalama deniz düzeyindeki yükselme, kıyısal taşkın ve erozyon, deniz ısı dalgaları, okyanus asitliği, önümüzdeki dönemde giderek daha fazla kendini hissettirecektir.”

Tüm buzullar eridiğinde…
İklim krizi: Hedefler gerçekleştirilirse dünyanın en büyük buz tabakası kurtarılabilir

Toplumsal ve ekonomik sonuçları da olabilir

Türkeş, bu sıcaklık artışının Arktik bölgedeki ekosistem, biyoçeşitlilik ve insanlar üzerinde de etkilerini şöyle anlattı:

“Daha sıcak su demek, okyanuslarda daha fazla karbondioksit birikmesi, okyanus asidinin artması demek. Daha az mikroorganizma, daha az mikro algler, fitoplanktonlar ve dolayısıyla oradaki beslenme zincirinin bozulması ve balıkçılığın zayıflaması anlamına geliyor. Arktik bölgede ve Grönland’da görülen olumsuz etkilerin toplumsal ve ekonomik sonuçları da olabilir.

Konu artık iklimden çıkıyor. Sosyo-ekonomik ve diğer doğal sistemler üzerindeki olumsuz etkilere dönüşüyor.

Ne yazık ki doğada sistem hiçbir zaman kendini bir yılda telafi edemiyor, çünkü yaşananlar birkaç yılın sonucu.

Grönland’ın ve Arktik bölgedeki deniz buzu kütle kayıplarının alansal ve hacimsel olarak toparlanması için ardışık birkaç yıllık görece soğuk ve yağışlı koşulların ortaya çıkması gerektiğini söyleyen Türkeş, sözlerini şöyle tamamladı:

“Öyle görünüyor ki bir süre daha o bölgeler uzun süreli ortalamalara göre çok daha sıcak olacak. Bu kötü bir haber.”

 

 

Boğaziçi direnişinde 628’inci gün: Endişeliyiz

Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleri, bugün de atanmış rektör ve üniversite yönetimine karşı 628’inci kez bir araya geldi. Direnişlerini sürdüren akademisyenler 424’üncü kez rektörlük binasına sırt çevirdi.

Akademisyenler nöbet boyunca ellerinde “Kabul Etmiyoruz”, “Vazgeçmiyoruz” ve “Özerk, Özgür, Demokratik Üniversite” yazan dövizler taşıdılar. Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleri nöbetlerinin ardından haftanın her son iş gününde olduğu gibi haftalık açıklamalarını okudular:

‘Endişeliyiz’

“Yeni bir öğretim yılına başlamanın ve öğrencilerimizle buluşacak olmanın heyecanı içindeyiz. Ancak kayyım yönetiminin tepeden inme ve keyfi kararlarının, öğrencilerin öğrenim hayatlarını da olumsuz yönde etkilediğine şahit olmak bu heyecanımızı gölgeliyor.

Endişeliyiz. Dün, önümüzdeki hafta başlayacak olan derslere kaydolmak isteyen öğrenciler, almayı arzuladıkları birçok dersin açılmadığını, açılan derslerinse bu dersler için belirlenmiş kotaların ve tahsis edilmiş derslik kapasitelerinin çok üzerinde bir doluluğa ulaştıkları gerçeği ile karşılaştılar. Ders kayıtlarının ilk gününde yüzlerce öğrencinin mağdur olmasına yol açan bu kaotik durumun tek sorumlusu, emekli ve yarı-zamanlı çalışan hocalarımızın derslerini mesnetsiz gerekçelerle iptal eden ve bu kararların beraberinde getireceği sonuçları umursamayan kayyım yönetimidir.

Boğaziçi’nde barınma krizi

Endişeli olduğumuz bir diğer konu da yeni öğrencilerimizi ve ailelerini büyük bir belirsizliğe sürükleyen yurt ve barınma krizi. Üniversitemizde haftalardır devam etmekte olan yurt krizinin hala bir çözüme ulaşmadığını üzülerek gözlemliyoruz. Yönetim şehir dışından gelecek hazırlık öğrencilerinin tamamına yurt sağlayabilmiş değil. Öğrencilere verilen bilgiler tutarsız ve şeffaflıktan uzak.

Yönetim, öğrencilerin yurtlara yerleştirilme kararını kayıtlara 24 saatten az bir süre önce açıkladı. Tepeden inme kararlarla üniversiteyi yönetmeye çalışan kayyım rektörlüğün kurumsal kapasiteyi yok ederek yarattığı bu kriz, öğrencilerin hayati önceliklerini göz ardı ederek yeni mağduriyetlere yol açıyor.

Fotoğraf: Emre Uğur

‘Liyakat esaslı olmayan görevlendirmeler yaygınlaşıyor’

Atandığı ilk günden beri kayyım idaresinin temel hedefinin akademik ve idari kadrolaşma olduğunu biliyoruz. İdari personele yönelik tasarruflarında giderek hasmane bir tutum alan yönetim, eski idari kadroları tasfiye etmekte ve onlarca yeni personeli işe almaktadır. Bu çerçevede personel alımlarında ve terfilerde kayırmacılığın ve keyfiliğin arttığını, liyakat esaslı olmayan görevlendirmelerin yaygınlaştığını gözlemliyoruz. Bu uygulamaların sonucu tecrübeli ve işinin ehli birçok personel alternatif iş olanakları ararken, bir yandan da endişe ve misliyle artan iş yükü altında görevlerini yapmaya çalışmakta.

Şeffaflık ve liyakat ilkelerini hiçe sayan, siyasi saiklerle yürütülen ve kurumumuzu yıkıma sürükleyen bu kadrolaşma çabalarını kamuoyunun dikkatine sunuyoruz.

‘Üniversitedeki gayrimeşru uygulamalar bir an önce sona ermeli’

Üniversitemizdeki tüm fakülte dekanları, enstitü müdürleri ve yüksek okul müdürü seçimle göreve gelmeli ve seçilmiş kurullarla denetlenebilmelidir.

Şeffaf ve demokratik yollardan belirlediğimiz ve haksızca işlerine son verilen dekanlarımız ve enstitü müdürümüz bir an önce görevlerine iade edilmelidir.

Atama ve yükseltme kriterleri hiçe sayılarak, bölüm, fakülte ve enstitülerin onayı alınmadan, tepeden inme kararlarla yapılan tüm atamalar gayrimeşrudur, geri alınmalıdır.

İşlevsizleştirilen Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi ve Cinsel Tacizi Önleme Koordinatörlüğü işinin ehli çalışanlarıyla birlikte bir an önce tekrar faal hâle getirilmelidir.

Gayrimeşru yönetim tarafından gerekçesiz şekilde el konulan İstanbul Matematiksel Bilimler Merkezi binası eski işlevine kavuşturulmalı, yeniden araştırmacıların kullanımına sunulmalıdır.

Naci İnci ve yönetimi ile bugüne kadar hukuksuzca kadrolaşmış tüm isimlerin istifasını talep ediyoruz.

Fakülte ve bölüm kararları yok sayılarak işine son verilen ve dersleri iptal edilen meslektaşlarımızın haksızca uzaklaştırıldıkları işlerine iade edilmelerini, ayrıca öğrencilerimiz, akademik ve idari personelimiz hakkında mesnetsiz gerekçelerle açılmış tüm disiplin soruşturmalarının geri alınmasını bir kez daha talep ediyoruz.

‘Üniversitemizi yılmadan ve kararlılıkla savunmaya devam edeceğiz’

Bizler her iş günü her öğlen bu meydanda toplanıyor, rektörlüğe sırtımızı dönüyor, gayrimeşru yönetimin demokratik olmayan uygulamaların hiçbirini kabul etmediğimizi, ilkelerimizden vazgeçmeyeceğimizi söylüyoruz.

Kamuoyuna ilkelerimizin arkasında olduğumuzu, insan haklarına, bilimsel düşünceye saygılı, demokratik bir üniversite ortamı kurulana kadar bu direnişten vazgeçmeyeceğimizi yeniden ve ilk günkü kararlılığımızla duyurur, bu mücadeleyi öğrencilerimize, mezunlarımıza, ülkemize olan borcumuz olarak gördüğümüzü ifade etmek isteriz.

Türkiye’de özgür, özerk, demokratik ve katılımcı ilkelere dayalı bir üniversite ideali gerçekleşene kadar,

Kabul Etmiyoruz, Vazgeçmiyoruz.”

Türkiye’nin Schengen vize krizi AKPM gündeminde: Ret kararları yargı denetimine açılsın

Türkiye ile Avrupa Birliği ülkeleri arasında yaşanan Schengen vize krizi için Ekim’de önemli bir toplantı yapılacak. Ankara, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi‘nden (AKPM) tavsiye kararı çıkarmaya uğraşıyor.

Türkiye gazetesinden Yücel Kayaoğlu‘nun aktardığına göre; Türkiye’nin vize süreçlerinin kısaltılması, ret kararlarının yargı denetimine açılmasına ilişkin mekanizmaların oluşturulması ve Schengen bilgi sisteminin gözden geçirilmesine ilişkin raporu AKPM Genel Kurul’un gündemine geliyor.

‣Gençlere Avrupa’yı ücretsiz gezme fırsatı

‘Türkiye’den altı milyon Schengen başvurusu’

AKPM Türk Grubu Başkanı Ziya Altunyaldız tarafından hazırlanan ve daha önce AKPM Hukuk İşleri ve İnsan Hakları Komisyonu’nda kabul edilen rapor, Ekim’de yapılacak AKPM genel kurulunda sunulacak. AKPM’den vize süreçlerine ilişkin tavsiye kararı çıkması beklediklerini ifade eden Altunyaldız şöyle konuştu:

“Schengen vizesi ile ilgili yaşanan sorunlar son dönemin belki de en karmaşık sorunlarının başında geliyor. Güncel verilere baktığımızda son sekiz yılda ülkemizde yaklaşık altı milyon Schengen başvurusu yapıldığını görüyoruz. 2014’te yüzde dört olan ülkemizden yapılan Schengen vize başvurularına verilen ret cevabının oranı zaman içerisinde yükselerek 2021 itibarıyla yüzde 16,9’a ulaşmış durumda. Diğer bir deyişle dört katına ulaştı. Son sekiz yılda en fazla Schengen vize başvurusu yapan beş ülke arasında söz konusu dönemde ret oranı en fazla artan ülke Türkiye.”

Yeşiller’den Avrupa’ya ‘vize zorluğu’ mektubu
AP Türkiye Raportörü: Vatandaşlar neden vize serbestisi olmadığını hükümete sorsunlar

‘Vatandaşlarımız vize alamıyor’

Ticari fuarlara katılmak isteyen ticaret erbabının, fuar onayları, konaklamaları, ulaşımları vs. bütün bilgileri teyit edilmiş hâlde bile vize alamadığını aktaran Kayaoğlu, “Sağlık sebeplerinden dolayı Schengen üyesi ülkelerde tedavi olmak isteyen vatandaşlarımız vize alamıyor. Okullarından kabul alan öğrencilerimizin vizeleri ya reddediliyor ya da çok geç cevap alınıyor. İşte bu durum aslına bakarsanız toplumun her kesiminden Schengen üyesi ülkelere seyahat etmek isteyen vatandaşlarımızı yakından ilgilendiriyor” dedi ve ekledi:

“Raporumda, Schengen Bilgi Sistemi’nin gözden geçirilmesi ve güncellenmesi önerimi sunuyorum. Böylece Schengen Bilgi Sistemi’nde yer alan bilgilerin diğer uygulamalar ve veri tabanlarınca da kullanıma açılması kişilerin özel ve aile hayatına saygı hakkının ihlalinin önüne geçilmesi mümkün olacak. Bununla birlikte, vize başvuru süreçlerinin daha şeffaf ve izlenebilir olması, vize retlerinin yargı denetimine tabi olmasına dair mekanizmaların kurulması ve önünün açılması, vize süreçlerinin ticari, kültüre, sosyal ve bilimsel iş birliğini engellemeyecek şekilde sürdürülmesi raporumda yer alan diğer hususlar arasında. Raporumun ekim ayı içerisinde AKPM Genel Kurulunda kabul edilerek tavsiye kararı niteliği kazanmasını bekliyoruz.”