Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

‘Kutsal aile yürüyüşçüleri’ ne tür bir kent ve kent toplumu düşlüyor?

0

[email protected]

“Aile” savunucularının miting ve yürüyüş fikrinin ve eyleminin kabul edilebilir bir bilgisizlikten ve masum bir korkudan kaynaklandığını kabul edelim. Nefret suçu işleme tehlikesine karşı, kendilerini bunun dışında tutabilmek için çaba gösterdiklerini de kabul edelim. Sadece kentte birlikte yaşadığımız insanların bir kısmının nasıl bir kent, nasıl bir kentsel gündelik yaşam ve kentte nasıl sosyal psikolojik ortam arzuladıkları üzerinde düşünelim.

Derin bir analiz geliştirme çabasına ve suçlayıcı bir yaklaşıma da yer vermeden, sadece talep edilenlerin doğrudan ve kolay anlaşılır anlamları ve sonuçları üzerinde düşünmeye çalışalım. Bu taleplerin gerçekleşmesi durumda bizi nasıl bir toplum, nasıl bir kentsel yaşam bekliyor olacak?

Düşünürken, bazı durumlarda sadece LGBT+ bireyler veya topluluk için önerilenlerin, sonuç olarak “önerilebilir” olmasından hareket ederek, daha geniş bir toplumsal düzen veya kamu hukuku kavrayışı olarak kabul edilebileceği sonucunu çıkartıyorum.

Afişin dikkat çekici özelliği, galiba, kara ve renkli temsil edilenin karşıtlığı üzerine kurulmuş olması.

Protestonun ve eleştirilerin ima ettiği toplumsal yaşam önerilerini özetlemeye çalışırsak:

Talep 1: Düzleşmenin/ homojenleşmenin/ tek boyutlu bir dünyanın kabulü
  • Tiplerin temel tanımlarının sıkı bir biçimde kurulması ve tek tipleşme/
  • Çeşitlenmelerin olmaması, farklı farklı kimliklerin/ kişiliklerin genel ve kabul edilmiş bir kalıba göre biçimlendirilmiş ve ona tam olarak uyum sağlamış olması/
  • Çoğulculuğun kesin reddi, herkesin, otoritenin tanımına uyması ve bunun dışına çıkamayacağını kabul etmesi/ kabullenmesi ve
  • Otoritenin (aile, devlet, otoritenin standartlarına göre oluşmuş yaslar ya da geleneğin ideolojisi/ köklü ideolojik değerler sistemi vb. gibi her hangi bir otoritenin) bütün bireyler için kurduğu “ne olacağı” ve “nasıl olacağı, neleri yapamayacağı” öğretisine sorgusuz itaat/
  • Demokratik tartışmaların/ seçmelerin olmaması, seçme eyleminin seçenekler arasından değil, önceden bildirilen kararın tam olarak uygulanması esasına göre yapılması, demokratik bir ortamının değil, demirden bir zırh gibi giyilen itaat ortamının egemen olması/

Talep 2: İkiyüzlü olmanın içselleştirilmesi
  • Eğer her hangi bir birey/ grup kendisini, yukarıdaki toplumsal-ideolojik atmosferin içinde veya ona uyum sağlayabilecek gibi hissetmiyorsa veya buna aklı yatmıyorsa, rasyonel bulmuyorsa, ikiyüzlü olmanın içselleştirilmesi
  • Yalan söylemenin özendirilmesi, yaşamın yalanla-öz kandırmacayla, en yakın çevresinden başlayarak çevresindeki herkesi aldatmaya çalışma çabasıyla kurulması/
  • Dürüst, özgüvenli, alnı-açık ve olduğu gibi bir insan olmak yerine, yalancı, korkak ve bunlardan kaynaklanan nedenlerle huzursuz ve kendisini değersiz hisseden, suçlu olduğunu düşünen ve bütün yaşamını suçlarını-yalanın gizleyebilmek çabası üzerine kuran birey olmanın, tek çıkar çözüm olarak kabul edilmesi/
  • Sonuç olarak toplumun, gerçekten var olana/ gerçekten içten ve samimi olanlara göre değil, yalanlara, “mış gibi” yaparak kuran bireysel yaşamlara göre oluşmasının yaygınlaşması ve sürdürülmesi. Toplumun açıklık, saydamlık, birbirine güven ve dürüstlük, yalan söylememe, güçlü bir öz güvene sahiplik gibi temel değerlere göre değil, kandırmacanın ve bunun sorgulanmaksızın kabul gördüğü bir yaşam ortamının normalleşmesi/
  • Toplumdaki bireylerin birçok nedenle kendisini sürekli olarak “suçlu” hissetmesi, suçluluk duygusu içinde yaşamaya mahkum olması, iktidar ideolojisinin kendisi için öngördüklerinin dışında kalan bazı düşünceler/ düşler aklından geçmişse bile, bu suçundan ötürü devlet-otorite tarafından yakalanabileceği, sorgulanabileceği, cezalandırılabileceği korkusu içinde yaşamak zorunda olması,

Talep 3:  İtaatin, demokrasiye ve özgürlüklere tercih edilmesi
  • Kendi gerçeğine ve doğrusuna, doğasına göre değil, çoğunluğun veya topluma egemen olmuş büyük otoritenin kurallarına göre yaşamayı kabul etmesi, buna baş eğmesi ve kendi kimliğini gizleyerek, çoğunluğun direktifleri dayatmasına izin vermesi/ itaat etmesi/ itaatkar, korkak ve kimliksiz olmayı kabul etmesi/
  • Soru sormak, eleştirmek ve çevresine düşüncelerini/ düşlerini açıklıkla ve samimi olarak anlatabilmek, öneri geliştirmek, başka bir dünya/ yaşam biçimi ve değerler oluşumu, yaratıcı ve özgün bir biçimde akıl yürütebilmek ve davranabilmek haklarının tamamen kendisinden kopartılmış olduğunu ya da iğdiş edilmiş olduğunun kabullenilmesi. Otoritenin onaylayabilecekleri dışında bir yaratıcılığın ve yenileşmenin olanaksız hale gelmesi/
  • Kamusal alanda veya kendi toplumsal çevresinde gerçekten farklı ve özgün düşünceler üzerinden (agonistik) bir tartışmanın, ne kahvelerde-sokakta, ne de akademik ortamda, entelektüellerin dünyasında yapılamayacağı/ yapılmaması gerektiği düşüncesinin içselleştirilmesi/
  • Etik bir ilkenin (ne bireysel olarak ne de toplumsal olarak) geliştirilememesi, bunun yerine devletin (ya da inanç sisteminin) doğrularının, tek geçerli norm olarak dayatılabilmesi/
  • Hiç kimsenin özgürlüklerden ve demokrasiden söz etmemesi, eşitlik ve ayrımcılığa uğramama/ dışlanmama talebinde bulunmaması, hiçbir kentlinin kendi özgün düşüncesini ya da kolektif kimliğini otorite karşısında açıkça ve doğrudan ifade edilebileceği inancında ve cesaretinde olmaması ya da bu inancını hemen kaybetmesi gerektiğini kabul etmesi/
  • Kendi kimliğini ve düşüncesini ezdirebilen, ideolojik otoritenin ona bildirdiği doğruların ve normların dışına çıkabileceği düşünü kuramayan/ umutsuz ve bu nedenlerle kendisini değersiz, küçük ve suçlu hisseden bireylerden oluşan bir toplumsal yaşamın, tek kabul edilir politik tercih olduğuna iman etmesi. Bu nedenle de, devletin her bireyi daha kolay suçlayabilmesi ve suçlu ilan etmesi üzerinden gelişecek bir hukukun engelsiz kurulabilmesi…

*

Belki bu dünyayı düşünmeye devam ettikçe yukarıda sayılmamış boyutlar ve özellikler bulmayı sürdürebiliriz, ama buna ne gerek var? Nazi Almanya’sına ya da Faşist İtalya’sına bir göz atmak, bu döneme dair bir film izlemek ya da roman okumak, okumuş-görmüş olduklarımızı anımsamak yeterli değil mi?

Nazi dönemi Almanya’sının filmlerini anımsıyorsunuz değil mi? Kentler oldukça temiz, disiplinli ve düzenliydi, ama kafeleri ne kadar keyifliydi, kentsel yaşamda kültürel düşüncenin ne kadarı gerçekleşiyordu? Tiyatrolarında hangi oyunlar oynanıyordu, sergilerde/ galerilerde hangi ressamlar yer alabiliyordu ya da almıyordu, kitapçı raflarında kimlerin kitabı bulunuyordu, mizah var mıydı, toplum ne kadar gülüyordu? İçten bir gülüş, “gay/ neşeli” bir yaşam hayali, o kentsel yaşamların neresindeydi?

Korku neredeydi?

İçtenlik ve sevgi neredeydi?

Özgürlük neredeydi? Hukuk? Eşitlik?

Acaba Saraçhane mitingine katılanlar, 1930’lar Almanya’sının kentlerinde yaşamayı tercih ederler miydi?

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.