Türkiye İstatistik Kurumu‘nca (TÜİK) açıklanan Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) verilerine göre yıllık enflasyon yüzde 83,45. Aylık enflasyon rakamı yüzde 3,08 oldu.
Enflasyon Araştırma Grubu’nun (ENAG) açıkladığı enflasyon rakamı ise yüzde 186,27. ENAG’ın verilerine göre aylık enflasyon ise yüzde 5,30 oldu.
İstanbul Ticaret Odası (İTO) tarafından açıklanan yıllık İstanbul enflasyonu ise yüzde 107,42’yi buldu.
TÜİK’in verilerine göre; Eylül’de TÜFE 2021 Eylül’e göre yüzde 83,45 ve on iki aylık ortalamalara göre yüzde 59,91 oldu.
Kaynak: TÜİK
Buna göre; bir önceki yılın aynı ayına göre artışın en yüksek olduğu ana grup yüzde 117,66 ile ulaştırma oldu. Ulaştırmayı gıda ve alkolsüz içecekler yüzde 93,05’le takip etti. Ev eşyası yılda yüzde 89,68 ; konut yüzde 84,67 arttı.
Kaynak: TÜİK
Eylül 2022’de bir önceki aya göre artışın en yüksek olduğu ana grup ise yüne yüzde 9,99 ile konut oldu.
Kaynak: TÜİK
En çok sağlık kaleminde artış gerçekleşti
ENAG’ın verilerine göre ise yıl başından bu yana TÜFE’de yüzde 101,63’lük artış gerçekleşti. ENAG’ın istatistiklerine göre; TÜİK alt grupları gösterge olarak alındığında en fazla aylık yükseliş yüzde 26,05 ile sağlık kaleminde gerçekleşti.
Kaynak: ENAG
İstanbul’da yüzde 100’ü aşan enflasyon
İTO verilerine göre ise İstanbul’da perakende fiyat endeksindeki yıllık değişim (yüzde 107,42) Şubat 1998’den bu yana en yüksek seviyeye çıktı. Enflasyon, aylık bazdaysa yüzde 6,06 arttı.
İstanbul’da tüketici fiyatları ağustosta yıllık yüzde 99,91; aylık bazda da yüzde 2,29 artmıştı.
Afyonkarahisar-Konya sınırları içinde yer alan, kuraklık nedeniyle artık bir meraya dönüşen Akşehir Gölü, hayvanların otlatıldığı yer haline geldi.
AA’dan Abdullah Doğan‘ın aktardığına göre; Akşehir Gölü’nde son yıllarda kuraklığın etkisiyle su varlığı azaldı. Bozkırı andıran görüntüsüyle gündeme gelen göl alanında son aylarda, hayvanlar otlatılıyor.
‘Baharda 1,5 metreye kadar suyla doluydu, umutlanmıştık’
İlçenin Yeniköy Mahallesi‘nde yaşayan 61 yaşındaki Mustafa Sakallı, içinde kendi hayvanlarının da olduğu 170 hayvanı kuruyan göl yatağında otlatıyor.
Sakallı, gölün kuruyan görüntüsünün kendilerini üzdüğünü söyledi. Akşehir Gölü’nün sularının çekilmesine alıştığını anlatan Sakallı, “Göl alanında 4-5 ay öncesine kadar su vardı. Baharda 1,5 metreye kadar suyla doluydu. Burada ot durumu güzel, hayvanlarımız doyuyor. Sabahtan akşama kadar yayılıyor. Burada balıkçılıkla ve kamış üretimiyle geçimini sağlayan çevre köylerden insanlar vardı. Onlar ekmek yiyordu, su çekilince burası meraya dönüyor. Göl, bu sefer de hayvanlarımızı doyuruyor” ifadesini kullandı.
‘Tarımsal faaliyetler ve yağış eksikliği gölü kuruttu’
Sakallı, çevrede derin su kuyularından tarımsal faaliyetlerin yapılmasının ve yağış azlığının gölü kuruttuğunu belirterek, “Bu kış kar ve yağmur iyiydi. Baharda iyi su vardı, umutlanmıştık ancak 4-5 aydır yağmur da yağmayınca bu hale geldi. İnşallah yağışlar düşer de göl eski haline kavuşur” dedi.
İstanbul’da dün kadınlar başörtüsünü uygun takmadığı gerekçesiyle alındığı gözaltı sırasında kafasına aldığı ağır darbelerin ardından 14 Eylül’de hayatını kaybeden Mahsa Amini için bir araya geldi.
Kadıköy’deki Eminönü İskelesi’nde buluşan kadınlar “İslam Devleti istemiyoruzİran Cumhuriyeti istiyoruz” ve “Jin jîyan azadî” sloganları attı. Gökkuşağı ve LGBTİ+ bayraklarının da açıldığı eylemde başörtüleri yakıldı. Kadınlar basın açıklamasında “Şiddeti erkek devlet örgütlüyor” dedi.
Bugün Türkiye'nin bir çok yerinde sokaklardaydık. İstanbul Kadıköy'de İran'da, Türkiye'de ve her yerde özgürlük istiyoruz çağrısıyla isyanımızın sesini yükselttik.
Ankara’da yapılan Mahsa Amini eylemine ise polis müdahale etti. Kızılay’daki Sakarya Caddesi’nde açıklama yapmak isteyen kadınlar gözaltına alındı. Bazı kadınlar polis tarafından yerlerde sürüklenerek gözaltı aracına götürüldü.
Ankara Kadın Platformu’nun Amini için yapmak istediği eylemde polis gazetecileri de alandan uzaklaştırmaya çalıştı.
Kadın eylemini takip ederken hepimiz engellenmeye çalışıldık. Kolluk güçleri takip ettiğimiz haberde hepimizin önüne kalkanlarla geçerek görüntü almamızı engellemeye çalıştı. pic.twitter.com/y1BqJFkDKa
İstanbul’da okunan basın açıklamasında ise şu ifadeler yer alıyordu:
“İran’ın başkenti Tahran’da ‘başörtüsünü düzgün takmadığı’ gerekçesiyle 14 Eylül’de ‘ahlak polisi’ olarak bilinen irşad devriyeleri tarafından gözaltına alınan Jîna Mahsa Amini, daha sonra işkence edilerek katledildi.
Mahsa’nın katledilmesinin ardından İran ve Rojhilat’ta kadınların öncülüğünde büyük bir direniş başladı.
‘Direniş başladığından beri 200’den fazla kişi öldü, beş bin kişi tutuklandı’
Direniş başladığından bu yana 200’den fazla kişi hayatını kaybederken, en az 5 bin kişi İran rejimi tarafından tutuklandı. Tutuklananların birçoğuyla ilgili haber alınamıyor. Hukuksuzluğun, şiddetin sembolü haline gelen Evin Cezaevi direnişçiler ile doldurulurken; kadınlar, faşist rejim tarafından cinsel şiddetle tehdit ediliyor.
‘Rejime biat etmeyen kadınlar her daim vardı’
Şeriata göre dizayn edilen hükümlerle kadınların hayatlarını, haklarını ve iradelerini yok sayarak onları belli kalıplara sığdırmaya çalışan dinci faşist İran rejimine karşı boyun eğmeyen, biat etmeyen kadınlar daima var olmuştur, olmaya da devam edecektir. İranlı kadınların ve İran halkının molla rejimize karşı verdiği mücadelenin yanındayız.
Iranian women protested for Mahsa Amini in Istanbul/Kadıköy. All of them chanted 'we do not want sharia'.
Mahsa’nın katledilmesi tüm dünyada erkek devlet şiddetine karşı mücadele eden biz kadınların öfkesi oldu. Çünkü aynı erkek egemenliğini, aynı erkek şiddetini yaşadığımızı biliyoruz!
‘Şiddet sarmalı İran’da da Türkiye’de de erkek devlet tarafından örgütleniyor’
İran rejiminin dayatmalarına benzer ahlak dayatmalarına maruz kalıyoruz, hayatlarımız giderek kısıtlanıyor. Hayatlarımızdaki şiddet sarmalı İran’da da Türkiye’de de bizzat erkek devlet tarafından örgütleniyor.
İran çok uzağımızda değil. Türkiye’de de bir gecede İstanbul Sözleşmesi feshediliyor, kayyum eliyle kadın kurumları işlevsizleştiriliyor, LGBTİ+lar dini propagandalar ile hedef gösterilerek halk içerisinde nefret söylemi yayılmaya çalışılıyor.
Bir grup erkeğin kendini mağdur baba ilan etmesiyle nafaka hakkının gaspı gündeme geliyor. ‘Toplum ve aile düzeni’ kisvesiyle farklılıklar reddediliyor, konserler yasaklanıyor, sanatçılar, gazeteciler, kadın aktivistler tutuklanıyor.
‘Dünyayı yerinden oyanatacağız’
Tek adamlar ve tek adamların rejimleri dünyanın her yerinde kadın düşmanlığıyla iktidarlarını kuruyor. Ama nafile; çünkü karşılarında onlara kafa tutan, susmayan, itaat etmeyen en büyük güç yine kadınlar.
Biz kadınlar bize dayatılan ahlakı, bizi hapsetmeye çalıştıkları aileleri, bizi mecbur etmeye çalıştıkları güvencesizliği, bizi maruz bıraktıkları erkek şiddetini tepe taklak edecek güce sahibiz. Bugün İran’da yarın her yerde; dünyayı yerinden oynatacağız.”
Kendi içinde asla birleşemeyen hayvan hakları camiası ilk defa dize gelmiş ve birleşmişti. Bizlerin bile inanamayacağı dev bir kalabalıktık ve artık sesimiz çıkıyordu.
30 Eylül 2012 günü on binlerce belki yüz binlerce hayvan hakları savunucusu Türkiye‘nin 10 ayrı ilinde ve İstanbul Taksim‘de eş zamanlı olarak buluşarak, içinde hayvanları uyutmaya varan ibareler bulunan yasa taslağını protesto etmişti.
İstiklal Caddesi yürünmeyecek bir kalabalıkla felç olmuştu. Bu eşsiz dev kadro bir daha buluşamadı ve bir daha asla buluşamayacak.
Hemen ardından 02 Ekim 2012 de ben ve altı dostum kendimizi Boğaziçi Köprüsü’ne zincirleyerek köprüyü işgal ettik. Hedefimiz mevcut hayvan hakları yasasına dikkat çekmekti. Boğaz Köprüsü ilk kez hayvanlar için meşgul ediliyordu.
Peki, bugün 02 Ekim 2022. Bu dev isyandan tam tamına 10 sene ve 2 gün geçti. İsyandan geriye ne kaldı?
Geriye umudu iyiden iyiye kırılmış az sayıdaki hayvan hakları savunucusu kaldı.
15 yıllık mücadelenin geldiği yer: Ölüm yasası
Diyeceksiniz ki neden? Türkiye’de her gün yeni bir hayvana yönelik şiddet suçu işlenirken, son birkaç yıldır çeşitli şekillerde gündeme gelen büyük katliamlar duyulmaya başlandı. E eskiden bu katliamlar yok muydu?
Elbette vardı, var olacak da. Çünkü biz hayvan haklarına saygı duyan bir ülke değiliz. Eskiden beri var olan bu katliamlar son yıllarda internetin yaygın kullanımı ile bilgiye erişim kolaylaştığı için daha kolay duyulur oldu.
Sonrasında yurttaşlar olarak bizler her fırsatta tepkimizi sosyal medyadan göstererek aklıselim, ayakları yere sağlam basan bir hayvan hakları yasası istemeye devam ettik.
2004 yılında yürürlüğe giren 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun yetersiz yaptırımları, hayvanlara yönelik kötü muameleyi “kabahat” olarak değerlendirmesi ve bu fiilleri suç kapsamına sokmaması gibi birçok neden ile biz hayvan hakları savunucuları yeni bir yasa için neredeyse on beş yıl mücadele ettik.
Hemen tüm partilerin üzerinde uzlaştığı “Hayvanları Koruma Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” ilk olarak 2011’de dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından imzalanarak Meclis Başkanlığı’na sunuldu. Umutlar tavan olmuştu.
Bu noktada, dönemin azılı hayvan hakları savunucusu biricik Burak Özgüner’i anmadan geçemeyeceğim. İnce bir sabırla günlerce meclis kapısını aşındırdı.
Ancak bu tasarı hayvan hakları savunucularının hiçbir talebine yer vermemekle birlikte “Ölüm Yasası” olarak anıldı. Ardından yeni ve ses getiren yeni isyanlar, yeni eylemler…
Tasarı, evde hayvan sayısının kısıtlanmasını ve tüm sokak hayvanlarının “doğal yaşam parkı” adı verilen hayvan hapishanelerine toplanması gibi hayvanların aleyhinde maddeler öneriyordu.
Ayrıca tasarıda hayvana yönelik suçların Türk Ceza Kanunu’na (TCK) kapsamına alınması öngörülüyor, ancak ceza alt sınırının düşük olması nedeniyle de savunucular taslağı kabul etmiyorduk.
Alınan bir arpa boyu yol
Bu tasarıya yönelik kitlesel eylemler ve imza kampanyaları neticesinde dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan sözde hayvansever bazı “komik” sanatçıları Dolmabahçe’de ağırladı. Yine bir sonuç alınamadı. Toplum gözünde hayvan hakları itibarsızlaştırılmaya başlanmıştı, mevcut iktidar yanlısı medya kuruluşlarının da desteği ile sokak hayvanı konusu bir sorun olarak pompalanıyordu.
Adalet Bakanlığı 2018 Ocak’ta hazırladığı tasarıyı tüm komisyonlara iletti. Bu tasarı hayvan hakları aktivistleri ile paylaşılmadı. ‘Sahipsiz’ hayvanın ihlal edilen hakkına yönelik başvuru, tasarıya göre sadece Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından yapılacaktı.
Seçimlerden önce her seferinde oy kaygısıyla bazı sözler veriliyor ama sonra bir şekilde o sözler tutulmuyordu.
Şubat 2019’da kamuoyunun da baskısı ile TBMM Genel Kurulu’nda, beş parti grubunun ortak önergesiyle hayvanlara uygulanan şiddet ve kötü muamele olaylarının incelenerek, bu olayların önlenmesi için alınacak tedbirlerin belirlenmesi amacıyla TBMM Hayvan Haklarını Araştırma Komisyonu kuruldu. Komisyon’un raporu 23 Ekim’de Meclis Başkanlığı’na sunuldu ve söz konusu yasa asla çıkartılamadı.
Araya pandeminin de girmesi bahane edilerek düzenli olarak ertelenen yasa 2022 senesinde yaralı, bereli, eksik ve gedik olarak bir gecede pat diye çıkarıldı. Mevcut Türkiye şartlarında devam eden yasa değiştirme çabalarımız devam ediyor. Merak edenler için söyleyeyim, elbette ki son durumda çıkan garabet yasa da zaten tam anlamı ile uygulanmıyor. İşte bu sebeple daha çok hayvan hakları ihlali haberi yazacağız.
Bu yıl yedincisi düzenlenen Dünya Deniz Çöpleri Konferansı için Güney Kore’nin Adana’dan hallice mevsimi olan kıyı şehri Busan’da dünya genelinden 500’den fazla bilim insanı, STK temsilcisi ve hükümet yetkilisi deniz çöplerine dair olan çalışmalarını sundu.
Konferans Japonya ve Kore’yi etkisi altına alan Nanmadol Tayfunu’na denk geldiği için biraz sorunlu başladı sayılır. Ancak buna rağmen etkinlik planlandığı şekilde başladı diyebiliriz. Açılış ve kayıt gibi prosedürlerin ardından birçok farklı ülkeden deniz çöplerinin kaynağı, dağılımı, modellenmesi, yönetimi ya da deniz çöpleriyle ilgili eğitim faaliyetlerin anlatıldığı çok sayıda sunum ile devam etti. Bu kadar yolu sadece dinleyici olarak kat etmek akıl işi olmayacağı için iki ayrı sunumla katıldığımı belirteyim. Tabii sunumları sadece gitmeye değsin diye değil konu hakkında çalışan diğer araştırıcılarla bilgi ve birikim paylaşımı yapmak adına yaptığımı söyleyeyim.
Konferans dokuz ana tema altında belirlenmiş olan 110 farklı teknik seksiyon altında gerçekleştirildi. Online ve yüz yüze olmak üzere 564 sözlü sunum ve 234 tane de poster sunumu ile bir hayli yoğun bir program söz konusuydu. Paralel seksiyonlar olduğu için birbirinden kıymetli sunumlar arasında tercih yapmak zorunda kaldık; belki de konferansın en can sıkıcı yanı buydu. 89 farklı ülkeden 700’e yakın kişi konferansa yüz yüze katıldı. Böyle konferanslara katılınca aklımdaki en büyük soru işareti çöplerle ilgili olurdu.
Ancak neyse ki bu konferansın en belirgin özelliği tek kullanımlık plastiğin kullanılmamış olmasıydı. İkram tabakları bitkiden yapılmış tabaklardı ve herkese de içeceklerini içebildikleri bardaklar hediye edilmişti. Tek plastik çöp, günlük yapılması talep edilen Covid-19 test kitleriydi.
Konferansa katılanlar arasında oldukça etkileyici kariyerleri olan araştırıcılar ile ilham veren STK’ların temsilcileri dikkat çekiyordu. Bunun yanında örneğin geçtiğimiz yıl yıkıcı bir kaza sonucu tüm kıyıları ham plastik peletler ve çeşitli zehirli kimyasallarla kirlenen Sri Lanka hükümetinin yetkilileri de vardı. Böylelikle her bir olayı birinci ağızdan şahitlerinden dinleme fırsatı bulduk.
Konferansın temaları oldukça çeşitliydi. Bu çeşitliliği her günün programına yansıtılmış olması da tüm katılımcıların tüm günler konferansa katılımını da sağladığını söyleyebilirim. Deniz çöpleriyle mücadele için harcanan çabaların ve oluşturulan girişimlerin tecrübeleri ve sonuçları da vardı, mikro ve nanoplastiklerin analiz yöntemleri de, kutuplardaki plastiklerin miktarı da derin deniz dipleri de! Bunlar içerisinde bilimsel amaçlı uygulanan izleme çalışmalarının deniz çöpleri konusunda ne derece önemli olduğunun anlatıldığı sunumlar, ülkemizdeki izleme çalışmalarının eksikliğini ve yapılan çalışmalardaki nepotik yaklaşımları bir kere daha anlamak durumunda bıraktı.
Uzmanlığa dayalı çabaların nasıl da sağlıklı veriler ürettiğini görünce, bizde çoğunlukla uygulanan tanıdıklığa, akrabalığa, ahbaplığa ya da çıkar ilişkisine dayalı birlikteliklerle yapılan izleme çalışmalarının sonuçlarının neden hiçbir farklılık yaratamadığını da daha iyi anlamış bulundum. Zaten tam olarak da böyle olsun diye seçilen işbirlikleri değil mi?
Türkiye’den katılımın niceliği ve niteliği
Konumuz bu değil o nedenle konferansa devam edelim. Ayrıca şunu da belirtmeden edemeyeceğim, bilimsel çalışmalara harcanan paranın boyutunun yapılan çalışmaların içeriğini ve etkisinin de temel belirleyicisi olduğunu sunulan çalışmalardan anlamak mümkün. Üniversitelerin bilimsel araştırma bütçelerinin yetersizliği, yurtdışındaki etkinliklere ve toplantılara olan desteklerin azlığı (Bunun eskiye nazaran azalmasında bu desteklerin istismar edilmesi ve predatör toplantılar ya da bireysel gezilerde harcanmasıyla ilgili olduğunu da söylemek gerekiyor) ne yazık ki bu tür önemli bir toplantıda Türkiye’den Türkiye adresli bir çalışmayla sadece benim katılmış olmam gibi bir sonucu doğurmuş. Oysa ki her gün mail kutuma Türkiye’den araştırıcıların yaptığı deniz çöpleri ile ilgili çalışmalar artan sayıda düşüyor. Akdeniz kıyıları en kirli kıyılar olan Türkiye’nin böyle etkinliklerde durumu tartışması sorunun çözümü için bulunacak yolların da aranacağı yegâne mekân. Yoksa alt düzey yetkilileri uluslararası toplantılara gönderip sosyal medya paylaşımından öteye gitmeyen etkiler yaratmanın kimseye bir faydası yok.
Konferansta birçok araştırıcının pandemiden dolayı ilk defa yüz yüze karşılaşıyor olduğunu da belirteyim. Tez danışmanını ilk defa gören bile var.
Konferansın düzenlendiği ülkeye dair de konuşmanın faydalı olacağı kanısındayım. Çünkü konu çöp ve G. Kore çöpünün neredeyse %90’nını yakıyor. Öyle ki konferansın son günü organize edilen sahil temizliği etkinliğine katılanların birçoğunda buruk bir ruh hali söz konusuydu. Çünkü topladıklarının önemli bir çoğunluğu yakmaya gönderilecekti. Ayrıca G. Kore’nin çöplerini yakıyor olduğu gerçeğinden konferans organizatörleri de rahatsız olacak ki çöpleri ayrıştırma yoluyla belirlenmiş bir fason sıfır atık yaklaşımı yerine hiç atık üretmemeyi tercih etmişler. Belki durum tam olarak böyle gelişmedi ama ben böyle okumadım.
Küresel plastik anlaşması, üretimi de kapsamalı
Konferansın en önemli oturumu küresel plastik anlaşmasına dair gerçekleştirilen oturumdu diyebilirim. Öyle ki işin sevindirici tarafı tüm katılımcılar küresel plastik anlaşmasının plastik üretimini de kapsaması gerektiği konusunda hemfikirdi. Konferansa katılan araştırmacılar içerisinde küresel plastik anlaşması müzakerelerine katılacak olan hükümet ekiplerinde yer alan araştırıcılar da mevcuttu. Hatta daha önceki benzer hükümetler arası toplantılara katılan insanlarla da tanışma fırsatı buldum. Türkiye’den katılan temsilcilere dair duyduklarım ise hiç iç açıcı değildi. Umarız plastik anlaşması için yürütülecek müzakere toplantıları birer yurtdışı gezisi fırsatı olarak görülmez.
Akdeniz’i en çok kirleten ve Avrupa’dan en fazla plastik çöp ithal eden ülke olduğumuz ve bunun yanında kıyıları plastikle en fazla kirli olan bir ülkenin temsil edildiği unutulmaz. Yoksa dünyanın plastik üretimini kısıtlamayı konuşacağı bir etkinliğe “poşeti 25 kuruş yaptık” argümanından öte bir argüman ile ve liyakatli temsilcilerle katılınmazsa sonuç hiç de parlak olmayabilir. Muhtemelen bu toplantıları zehirlemek üzere pusuda bekleyen endüstri temsilcileri ve onların bilim camiası ve STK’lardaki uzantıları sıraya girmiştir.
Plastik endüstrisini temsil eden milyon dolarlık bütçeli STK’ler
Konferans esnasında bir diğer ilgi çekici oturum ise plastik kredisi gibi ne anlama geldiği belli olmayan ve plastik kirliliğinin yarattığı etkileri artırmaktan öte anlamı olmayan bir girişimin anlatıldığı oturumdu. Katılan herkes ağzı açık bir şekilde anlatılanları dinledi. Benzer hayret edici içerikler okyanus temizleme faaliyetleri için milyon dolarlık bütçesi olan STK görünümlü şirketlerin temsilcileri tarafından gerçekleştirildi. Kirleticilerden alınan bağışlarla üretilen son derece teknolojik yöntemlerin sorunu çözmeye ne kadar da muktedir olduğunu da dinledik. Konferansa plastik endüstrisi doğru düzgün temsilci göndermemiş gibi görünse de onların sözcülüğüne meraklı çok sayıda STK temsilcisi sunumu olduğunu söylemeliyim.
Sonuç olarak dünyanın çöpünün tartışıldığı bu konferans ile plastiğin nasıl da küresel bir sorun olduğunu bir kere daha görme fırsatı yakaladık diyebilirim. Ayrıca konferans dönüşü Seul’de on binlerce kişinin katıldığı iklim eylemine denk gelmek de tarihi bir anı niteliğinde oldu.
Karşımızda duran gerçekten Türkiye tarihinin en büyük “sosyal konut projesi” mi? Bunu irdelemek için pek çok farklı yaklaşım söz konusu olabilir. Bunun için ülkenin konut sorununun niteliğine/ gelişimine ve özellikle bu projelerin yoksul ve gerçekten barınma gereksinimi içinde olan toplum kesimi ile ilişkisinin niteliğine bakmak gerekecek.
Bu ülkede gelir dağılımın en alt basamaklarında olanların, yoksulların ve görece yoksulların “barınma” sorununu anlamaya ve olumsuzlukları iyileştirmek için çözüm önerileri geliştirmeye çalışan çabalar gerçekten var mı?
Barınma ve konut sorununun ele alınışı
Barınma ya da konut nasıl bir sorun? Öncelikle bu konunun, evrensel olarak 20’inci yüzyıl boyunca bir “sorun” olmaktan çok bir “hak” olarak ele alınmaya başlandığını ve buna göre tanımlandığını söylemeliyiz. İki dünya savaşının da ertesinde, dünyanın pek çok ülkesi yıkımlara ve yoksullaşmalara karşı hızla, kendi ekonomik düzenlerinin (sosyalist veya kapitalist) niteliğine göre, barınma hakkı ile ilgilenmeye ve özellikle en zor durumdakilerin/ en yoksulların barınmalarıyla ilgili öneriler ve örnekler geliştirmeye başladı. Bu tartışmalar ve somut gelişmeler, önceleri “insan haklarından” biri olarak ve giderek “kent/ kentli hakları” başlıklarıyla geliştirilen çok sayıda bildirgenin ya da uluslararası “şartın” alanı içinde tanımlandı.
Bugün barınma, bir kent hakkı. Özellikle kent yönetimlerinin karşılaması gereken temel bir hak; kentsel adaletin/ mekansal adaletin en temel öğesi olarak değerlendiriliyor. Bunun anlamı nedir? Öncelikle, toplumun en yoksul kesimlerinin barınma ve sağlıklı bir konutun sağlaması gereken hizmetlerden yararlanmasının bir “hak” olduğunun kabul edilmesi demektir. Toplum (ya da toplumsal yönetim birimleri), en yoksullar ve en az gelirliler/ en zor geçim koşullarında olanlar için barınma/ konut hakkını parasal/ekonomik kaygıların ötesinde, etik bir anlayışla sağlamış olmalıdır. Bu, diğer insan hakları ya da kent hakları gibi, zaten var olması gereke bir durum/ mekansal adaletin temel ön koşullarından biri olarak kamusal bir borçtur.
Ayrıca, bu hakkın insan onuruna yakışır bir biçimde nasıl sağlanması gerektiği, dolayısıyla barınma hakkının nasıl gerçekleştiği de önemlidir. Barınma hakkı, 20’inci yüzyıl boyunca demokrasi, yerel katılım kavramlarıyla giderek daha çok ilişkilenmiştir. Barınmanın niteliği ve koşullarının, bu hakkı sağlayandan çok bu haktan yararlanması gerekenlerin tartışması-belirlemesi ve seçmesi gereken bir yaklaşım olmaksızın gerçekleşmesi kabul edilemez bir duruma gelmiştir.
Özetle barınma, öncelikle bir haktır ve ikincisi, bu hakkın nasıl karşılandığı/ gerçekleştirildiği önemlidir. Barınma hakkı, demokratik ve katılımcı bir süreçle toplumsal bir yarar/ toplumsal bir dayanışma olarak, toplumsal etik ilkelerine göre sağlanmalıdır. Yerel veya merkezi yönetimin/ iktidarın bir bağışı/ bir armağanı ya da iktidar oyunlarının bir parçası/ bir lütuf olarak sunuluyorsa durum bir “hak sağlama” olarak değil, politik iktidarın veya (sosyo-ekonomik/ politik) hegemonyanın manipülasyonu olarak tanımlanacaktır.
‘Türkiye’nin en büyük sosyal konut projesi’nin niteliği
Yüz yıllık Cumhuriyet tarihine bakacak olursak, merkezi ve yerel yönetimler konut bakımından nasıl bir tutum/ politika ve uygulama içinde oldular? Bu sorunun yanıtı çok açık ve kolay bir biçimde, önemsenebilecek ve tutarlı/ uzun ömürlü bir konut politikasının olmadığı biçiminde verilebilir. Konut, hiç bir zaman ciddi olarak ele alınmadığı gibi özellikle en dar gelirli/ yoksul kesimin konut/ barınma sorunu için en ufak bir çaba bile gösterilmemiştir.
Cumhuriyet tarihi bakımından, “konut” konusunun çok önem kazandığı, dolayısıyla sorunun üzerine gitmek için iki önemli fırsat çıktığını ve bunların değerlendirilmeden kendi haline (ve çözümsüzlüğe) bırakıldığını söyleyebiliriz.
Barınma hakkı, politik fırsatçılığa feda edildi
İlk fırsat, 1920’ler ve 1930’lar boyunca Ankara’daki konut sorunu karşısındaki büyük eylemsizlik ve başarısızlıkla, kaçırılmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ankara, daha önce (büyük isyanlar ve savaşlar dışında) hiçbir kentin görmediği hızlı bir nüfus artışıyla karşılaştı. Kendi yerel nüfusundan çok daha fazla bir nüfus kente geldi ve yerleşmeye çalıştı. Sorun büyük ölçekli ve politik bakımdan da çok önemli olduğu için merkezi yönetim (hükümet) düzeyinde ele alındı ve kentin gelişimi için ciddiye alınacak bir çabayla, saygın/ standartlara uygun düzeyde bir kentsel gelişim planı yapıldı. Ancak “devletçiliğin” en güçlü olduğu dönemde bile, bu plana göre bir konut politikası yapılmadı ve konut alanı bütünüyle özel sektöre bırakıldı.
Oysa henüz insan hakları/ kentli hakları gibi konularda evrensel bir gelişmenin bulunmadığı bu dönemde, Ankara gibi nüfusu hızla artan ve savaş sonrasına hızla dönüşen bir kentte konut sorunu ile ilgili düşünce/ politika geliştirilmesi için çok elverişli bir ortamın bulunduğunu söyleyebiliriz. “Konut alnına kamusal politikalarla yaklaşma korkusu” diyebileceğimiz bir tutumla, Jansen planında gösterilmiş/ yer ayrılmış “amele evleri” gerçekleştirilmedi. Daha da önemlisi, en yoksul kesimin konut sorunun nasıl ele alınabileceği konusunda bir düşünce/ tartışma hiç geliştirilmedi ve bu alan önemsenmedi.
İkinci önemli fırsat ise, II. Dünya Savaşı yıllarında usul usul başlayan, ama savaşın bitimiyle giderek ivmelenerek artan kente göç ve göç eden nüfusun kentlerde barınması sorunu karşısında, merkezi ve yerel yönetimler tam olarak bir çaresizlik/ düşüncesizlik ve etkisizlik içinde kaldı. Göç ve konut/ barınma sorunlarını yönetemedi, hatta yönetmek çabasında bile bulunmadı. Giderek devleşen sorunların altında tam olarak ezildi ve bu eziklik, yönetimleri daha da utanç verici bir politik fırsatçılığa yönlendirdi. 1950’li yıllardan sonra sürekli olarak “gecekondu yasaları” çıkartarak, kendi barınma sorununu kendi bilgeliği ve olanakları ile çözmeye çalışmış bu yoksul ama cesur kesimin durumundan yaralanmaya çalışıldı.
Ülkedeki bütün yerel yönetimlerin ve devletin, “gecekondu” gibi çok boyutlu ve çok kapsamlı ve inanılmaz derecede zengin derslere elverişli bu durumdan çıkarttığı tek kentsel öğreti, (bön ve bencil, kısa erimli ve kamusal maliyeti yüksek) sermaye politikaları ve rant manipülasyonlarıyla ilgili oldu. Konut alanı giderek bütünüyle kent rantının ve özel sektör karının egemenliğine bırakıldı. Konut ve inşaat sektörü Türkiye’de, sermaye sınıfının birikimini ve kentsel rantları yönetebilmek/ maksimize etmek bakımından, en stratejik alan oldu.
Bazı yerel yönetimler (belediyeler) açısından küçük ölçekli ve kısa erimli “sosyal konut” denemeleri/ arayışları olmakla birlikte konut alanı/ özellikle en güç durumda olan toplum kesimlerinin barınması konusu, Cumhuriyet Türkiye’sinde, yönetimler tarafından hiçbir zaman görülmedi/ önemsenmedi ve ele alınmadı. Bu sorun karşısında kamu yönetimleri, her zaman korku ve çaresizlik/ acizlik içinde kaldı ya da kalmayı yeğledi.
Bu alanda verilmiş, son derece önemli, somut ve eylemli bir yanıt olan “gecekondu” da en yoksulların barınma sorunu karşısında, toplumsal/ kamusal düşünce/tartışma ve politikalar bakımından üzerinde durulan bir konu olmadı. Hiçbir zaman “sorun” kategorisinin dışında değerlendirilmedi ve özellikle kentsel haklar alımındaki gelişmeler bakımından ele alınmadan, geçiştirildi. Neoliberal son on yıllarda da gecekonduların yaratmış olduğu kentsel ranttan yararlanıldıktan sonra (dokunun/ kentsel mekanın ve toplumsal/ ekolojik kültürün) yok edilmeye çalışılmasından/ “temizlenmesinden-soylulaştırılmasından” başka bir politika uygulanmadı.
Bu tarihsel durumda, iktidarın iktidarının yirminci yılının sonundaki “Cumhuriyet tarihinin en büyük sosyal konut projesine” nasıl inanabiliriz?
Türkiye‘deki “hava ve iklim haberciliği ve gazeteciliği” hala emekleme evresinde. Kalabalık bir şehirde ya da mahallesinde evinin yolunu bulamayan paniklemiş bir çocuk gibi.
İklim değişikliğinin hemen her şeyi kapsayan bir konu olduğunu biliyoruz. Konu ve olay çok fazla.
Ancak önümüzdeki birkaç yıl içinde, iklim çözümlerini (ör. İklim değişikliği savaşımı, direngenlik, etkilenebilirlik ve etkilere uyum, vb.) halka ve kamu/özel/yerel yönetici ve karar vericilere hızlı bir şekilde iletmemiz ve bu konularda ivedilikle ilerleme sağlamamız gerekiyor.
‘Abartı etkiyi azaltıyor’
Gazetecilerin/habercilerin artık alarm vermesine, her olayı ilk kez oluyormuş gibi (ör. şiddetli hava, kuraklık) abartarak duyurmasına gerek yok.
Örneğin, neredeyse her yağış beklenen hava öngörüsünü “sanki çok derin şiddetli bir tropikal siklon ya da tropikal kasırga İstanbul’a yaklaşıyormuş ve İstanbul’u yerle bir edecekmiş” gibi vermek çok yanlış bir yaklaşım. Bu, hem şiddetli hava öngörülerinin ve uyarılarının etkisini azaltıyor, şiddetli hava ve iklim haberlerini sıradanlaştırıyor, hem de yurttaşların kurumlara olan güvenini zayıflatıyor.
Bunun yerine evrensel ve tüm insanlığa yarar sağlayabilen uygulanabilir ve adil çözümlere odaklanmalı; konunun uzmanlarına ve bu konudaki bilimsel çalışmalara (ör. akademik makaleler, IPCC ve FAO, UNEP, WMO vb. ilgili BM uzmanlık kuruluşlarının raporları) dayanarak bu çözümleri yaygın bir biçimde sunmalılar.
Çiftlik Hayvanlarını Koruma Derneği’nin Kafessiz Türkiye kampanya direktörü Emre Kaplan, her yıl Mahatma Gandhi’nin doğum gününde kutlanan 2 Ekim Dünya Çiftlik Hayvanları Günü’ne ilişkin açıklama yaptı.
“Endüstriyel hayvancılık, çiftliklerdeki hayvanlar için muazzam acılarla dolu kısa bir yaşamdan başka bir şey vaat etmiyor” diyen Kaplan, Türkiye’de bir yılda, tahminen 100 milyondan fazla hayvanın aşırı kalabalık kafeslerde hayatları boyunca güneş ışığını görmeden, toprağa basamadan eziyet çektiğini söyledi.
Bu eziyetin münferit olmadığını belirten Kaplan şöyle konuştu:
“Türkiyede sokaklarda ve çiftliklerdeki kara hayvanlarının yüzde 95’ini eti ve yumurtası için kullanılan tavuklar oluşturuyor.
Kafes tavukçuluğu, endüstriyel hayvancılık uygulamaları arasında hayvanlara en çok eziyet eden yetiştirme yöntemi. Her yıl dünyada milyarlarca tavuk, yumurta endüstrisinin kârlılığını artırmak için bir A4 kağıdından daha küçük bir alana hapsediliyor ve ömrü boyunca kafesten hiç çıkarılmıyor. Türkiye’de ise yumurta için yetiştirilen 120 milyon tavuktan 100 milyonu kafeslerde tutuluyor.”
Kaplan, “Bu nedenle, bu yıl Dünya Çiftlik Hayvanları Günü’nde sizi hayvanlar için ayağa kalkmak için bize katılmaya çağırıyoruz” dedi.
Dünya Çiftlik Hayvanları Günü
Barışçıl aktivizmi ve insanlığın tüm canlılara saygılı davranması gerektiğine olan inancıyla tanınan ünlü Hintli lider Matatma Gandi’nin doğum tarihi olan 2 Ekim’de, her yıl kötü muameleye maruz bırakıldığı bilinen hayvanlara saygı ve şiddet içermeyen mesajını yerine getirmek için Dünya Çiftlik Hayvanları Günü kutlanır.
Dünya Çiftlik Hayvanları Günü 1983’ten bu yana, kaybedilen akıl almaz sayıdaki hayatı anmak, bu insanlık dışı çiftçilik uygulamalarına karşı harekete geçmek için var.
Kafessiz Türkiye
Kafessiz Türkiye, yumurtası için yetiştirilen tavukların hapsedildiği zalim ve çağdışı kafes sistemine son verilmesi için Çiftlik Hayvanlarını Koruma Derneği tarafından yürütülen bir kampanya. 2018’de üç gönüllünün girişimiyle amatör olarak yola çıkan Kafessiz Türkiye, büyüyüp destek bulmasının ardından 2020’de Çiftlik Hayvanlarını Koruma Derneği’ne dönüştü. Derneğin çatısı altında profesyonel bir şekilde yürütülmeye devam eden Kafessiz Türkiye, bugüne kadar yüz binlerce tavuğu etkileyecek kurumsal politika değişikliği yapılmasını sağladı.
Yeryüzündeki en acı verici sorunlardan birinin endüstriyel hayvancılık olduğuna inanan Kafessiz Türkiye, tüm Türkiye’de kafes yumurtacılığının sonlandırılması için çalışıyor.
‘Başıboş’ sözcüğünün kullanımı özellikle son dönemlerde şişirilen sokak köpekleri sorunu ile arttı. Dil Derneğinin çevrimiçi sözlüğünde başıboş sözcüğünün birkaç anlamı olduğunu görüyoruz:
Bir şeye ya da kimseye bağlı olmayan: “Başıboş yaşayışa alışkın değildir.” -H. Taner.
Bağlanmamış, serbest bırakılmış: “Başıboş bir at çayırda otluyor.” -A. Sayar.
be.Yönetimsiz, baskısız, denetimsiz: “Ana babaları artlarını bırakalı beri beş arkadaş sokaklarda başıboş dolaşır oldular.” -Z. Coşkun.
Aynı kaynakta ‘başıboş bırakmak’ “Üstünde hiçbir baskı ya da denetim bulundurmamak, kendi havasına bırakmak” olarak, ‘başıboş kalmak’ ise “Baskı altında bulunmamak, karışanı, görüşeni olmamak” olarak tanımlanmış. Türk Dil Kurumu (TDK)çevrimiçi sözlüğünde ise başıboşun yukarıdakilere ek olarak bir anlamı daha verilmiş: “zarf, mecaz (başı’boş) Kendi isteğine göre, hiçbir etki altında kalmadan.”
Bu tanımları okuduğumda aklımda kalanlar şunlar: Bağlanmamak, serbest bırakılmak, yönetimsiz-baskısız-denetimsiz, üstünde baskı ve denetim olmayan, baskı altında bulunmamak, karışanı görüşeni olmamak, hiçbir etki altında olmamak… Ve hepsi, yine benim zihnimde, gidip aynı sözcüğe sırtını yaslıyor: ÖZGÜR OLMAK.
Sanırım sokak köpeklerinin en çok da bu özellikleri rahatsız ediyor bir kesimi. Yaşamları boyunca bir kez olsun, bir arının tek bir kanat çırpışı için geçen süre kadar özgür olma hâlini hissedemedikleri, dahası o hâli kendileri için isteyemedikleri (durmaz çünkü özgürlük bu kesimin üzerinde, beli çok bol bir pantolon gibi kayar, düşer) için sokak köpeklerinden rahatsızlık duyuyorlar. Onlar, emin olun, sokak kedilerinin kimseyi iplemeyen başıboş tavırlarından, dalında rüzgârla keyfince sallanan yapraktan, kenti kanatlarının altına alıp özgürce uçarken alttaki küçük insanlara nanik yapan kargadan, toprağın kontrol edilemeyen kokusundan, dağların buğusundan, ormanın dokusundan bile rahatsız olurlar. Bin bir bahane arkasına sığınarak ‘başıboş köpeklere ölüm’ çığlıkları atmalarının tek ve asıl nedeni, aslında, kendilerinde olmayan özgürlüğe sahip olan her şeye karşı içlerinde besledikleri kin ve öfkedir. İşte, tam da bu nedenle, ‘köpek dediğin sokakta olmaz, evde olur’ derler ve sözlerinin arkasında yatan asıl nedeni söyleyemedikleri için başka bahaneler üretme arayışına girerler.[2]
Konu gerçekten güvenlik olsaydı
‘Başıboş köpeklere ölüm’ çığlıklarının gerçek nedenini perdelemek için kullandıkları argüman, güvenli sokak isteğiymiş. Hepimiz bu ülkede yaşıyoruz. Hepimiz ama özellikle kadınlar ve çocuklar Türkiye’nin sokaklarında kendilerini güvensiz hissediyor. Dövülenler mi dersiniz öldürülenler mi, tacize uğrayanlar mı dersiniz tecavüz edilenler mi? Sokak köpeklerinin saldırısı nedeniyle ortaya çıkan güvenlik sorunu saydıklarımın yanında devede kulak kalır. Bu nefret kitlesi içerisinde yer alanlardan birinin olsun bu sorunlara karşı kılını kıpırdattığını duyan var mı?
Gelelim konunun diğer bir boyutuna. Sokak köpekleri ısırıyormuş, çeteleşiyormuş, korkutup güvenlik sorunu oluşturuyormuş. O nedenle köpek, yani bir evcil hayvan sokakta olmamalı evde olmalı, evde olmayan da barınaklara kapatılmalıymış. Nefret kitlesi içerisinde sokak köpeklerinin doğrudan öldürülmelerini savunanlar da var ama biz biliyoruz ki Türkiye’de barınak demek de sefalet ve ölüm demek. Söyledikleri, iddia ettikleri her şey doğru olsa bile ki değil, bu sorunun akılcı ve vicdani çözümünün böyle olmaması gerektiğini ve kendi çözüm önerimi 1 numaralı dipnotta bahsettiğim yazımda anlatmıştım. Tekrar etmeyeceğim. Ancak, nefret kitlesi her konuda olduğu gibi önemli bir başka konuda da yanlış ama saplantılı bir fikre sahip. Onlara göre bütün köpekler sahipli olur ve sokaklarda başıboş köpek kalmazsa köpek saldırısı sorunu da kalmayacak. Çünkü onlar sanıyor ki sahipli köpekler hiç saldırmıyor, hiç insan ısırmıyor ve hatta hiç ölüme sebebiyet vermiyor. Bir zamanlar sahipli bir köpek tarafından ısırılmış birisi olarak kişisel gözlemlerim (çevremde yaşananlar ve basın-yayın organlarına yansıyanlar) bana bunun hiç de böyle olmadığını, tam tersine pek çok sahipli köpeğin çok daha saldırgan olduğunu, sokak köpeklerinin sahipli köpeklere göre insan için çok daha güvenli olduğunu gösteriyor.
Tuğba Altıntop’a [3] bir süre önce sahipli bir köpeğin saldırarak yaralaması bu gözlemlerime eklediğim son halka oldu. Ne yazık ki Türkiye’de istatistik veriler pek çok konu gibi bu alanda da ya hiç olmadığı ya da çok yetersiz olduğu için kesin sayılarla ifade edemiyorum. Ama gelin, dilerseniz nefret kitlesinin konuşurken dillerinden düşürmedikleri ABD’ye bir göz atalım. Hani orada hiç sokak köpeği yokmuş ya, hani hiç sokak köpeği olmadığı için köpek sorunu diye bir şey de yokmuş ya. Bakalım gerçekler öyle mi?
İnanmayanlar olabilir diye aşağıda aktaracağım sayısal verileri aldığım kaynağı dipnota koyuyorum.[4] Bakalım hiç sokak köpeğinin olmadığı ABD’de 2016 yılına ait köpek ve köpek saldırısı verileri nasılmış?
ABD’de 78 milyon köpek bulunuyormuş (söylemeye gerek yok, tamamı sahipli; başıboş değil).
Bir yılda toplam 4,5 milyon köpek ısırması olayı yaşanmış.
Bu ısırmaların %81’i ya hiç yaralanmaya yol açmıyormuş ya da tıbbi müdahale gerektirmeyen yaralanmalara yol açıyormuş (Bu şu anlama geliyor: Isırılma olaylarının %19’u, yani 855 bini tıbbi müdahale gerektiren yaralanmaya yol açıyor).
Bir insanın bir yıl içinde bir köpek tarafından ısırılma olasılığı %5,7.
Yaşanan ısırma olaylarının 41 tanesinin sonucu ise maalesef ölümcül.
Diğerlerine göre daha çok ısıran köpek türleri: Chihuahua, İngiliz Buldog, Buldog, Pitbul, Alman Çoban Köpeği, Avustralya Çoban Köpeği, Lhasa Apso, Jack Russel Terrier, Cocker Spaniel, Bull Terrier, Pekingese, Papillon.
Isırdığında en çok güç uygulayan köpek türleri (PSI basınç ölçüsü birimiyle): Kangal 743, American Bandogge 731, Cane Corso 700, Dogue De Bordeoux 556, Tosa Inu 556, İngiliz Mastif 556, Dogo Canario 540, Dogo Argentino 500, Wolfdog 506, Leonberger 399, Akita-Inu 350-400, Rotweiler 328.
Sözde güvenli sokak talepçileri cümlelerine “Hiçbir medeni ülkede…” diye başlayarak Avrupa ve ABD’ye gönderme yapıyorlar ya, o medeni ülkelerden ABD sizce bunca köpek ısırması olayı için ayağa kalkıp köpeklere ölüm kampanyası mı başlatıyor yoksa akıl ve vicdanı bir arada tutarak ısırma olaylarının çoğunun yanlış insan davranışlarına dayandığından yola çıkıp köpeklere karşı nasıl davranmak ve davranmamak gerektiğini mi öğretiyor? İngilizcesi olanlar verilere kaynak olarak gösterdiğim sayfadan bunun da yanıtını öğrenip gerçek medeniyetin ne olduğunu öğrenebilirler. Ben iki noktaya daha değinerek bu kısma nokta koyayım. Birincisi köpeklerin ısırma nedenleri:
Köpekler stresli bir duruma reaksiyon olarak ısırabilirler.
Tehdit altında ve korkmuş olabilirler.
Kendilerini, yavrularını ve sahiplerini korumak için ısırabilirler.
İyi hissetmedikleri ya da şaşırdıkları durumda ısırabilirler.
Oyun oynarken ısırabilirler.
İkinci olarak, insanlar için köpek saldırısı sonucu ölme olasılığı ile farklı ölüm olasılıklarının karşılaştırmasına bakalım:
Bir Amerikalının köpek ısırması ya da saldırmasından ölme olasılığı: 1/112.400.
Bir fırtınada ölme olasılığı: 1/66.335.
Arı ya da eşek arısı sokması nedeniyle ölme olasılığı: 1/63.225.
Havayolu kazasında ölme olasılığı: 1/9.821.
Ateşli silahla ölme olasılığı: 1/6.905.
Bir yiyeceğin yemek borusunu tıkaması nedeniyle ölme olasılığı: 1/3.461.
Kalp hastalığı ya da kanser nedeniyle ölme olasılığı: 1/7.
Sahipli köpeklere de mi ölüm?
Gönlümüz yukarıda sayılan ve sayılmayan pek çok olumsuz durumla kimsenin karşı karşıya kalmasını istemez elbette. Ancak hayatın gerçekleri, bunları azaltmak mümkün olsa da bütünüyle ortadan kaldırmanın mümkün olmadığını öğretti bizlere. Azaltmak için başvurmamız gereken iki şey var, sürekli vurguluyorum, akıl ve vicdan.
A dog without a hostess
Bizim, yani insanların istek ve iradesiyle insan toplumları içinde yaşamaya başlayan, binlerce yıldır bize çeşitli şekillerde hizmet eden ve etmeye devam eden (çoban köpeği, bekçi köpeği, arama-kurtarma köpeği, polis köpeği, görme engelliler için rehber köpek vb.) köpeklere hem ihtiyacımız var hem de onlara karşı vicdani sorumluluğumuz. Evcil hayvan ve özellikle köpek olan evlerde yetişen çocukların psikolojik gelişimlerinin ne derece olumlu etkilendiğine ilişkin yüzlerce bilimsel çalışma var. Bilimsel çalışma var mı bilmiyorum ama bence kültürümüzün önemli parçalarından biri olan sokak köpeklerinin de çok önemli yararları var toplumumuz açısından. Birbirine yabancılaşmanın, doğaya yabancılaşmanın, ötekileştirmenin, ayrımcılığın kol gezdiği bir ortamda sokaktaki köpek için fedakârlıkta bulunmanın, onları koruyup kollamanın toplum üzerinde büyük olumlu etkileri olduğunu düşünüyorum. Bakmayın siz nefret kitlesine, bizler hastalanan ya da zehirlenen bir sokak köpeğine 10 farklı evden yoğurt yetiştirilen, ölen köpekler ya da kediler için yas tutulan sokaklarda büyüdük. Kediler tarafından tırmalandık, köpekler tarafından ısırıldık da. Ama asla onları düşman bellemedik. Çünkü onlar hiçbir zaman düşman olmadılar. Onlar hep dosttular. Şimdi onların dostluğunun karşılığını ödeme vakti.
Bırakalım köpekler sokaklarda özgürce, başıboş dolaşsın. Bırakalım metrolarımızda, kafelerimizde, mağazalarımızda, parklarımızda, bahçelerimizde bu temiz bakışlı, güzel kalpli hayvanlar boy göstermeye devam etsin. Onları koruyalım, sağlıklarıyla ilgilenelim, besleyelim, kısırlaştırarak sayılarının artmasını engelleyelim; herhangi bir nedenle saldırgan davranışta bulunanlar olursa onları izole ederek rehabilite etmeye çalışalım. Onlardan öğrenecek çok şeyimiz var.
Bırakalım sokaklarımız başıboş köpeklerin, kedilerin, kuşların, otların evleri olsun.Belki onlara bakarak köle ruhlarımıza bir derman, rayından çıkmış toplumsal huzurumuza bir çözüm buluruz. Belki onlara bakarak nefreti değil sevgiyi, şiddeti değil hoşgörüyü, ölümü değil yaşamı yüceltmenin yollarını öğreniriz.Belki onlara bakarak, sırf bu dünyaya insan olarak geldik diye kendimiz gibi olmayanlar hakkında bu kadar keskin ve zalimce sözler etme hakkımız olmadığını anlar, bizim olduğu gibi onların da haklarının olduğunun farkına varır ve böylelikle gerçekten ‘medeni’ insanlar olabiliriz.
*
[1] Bu yazıyı 1 Ocak 2022 tarihinde yayımlanan “Öldürttüğümüz hayvan dostlarımız biz insanları bağışlayınız-1” başlıklı yazının devamı olarak okumanızı tavsiye ederim. O yazıdaki düşünce ve önerilerimi burada tekrarlamayacağım. Yazıya şu bağlantıdan ulaşabilirsiniz. [2] Gerçekten köpeklerden korkarak sokaklarda köpek istemeyenler vardır elbet. Ama benim sözüm köpeklere ‘ev-barınak (barınak da ölüm demek)-ölüm’ üçgeninden başka şans tanımayanlara. Ben büyük çoğunluğun bu kişilerden oluştuğunu ve en çok bu kişilerin sesinin çıktığını düşünüyorum. [3] Sayın Tuğba Altıntop’a geçmiş olsun dileklerimi ve yaşadığı talihsiz olaydan sonra sergilemiş olduğu olgun ve sevgi dolu tavrı nedeniyle de minnet duygularımı iletiyorum. [4] https://www.caninejournal.com/dog-bite-statistics/
Tekstil sektörünün tüm dünyada geçerli olan üretim sistemi, sömürü ve kirlilik üzerine kurulu. Binlerce mağazadan ulaşılabilen milyonlarca çeşit ucuz kıyafetin üretimi temelde iki alanda sömürüye dayanıyor; ekolojik kirlilik ve dünyanın sömürüsü, ikincisi ise işçilerin sömürüsü.
Ucuz giysilerin arkasındaki bu iki kirlilikten bugün işçi haklarına odaklanacağız. Türkiye’de tekstil işçilerinin hakları bağlamında çalışan Temiz Giysi Kampanyası’nın eylül ayında yayınladığı Tekstilin Geride Bıraktıkları: Tekstil Sektöründe Kayıtdışı İstihdam raporundaki güncel verilere bir göz atalım.
Rapor, Türkiye’de tekstil sektöründeki kayıtdışı ve güvencesiz çalışmayı çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor ve maalesef bu buzdağının yalnızca görünen yüzü. Tekstil sektörünün son on yıllarda hızlı modanın etkisi ile daha da büyüyen bir sektöre dönüşmesi, bu ivmesini işçi sömürüsüne borçlu. Türkiye’nin dünya tekstil haritasında önemli bir yere sahip olduğunu da ekleyelim. Ama maalesef yıllar geçtikçe tablo iyiye değil, kötüye gidiyor. Hızla artan yoksulluk, yoğun göç alımı, devletin denetim eksikliği işçileri geçinebilmek için zorlu şartlarda çalışmaya mecbur ediyor.
Temiz Giysi Kampanyası’nın 2022 tarihli raporu markalara taşeron işler yapan küçük ve orta işletmelerde çalışan işçi ve işverenlerle görüşmelerine dayanıyor.
Sektörün genel varsayımı, işgücünün ucuz olması gerektiği
Görüşmelerden çıkan bulgulara göre tekstil sektöründe çocuk işçilik yaygın, sigorta yapılmıyor, çoğu zaman işverenin sigorta yapmamak için doğru olmayan bahaneleri var veya çalışan kişi kazancından olacağı endişesiyle sigorta istemiyor veya işveren çalışandan habersiz sigortasını kesmiş, sigorta parasını çalışanın maaşından kesiyor, çalışanlar haklarından habersiz olduklarından talep edemiyor. Kayıt dışı ve güvencesiz yaşam sağlık hizmetlerinden yoksunluk, adil ücret, adil çalışma saatleri, iş kazalarına karşı güvence, izin, emeklilik, sendikalaşma haklarını tamamen ellerinden alıyor.
Burada çarpıcı olan istisnalardan bahsetmiyor oluşumuz; raporda bahsedilen ayrımcılık, kayıt dışı-güvencesiz çalışma, çocuk işçilik, sömürü sektörün normali haline gelmiş durumda. İşçiler için başka bir hayat söz konusu değilken işverenler için başka bir sektör yapısı mümkün değil. Tüm sektör bu şekilde çalıştığından işçilerin başka bir yerde çalıştığında bu haklara sahip olması da mümkün değil.
Raporda aktarıldığı gibi yerleşmiş ve normalleşmiş sistem çaresizlik ve kanıksamaya yol açıyor ve tüm bu haksızlık döngülerinin devamını sağlıyor.
Bu kolektif bir “bilerek görmeme” hali. Devlet yasaları koymuyor, koyduklarını denetlemiyor ve uygulamıyor; büyük markalar sormuyor ve bilmek istemiyor (ki sorulduğunda bilmediğini iddia edebilsin), tüketici de bilmemek için kafasını çeviriyor, satın alırken markaya sormuyor.
Devlet vergi toplamak için işyerlerinin kayıtlılığını denetlerken çalışanların kayıt dışı istihdamı veya çalışma koşulları ile ilgilenmiyor. Markalar kendi denetlemelerini yaparken ürünün kalitesi, üretimi hızıyla ilgileniyor, onları üretenlerin yaşam kalitesiyle değil. Devlet vergiyle, marka da istediği işin yapılmasıyla ilgileniyor.
Tekstilde kayıt dışılık seçim değil, zorunluluk
Devlet ve markalar bu sömürüyü tamamen küçük işletmedeki işverenin insafına bırakıyor. İşveren kendi kâr hesaplamalarına göre maaşları, çalışma saatlerini, kaç kişinin sigortalı görüneceğini (teşvik primi de alarak) belirliyor.
Tekstil sektöründeki işçilik ağır makineler kullanmayı genelde gerektirmediğinden hiçbir eğitimi olmayan kişiler, küçük yaştaki çocuklar, Türkçe bilmeyen göçmenler de rahatlıkla iş bulabiliyor. Bu da her zaman çalışacak birileri olduğu anlamına geldiğinden işçiler işverenin sunduğu tüm koşullara boyun eğmek zorunda. Göstermelik denetimlerde kayıtsız işçiler bodruma indiriliyor, ikinci defterler çıkarılıyor, sonra her şey eskisi gibi devam ediyor.
“Buradaki neden-sonuç ilişkileri işçilerin söylemlerinde çok sıkı işlemektedir. Tekstilde kayıtdışı işçi olmak seçtikleri değil zorunlu oldukları bir alan olarak ortaya çıkıyor.”
“Hukuki olarak zorunlu olan çerçevede değil de, insan ilişkisi kapsamında düzenlenen işyerinde, işverenler bağırabilmekte, ücretsiz fazla mesai yaptırabilmekte, işler yetişmediğinde gecelenmesini isteyip iş olmadığında ücret vermeyebilmektedirler. İşçilerin bir önceki işlerinden ayrılma nedenlerinden biri olan sözel şiddet buna örnek teşkil eder: “Psikolojik şiddet. Küfür etti diye bıraktım.”
“İşverenler için kayıtdışı istihdam değil, kayıtlı istihdam norm dışı bir pratik olarak görülüyor: Eğer herkese sigorta yaparsam dükkânı kapatır giderim.”
Devlet, markalar ve işveren işçiyi bilgilendirmeyerek, yanlış bilgilendirerek bu sömürü kapanının içinde kalmalarını sağlıyor. Çoğu işçi için çocukken girdiği bu sistemden çıkış yok, ailesi de sistemin içinde, eğitimleri veya başka bir becerileri veya bilgiye erişimleri olmadığı için bildikleri hayat bu.
Tüketicinin sorumluluğu
Bu danışıklı dövüşte devlet, işveren, marka kâr ederken tüketici de ucuza aldığı giysilerle kazanç elde ediyor. Her yeni sezonda yepyeni kıyafetleri alabiliyor olmamız bu sömürüye göz yummamıza dayanıyor.
Türkiye’de yoksulluk arttıkça, göç alımı devam ettikçe, daha ucuza tekstil üretimi için bir merkez haline gelmeye devam ediyor. Markalar kâr için denetimi az daha yoksul ülkelerdeki sömürü üretimine yöneliyor ve Türkiye de gerek devletin eksikliği gerekse işverenlerin sömürü tercihi ve işe ihtiyacı olan on binlerce kişi ile bu sömürü sisteminin ön sıralarında olmaya talip. Bu küresel bir sorun, ama işin kötü yanı Türkiye’nin her geçen gün daha da kötüye gidiyor olması. Gün geçtikçe etiketlerde “Made in Taiwan” “Made in Bangladesh” yerine daha çok “Made in Turkey” göreceğiz ve maalesef bu yerli üretimin geliştiği anlamına değil dünyadaki tekstil sömürüsünde hatırı sayılır bir payımız olduğu anlamına geliyor.
Tüketiciler olarak yapabileceğimiz, yapmamız gereken şeyler var: Tedarik süreçleri şeffaf olmayan markalardan alışveriş yapmamak, “ucuz kıyafet” diye bir şeyin var olmadığını unutmamak. Ucuz bir kıyafet gördüğünüzde onun üretiminde dünyanın bir yerinde birilerinin zor koşullarda ve asgari yaşam standartlarına erişemeden üretmeye zorlandığından emin olabilirsiniz.
“Bu sadece tekstilde sigortasız çalışan işçilerin değil, bu toplumun bir parçası olan herkesin kolektif sorunudur.”
Sektörün normali ucuz işçilik ve sömürü ile ucuz kıyafet üretimi iken bu şekilde üretilmiş giysileri giymeyi normalleştirmiş olmamızı sorgulamamız gerekir. Tüm bu tabloda bu hak ihlallerine gözümüzü kapatarak dolaplarımızı bu sezonun yeni modası kıyafetlere ucuza dolduramadığımıza mı hayıflanacağımız yoksa giydiklerimizin gerçek bedelinin hesabını mı soracağımız bizim tercihimiz.
Tekstilin Geride Bıraktıkları: Tekstil Sektöründe Kayıtdışı İstihdam raporunu buradan okuyabilirsiniz.