Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Öldürttüğümüz hayvan dostlarımız biz insanları bağışlayınız [1]

0

Yeni bir yılın ilk yazısı bu. Hep söylerim, doğada takvim yok. Takvim yaprakları uçuştukça bir şeyler değişmez. Değişimi yaratacak olan biziz. Yani, yeni yılın adından başka hiçbir şey yeni olmaz, biz yenilenemezsek eğer.

Kendi yarattığımız korkunç yalnızlığımızda sadece kendimize değil, ne yazık ki diğer bütün canlılara da hiç hak etmedikleri bir son inşa ediyoruz adım adım. Doğanın basit bir parçası olduğumuz gerçeğini ya kabullenmiyoruz ya da kabulleniyor gibi görünsek de davranışlarımıza yansıtamıyoruz. Zihnimizin önünde, arkasında, sağında, solunda bir yerlerde şu düşünce, düşünce bile değil batasıca inanç dolanıp duruyor: “Biz insanız, biz farklıyız, biz üstünüz. Elbette her şey önce bizim, yani insanın çıkarına olmalıdır.”

Bu inanca gizli ya da açık bel bağlayan, davranışlarını ona göre şekillendiren her kim varsa üzülüyorum. Yazık, üretilen bunca bilgiden en basit gerçeği süzüp içselleştirememişler. Sözümü sakınmayacağım; ari ırkın üstünlüğüne ve aşırı Alman milliyetçiliğine dayana Hitler’in düşüncesinden nitelik olarak hiçbir farkı yok bunun, o kadar sakil! O nasıl bütün Yahudileri toplama kamplarına doldurduysa, söylediğim sakil inancın savunucuları da binlerce yıldır bize can yoldaşı olmuş dostlarımızı barınak dedikleri toplama kamplarına doldurup ölüme göndermeye çalışıyor.

Evcilleştirilen yabanıllar

Bugün evcil olan hayvanların hepsi bir zamanlar yabanıldı. Yani insanlarla ilişkisi ekolojik ilişkilerin ötesinde değildi. Zamanla insanlar, yani bizler bazı yabanıl hayvanları çeşitli amaçlarla evcilleştirdik.[2] İlk evcilleştirilenler, bugün kırda da kentte de en yakınımızda olan ve duygusal olarak en çok bağ kurduğumuz köpekler. Bundan 10 bin yıl önce Güneybatı Asya, Çin ve Kuzey Amerika’da evcilleştirildi köpekler. Onları 8 bin yıl önce koyunlar, keçiler ve domuzların, 6 bin yıl önce ineklerin ve 4 bin yıl önce atların evcilleştirilmesi takip etti. Develer, rengeyikleri, yaklar, lama ve alpakalar ile diğerleri daha sonra oldu. Tabii ki sadece memeliler evcilleştirilmedi. Tavuklar başta olmak üzere pek çok kanatlı hayvan da evcilleştirilenler arasında. Evcilleştirme o hayvan türlerinin tercihi değildi, bizim tercihimizdi. Yoksa onlar doğal ortamlarında huzurla yaşamlarına devam ediyorlardı, insan denilen hayvan türü olmasaydı tabii. Evcilleştirdiğimiz hayvanları pek çok amaçla kullandık. Önceki cümlede seçtiğim eylem sözcüğünü tekrar okumanızı istiyorum; KULLANDIK! Çoğunu yemek, etinden, sütünden ya da yumurtasından gıda olarak yararlanmak üzere çiftlik hayvanı olarak kullandık. Köpekleri avlanmakta, bekçilikte, çobanlıkta kullandık; uyuşturucu ararken de yıkıntı altında insan ararken de kullanıyoruz. Atları ulaşımda kullandık, tarımda kullandık, savaşta kullandık. Kullandık da kullandık. İşimize geleni halen kullanmaya devam ediyoruz. İşimize gelmeyeni kirli bir peçete gibi buruşturup atmak da tam çağımız insanına mahsus bir davranış.

Bütün bu evcil hayvanlar içerisinde insanla birlikte yaşamaya, insanın kentsel ve kırsal rutinine ayak uydurmaya en çok uyum sağlayanlar köpekler ve kediler oldu. Kediler günümüzde belki de insanlara en çok neşe veren canlılar, köpekler ise duygu dolu bakışlarıyla bir başka dünyanın da mümkün olabileceğini sürekli hatırlatan; sevmenin nasıl bir şey olduğunu bakmasını bilen herkese en hızlı şekilde öğreten öğretmenler, sırdaşlar, yoldaşlar oldular. Evlerimize girdiler, hatta yataklarımıza. Onlar sokuldukça biz daha çok mutlu olduk çünkü. Kedilerin pırlaması köpeklerin bakışlarına karıştı, soluk yaşamlarımız renk kazandı, sevgi dolu, mis kokmaya başladı. Bu nedenle, örneğin İngilizcede bütün evcil hayvanlara ‘pet’ denilmez. Duygudaşlık yaptıklarımıza denilir pet. Diğerlerine ‘domestic animal’ denilmektedir; hoş o da varıp Latince de ev anlamına gelen ‘domus’ sözcüğüne dayanır.

Bozulması gereken ezberler

Ne zaman sokak hayvanları ile ilgili bir tartışma ortaya çıksa mutlaka ezbere yapılan aşağıdakiler gibi eleştirilerin muhatabı olurum. Ezbere diyorum, çünkü üstünde biraz düşünse eleştirinin sahibi de görecek saçmalığı ama düşünme ihtiyacı hissetmiyor. Çünkü en derinlerinde kendisinin insan ötekinin ise bir hayvan olduğunu, ondan üstün olduğunu ve elbette kendini korumak için ötekinin haklarının rahatlıkla çiğnenebileceğini düşünüyor. Gelin bu ezberleri tek tek bozalım:

Hiçbir medeni ülkede sokak hayvanı yok: Medeni ülke, Batı, Avrupa veya ne derseniz deyin. Bu ezberde büyük bir eziklik gizli; “Ben geri kalmış bir ülkenin geri kalmış insanıyım. O ülkelerden daha mı iyi bileceğim? Onlar ne yapmışsa doğru yapmıştır. Başka bir çözüm başka bir yol aramanın ne anlamı var?” Bu ezberin temeli aşağı yukarı böyle bir şey. Bu ezbere sarılanlar, örneğin Atatürk kadınlara seçme ve seçilme hakkı verirken yaşasalardı yine aynı ezberi papağan gibi tekrarlardı: “Hiçbir medeni ülkede kadınların seçme ve seçilme hakkı yok.” Başkasına tapmanın ve kendini hiçe saymanın ağa babasıdır bu ezber.

Oysa medeni insan düşünür, kim yaparsa yapsın eleştirel gözle inceleyip doğrularını ve yanlışlarını ortaya koyar. Sonra o doğruları çoğaltıp yanlışları azaltacak yeni çözümler, yeni yollar arar. Batı’da ya da medeni dünyada sokak hayvanının olmaması, sahibi olmayan bütün hayvanların barınaklara kapatılması büyük bir hak ihlalidir. Aklı olan, vicdanı olan bunu rahatlıkla görür. Sorunu gören akıl ve vicdan sahibi çözüm de üretir. Benim çözümümü en sonda okuyabilir, değerlendirebilir, eleştirebilir ve geliştirebilirsiniz. Ama lütfen karşıma ezber ve zalim çözümlerle çıkmayın.

Sokak hayvanları, özellikle köpekler insanlara saldırıyor, sokaklarda yürüyemiyor hale geliyoruz: Sokaklarda insanlara saldırıp zarar veren, yaralayan, öldüren, tecavüz eden, soyan insanlar da var. Bunlar var diye suçlu ya da masum demeden bütün insanları hapse mi atıyoruz? Yoksa masumlara bedel ödetmemek için ‘suçu kanıtlanana kadar herkes masumdur’ deyip kanıtlanan suçta da ‘suçun ve cezanın şahsiliği’ ilkesini mi uyguluyoruz.  E, söz konusu köpekler ya da sokak hayvanları olunca ne değişiyor? Değişen şey karanlık zihinlerimize işlenmiş ‘biz insanız, elbette diğer hayvanlardan üstün ve ayrıcalıklıyız’ düşüncesinin sonucu. Hiçbir hayvan sever “insanlara saldıran bir köpek ya da sokak hayvanına dokunulmasın” demez, ben diyeni görmedim bugüne kadar. Sokaklarda yaşamaya uyum sağlayamayan her canlı, insan ya da hayvan, hukuka uygun bir şekilde sokaklardan bir süreliğine ya da süresiz olarak alınır. Mümkünse rehabilite edilir, tedavi edilir. Ama böyle davranmak gerçekten medeni olmak demektir, vicdan sahibi olmak demektir, canlılar arasında ayırım yapmamak demektir. Zordur bu dünya düzeninde böyle insan olmak. Kolayını biliyoruz; “topunu toplayıp yığın barınak denilen ölüm kamplarına, ne halleri varsa görsün” dersiniz olur biter. Ne zaman elinize bir fırsat geçer, bir köpek bir insana havlar ya da onu ısırır, masum olduğu halde, hiçbir insana ya da başka hiçbir canlıya yan gözle bakmadığı halde o kamplara yığılan ve insanı sevmekten başka hiçbir suçu olmayan o güzelim canların acılarını umursamadan “sokaklarda hayvan istemiyoruz” diye çığlıklar atarsınız. Böyle yaparak, izole yalnızlığınızdaki sahte mutluluklarınızla dünyayı kirletmeye de devam edersiniz.

Ormanlara atılan köpekler yabanıl hayvanlara, kentlerdeki kediler kuşlara ve diğer canlılara zarar veriyor; onları koruyarak türcülük yapıyorsunuz: Köpekler ormanlara atılsın diyen ya da atan kim? Yaşadığım yerde sokak hayvanı istemiyorum diye bağıranların suyuna gidip sorumsuzca davranan belediyeler ya da kendini bilmez işgüzarlar. O nedenle ormana ya da yerleşimlerden uzak doğal alanlara atılan köpeklerin hayatta kalabilmek için içgüdüsel olarak avlanmaya çalışmaları o köpeklerin değil onları oralara atan insanların suçu. Bunu bir kenara koyalım.

Gelelim kentlerdeki kedilerin kuşlara ya da başka bazı canlılara zarar vermesi meselesine. Dikkatinizi çekiyorum, kentlerde! Kent ne? İnsanların doğal yaşam ortamlarını, sadece kuşların değil binlerce tür canlının yaşamını hiçe sayarak oluşturmuş oldukları beton, demir, cam ve asfalt yığınları. Kent denilen şey varlığıyla bir canavar zaten. Yetmiyor, kentlerde yaşayan insanlar her türlü yaşam alışkanlığıyla; arabasının kontağını her çalıştırdığında, ihtiyaç sandığı her türlü ihtirasını gidermek için gereksiz bir ürün satın aldığında, konut dediği beton yığınlarına her bir yeni metrekare eklediğinde, kaloriferini ya da klimasını her bir derece artırıp azalttığında, yediği her lokma ette, içtiği her yudum sütte, elektrik düğmesine her bastığında ve hatta yeni bir insanın doğmasına her vesile olduğunda binlerce canlının ölüm fermanını imzalayan insan, çıkmış karşıma ötekiler için duyarlıymış gibi yapıyor. Neymiş duyarlılığı? Kediler kuş avlıyormuş. Kendine aynada hiç bakmadan, kent denilen yapay ortamlarda diğer canlıların yaşamına zerre kadar saygı göstermeden insan türünün konforu için sayısız zalimliğe imza atıp kendi peşinden sürüklediği sokaktaki aç kedilere yaz demeden kış demeden karşılıksız mama dağıtan o güzel insanlara türcülük yapıyor demek nasıl bir üste çıkma, kendini arındırma yüzsüzlüğüdür. El insaf! Burada da o yerin dibine geçesice inanç nasıl da kendini gösteriyor. “Biz insanız ve bizim konforumuz için başka bazı canlılar zarar görebilir, bu gayet normal. Kentler de yaparız fabrikalar da, yollar da yaparız havalimanları da. Bunları yapmak için milyonlarca canlının yaşam ortamını yok edip onları ölüme mahkûm etmekte hiçbir sakınca yok.”

O kentlerde yaşarken ve alışkanlık olarak hiç sorgulamadan yaptığımız her işle veya attığımız her adımla binlerce canlıyı ölüme gönderirken aklımıza gelmeyen duyarlılık yaşlı bir kadın soğukta ve yağmurun altında elleri titreyerek sokak kedilerine mama dağıtırken aklımıza geliverir. Eh, öpülesi ellere tükürmek de ancak insan türüne mahsus bir davranıştır zaten.

Mahalle bazlı koruma

Aslında bu konularda başka pek çok ezber var bozulması gereken ama yazıyı daha fazla uzatmadan benim ne önerdiğime gelmek istiyorum. Kolay anlaşılsın diye madde madde anlatacağım:

  • İnsan türü olarak dünyayı onulmaz bir noktaya getirdik, getiriyoruz. Bunları yaparken bizimle yaşamaya hiç niyeti olmayan başka canlı türlerini de aramıza kattık, onları kullandık, yedik, sağdık, sömürdük. Ve onlardan bazıları bizimle duygusal bağ kurdular, elbette biz de onlarla. Aslında yavaş yavaş öğreniyoruz ki pek çoğu bizimle duygusal bağ kurabiliyor. Fakat özellikle köpek ve kedilerin bağı çok farklı bir düzeyde. Belki de insan türünü kendine getirecek dayanak noktası bu bağ. Kendinden, kendi gibi gördüğünden başkasını da umursamak, aslında onlardan farksız olduğunun, onlarla aynı kökleri paylaştığının farkında olmak, onlar için karşılık gözetmeden fedakârlıkta bulunmak bize en derinimizdeki doğal iyiyi hatırlatıp parlatacak bir güç. Öncelikle bunun farkında olalım.

  • Böyle olmasına rağmen bırakalım kediler köpekler ne istiyorlarsa yapsınlar, nasıl çoğalıyorlarsa çoğalsınlar demek de olanaklı değil. Doğanın düzenini öylesine radikal şekilde bozduk ki, artık özellikle kentlerde ‘doğa nasıl biliyorsa öyle yapsın’ diyemiyoruz. Müdahale kaçınılmaz. Elbette kontrolsüzce çoğalmalarının önüne geçilmeli. Çok büyük acı çekerek söylüyorum ki, elbette böylesine artışların yaşandığı bölgelerde kısırlaştırma ile hayvan sayısı kontrol altında tutulmalı. Elbette sokak yaşamının huzur ve güvenini kaçıracak davranışta bulunanlar sokaklardan alınıp rehabilitasyon merkezlerinde tedavi edilmeli. Fakat meselenin kor noktası müdahalenin niteliği. Her adımda empati yapmayı unutmadan, onların da en yaşamsal haklarını hiçe saymadan. Örneğin yapmak zorunda olsak bile kısırlaştırmanın ne büyük bir zulüm olduğunu hiç aklımızdan çıkarmamalıyız. Diyelim ki dünyaya insandan daha zeki ve güçlü canlılar gelmiş ve insan sayısının kontrolsüzce artmasının ve doğaya verdiği zararların önüne geçmek için bizlere kısırlaştırma programı uyguluyorlar. Ne düşünür, ne hissederdik? Kedi ve köpeklerde aynısını hissediyor. Bunu yapmak zorundaysak bile hiç değilse onlara yönelttiğimiz sevgi ve şefkatle acılarını bir ölçüde de olsa dindirmek çok mu zor?
  • Sokak hayvanları yönetim birimi il ya da ilçe düzeyinde değil mahalle düzeyinde olmalı. Siyasi kör döğüşünün yereldeki odak noktası olan belediyeler aracılığıyla bu işin olması çok zor. Belediyelerin mahalle bazında gönüllülerle bağ kurup koordine olması gerekiyor. Mahalle gönüllülerine belediyeler bütçe, yer, bakım merkezi, teçhizat ve personel gibi konularda zemin hazırlamalı; ancak sokaktaki hayvanın kayıt altına alınmasından takibine, sağlık sorunlarının çözümünden sahiplendirilmesine kadar pek çok konu mahalle gönüllülerince yapılmalı. Sanıyorum Türkiye’nin her yerinde bu işi severek yapacak gönüllüler vardır. Aslında gönüllüler zaten var fakat organizasyon ve koordinasyon sorununun olduğu da inkâr edilemez.

  • ‘Sokakta hayvan olmaz; evcil hayvan evde ya da barınakta olur, bu iş Batı’da da böyle’ inancı yukarıda da açıkladığım gibi sağlıklı değil. Onları evlere ya da barınaklara hapsetmenin doğru olmadığını, sokaklarımızda, aramızda özgürce yaşamlarını sürdürmeleri gerektiğini düşünüyorum. Bu hem bizi kentlerdeki derin yalnızlığımızdan biraz da olsa uzaklaştıracak (Boji’nin, sadece tek bir köpeğin yarattığı pozitif havayı düşünün) hem de başka bir dünya mümkün hayaline güç kazandıracak bir yol. Aslında tarihi kayıtlar incelendiğinde bu yolun geleneksel olarak Türkiye’de yüzyıllardır uygulandığını ve yavaş yavaş çok öykünülen Batı’nın da bu yolu takdir ettiğini görüyoruz. İnanmayan Ceyda Torun tarafından çekilen ve İstanbul’daki sokak kedilerini konu alan Kedi adlı belgeselin ve Elizabeth Lo tarafından çekilip bu kez İstanbul’daki sokak köpeklerini konu alan Stray adlı belgeselin Batı dünyasından ne kadar çok beğeni aldığını dijital kaynaklardan araştırabilir. Dünyayı kurtaracak dönüşüme, bencilce sahiplendiğimiz kentlerimizi binlerce yıldır yanı başımızda bizimle duygudaşlık yapmış kedi ve köpeklerle paylaşmaya başlayarak adım atmak, sonra yavaş yavaş diğer hayvan ve bitkilerle daha sıkı ve saygılı bağlar kurarak ilerlemek hiç zor değil. Yeter ki bu ve buna benzer konulardaki ezberlerimizi bir kenara bırakalım.

Açıkçası bu konuda aklımdan geçenleri bütünüyle yazmaya kalksam çok daha fazla yere ihtiyacım olurdu. Bozulması gereken başka pek çok ezber var, buna kuşku yok. Diğer yandan burada örneğin ne yasal zeminin sorunlarına değinebildim ne evcil hayvan ticaretine. Değinmediğim o kadar çok şey var ki… Fakat benim kafamdaki çözümün temellerini özet olarak da olsa aktarabildiğimi sanıyorum. Yanıldığım yerler olamaz mı? Olur tabii. Eksikler? Onlar da vardır. Buyurun konuşalım, medeni bir şekilde tartışalım. Ama yıllardır bize dayatılan ezberleri arkamızda bırakıp aklımızı ve vicdanımızı hiç yanımızdan ayırmadan. Var mısınız?

*

[1] Bu başlık Prof. Dr. İsmet Sungurbey tarafından 1992 yılında yayımlanan Hayvan Hakları: Bir İnsanlık Kitabı adlı eserin üst kapak başlığıdır.
[2] Bu konuda daha kapsamlı bilgi sahibi olmak isteyenler Jared Diamond’ın ‘Tüfek, Mikrop ve Çelik’ adlı eserinin ‘Zebralar, Mutsuz Evlilikler ve Anna Karenina İlkesi’ başlıklı IX. Bölümünü okuyabilirler. 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.