Ana Sayfa Blog Sayfa 614

Meteoroloji’den buzlanma ve don uyarısı: Birçok ilde kar bekleniyor

İnsan kaynaklı üretim ve tüketim faaliyetlerinin beslediği iklim değişikliğinin en yoğun etkileri son günlerde kuraklıkla yaşanır hale gelmişti. Ülkenin doğusundan batısına bir kuraklık endişesi hakimdi ancak Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nden (MGM) yapılan son tahminler ülke genelinde birçok ülkede yağış beklentisine işaret ediyor.

MGM tarafından yapılan son değerlendirmelere göre: ülke genelinin çok bulutlu, Marmara‘nın doğusu, Akdeniz, İç Anadolu, Karadeniz, Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Edirne, Kütahya, Uşak ve Afyonkarahisar çevrelerinin aralıklı yağışlı geçeceği tahmin ediliyor.

‣Ardı ardına sıcaklık rekorları kaydedilirken kışa ne oldu? 
‣Antalya’yı sağanak, fırtına ve kar vururken İstanbul’un barajları alarm veriyor 

‣Avrupa’daki rekor sıcaklar kayak pistlerinin kapanmasına neden oluyor 

Yağışların; kıyı kesimler ile Güneydoğu Anadolu’nun güneyinde yağmur ve sağanak, yağış alan diğer kesimlerde karla karışık yağmur ve kar şeklinde olması bekleniyor.

Hava ve iklim olaylarının analizinin yapıldığı ve uzman bir ekip tarafından yürütülen Havadelisi.com’da yayımlanan son tahmin raporuna göre de Ocak başlarından, en geç ortasından itibaren Aralık 2022’ye nazaran çok daha soğuk hava kütlelerinin etkisi altında kalacağı belirtilmişti.  Kışın geçen sene olduğu gibi Mart’a sarkacağı bildirilmişti.

Memleketten kuraklık manzaraları: Bursa 
Kuraklık: Yazır Barajı’nda çatlaklar oluştu 

Meteorolojiden buzlanma ve don uyarısı

Meteoroloji kuvvetli yağış uyarısında bulundu. Bu uyarıya göre; yağışların Bingöl, Muş, Hakkari ve Bitlis çevrelerinde kuvvetli ve yoğun kar, Siirt ve Şırnak çevrelerinde kuvvetli yağmur şeklinde olması bekleniyor. Vatandaşlara ulaşımda aksamalar, buzlanma ve don olayı gibi olumsuzluklara karşı dikkatli ve tedbirli olmaları yönünde uyarılar yapılıyor.

Yağışların Bingöl, Muş, Hakkari ve Bitlis çevrelerinde kuvvetli ve yoğun kar, Siirt ve Şırnak çevrelerinde kuvvetli yağmur şeklinde olması bekleniyor.

Sabah saatlerinde Bitlis ve Iğdır çevrelerinde yer yer yoğun olmak üzere sis ve pus olayı bekleniyor.

MGM verilerine göre; hava sıcaklığının ülkenin iç kesimlerinde azalacağı, diğer yerlerde önemli bir değişiklik olmayacağı, doğu kesimlerde mevsim normalleri civarında, kuzey, iç ve batı kesimlerde yer yer mevsim normalleri altında seyredeceği tahmin ediliyor.

IPCC Raporu: Acil eylem için zaman daralıyor 

‣ Kış Olimpiyatları ne kadar sürdürülebilir? -Doç. Cenk Demiroğlu *

Meteorolojiden kuraklık alarmı: Marmara ve İç Ege’de kritik seviyede 

Marmara’da kar yağışı

Meteorolojiden yapılan son tahminlere göre; Marmara’nın parçalı ve çok bulutlu, Edirne ve Bilecik çevreleri ile Sakarya ve Kocaeli‘nin yüksek kesimlerinin karla karışık yağmur ve kar yağışlı Kocaeli ve Sakarya’nın kıyı kersimlerinin yağmurlu geçeceği tahmin ediliyor.

Ege’de ise çok bulutlu, öğle saatlerinden sonra Kütahya ve Afyonkarahisar çevreleri ile gece saatlerinde Uşak çevrelerinin hafif kar yağışlı geçeceği tahmin ediliyor.

Akdeniz’de kar bekleniyor

Akdeniz’in ise öğle saatlerinden sonra kıyı kesimlerinin aralıklı yağmur ve sağanak yağışlı, iç kesimlerinin yükseklerinin karla karışık yağmur ve kar yağışlı geçeceği tahmin ediliyor.

İç Anadolu’ya ilişkin tahminlere göre; bölgenin güney ve doğusu ile akşam saatlerinden sonra batı kesimlerinin aralıklı kar yağışlı geçecek.

Batı Karadeniz’in ise çok bulutlu, kıyı kesimlerinin yağmurlu, akşam saatlerinden itibaren iç kesimlerinin aralıklı kar yağışlı geçeceği tahmin ediliyor.

Orta ve Doğu Karadeniz’de ise kar bekleniyor: Çok bulutlu, bölge genelinin aralıklı yağışlı geçeceği tahmin ediliyor. Yağışların; kıyılarda yağmur, iç kesimlerinde karla karışık yağmur ve yer yer kar şeklinde olması bekleniyor.

Doğu Anadolu için yoğun kar tahmini

Doğu Anadolu’nun da çok bulutlu, aralıklı kar yağışlı geçeceği tahmin ediliyor. Yağışların öğle saatlerinden sonra Bingöl, Muş, Hakkari ve Bitlis çevrelerinde yoğun kar, Şırnak çevrelerinde kuvvetli yağmur şeklinde olması bekleniyor.

Sabah saatlerinde Bitlis ve Iğdır çevrelerinde yer yer yoğun olmak üzere sis ve pus olayı bekleniyor.

Güneydoğu Anadolu’da ise havanın çok bulutlu, bölge genelinin aralıklı yağmurlu, kuzey kesimlerinin yükseklerinin karla karışık yağmur ve kar yağışlı geçeceği tahmin ediliyor. Yağışların öğle saatlerinden sonra Siirt çevrelerinde kuvvetli yağmur şeklinde olması bekleniyor.

CHP’den enerji politikaları: Yenilenebilir enerji öncelikli, yeni termik santral yapılmayacak

“Güvenilir, ulaşılabilir, ödenebilir, kaliteli, yeterli, çevreyle dost ve sürdürülebilir şekilde enerjiye erişim temel bir insan hakkıdır. Türkiye bilinçli uygulanan yanlış politikalar ile fakirleştirilmiş, gelir dağılımında adalet ve eşitlik daha da bozulmuş ve orta gelirli sınıf yok olmuştur. Yaşanılan yüksek enflasyon ile halk yoksullaştırılmıştır. Halkın gelir seviyesi yükselinceye kadar kamunun enerji politikalarında daha fazla insiyatif alması zaruri hale gelmiştir. Fiyat, arz güvenliği ve yeşil enerji dönüşümü arasında geniş kitlelerin satın alma gücünü de dikkate alan enerji politikalarının yeniden tesis edilmesi bir zorunluluk olmuştur. Cumhuriyetin İkinci Yüzyılına girerken, bizleri önce 2030 daha sonra 2050’lere taşıyacak olan Enerji Politikamızı; 6 Ana İlke, 6 Tema, 6 Sektör, 16 Proje ve Güçlü Yönetişim vizyonu ile kuracağız.”

CHP’nin enerji politikalarından sorumlu genel başkan yardımcısı Ahmet Akın.

Türkiye’nin son 20 yıllık enerji stratejisinin, “Yerli ve Milli Kaynakların Kullanım tercihiyle” yola çıkılmasına rağmen konuyla ilgili yeterli adımların atılmadığı, emisyonlar azaltılmadığı, ağırlıklı olarak öngörü ve stratejik planlamadan uzak YEKDEM, YEKA ve Kapasite Mekanizma uygulamaları ile ülke kaynaklarının heba edildiği kaydedilen programda şunlar denildi:

“Sonuç olarak hem enerji üreticileri hem hane halkı, esnaf ve sanayici için sürdürülebilir olmayan, enerji faturasını ödemekte zorlanan bir enerji görüntüsü gerçeği ile karşı karşıya kalınmıştır. Enerji arz güvenliğini sağlamak, enerjide yeşil dönüşümü gerçekleştirmek ve oluşan enerji yoksulluğunu aşmak ve enerjide yeni bir dönemi başlatabilmek için enerji politikalarının yeniden tasarlamak ve enerji kaynaklarını çeşitlendirmek bir zorunluluk haline gelmiştir.”

‘Akkuyu’daki belirsizlikler incelenecek’

Vizyon belgesinde, Rusya-Ukrayna özelinde yaşanan savaş hali ve ambargoların bir risk olarak ortaya çıktığına işaret edilerek, partinin politikası şu şekilde çizildi:

“Enerjide kaynak çeşitliliği de enerji arz güvenliğinin sağlanması açısından önem taşımaktadır. Nükleer konusunda ülke olarak gerekli teknik bilgi, tecrübe ve donanıma sahip olduktan sonra güvenlik şartları sağlanmış, ülkemizin mühendis ve teknik ekiplerinin kontrolünde ve ülke olarak bizim sahip olacağımız nükleer santraller de alternatif enerji kaynağı olabilir. Dünyada Paris İklim Hedeflerinin enerji arz güvenliğini sıkıntıya girilmeden sağlanabilmesi için son bir yıl içinde küçük kapasiteli nükleer santrallere bir eğilim olunduğu da bilinmektedir. İktidara geldiğimizde; yapımına başlanan Akkuyu Nükleer Santrali Projesi için Milli Enerji Kurulu (MEK) bünyesinde konuyla ilgili tüm paydaşların katılımıyla projedeki belirsizlikler irdelenecek. Enerji sektörü bir ülkenin kalkınmasında, gelişmişlik düzeyinin belirlenmesinde kilit öneme sahiptir. Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri ve Paris İklim Anlaşması da enerji sektörüne özel anlam yüklemektedir.

CHP’nin elektrik sistemlerine bakış açısının, enerjinin-elektriğin ucuzlaması, ekonominin karbonsuzlaşması ve 2050 net sıfır emisyon hedeflerine ulaşılmasının temel unsurlarına dayandığını belirten Akın,  yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik üretiminde çok sayıda adım atacaklarını, güneş, rüzgâr ve diğer düşük karbonlu teknolojilere dair de yatırımlar yapacaklarını kaydetti: “Cumhuriyet Halk Partisi, “enerji dönüşümü” ile fosil yakıt ağırlıklı bir sistemden, esnek ve dağıtık mekanizmaların yoğun kullanıldığı yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı sürdürülebilir bir sistemi hedeflemektedir.”

‘Yeni termik santraller yapılmayacak’

Yeni kömür santrallerinin inşa edilmeyeceğini, mevcutların ise kısa vadede çevreye uyumlu hale getirileceğini belirten CHP, yeşil hidrojen stratejik yol haritasının da hazırlanacağını taahhüt etti.

Enerji politikaları raporuna göre ilk etapta “enerji yoksulluğu” tanımı yapılacak, yoksulluk yaşayan hane halkına enerji desteği sağlanacak. Kurulacak Sosyal Enerji Fonu ile yoksul hane ve destek bekleyen KOBİ’lere doğrudan destek verilecek. Cumhurbaşkanlığına  bağlı Milli Enerji Kurulu ile uluslararası enerji politikaları ve enerji fiyatları yakından izlenerek kısa, orta ve uzun vadeli planlamalar hayata geçirilecek.

2030’a yenilenebilir enerji alanında büyük atılımlarla gireceklerini belirten CHP; 2023 ile 2030 yılları arasında toplam 56 GW kurulu gücünde yenilenebilir enerji yatırımı yapacaklarını, çiftçiler için güneşten elektrik üretip ücretsiz tarımsal ihtiyaçlarda karşılanacağını kaydetti. Ayrıca güneş ve depolama teknolojileri sektörüne yatırım yapılacak, “doğa dostu olmayan” HES’lere karşı güneş enerjisi ile çözüm üretilecek, göletlerin üzerine kurulacak panellerle HES’lerin hem sudan hem güneşten elektrik üretmesi sağlanacak.

Vaatler arasında Karbon Rezerv Merkezi’nin kurulması, altyapısı tamamlanmış, herkes için ucuz ve yüzde yüz yerli elektrikli otomobil de yer alıyor.

Raporda, iktidarlarının ilk 90, 180 ve 365 günü içinde atılacak adımlar da şöyle sıralandı:

İktidarın ilk 90 günü içinde atılacak adımlar

  • Kalıcı yaz saati uygulamasında tartışmalara son verilecek ve yaz-kış saati uygulamasına geçilecek.
  • TEİAŞ Özelleştirme kapsamından çıkarılacak, BOTAŞ özelleştirme kapsamına alınmayacak. 
  • Enerji yoksulluğu tanımı hiçbir ayrımcılık gözetilmeden, nesnel ve kapsayıcı bir şekilde yapılacak ve kamuoyu ile paylaşılacak. 
  • Stratejik Planlama Teşkilatı ile birlikte Türkiye’nin 2050 Yılı Enerji Dönüşümü Yol Haritası hazırlanarak tüm paydaşlara lanse edilecek. 
  • Türkiye’nin enerji yol haritasında kullanılacak iş modelleri ve finansman mekanizmalarının tasarımı yapılacak. 
  • Türkiye’nin Yeşil Mutabakatı, enerjide hem arz güvenliğinin sağlanması hem düşük karbonlu enerji dönüşümünü yansıtan sektöre ve piyasaya ilişkin enerji kısa, orta ve uzun vadeli projeksiyonlar yapılacak ve tüm paydaşlarla şeffaf bir şekilde paylaşılacak. 
  • Sosyal Enerji Fonu kurulacak. 
  • Akkuyu Nükleer Santral Projesi hakkında mevcut durumun analizi, sözleşme detayları incelenecek. Sinop ve Trakya’da yapılacağı açıklanan nükleer santral projeleri ise tamamen iptal edilecek.

180 gün içinde atılacak adımlar

  • 2030 Yenilenebilir Enerji Yatırımları Yol Haritası saptanacak ve kamuoyuna duyurulacaktır. Güneş, rüzgâr, pompajli hidroelektrik, jeotermal, biyokütle, hibrit projeler, çatı PV yatırım seferberliği tüm detaylarıyla saptanmış olacak.
  •  2030 yılına kadar yapılacak olan yenilenebilir enerji yatırımlarının planlanma, fizibilite ve finansman modellerine başlanacak. 
  •  Enerji Verimliliği Dönüşüm Enstitüsü kurulacak. 
  •  Ulaşımda elektrikli araç altyapısının en hızlı şekilde hayata geçirilmesini temin edecek iş ve finansman modelleri hayata geçirilecek. 
  •  İklim değişikliği sebebiyle üretim yapamayan, çalışması durumunda ekosisteme zarar veren, yerel tarımı engelleyen hidroelektrik santrallerin kapatılması süreçleri başlatılacak. 
  •  EÜAŞ ve TEİAŞ‘da elektrifikasyonun artan rolünü ve yeni teknolojik gelişmeleri yansıtacak şekilde SCADA ve en ileri teknolojik altyapıyla güçlendirilecek. 
  •  Yükseköğretim kurumlarda Türkiye enerji dönüşümünü gerçekleştirecek program ve modüllerin tanımlanacak, aksiyon planları oluşturulacak. 

365 gün içinde atılacak adımlar

  • Enerji sektöründe yenilenebilir enerji, enerji verimliliği, dijitalleşme ve yeni teknolojiler yoluyla yeşil dönüşümü destekleyecek müstakil ve uzmanlaşmış bir finansman kuruluşu olarak İklim Bankası kurulacak.
  • Karbon piyasasına, AB piyasaları ile uyum da gözetilerek işlerlik kazandırılacak, kamunun yürüteceği yenilenebilir ve enerji verimliliği projelerinden karbon kredi geliştirme faaliyetlerini yürütecek Karbon rezerv merkezi kurulacak. 
  •  Yerli doğalgazdan gübre üretimine başlanacak. 
  •  Türkiye için Yeşil Hidrojen Enerjisi Yol Haritası hazırlanacak.  Türkiye enerji dönüşümü netleşmesi, kamuoyu ve tüm paydaşlarla paylaşılacak. 
  •  Yedi .ölgede enerji kooperatifi projelerine başlanacak.

Evdeki musluktan az su akıtarak kuraklığın etkisini azaltabilir miyiz?

Ocak ayının sonuna geldik ve ülkenin önemli bir kısmında hala olması gereken yağış yok! Tarımsal üretimde ve gıda tüketiminde önemli bir yer kaplayan buğdaygiller üretimi ciddi bir tehditle karşı karşıya. Çiftçi filizlerin gelişmediğini ve boy verenlerin de sarardığını söylüyor. Böyle giderse bu kuraklığın şu anda hissetmediğimiz ama önümüzdeki yıl hissedeceğimiz en belirgin etkisi gıda üretimi ve beraberinde meydana gelecek fiyat artışı olacak.

Yeteri yağış olmadığı için azalan baraj suları, kuruyan sığ göller ve sulak alanlar ya da tatlı su girdisi azaldığı için daha fazla tuzlanan kıyısal bölgelerdeki sulak alanlar önümüzdeki dönemlerde ve kısa süre sonra karşılaşacağımız sorunların işareti. Bunlardan en önemlisi ilgili su kaynaklarının beslediği çevre ve bu su kaynaklarının sağladığı ekosistem hizmetlerinden faydalanan canlıların yaşayacakları. Bunların yanında insan olarak bizler de önemli düzeyde bu kuraklığın etkilerini göreceğiz. Nitekim hemen her gün yazılı ve görsel medyada buna dair haberler görebiliyoruz.

Barajlar boşalınca…

Ancak tüm haberlerde ana tema barajların doluluk oranları. Çünkü suyla olan tek ilişkimiz barajlarda biriktirilen su ve buradan elde edilen içme suyu. Aslında öyle değil ama felaket haberciliği her zaman daha fazla reyting sağlıyor.

Bu haberlerle beraber sunulan tasarruf önlemlerinde ise bireysel kullanımdaki düzenleme önerileri başı çekiyor. Peki, gerçekten de yüzümüzü yıkarken daha az su akıtınca kuraklığın etkisinden kurtulabilir miyiz? Yani zaten olağan bir davranış olması gereken bir aktiviteyi sorun karşısında alınması gereken önlemlerin sıralamasında en üste koymak sağlıklı bir yaklaşım mı? Ya da doğru düzgün arıtma becerisi olmayan atık su arıtma tesislerinden çıkan kısmen arıtılmış sıvıları gıda üretiminin ana aksı olan tarımsal üretimde sulama suyu olarak kullanmak gerçekten şu aşamada acil yapılması gerekenlerin başında mı geliyor? Bu soruların cevabını verebilmek için su kullanımındaki ana kalemleri konuşmak gerekiyor.

Atık su ne kadar arıtılabiliyor?

Öncelikle şu atık su arıtma tesislerinden çıkan suların tarımsal üretimde kullanılması meselesine değinmek gerekiyor. Çünkü bu söylem kaba mühendislik yaklaşımı temelinde ele alınıyor ve ülkenin arıtma tesislerinin mevcut durumu göz önünde bulundurulmadan konuşuluyor. Marmara Denizi‘ndeki müsilaj örneği ve diğer bölgelerdeki atık su arıtma tesisi çıkış sularının kalitesine dair bilgilerden hareketle şunu açıkça söylemek gerekir ki biz çok az sayıdaki arıtma tesisinde atık su arıtımı gerçekleştirebiliyoruz. Hatta birçoğunda sadece çamur giderimi yapıp sınırlı seviyede de azot fosfor giderimi gerçekleştiriyoruz. Ancak şundan emin olabiliriz ki hiçbirinde doğru düzgün mikro kirletici giderimi yapamıyoruz. Bunun birçok nedeni mevcut. Bunlardan bazıları;

  • Yağmur suyu hatlarının birçok yerde kanalizasyona bağlı olması ve bu da tesislerin kapasitesinden daha fazla girdiyle baş etmek zorunda olması, hatta ani yağışlarda tesislerin işlemez hale gelmesi,
  • Birçok tesisin sadece havalandırma, çamur çöktürme ve biyolojik arıtmaya sahip olması ve hatta bazılarında sadece çamur çöktürmeden başka bir işlemin olmaması,
  • Evsel nitelikte olan tesislere şehrin farklı yerlerine dağıtılmış endüstri işletmelerinin de atık suyunun karışması,
  • İşletme giderlerini karşılayamayan belediyelerin atık su arıtma tesislerini sınırlı kapasiteyle çalıştırması ve gelen atık suyun çoğu zaman bypass yapılması,
  • Yanlış planlama ile kurulduğu için orantısız artan nüfustan kaynaklı olarak gelen atık su miktarının tesisin arıtma kapasitesinin çok üzerinde olması,
  • Çoğu tesisin eski teknoloji ile çalışması
  • Tesislerin mikrokirletici gideriminde başarısız olması, özellikle yeni varlıklar denilen kimyasalların ve mikroplastiklerin giderilememesi

Bu saydıklarım dışında birçok farklı neden daha sıralanabilir ama tüm bu sebeplerden sadece son iki madde bile atık su arıtma tesislerinin çıkış suyunu kullanmadan önce tesislerin iyileştirilmesinin ivedilikle yapılması gerekliliğinin tartışılması gerektiğini ortaya koyuyor.  Ayrıca daha farklı olarak nüfus artışı ve buna bağlı olarak hizmet verilen nüfusun artmasına rağmen kaynakta bazı önlemlerin alınmasının konuşulmaması da bir akıl tutulması örneği.

Gri su kullanımı zorunlu hale getirilmeli

Örneğin yağmur suyu hasadı konusunda, gri su kullanımı konusunda bu kadar isteksiz ve kağnı hızında hareket edilmesi anlaşılır bile değil. Aslında anlaşılır. Çünkü çevre konusunda yasakçı ve kuralcı olmak dışında bir çare olmadığını herkes biliyor ama bu durum pek işe gelir bir durum değil. Bunun politik bazı sonuçları olacaktır ve bu da kaçınılan bir şey. Ayrıca dönüşüm gerektiren işler bunlar. Bundan dolayıdır ki daha geçici ve popülist söylemler dile getiriliyor. Yani evlerde gri su kullanım zorunluluğunun artık yeni yapılara şart koşulması ve eski yapılarda da belli bir plan dâhilinde zorunlu hale getirilmesi önemli miktarda atık suyu daha oluşmadan engelleyecektir. Böylelikle diş fırçalarken suyu kapatmanız zaten bir davranış biçimi olmalıyken size çözümmüş gibi sunulması anlamsızlığı da ortadan kalkacaktır.

İnsanların suyun kıymetli bir varlık olduğunu öğrenmeleri gerekiyor. Bu da ancak bu konudaki olağan üstü durumu insanlara hissettirilmekle mümkün. Ayrıca atık su kullanımı gibi bir niyet varsa bunun yeraltı ve yer üstü su kaynaklarını imalat sanayisinde gıda ve hijyen gerektiren üretimler dışındaki üretimde (önemli düzeyde tekstil, metal, plastik ve kimya sanayii) kullanmaktan vaz geçip bu sektörlerin atık su kullanımını zorunlu kılmak gerekiyor. Aksi takdirde diğer canlıların da hakkı olan bir kaynağı çoğunluğu zaten kuraklığın kaynağı olan sektörlere vermiş oluruz.

Tarımda en büyük sorun: Salma sulama ve yeraltı suyunun aşırı kullanımı

Gelelim toplam kullanılan suyun önemli bir kısmını teşkil eden tarımsal kullanımdaki suyun durumuna. Tüm dünyada olduğu gibi tarımsal sulamada toplam tatlı suyun yaklaşık %70’i kullanılıyor. Şöyle düşünün. Sulama kanalından akan suya bağladığı pompasıyla çektiği suyu tarlasına bırakan Mehmet emmi eve geldiğinde, ekranda dişlerini fırçalarken suyu kapatması gerektiğini belirten bir belgesele denk geliyor ve o sırada musluktan akan suyla yüzünü yıkayan çocuğuna suyu az kullanması gerektiğini söylüyor. Ne kadar da absürt bir sahne değil mi?

Oysa artık tarımsal üretimde su kullanımında, yerleşik sistemlerle (tek kullanımlık plastiklerle değil) mikro sulama, damlama sulama ya da benzer şekilde tasarruflu diğer sulama yöntemlerine geçiş zorunlu kılınmalı ve salma sulamaya dayalı sulama tarımından vaz geçilmeli. Başka çaresi yok çünkü. Tatlı su kaynaklarının önemli bir kısmı ne yazık ki tarımsal amaçlı heba ediliyor. Oysaki bundan ivedilikle kurtulmamız gerekiyor. Çiftçilerin salma sulama dışındaki alternatiflerin işe yaramadığı algısını bir şekilde değiştiremezsek o zaman suya erişim konusunda ortaya çıkacak olan sorunlarla boğuşmaktan kurtulamayacağımızı bilmemiz gerekiyor.

Benzer şekilde yeraltı su kullanımından da vaz geçmek gerekiyor. Bu hatta banyo yaparken tasarruf ettiğiniz, diş fırçalarken kapattığınız su koruma girişimlerini de anlamlı kılacaktır. Siz bu tasarrufları yaparken birileri de yer altı su kaynaklarından çektiği suyla tek kullanımlık plastik üretir, zaten üretilmemesi gereken bir ürünü üretilmemesi gereken bir coğrafyada üretirse ya da araba yıkama, çim sulama gibi faaliyetlerde kullanırsa burada kandırılmış olduğunuzu söylemek zorundayım.

İlk adım, boşa harcanan kaynakların korunması

Çünkü yeraltındaki su, gelecekteki su kaynağı. Siz kenara köşeye koyulan birikimi öncelikli olarak harcarsanız yumurta kapıya dayandığında yapacağınız bir çözümünüz de kalmaz. Bunu yapmak, bu önlemleri almak yerine bir sürü inşaat projesi yapıp yer altına su depolamak gerçekten akıl alır gibi değil. Tamam, o da yapılmalı ancak öncelikli olarak boşa harcanan su kaynaklarının korunması gerekiyor. Radikal adımlar, sistemik çözümler olmadan bu tür yaklaşımlar atıl birer inşaat harcaması israfından öte bir şey olamaz.

Kayda değer önlemler almadan geçici ve etkide hafif ama popülizmde ağır önerilerin havada uçuşması asıl failin gizlenmesinden başka bir işe yaramaz. Siz suyunuzu su azlığı ya da kuraklık olmasa da boşa akıtmayın zaten, bunlar bugün var olan kuraklığın çözümleri değil olsa olsa olması gereken bir davranış biçimi olabilir.

Basmane ve Kemeraltı’nda ‘kaçırılmayacak fırsatlar’ kimin için?

TMMOB Şehir Plancıları Odası ve Mimarlar Odası İzmir şubelerinin ortak olarak yaptığı basın açıklaması ile İzmirliler, Kemeraltı ve Basmane bölgesinin Tarihi Kemeraltı İnşaat Yatırım Ticaret A.Ş (TARKEM) tarafından Re-Pie Portföy Yönetim şirketi ile ‘İzmir Tarihi Kemeraltı Gayrimenkul Yatırım Fonu’ kurulduğunu öğrendi.

TARKEM, 2012 yılında kurulan ve bugünlerde yönetim kurulu başkanlığını İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in yürüttüğü anonim bir şirket… Şirket Türkiye ve Avrupa başta olmak üzere tüm dünyadan yatırımcılara İzmir Tarihi Kemeraltı`na ortak olma çağrısı yapıyor ve kurulacak olan yatırım ortaklığının İzmir Tarihi Kent Merkezi’nin UNESCO Dünya Mirası olmasına katkı sağlayacağını iddia ediyor.

İzmir’in tarihi kent merkezini oluşturan Kemeraltı ve Basmane bölgeleri kentin özgün tarihsel nitelikler taşıyan önemli alanlardan… 13 Eylül’de başlayıp 17 Eylül’e kadar süren 1922’deki Büyük İzmir Yangını’ndan Kemeraltı’nın tamamı, Basmane ’nin ise önemli bir bölümü zarar görmeden atlattığı için günümüzde iki semt de İzmir’de XVII. yüzyıldan bu yana dokusunu koruyan ender bölgelerden. Üstelik bu bölgeler geçmişten günümüze gelişen kentleşme uygulamaları içerisinde de tarihi kimliklerini ve kent yaşamı için önemlerini de sürdürmeyi başardı.

Günümüzde bu bölgeler, dünya ölçeğinde de taşımakta oldukları değer çerçevesinde, UNESCO Dünya Miras Listesi`ne aday oldu. Özellikle Kemeraltı’na daha yakından bakacak olursak; kentin tarihi agorasının zamanla denizin dolması ile limandan uzaklaşması üzerine kentin agorasını ve iç kısımlarını limana bağlamak için 1650-60 yıllarında bugünkü Mezarlıkbaşı semtinden Konak Meydanı’na kadar inşa edilmiş bir bölge. Zamanla kentin tüm ticari yapıları bu alana toplanmış. Bölgede en çok bilinen ticari yapı, sonraki yıllarda restore edilen Kızlarağası Hanı… Handan başka; bazıları restore edilen bazıları da restorasyon bekleyen onlarca XVII. ve XVIII. yüzyıl yapımı han bu bölgede geçmişten günümüze ulaşmayı başardı.

‘Tarihsel konuma alanı kar amaçlı yatırım olamaz’

İşte İzmir’de günümüze ulaşmayı başarmış çok sayıda tarihi yapıların bulunduğu ender alanlardan Kemeraltı ve Basmane bugün TARKEM aracılığı ile ‘gayrimenkul yatırım fonu’ adı altında küçük esnafın ve kamunun elinden alınarak sermayeye pazarlanmaya çalışılıyor. TMMOB Şehir Plancıları Odası ve Mimarlar Odası İzmir şubelerinin ortak olarak yaptığı basın açıklaması ile bu duruma dikkat çekiyorlar:

UNESCO Dünya Mirası listesine adaylık sürecinde alanın kamu yararı temelinde, uluslararası alanda çerçevelenen koruma ilkeleri doğrultusunda korunması beklenirken, alanın yatırımcı sermayedar gruplar için, üstelik kamu kurumları aracılığıyla, kaçırılmayacak bir yatırım fırsatı olarak sunulmakta olduğunu görmekteyiz.  Meslek odaları olarak, bir tarihsel koruma alanını kar amaçlı bir yatırım alanı olarak sunma tavrını ve bu amaçla açıklanan gayrimenkul yatırım fonunun kurulmasını, koruma ilkeleri açısından oldukça tehlikeli bulduğumuzu kamuoyuna duyurmayı bir görev ve tarihsel sorumluluk olarak gördüğümüzü belirtmek isteriz.”

Her iki meslek odasının basın açıklamasının devamında  “Kemeraltı ve Basmane bölgeleri de İzmir tarihi kent merkezini oluşturan, birçok tarihsel, kültürel ve arkeolojik değeri bünyesinde bulunduran, günümüze dek kültürel değerlerini koruyarak yaşamayı sürdürmüş olan bir miras alanı olması itibariyle çok özel ve özgün kamusal bir bellek mekânıdır. Özellikle küçük esnaf çarşısı olması Kemeraltı’nın günümüze dek yaşamasını sağlayan esneklik ve dirençliliği veren niteliği olmuştur. Bu alanların gayrimenkul yatırım alanı olarak görülmesi halinde ise bölgenin özgün kimliği ile kültürel ve tarihsel değerlerinin kaybolma riski doğacaktır. Bu durum koruma ilkeleri açısından oldukça sakıncalıdır. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in de başkanı bulunduğu TARKEM’in Kemeraltı ve Basmane bölgelerine ilişkin gayrimenkul yatırım ortaklığı kurulmasına yönelik duyuruları, tam da bu tablo kapsamında yanlış bir yaklaşımı ortaya koymaktadır” deniyor.

‘Kemeraltı ve Basmane herkesin’

Kemeraltı ve Basmane,  İzmir’in uzun tarihsel biriminin ayakta kalan son iki bölgesi. O nedenle bu bölgedeki tüm uygulamaların iki önemli meslek odasının da dikkat çektiği gibi koruma amaçlı imar planları ve koruma ilkeleri temelinde olmalı. Bu bölgelerde sermayenin kar odaklı taleplerinden, kısa vadeli, geri döndürülemez hasara yol açma riski yüksek, dönüştürücü rant taleplerinden kesinlikle kaçınılmalı.

Şehir Plancıları ve Mimarlar Odası’nın yayınladığı basın bildirisinin son kısmında da belirttiği gibi “Kemeraltı ve Basmane herkesindir, esnafındır, yoksulundur, İzmirlinindir, göçmenindir. Birkaç sermayedarın öyle kolay at koşturacağı bir alan değildir. Hak ettiği üzere koruma ilkeleri çerçevesinde uluslararası bir miras alanı niteliği taşıdığı da göz önüne alınarak doğru yaklaşımlarla, kamu tarafından ele alınmalı ve korunmalıdır. Kemeraltı ve Basmane bölgelerinde yatırımcısına kaçırılmayacak fırsat olarak sunulan düzenlemenin alanın koruma ilkeleriyle ve kamu yararıyla açıklanacak bir yanı bulunmadığı, bu hatalı karardan acilen vazgeçilmesi, ayrıca ayrıntıları yukarıda belirtilen hususlar doğrultusunda koruma pratiklerinin kamu tarafından yürütülmesi gerektiği ve bu açıdan TARKEM`in (Tarihi Kemeraltı İnşaat Yatırım Ticaret A.Ş) varlık amacının sorgulanmasına ihtiyaç olduğunu ifade ediyoruz. Meslek odaları olarak, bir tarihsel koruma alanını kar amaçlı bir yatırım alanı olarak sunma tavrını ve bu amaçla açıklanan gayrimenkul yatırım fonunun kurulmasını, koruma ilkeleri açısından oldukça tehlikeli buluyoruz. Ayrıca kenti ve kentliyi ilgilendiren tüm konularda atılacak adımlar öncesi meslek odaları ile yapılacak bilimi ve tekniği esas alan toplantıların, çalıştayların kentlerimizin geleceği için bir tercih değil zorunluluk olması gerektiğini kamuoyuna duyurmayı bir görev ve tarihsel sorumluluk olarak gördüğümüzü belirtmek isteriz.”

İzmir’in uzun ve renkli tarihini günümüze kısmen de olsa taşıyan nadir alanlardan olan Kemeraltı ve Basmane İzmirliden ve kamudan alınarak bugün sermayenin rant hırsına açılmak isteniyor. Üstelik bunu gerçekleştirmek isteyen TARKEM’in başında İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı var. Kentlerin rant uğruna tarihsel belleklerini silmeye çalışan merkezi veya yerel yönetimlere, Şehir Plancıları ve Mimarlar Odası İzmir şubelerinin de yaptığı basın açıklamasında hatırlattığı gibi 2005’de yitirdiğimiz ODTÜ Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Başkanlarından Prof. Dr. Gönül Tankut’un şu cümlesini hatırlamalarında fayda var:

“Türkiye’nin doğal ve tarihi çevresini yitirmesi, yoksulluk kadar büyük bir problemdir. Buna karşın yaygın koruma ne bir kriz, ne de trajedidir. Tersine ileriye dönük bir meydan okuyuştur.”

 

 

Bize yağmur yağdıracak ekonomik sistem lazım

Diğer konular bazen gölgelemeye çalışsa da tüm toplumun ortak gündemi uzun süredir ekonomi ve ekonomik kriz. Uzun bir süredir neyin pahalı, neyin ucuz olduğunu seçemeyecek düzeyde güçlü bir fırtınanın içinde ilerliyoruz. Seçimi Erdoğan ve koalisyonu kazanırsa mevcut ekonomik uygulamaların devam edeceğini söylemek büyük bir kehanette bulunmak anlamına gelmiyor. Peki ya muhalefet kazanırsa, “Ne yapılırsa tersini yaparız ve düzelir!” demek mümkün mü? Bir ölçüde mümkün ama yeterli değil. Çeşitli alternatifler konuşulmalı ve çağdaş bir yol çizmeliyiz. Bizi “yaşar halde tutacak” bir yol çizmeliyiz.

“Yaşar halde tutmak” cümlesini bilerek kullanıyorum. Çünkü biz artık ekonomi hakkında bir politik tercih yaptığımızda sadece ekonomik bir tercih yapmış olmuyoruz. Gelecekte insanlık olarak var olup olmayacağımızı da tercih ediyoruz.

Gittiğimiz yoldan dönmeli, ama nereye? 

İşsizliği, enflasyonu, gençlerin umutsuzluğunu çözerken artık ocak ayının  ortasına kadar tek tane kar düşmemiş bir İstanbul’da olduğumuzu gözetmeliyiz. Şimdiye kadar uygulanan ekonomik yol bizi buraya getirdi. Doğayı alabildiğine sömürdük ama işsizlik arttı, fakirlik arttı, gelir adaletsizliği arttı. Hem daha sağlıksız bir çevrede yaşıyoruz; hem fakiriz, hem de mutsuzuz. Bu yoldan dönmemiz gerekli. Peki nereye?

Yeşil Yeni Düzen‘e! Yapılan çalışmalar bize gösteriyor ki böyle bir dönüşümün içine girdiğimizde 2030’da daha fazla üretim, daha fazla istihdam, daha az cari açık, daha çok ihracat ve daha düşük sera gazı mümkün. Yıkıcı, karbon yoğun ve kirli sanayileri küçülteceğiz. Kömüre, fosil yakıtlara verilen teşvikleri kaldıracağız.

Bugün Türkiye fosil yakıttan elektrik üretiyor. O elektriğe devlet bizim ortak kesemizden teşvik veriyor. O elektrik çelik sanayinde kullanılıyor. Sonra o çelik ihraç ediliyor ve devleti yönetenler bilançoya bakarak mutlu oluyorlar. Başından sonuna kadar ekonomik zarar, çevresel yıkım! Avrupa çelik gibi kirli sanayilerden çıktı. Biz üzerine para vererek buna talip olduk. Hem fakirleşiyoruz hem de atmosferi kirletiyoruz.

AKP’nin 2012’de ilan ettiği 2023 Vizyonu bizi 2012’nin de gerisine itti. Üstüne üstlük artık Kuzey Ormanları yok; Salda yok; korularımız yok; Karadeniz‘deki dereler yok; ormanlarımız yok; yağmalanan kıyılarımız yok! Demek ki bu yol, yol değil. Bizim yeni bir yola, yeni bir hikayeye ihtiyacımız var.

Yeşil siyasetin yazacağı bir hikayeye. 2020’de doğan bir bireyin, 1960’da doğana göre;

  • Sıcak dalgasıyla karşılaşma sıklığı 7.5 kat
  • Kuraklık yaşama sıklığı 3.6 kat
  • Sel yaşama sıklığı 2.8 kat
  • Orman yangını yaşama sıklığı 2 kat yüksek.

Böyle bir dünyaya eskinin hikayesiyle çözüm bulabilir miyiz?

Yeni ve temiz bir hikaye yazmalı

Avrupa Birliği‘nin ilan ettiği Yeşil Mutabakat’ın etkisi Kıta’yı aşmış durumda. Buradan ilham alan ABD, Güney Kore gibi ülkeler de benzer standartlar getiriyor. Sınırda Karbon Vergisi karbon yoğun ürünleri vergiye tabi tutarken, Döngüsel Ekonomi Eylem Planı da tekstil, beyaz eşya, plastik ve ambalaj gibi Türkiye’nin ekonomisini ayakta tutan üretim kollarında yeni standartlar getiriyor. Yani bırakın ekonomik olarak sıkıntılardan kurtulmayı, yolumuzu değiştirmezsek daha da büyük sıkıntılar bizi bekliyor.

Tercihimizi yapmak, yeni hikayemizi kirliden değil, temizden yana yazmak zorundayız. Dünyada ticaretin ve finansın kuralları değişiyor. Türkiye yeşil ve temiz teknoloji devriminin dışında kalamaz. Kalmamalı. Bütün büyük laflardan öte bize yağmur yağdıracak bir ekonomik sistem lazım. Bizi yaşar halde tutacak bir ekonomik sistem lazım.

Değişen iklim, bitkilerin evrimini de değiştiriyor: Tohum bankaları adapte olabilecek mi? 

Lauren Leffel‘in gizmodo.com‘daki bu makalesi, Yeşil Gazete‘nin de parçası olduğu küresel gazetecilik ağı Covering Climate Now (CCNOW) işbirliğinin bir ürünüdür. 

Yeşil Gazete için çeviren: Pınar Güzel

*

“Stir fry” yöntemiyle kızarttığınız yiyeceğinizin atası, düşündüğünüzden daha yakında yetişiyor olabilir. Yabani tarla hardalı veya Brassica rapa, yarım metre uzunluğa ulaşan ve cılız yeşil sapların üzerine tünemiş küçük, sarı çiçek kümeleri üreten, mütevazı bir bitkidir. Manav reyonundaki şalgam, Napa lahanası ve Çin lahanası gibi sevilen ürünlerin en yakın yabani akrabasıdır. Çiftlik alanlarının dışında, bitkinin yabani formları insan etkinlikleri sayesinde tüm dünyada bulunur ve bu serbest büyüyen B. rapa çeşitleri de yenilebilir. Bu bitki, muhtemelen binlerce yıldır insanlar tarafından yetiştirildi, üretildi ve yenildi.

Ancak bilim insanları son zamanlarda B. rapa popülasyonlarında insan tarafından gerçekleştirilen kasıtlı yetiştiricilikle ilgisi olmayan bazı değişiklikler fark etti. Biri 2007’de, diğeri 2018’de yapılan iki araştırma, Kaliforniya‘da farklı yıllarda toplanan ve depolanan tohumlardan yetiştirilen tarla hardalı bitkilerini karşılaştırdı. Araştırmacılar, bölgedeki büyük kuraklık dönemlerinden önce ve sonra üretilen tohumların, oldukça farklı özelliklere sahip bitkilere dönüştüğünü keşfetti. Diğer değişikliklerin yanı sıra kuraklıktan sonra toplanan tohumlar, daha erken çiçek açan bitkiler olarak yetişme eğilimindeydi.

Fordham Üniversitesi‘nde bitki ekolojisti ve hardal tarlası araştırmalarına katılan araştırmacılardan biri olan Steven Franks‘in Earther‘e söylediği gibi, erken çiçeklenme bitkiler için bir “kaçış” stratejisidir. Kuraklık, çiçeklenme dönemleri daha erken olan bitkileri seçmiştir, çünkü daha kurak yıllarda en başarılı şekilde üreyebilen bitkiler onlardır.

Franks ve diğer araştırmacılar, B. rapa’daki değişiklikleri inceleyerek, muhtemelen insan kaynaklı iklim değişikliğine tepki olarak gelişen evrimi gerçek zamanlı olarak belgelemişti. İklim değişikliği, Batı Amerika‘da kuraklığın sıklığını ve yoğunluğunu artırıyor; bu yılın başlarında yapılan bir araştırma, Batı’daki mevcut mega kuraklığının yüzde 42’sini antropojenik iklim değişikliğine bağladı.

Biyolojik saati durduran buzdan kasalar…

Franks ayrıca tarla hardalı bulgularını şansla ilişkilendirerek “Bu tohumlara sahip olduğumuz için şanslıyız” dedi. Kuraklık öncesi eski tohumlar, araştırmacılar tarafından akıl almaz boyutta bir öngörüyle toplanmış ve bir tohum bankasında saklanmıştı.

“O şey artık yabani bir bitki değil… popülasyonların değişime tepki olarak evrimleşmek için yaptığı şeyleri yapamaz”

Farklı türlerde tohum bankaları mevcut. B. rapa çalışmalarından ortaya çıkan Project Baseline gibi bazıları, belirli bir araştırma amacı ile oluşturulmuş durumda. Diğerleri, biyolojik koruma projeleri için kullanılan çok çeşitli nadir veya ekolojik açıdan önemli yabani bitkileri elde bulundurmayı amaçlıyor. Bundan başka, ekin tohumlarının ve onların yakın akrabalarının yedeklerini depolayarak gelecekteki gıda tedariğimizin dayanıklılığını artırmayı amaçlayan Svalbard Küresel Tohum Kasası gibi, medyanın geniş ölçüde ilgisini çeken tohum bankaları var.

Dünyadaki mevcut koşullar -değişen iklim, istilacı türler, kirlilik, doğal yaşam alanı tahribatı- her tür tohum bankasını paha biçilmez kılıyor. 2019’da yapılan bir araştırmaya göre, bitki türlerini tarihsel yok olma oranından 500 kat daha hızlı kaybediyoruz. Aşırı hava koşulları, toprağın tükenmesi ve hastalık gibi faktörler nedeniyle birçok bölgede tarım zorlaşıyor.

Tohum bankaları sadece kataloglamadan daha fazlasını yapıyor. İçerdikleri tüm depolanmış genetik bilgiler, daha fazla insanı beslemek için daha iyi mahsuller oluşturmak veya bir bitkiyi doğal yaşam alanına geri getirmek ve bir ekosistemi eski haline döndürmek için kullanılabilir. Ancak aynı koşullar, tohum bankaları için zorluklar da teşkil ediyor. Esasen biyolojik saati durdurmaya dayalı bir strateji, geleceğe ayak uydurduğundan nasıl emin olabilir? İklim değişikliği ve diğer faktörler bitkileri daha hızlı evrimleşmeye itiyorsa, tohum bankalarının da evrimleşmesi gerekir mi?

Zoru başarmak

B. rapa çalışmalarında da görüldüğü gibi, yenileme amacıyla dondurucularda saklanan yabani tohumlar, toprakta bitkiye dönüşmesine izin verilen yabani tohumlarla aynı evrimsel süreçten geçmiyor. Kuraklığı deneyimleyen tohumlar doğrudan değişime uğradı. Bir tesiste tutulan emsalleri ise bunu yapmadı.

Nevada Üniversitesi’nde bir bitki biyoloğu olan Elizabeth Leger, Earther’e “Tohum bankacılığı çabaları çok muazzam, ancak koruma için en elverişli olan durum, şeyleri oldukları yerde tutmaktır” dedi. Tohumları bankada depolamak, tecrit edilmiş o bitkilerin hem kelimenin tam anlamıyla dondurulmuş olduğu, hem de mecazi olarak zamanda donup kaldığı anlamına geliyor. Leger şunları söyledi: “Sıcaklığa, istilacı bitkilere veya yangınlara tepki olarak evrimleşme fırsatını kaçırıyorlar. Bir maddeyi kurtardığınız dikkate alındığında, artıları var. Ama aynı zamanda, o maddenin artık yabani bir bitki olmaması ve popülasyonların değişime tepki olarak evrimleşmek için yaptığı şeyleri yapamaması açısından da eksileri var.”

Leger, kendi araştırmasında bu tür bir değişikliği ilk elden gördü. 2017’de yaptığı bir çalışmada, kurak Great Basin’deki (Doğu Nevada‘da yer alan kurak bir bölge) yerli bitkilerin, istilacı bir tür olan püsküllü çayır otu ile rekabet etmek için nasıl değiştiğini inceledi. Püsküllü çayır otunun olduğu yerlerde, yerli bitkiler daha fazla tohum üretmek veya köklerini daha hızlı büyütmek gibi yoğun enerji gerektiren şeyler yapıyordu. Püsküllü çayır otu, kendisi bu kadar baskın karakterli olmak suretiyle, yerli bitkileri daha ziyade istilacı bir tür gibi davranmaya zorluyordu. Yerli bitkiler var olmaya devam etmek istiyorlarsa, püsküllü çayır otunu kendi oyununda yenmek zorundaydı. Püsküllü çayır otundan uzakta saklanan yerli tohumlar, vahşi ortama maruz kalanlar gibi gelişmezdi.

Bitki adaptasyonunun ve dayanıklılığının umut verici bir işareti olarak başlayan şey, bitki sınırlarının bir portresi haline geldi.”

Leger’e veya konuştuğum uzmanlardan herhangi birine göre bu, tohum bankacılığından vazgeçmek için bir argüman değil. Aksine, doğal yaşam alanlarının korunmasının yanı sıra, daha da fazla tohum bankacılığı yapmak için bir sebep. Daha fazla yerden ve daha sık toplanan tohumlar ne kadar fazla olursa, faydalı adaptasyonun anlık bir görüntüsünü yakalama şansınız o kadar artar. Leger, bunun sadece  onu devam ettirdikleri ölçüde değerli olacağını söyledi. Ancak bazı bitkilerin teorik olarak insan kaynaklı değişikliklere tepki olarak uyum sağlaması, tüm türlerin veya popülasyonların uyum sağlayabileceği veya evrimin felaketi savuşturmak için yeterli olduğu anlamına gelmez.

Değişimin peşinde…

Minnesota Üniversitesi‘nde bir evrimsel biyolog olan Julie Etterson ise  “İklim değişikliği konusunda en çok endişelendiğimiz şeylerden biri, türlerin uyum sağlama yeteneği [oranı]” diye konuştu. Etterson, tarla hardalı çalışmalarından ortaya çıkan ve hızlı çevresel değişim karşısında çağdaş bitki evrimine yönelik araştırmaları desteklemeye adanmış tohum bankası olan Project Baseline‘ın bir parçası olarak Franks ile birlikte çalışıyor.

Etterson’un ilk akademik araştırmalarından bazıları, bitkilerin iklime ayak uyduracak kadar hızlı evrimleşip evrimleşemeyeceği sorusuna odaklanmıştı. Etterson, bu çalışma sayesinde, genel olarak cevabın “hayır” olduğu gerçeğiyle uzlaşmış. Bitkilerin uyum sağlamaya ilişkin özellikler gösterdikleri yerlerde bile, bir türün sayılarındaki genel kaybın, genellikle topluluğu çökmeye karşı daha savunmasız bıraktığı ortaya çıkmış. Ona göre, tohum bankaları yoluyla korumanın geleceği, sadece türlerin bir zamanlar oldukları yere geri getirildiği değil, aynı zamanda ideal doğal yaşam alanları değiştikçe türleri uygun ortamlara taşımak için insanların aktif olarak çaba gösterdiği bir gelecek. Etterson, “Bilirsiniz, destekli göç, [yükselen sıcaklıklar] sebebiyle türlerin kuzeye taşınması” örneklerini verdi.

Bu tür çalışmalara olan ihtiyaç aşikâr. Bitkiler zaten iklim değişikliği tarafından bertaraf ediliyor. Bu iki yabani hardal tarlası çalışmasında, bitki adaptasyonu ve dayanıklılığının umut verici bir işareti olarak başlayan şey, bitki sınırlarının bir portresi haline geldi. İlk 2007 çalışması, 1994 ve 2004’te (kuraklık öncesi ve sonrası) Kaliforniya‘da iki yerde toplanan tohumları karşılaştırdı. Araştırmacılar, kuraklık sonrası B. rapa’nın daha erken çiçek açtığını ve kuraklık sonrası bitkilerin iyi durumda olduğunu belirledi. 2018’deki takip çalışmasında, Franks ve diğer araştırmacılar, aynı konumlardan 2011 ve 2014 yıllarında toplanan sonraki iki nesil tohumu ekledi. Kuraklığa maruz kalan bitkiler arasında yine daha erken çiçeklenme gözlemlediler.

Ancak bu ikinci çalışmada, bilim insanları başka bir şeye daha dikkat çekti: Daha yakın zamanda depolanan tohumlardan yetiştirilen bitkiler “uyumluluk” kaybetmişti. Daha az tohum ürettiler ve gelişmek için daha az donanımlı görünüyorlardı. Kurak dönemlere bazı adaptasyonlar gösterdiler, ancak diğer yönlerden, değişmek zorunda kaldıkları için daha kötü durumdaydılar.

Araştırmacılar, devam eden kuraklık seviyesinin bitkilerin yönetebilecekleri sınırı aştığı hipotezini ortaya koydu. Bu arada, yerel yabani hardal topluluğu, sayıları azaldıkça genetik çeşitliliğini kaybetmişti ve bu da tüm popülasyonun bir sonraki zorluğa yanıt olarak evrimleşme olasılığını azaltıyordu. Neticede, B. rapa’nın bu soyu tamamen ortadan kalkabilir. Bitki Kaliforniya’ya özgü değil, bu nedenle bu büyük bir biyolojik trajedi değil – ancak bunun gibi kayıplar, ekin odaklı tohum bankaları için büyük bir endişe kaynağı.

Geleceğin yiyecekleri

Gıda odaklı tohum bankaları, tüm dünyaya yayılmış popülasyonlardan benzersiz, aile yadigârı tohum çeşitlerini veya yabani akrabaları (B. rapa gibi) yok olmadan önce toplamak için yarışıyor. Devam eden çevresel değişimlerin stresini yönetmek için, daha dirençli mahsullerin yetiştirilebileceği ve hatta doğrudan genetiğinin değiştirilebileceği kadar yeterli genetik çeşitliliğin korunmasını hedefliyorlar. Buna karşılık, Svalbard Küresel Tohum Bankası’nın yönetimine yardımcı olan ve BM tarafından finanse edilen kar amacı gütmeyen kuruluş Crop Trust’ta kıdemli bir bilim insanı olan Hannes Dempewolf, iklim değişikliğinin hızlandığını ve tohum toplamanın yavaşladığını belirtti.

Tohumlar zaman içinde dondurulmuş şekilde kalmak için yaratılmamıştır. Tohum bankacılığı yararlı bir araçtır, ancak gıdanın veya biyoçeşitliliğin geleceği için tek araç olamaz.”

Dempewolf, “Hedeflerimize ulaşmaktan çok uzakta olduğumuzu düşünüyorum,” dedi: “Bence çiftçi tarlalarında hala her gün çok fazla çeşitlilik kaybediyoruz. Ve bu kaybı fiilen durdurmak için çok az şey yapılıyor.” Dempewolf, toplama izni almak zor olsa da, daha zor olan kısmın finansman ve kaynaklar olduğunu söyledi.

Leger, sadece bir popülasyondan yabani tohum almak için yapılan tek bir toplama gezisinin maliyetinin 5.000 ile 10.000 ABD Doları arasında olabileceğine dikkat çekti: “Gerçekten çok fazla.” Süreç bazen uzun mesafelerde yürüyüş yapmayı içeriyor ve ardından zamanlama devreye giriyor: Sadece bir veya iki hafta ara verilirse artık toplanacak hiç tohum olmayabilir.

Tohumlar toplandıktan sonra maliyetler artmaya devam ediyor ve bu sadece tohumları soğuk tutmanın maliyeti değil. Dempewolf, tohum bankacılığının en pahalı kısmının genellikle yaşlanınca “tohumları büyütmek” olduğunu açıkladı. Tohumlar, ne kadar donmuş olurlarsa olsunlar zamanla canlılıklarını kaybederler, bu nedenle iyi yönetilen bir tohum bankasında tutulan her şey, ne kadar zarif bir şekilde yaşlandığını görmek için yakından izlenir.

Bir tohum koleksiyonundan alınan numuneler çimlenme testlerinde başarısız olmaya başlarsa, tohum bankası tüm koleksiyonu ekecek ve buradan yeni, taze tohumlar elde edecektir. Bu süreç çok fazla arazi ve çok iş gerektirir. Bitkiler, orijinal koleksiyonun genetik bütünlüğünü korumaya çalışmak gayesiyle, büyüdükçe izole edilir. Tohum bankaları, gelecek nesli devam ettirmek için kendi tozlayıcılarını bile sağlamak zorundadır. Ne var ki bu, kusursuz olmayan bir süreçtir. Başlangıçtaki genetik çeşitliliğin bir kısmı kaçınılmaz olarak kaybolur. Koleksiyonlar, akrabalı yetiştirme (soy içi üreme) araya girmeye başlamadan önce yalnızca birkaç kez büyütülebilir. Ve ne kadar çok tohum depolarsanız, o kadar çok bitki büyütmeye hazır olmanız gerekir.

Hem masraf hem de sürecin kusursuz olmaması, önemli bir noktayı kanıtlıyor: Tohumlar zaman içinde dondurulmuş şekilde kalmak için yaratılmamıştır. Tohum bankacılığı yararlı bir araçtır, ancak gıdanın veya biyoçeşitliliğin geleceği için tek araç olamaz.

Daha fazla tohum bankasına ihtiyacımız var ve tohum bankalarının daha fazla kaynağa ihtiyacı var, ama aynı zamanda doğal haliyle korunmuş toprağa da ihtiyacımız var. Ve her şeyden çok, çeşitli bitki topluluklarıyla dolu yemyeşil, yaşanabilir bir gezegeni garanti etmek istiyorsak, iklim değişikliğinin etkilerini hafifletmek için elimizden gelenin en iyisini yapmalıyız. Diğer her şeyin yetişebilmesi için, insanların işleri yavaşlatmaları gerek.

Makalenin İngilizce orijinali

Kapitalist kentlerdeki dönüşümlerle kadına yönelik şiddetin artması arasındaki ilişkiler

[email protected]

Modernleşmenin kentli kadınları etkileme biçimleri arasında ön planda bir faktör olarak kadınların ev dışında ve formel iş dünyasında çalışma yaşamına geçmeleri ve ekonomik özgürlükleri bakımından kazanımlar elde etmelerini sayabiliriz. 1980’lerden sonra, neoliberal de-regülasyonlar/kuralsızlaşmalar, bütün çalışanları etkiledi. Yeni ekonomik işleyişe kısaca “gig ekonomi” deniliyor. Gig ekonomi üzerine zaman zaman tartışmaya devam edeceğiz.

Neoliberal ekonomi (gig ekonomi), genel olarak kadınların ve erkeklerin çalışma koşullarını ve özgür-demokratik-toplumsal haklarını kullanabilmelerini güçleştirdi. Daha çok çalışıp daha az ücret elde etme ve ücretlerin denetimi bakımından giderek örgütsüzleşme, esnek çalışma biçimleriyle çalışan kadınları da erkekleri de olumsuz etkiledi. İstihdam yapısı ve özellikleri bakımından da iki cinsiyet farklı şekillerde etkilendi. Ancak, düzensizleşmeler (de-regülasyon)/esnek çalışma nedeniyle kadınların çalışma yüklerinin ve koşullarının erkeklere göre daha olumsuz etkilendiği söylenebilir.

‘Kaybeden’ erkekliğin kadınlara saldırısı arttı

Çalışan kadın sayısının artması bakımından gig’in bir etkisi olduğunu düşünebiliriz. Bu nedenle para kazanabilen kadın (bu, çoğu kez “aile bütçesine katkı” biçiminde algılandı) sayısı da arttı. Bu gelişmeleri olumlu olarak yorumlasak bile, kadın istihdamındaki artış çoğu kez formel çalışma biçimleriyle değil informel sektördeki çalışmalarla gerçekleşti.

İnformel sektör çalışmaları da kadınların para kazanmaları ve ekonomik bağımsızlıklarına doğru ilerleyebilmiş olmaları da bir anlamda kadının kendine olan güveninin gelişmesinde ve özgürleşmesinde, patriyarka ile arasında bir mesafe koyacak düşünceye yaklaşmasında ve giderek bunu uygulamasında bazı kazanımlar sağladı.

Yine de “evden çalışma” veya “esnek çalışmanın”, geleneksel iş bölümünde kadına düşen görevlere ve gündelik yaşamına (ve geleneksel ev içi rollerine eklemlenme, dolayısıyla çalışma yükünün-yükümlülüklerinin katlanması/ artmasıyla) kolayca uyumlulaşması, kadının istihdama katılımındaki artış üzerindeki olumsuz etkilerden biri sayılabilir. Aynı zamanda kadınlar modern istihdamla sağlanmış olan çalışma haklarındaki kayıplar, iş garantisi, doğum izinleri, çalışma saatlerinin uzun olması/ fazla mesailerin kesilmesi, düzensiz-kuralsız çalışma koşulları, ücretli izin haklarının azalması, emeklilik hakkı, vb. bakımından erkeklere göre daha çok etkilendi.

Gig ekonomi, genel olarak eşitlikçi bir gelişmeyi değil, rekabeti/ daha karlı olmayı ve karlı üretimi sağlayabilmek üzere çalışma yaşamını düzenleyen kurallardan/ kazanılmış haklardan uzaklaşarak, daha katı sömürü koşullarına yaklaşmayı amaçladığı için, toplumda/ çalışma yaşamında ve işsizler üzerinde giderek daha fazla sömürünün ve gerilimin ve öfkenin birikmesine neden oldu. Biriken bu toplumsal öfke, hem patriarkal/ muhafazakar ideolojide hem de istihdam olanakları/ koşulları bakımından genel olarak kaybetmekte olan erkeklerde kadınların toplumsal cinsiyet eşitliği talepleri karşısında kaybetmekte oldukları düşüncesini pekiştirdi.

Kadınlar her türlü iktidar odağının hedefinde

Sürekli kayıplar ve bu kayıpların nedenleri ve nasıl baş edilebileceği bakımından çaresizlik-bilgisizlik/ politik öngörüsüzlük/ yabancılaşmalar, erkeklerin sosyo-psikolojik dengelerini şiddete doğru yönlendirdi. Kadınlar ise esnek çalışma koşullarından ve istihdamdan daha olumsuz etkilenmelerine ve (ev içinde ve dışındaki çalışmalar bakımından) üzerlerindeki yükün artmasına rağmen, özgürlüklerini ve eşitlik taleplerini giderek yeğinleştirecek bir gelişme yaratmayı başarabildi.

Gig ekonomisi, gelir dağılımına olan etkileri bakımından dünyanın her ülkesinde eşitlikten yana değil, kutuplaşmadan yana etkiler yarattı. Yani, zenginler daha zengin oldular ve daha gösterişli yaşam biçimleri geliştirdiler. Yoksullar ise daha yoksul oldu ve giderek gündelik yaşamın en doğal ihtiyaçlarını bile (başta gıda ve barınmayla ilgili kalemler olmak üzere) karşılayamaz hale geldi. Bu kutuplaşama, üst sınıfların kendisini daha güvensiz hissetmesine neden oldu ve her ülkede iktidarın elindeki kamu güvenliğinin ve özel güvenlik örgütlenmelerinin güçlenmesine ve radikalleşmesine neden oldu.

Özel alanda/ev içinde ise erkekler aynı sarsıntıyı kendi iktidarlarına karşı da hissettiler. Bir ülkede patriarkal gelenek ne kadar güçlüyse ve kadın haklarındaki taleplerin yükselmesi ne kadar hızlıysa iktidar ve erkek şiddetinin sıklaşması da o kadar yakın bir paralellik olarak belirmeye başladı.

Kadına yönelik şiddetin artışında esnek çalışma koşullarının getirdiği değişikliklerden başka başka birçok faktörün etkili olduğu kuşkusuz doğrudur. Genel olarak toplumdaki modernleşme eğilimleriyle birlikte, neoliberalizmin hızlandırdığı evrensel gelişmelere ve iletişime/ etkileşime açık olmanın, giderek dünya kadın toplumunun talepleri ve eylemi ile bütünleşme konusunda bir gelişme olduğu düşünülebilir.

Kadın eğitimindeki artışın etkisi

Ayrıca, Türkiye’de Cumhuriyet dönemin başından beri kadınların daha çok ve giderek daha kaliteli bir eğitime (sadece formel eğitim değil, toplumdaki enformel kanallarla gelişen eğitim de dahil) erişebilmiş olması da etkili oldu. Koşulları zor ve olumsuz da olsa kadın (formel ve enformel) eğitimindeki ve istihdamındaki artış, politik yaşamda daha çok yer alışı ve böylece kadının toplumsal statüsündeki yükselme kadın-erkek arasındaki patriarkal eşitsizliği giderek törpüledi ve muhafazakar erkekleri kadınlara karşı daha kuşkucu yaptı.

Modern yaşamın toplum tarafından daha yaygın olarak benimsenmesiyle birlikte kadınlar, erkeklere göre daha büyük bir özgeciliği göze alarak eşitliğe ve daha özgür yaşamlara dair taleplerle geleneksel aile yapısını ve biçimini/ boyutlarını ve anlamını değiştirdi. Son yarım yüzyıl içinde aile planlamasında ve doğurganlık oranının düşmesinde, aile yapısı-işlevi ile ilgili anlayışının değişmesinde kadınların başarılı etkisinin, çocukların sayısı/ sorumluluğu-yetişmesi ve ev hizmetlerinin yerine getirilmesi vb. bakımlarından önemli bir paradigma değişimi yarattığı söylenebilir.

1960’lardan bu yana (gebeliği önleyici teknolojiler dahil) bazı teknolojik gelişmelerden ve özellikle kentlerde eğitime ve sağlığa yönelik (bir bölümü yerel) kamusal hizmetlerin/ örgütlenmelerin, ayrıca özel sektör hizmetlerinin, yeme-içme sektöründe pazarın gelişmesi büyümesi ve çeşitlenmesinden doğan yararları kadınlar daha çok kullandı. Bu örgütlenmeler ve gelişmeler, zaten kadınların talepleriyle/ feminist örgütlenmelerin/ kadın örgütlerinin uzun zamandır verdikleri mücadelelerle gerçekleşti. Söz konusu gelişmelerle  bir anlamda ev içi emeğin niteliği de değişti ve kadının ev içi/ toplumsal yükü hafifledi.

Kadın başarısının erkekte yarattığı öfke

Modernitenin Türk toplumunda yarattığı değişikliklerle kadınların başardığı gelişme ve dönüşüm, post-modernin geldiği neoliberal dönemde, kadınların daha önceki dönemdeki kazanımlarının üzerine geldiği için toplumsal cinsiyet bilinci bakımından kadınlar, erkeklere göre daha hazırlıklı durumdaydı ve gig ekonomi döneminde uğradıkları zararı elde ettikleri kazanımlarla dengelemekte daha başarılı oldular. Erkekler ise, yoksullaşmaları/ işsizlik/ toplumda artan gerilim ve başarısızlıklarının öfkesiyle politik iktidara yükleneceklerine, kaybetmekte oldukları iktidarın öfkesini kadınlara yöneltti.

Toplumdaki bu paradigma değişimin mimarının kadınlar olduğu ve buna ayak uydurup-uyduramamak bakımından kendini boşlukta bulan erkeklerin ise (özellikle güçlü muhafazakar-patriyarkal bir gelenekten gelen grubun) şiddete yönelmek bakımından (yine kuralsızlaşmanın/ hukuksuzluğun ve hak arama güçlüklerinin neoliberal özelliklerinden yararlanarak) ideolojik ve eylemli bir açılım geliştirdiği net olarak gözlemlenebiliyor. Ancak bu politik bir mücadele ve genel gidişin açıkça, kadınlardan ve toplumsal cinsiyet eşitliğinden yana olduğunu söyleyebiliriz.

 

Hayır, odun yakmak iklim dostu değil

Yazan: Jodi Helmer

Yeşil Gazete için çeviren: Hatice Pehlevan

*

Avrupa Birliği (AB), 2009 yılında üye ülkeleri fosil yakıttan çıkmaya teşvik etmek için Yenilenebilir Enerji Yönergesi oluşturduğunda, odun biyokütlesini “yenilenebilir enerji kaynağı” olarak tanımlayarak hata yaptı. O yıllardan beri yönergeye göre yapılan destekler biyokütle endüstrisinin iklim, ormanlar ve yerel topluluklar için olumsuz sonuçlara yol açarken, odun biyokütle endüstrisinin de yükselişe geçmesine neden oldu.

Kar amacı gütmeyen bir çevre kuruluşu olan Southern Environmental Law Center‘da (SELC) görev yapan avukat Heather Hillaker “Bu AB politikaları ilk ortaya çıktığında biyokütlenin karbon etkileri konusunda gerçek bir yanlış anlaşılmanın olduğu görüldü” diyor: “İklim değişikliğiyle mücadele etmek için aradığımız sihirli çözüm bu değil.”

Ahşabın yakılmak üzere peletler halinde sıkıştırıldığı odun biyokütle üretiminin faaliyet merkezleri ABD‘nin güneyindeki çam ve meşe ormanlarıdır. Bölgede yıllık 10 milyon tondan fazla biyokütle üretim potansiyeliyle, devasa 23 bıçkıhane alanı bulunuyor. Dünyanın en büyük odun peleti üretici olan Kuzey Karolina’daki Enviva, tek başına dört tesis işletiyor ve 2024’te aynı yerde beşincisini açmayı planlıyor olabilirler.

Güneyde üretilen biyokütlenin çoğu deniz aşırı ülkelere yollanıyor ve Birleşik Krallık merkezli Drax şirketi, Enviva’nın en büyük müşterilerinden biri.  Drax, Kuzey İngiltere’deki elektrik santralindeki dört birimini kömürden biyokütleye dönüştürdü ve 2018’de Birleşik Krallık’ın yenilenebilir enerjisinin yüzde 7.4’ünü üretti. Şirketin 2020’de açıkladığına göre, hükümet yardımlarından 832 milyon pound (1 milyar dolardan daha fazla) ve buna ek olarak biyokütle üretimi vergi teşvikinden de tahminen 258 milyon pound (340 milyon dolar) kazandı.

Avrupa Birliği’nin Yenilenebilir Enerji Yönetmeliği’nin “birliğin biyokütle endüstrisinin ABD’nin güneydoğusunda kurulması için engelleri kaldırdığını ve Güneydeki halklara ve ormanlara yeni bir tehdit haline geldiğini” ifade ediyor Rita Frost. Frost, Güney’deki ormanların korunmasına odaklı, kar amacı olmayan Kuzey Karolina’daki Dogwood Birliği’nde kampanya yöneticisi.

Kuzey Karolina’daki Tar-Pamlico Nehri yatağındaki yaşlı, meşe ormanlarının tıraşlanmasından bir kesit. / Dogwood Birliği.

İklim ve ormanlar için iki misli ölümcül darbe

Londra’da kurulu küresel politika kuruluşu Chatham House tarafından ekim ayında yayımlanan bir raporda, bilim insanları Birleşik Devletler’den tedarik edilen ve Birleşik Krallık’ta enerji için yakılan ahşap peletlerin 2019 yılında 17.6 milyon ton’a kadar karbondioksit yaydığını tahmin ediyor. Bu karbon sayımının çoğu Birleşik Krallık ulusal sera gazı envanterine dâhil edilmedi. Edilseydi, elektrik üretim sektörünün emisyonlarını yüzde 22 ila yüzde 27 arasında artırmış olacaktı. Ayrıca sanayinin kömürden  biyokütleye geçişinin sera gazı emisyonlarını yüzde 85’e kadar azalttığı iddiası da bilimsel olarak savunulabilir değil.

NRDC’nin İklim ve Temiz Enerji Programı’nda görevli bilim insanı Sami Yassa “Odun, üretilen elektriğin her birimi için bacadan kömürden daha fazla karbon dioksit yayar” diyor. Veri tabanlı çevresel politikaları savunan Amerika merkezli Partnership for Policy Integrity (Politika Bütünlüğü için Ortaklık) grubu da biyokütle yakan enerji tesislerinin kömür yakanlara göre yüzde 150 oranında daha fazla karbondioksit saldığını ortaya koyuyor. Ve elbette ki odun biyokütle endüstrisi pelet üretimi için ormanları keserek her adımda iklime zarar veriyor.

2018 yılında Environmental Research Letters‘da (Çevre Araştırmaları Bildirileri) yayınlanan bir çalışma, enerji üretiminde kömür yerine odun biyokütlesi koymanın etkisini değerlendiren, biyoenerjinin yaşam döngüsünü geliştirecek bir model geliştirmek için Birleşik Devletler’in doğusundaki ormanlardan alınan verileri kullandı. Araştırmacılar, bir tıraşlamadan sonra ağaçlar yeniden dikilse bile karbon borcunu geri ödemenin 44 ila 104 yıl arasında bir zaman alacağını ortaya koydu. Tıraşlama eyleminin tam da kendisi ormanlardaki ağaçlarda ve toprakta depolanan büyük miktarda karbonu salar. Hızlı büyüyen çam fidanlıkları, yalnızca daha az biyoçeşitliliğe sahip olmakla kalmayıp aynı zamanda karbonu tutma konusunda daha kötü olduklarından, yerleşik meşe ormanlarının yerine geçecek güçte değildir.

Ormanların doğal bir şekilde yeniden oluşmasını sağlamak da iklim için yine bir kayıptır. Frost, bir fırtınanın etkisine karşı tampon oluşturan bataklık alanlar ve diğer sulak ormanların traşlamanın ardından yeteri kadar hızlı bir şekilde kendini kolayca toparlayamadığını, geriye habitatsız bir yaban hayatı bıraktığını ve kasırgaya yatkın Kuzey Karolina toplumlarını kasırga dalgalarına karşı yeterli korumadan yoksun bıraktığını ifade ediyor.

Kuzey Karolina Garysburg’taki Enviva odun pelet fabrikası. Fotoğraf: Erin Schaff Redux/ The New York Times

Pelet endüstrisinin ortakları

Avrupa sübvansiyonları olmadan Güneydoğu’daki odun peleti patlaması var olamazdı; onun ortaya çıkardığı hava kirliliği de olmazdı. Biyokütle üretim alanlarına yakın topluluklarda yapılan araştırmalarda, yoğun duman ve için için yanan odun yığınlarına ilişkin bol miktarda raporlama bulunuyor. 2014 ve 2018 yılları arasında yöre sakinleri ülkenin en büyük 15 odun peleti üretim tesisinin sekizinde yangın ve patlamaların meydana geldiğini belirtti.

Dogwood Birliği’ne göre, Kuzey Karolina’daki bu alanların etrafında yaşayan nüfusun yaklaşık yüzde 65’ini Siyah topluluklar oluşturuyor ve bu sakinlerin yaklaşık dörtte biri yoksulluk sınırı altında.

Frost, “odun pelet biyokütle endüstrisinin bu toplumların hemen yanında tesis kurmaya devam etmesinin bir sebebi olduğunu” söylüyor: “Onlar, sistematik olarak hedef halindeler. İnsanlar bitap düşmüş. Zaten daha önce bölgeye kurulan çok sayıda farklı kirletici sanayi nedeniyle ‘çöp muamelesi’ gördüler.”

Environmental Integrity Project‘in (EIP) (Çevre Bütünlüğü Projesi) 2018 tarihli bir raporu, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki odun peleti fabrikalarının en az üçte birinin, çevreye zarar veren uçucu organik bileşikler, partikül maddeler, is ve azot oksit gibi havayı kirleten ve ve akciğer hastalıklarına katkıda bulunan kimyasallarla yasa dışı miktarlarda kirlilik yaydığını ortaya çıkardı. Bunların yarısından fazlası da ya gerekli kirlilik engelleyicileri kurmamış ya da emisyonları yasal sınırların altında tutamamıştı. Örneğin 2016 ve 2021 arasında Sampson idari bölgesindeki Enviva üretim fabrikası Kuzey Karolina Çevre Kalitesi Bölümü’nden (North Carolina Department of Environmental Quality (DEQ)) beş “hava kalitesi ihlali” uyarısı aldı.

Ardından 2019’da Richmond idari bölgesinde SELC ve EIP, oradaki Enviva tesisine verdiği hava kalitesi izinleri konusunda DEQ’ya itiraz etti. Açılan davada ajansın tesisten salınan kirlilik miktarını hafife aldığını ve Enviva’nın sıkı hava kirliliği kontrollerinden sıyrılmasına ve Temiz Hava Yasasını ihlal etmesine izin verdiğini savunuldu. Enviva, davaya karşılık verdi ve uçucu organik bileşen emisyonlarını azaltmak için ilave teknolojiler kurmayı kabul etti.

Ancak Frost, bunu fabrikanın etrafında yaşayan topluluklar için küçük bir avutma olduğunu ve ahşap pelet üretiminin genel çevresel etkilerini telafi etmek için çok az işe yaradığını söylüyor. Yörede yaşayan çok sayıda sakinin maske kullanmak zorunda olduğunu, solunum hastalıkları yaşadığını, tozun girmemesi için pencereleri kapalı tuttuğunu ve fabrikadan ve onun çok sayıdaki kamyonlarından kaynaklanan gürültüden dolayı geceleri uyuma güçlüğü çektiklerini de ekliyor:

“Biyokütlenin ne olduğunu ortaya çıkarmamız gerekiyor. Biyokütle iklime zarar, ormanlara zarar ve işlem gördüğü yerde olan toplumlara zarar.”

Kuzey Carolina’daki Garysburg’daki Enviva odun pelet fabrikasında kütükler / Erin Schaff Redux aracılığıyla The New York Times.

İçeride de daha fazlası için tehlikeli bir baskı

Yurt dışından talep edilmesine ek olarak, odun biyokütlesi Amerika Birleşik Devletleri’nin içinde de daha fazla popüler enerji kaynağı haline gelme tehlikesi taşıyor. Enviva son zamanlarda Güneydoğuda biyoyakıt rafinerisi olan ilk Amerikalı müşterisini edindi ve şirket gelecek beş yılda bölgedeki tesislerinin kapasitesini ikiye katlamayı planlıyor.

“Şu anda biyokütle yakma Kuzey Karolina’da büyük bir şey değil” diyor Hillaker: “Ama tabii ki Enviva firması, üretim yaptığı yere daha yakın bir pazara bayılacaktır, peletlerini bütün dünyaya göndermek için kaynaklarını tüketmek zorunda kalmamak istiyorlar.”

Son federal mevzuat da Avrupa Birliği’nin 2009’da yaptığı hataların aynısını yapıyor. “ABD biyokütle endüstrisi sübvansiyonlar ve düzenlemelerden muafiyet istiyor ve yanlış bir şekilde orman biyokütlesinin karbon nötr olduğunu iddia ederek bunları elde etmek için uğraşıyor” diyor Yassa: “Bu politikalar yürürlüğe girdikten sonra onları tersine çevirmek büyük bir çaba gerektirecek.”

Örneğin 2022 altyapı tasarısı, biyokütleden yenilenebilir enerji kaynağı olarak bahsediyor, federal kamu arazilerinde ağaç kesimi için sübvansiyonları onaylıyor ve odun peleti tesisleri için destekler sunuyor. 100’den fazla bilim insanının kasım ayında Başkan Biden’a yazdığı açık mektupta, ABD Başkanı’nı orman biyokütlesini teşvik eden hükümleri yasadan çıkarmaya çağırdı ve “bu tür önlemlerin yalnızca küresel iklim ve biyoçeşitlilk krizlerini daha kötü yapacağı” uyarısında bulundu.

Odun peleti talepleri nereden gelirse gelsin eyaletin gelişen tomruk endüstrisi ve sınırlı ormancılık düzenlemeleri nedeniyle Kuzey Karolina ormanları bunun yükünü taşıyacak. Eyalet, yaklaşık 1.3 trilyon ton karbon depolayan 77 milyon dönümlük orman barındırıyor ama Dogwood Birliği her gün ormanın 664 dönümünün odun pelet endüstrisine tedarik sağlamak için yok olduğunu tahmin ediyor.

Enviva şirketi, websitesinde peletlerini yapmak için sadece bıçkı fabrikalarından ve ahşap üreticilerinden gelen “atık” odunlarını kullandıklarını yazmasına rağmen, Yassa bu iddiaların açıkça “yalan olduğunu” söylüyor. Wall Street Journal’da Enviva’nın bıçkıhanelerine tedarik sağlamak için sulak alan meşe ormanlarındaki 100 yıllık açık alanlardan odun tedarik ettiğini ortaya çıkaran 2013 tarihli bir araştırma makalesine işaret ediyor.

Enviva ayrıca, arazi sahipleriyle yeniden ağaçlandırma çalışmaları yaptıklarını öne sürüyor ancak Frost’un belirttiği gibi arazi sahiplerinin çoğu, monokültür çamları yeniden dikiyor. Sonuç mu? Güney ormanlarının gelişen ekosistemlerinden endüstriyel manzaralara geçiş.

“Çam fidanları söz konusu karbon tutma olduğu zaman doğal ormanla yarışamaz” diyor Frost: “Gerçekten iyi bir karbon deposunu ortadan kaldırıyoruz ve sonucun iklim için bir çözüm olacağı varsayıldığında,  bu gerçek bir sorun.”

Makalenin İngilizce orijinali

Temsil edil(e)meyenler-1

“Etik, ethos’tan geliyor ve Martin Heidegger bu Yunanca sözcüğü ‘kişiye ait karakter’ anlamıyla değil de, ‘kişinin yaşadığı yer’, ‘insan yerleşimine açık yer’ olarak tercüme ediyor.”[1] Böylece, hayatımıza sahip çıkarken en çok başvurduğumuz kavramlardan biri olan etik’i yaşadığımız (= içerisinde her gün yolculuk yaptığımız) yeri tanımlarken kullanarak anlamını çoğaltıyor; yaşamaya dair bir hassasiyet önerisine de dönüştürüyor.

“Yol” sözcüğünün üçüncü anlamı şöyle: “Genellikle yerleşim alanlarını bağlamak için düzeltilerek açılmış ulaşım şeridi.”[2] Asfalt, taş, toprak, zift, çit… vb. malzemeler tarafından tanımlanmış (= düzenlenmiş) bir güzergâh olarak söz edilir yoldan. (Deleuzecü terimlerle söylersek çizgili mekân’dır.) Harita ise günümüzde bir tür modern metropole dönüşmüş olan şehrin ana ve (hatta) kılcal damarlarını gösteren yol göstericidir. Referans ve göstergelerle doludur. Siyasal, ekonomik ve kültürel gücü tarih boyunca elinde bulunduranların tanzim, tasnif, taltif, disiplin ve sınır çizme cetvelidir. Merkez, çevre, banliyöler, müzeler, hastaneler, tarihi mekânlar, meydanlar, parklar, sanayi bölgeleri, metro, köprü, iskân alanları, demiryolu istasyonları, otoyol çıkışları, karakollar, kışlalar, hapishaneler, mabetler, mezarlıklar, mezbahalar, havalimanları, kampüsler… haritanın, öngörülebilir olanın ana malzemelerini oluşturur.

En çok belirtilen yerin “yol” olduğuna da dikkat etmek lazım…

Bütün yollar, başka bir yola mı çıkar?

Harita ve krokiyle yola çıkmak, yolu takip etmek, yola bağlı kalmak, yoldan ayrılmamak, entelektüel erkek öznenin tasavvur dünyasıyla kendini sınırlamak demektir. Entelektüel, kendinden emin, istikrarlı, denenmiş ve başarısız olmuş modern [= kapitalist (= uygar)] erkek özne tarafından tanımlanan ve tasnif edilen bir harita ve krokinin yol göstericiliği oldukça sorunludur. Zira mimari, ticaret, şehir planlaması, hukuk, eğitim, estetik, devlet yönetimi ve hareketli ve hareketsiz canlı türlerinin yaşama alanlarını işgal etmek gibi yerleşik (= sabit, kalıcı, uzun süreli) bir tasarımın ve tahakkümün de uzantısıdır.

Oysa haritanın, yol’un tanımlanmış sınırlarını aştığımızda gündelik hayatın öngörülemeyen boyutlarına ve karmaşanın huzursuzluğuna da gireriz. Şehir, içine patlayan, bazen özgürleştiren ama çoğu zaman sersemleten bir düzensizlik de içerir. Yaratıcı bir dinamizm ise harita ve yolun öngörülebilir ve ele geçirilebilir düzeninde değil, öngörülemeyen ve ele geçirilemeyen düzensizlikte saklıdır; kontrol edilemez olanın, kaos’un, rıza göstermeyenlerin taşıdığı öfke, hayâ ve haysiyetin (= özsaygının) biriktiği yasadışında.

Bütün yolların başka bir yol’a çıktığı bu “yollu tasarım” bu boyutu “çıkmaz sokak” diyerek adlandırır ve mahkûm eder. Çünkü düzenin ad koyarak, sınır çizerek, kontrol ederek kendisini yeniden üretemediği tek yer tam da burasıdır. Devletsi örgütlenmeler kurmadan ve iktidara talip olmadan, düzenin konforuna ve cazibelerine kapılmadan düzen dışında yaşayan hapishane kaçkınları, serseriler, asker kaçakları, vicdani redçiler, dolandırıcılar, yankesiciler, üçkâğıtçılar, kumarbazlar, eşkıyalar, banka soyguncuları, veganlar, kendi adaletini gerçekleştirenler, sürmeyi gözden çalanlar, pansiyon ve otellerde yaşayanlar, seçim sandıklarını klozet olarak tasarlayan heykeltıraşlar, anlama hükmeden duvar yazarları, mağdurlar, çöpçüler, yazarlar, dilenciler, sokak çalgıcıları, Çok Kalpli Asiler, fahişeler, çapulcular, şairler, madunlar, mülteciler, haymatloslar, çapkınlar, hackerlar, müzmin bekârlar, anarşistler, gökdelenlerin arasında bostan yetiştirmeye kalkanlar, yeni bir aşk ve küfür rengi arayan ressamlar, saatlerini parçalayanlar, boş evleri işgal edenler, farklı cinsel tercihleri olanlar, düzenli bir işte çalışmayı reddedenler, evsizler, şaşkınlar, tembeller, on beş yaşında evden kaçanlar, grafiti sanatçıları, hayvanlara tasma takmayanlar, Çingeneler, sarhoşlar; sahte nüfus kâğıdı, diploma, pasaport, tapu, para, fatura, ehliyet ve evlilik cüzdanı hazırlayan kalpazanlar… kısaca bir türlü temsil edil(e)meyenler tarih boyunca bu düzensizliğin ve dinamik huzursuzluğun aktörleri olmuştur.[3]

Kurdun kuşun özgürlüğü

Hatırlayalım! Benjamin, “Bir şehirde yolunu bulamamak çok da bir şey anlatmaz. Fakat bir şehirde yolunu kaybetmek, tıpkı bir ormanda yolunu kaybetmek gibi, eksiksiz bir eğitim ister,”[4] demişti. Bu eğitimi ise bir tek “kurdun ve kuşun özgürlüğüne sahip olanlar” edinebilirler. Bu da yabanıllıkla, öngörülememekle; evcilleştirmenin kaybettirdiklerini dert edinmekle gerçekleşebilir. Bir tek tarım yapıl(a)mayan topraklarda, ormanlarda, dağlarda yol ve yol’un sınırlılıkları yoktur. Zihni ve bedenini haritaya ve yol’a göre tanzim etmemiş, secde etmemiş, boyun eğmemiş Çok Kalpli Asi, büyük düşlerin ve yoldan çıkmaların eşkıyası, evcil köpeklerle dalga geçen bir kurt olarak, bir birey olmaktan çok tekil bir kişi, kopya bir tip olmaktan çok bir ‘karakter’, taklidi taklit etmekten çok biricik bir figür olarak bu eğitimi edinir.[5]

Kendisini salt kroki ve haritada yer alan yollar üzerinden kurgulamış bir yolculuk, kokunun, tadın, dokunmanın, müziğin ve arzunun çoğul karakterini içermez, bedeni parçalar, merakı beslemez, yaratıcılığı kışkırtmaz.

Yol sınırdır, sınırlılıktır.

Zihni ve bedeni tesviyeden geçen normallerin {= temsil ed(il)enlerin [= evcilleşenlerin (= tebaanın)]} teslimiyet çizelgesidir.

Riske girmeden, bilinmezi göze almadan, yoldan çıkmaya, kaybolmaya cesaret etmeden yapılan her yolculuk kod’un organize ettiği faaliyettir; paketlenmiş gösteridir, hayatını seyirci olarak sürdürenlere dairdir…[6]

*

[1] Pier Aldo Rovatti’den aktaran Chambers, I., Göç, Kültür, Kimlik, s. 120.
[2] Türkçe Sözlük, s. 2100.
[3] Nicholas Thoburn,Deleuze, Marx ve Politika’ adlı kitabında bu toplamın tanımlamasına yönelik literatürde geçen muhtelif tartışmaları aktarır. Marx’ın “lumpen proletarya” tanımındaki “proleter”in on dördüncü yüzyıldan Marx’a kadar ayaktakımı, düzenbaz, aşağılık, sefil, rezil, hırsız, fahişe, avare, baldırı çıplak, göçebe, hiçbir yerde tutunamayacak kadar hareketli ve heterojen kişiler güruhu… ve benzeri tanımlarla anıldığından söz eder. Marx’la birlikte “proleter”in anlamı molar özne tarafından belirlenmiş ve “iş” üzerinden tanımlanmıştır. “Asimile edilemeyen bir heterojenlik alanı”, “devletçiliği protesto eden yeraltı dünyası”, “iş eleştirisi sınıfı”, “minör politikanın gereği olarak kendini değerli kılmak için başkası için çalışmayı reddedenler” ya da “adlandırılamayanlar” olarak tanımlayanlar da vardır.

Bu denemede toprak {= tarım [= çit (= devlet)]} katılıklarından buharlaşarak sıyrıldıkları, özdeşliği reddettikleri, temsili değil ele geçirilememeyi gözettikleri, öngörülemedikleri ve normalleşmeye direndikleri için “temsil edil(e)meyenler” olarak anmayı tercih ediyorum.

Çünkü, alternatif politika (molar =) özdeşliğe karşı bir (minör =) fark sürecidir. Ve minörün ilk ilkesi de özdeşlik ve direnme değil, yaratmadır. Kendini dölleyerek yeniden doğurmak; mevcut kimlik ve mekâna göre biçimlenmiş olan haritalandırılmış düşüncenin sınırlarının dışarısına çıkmaktır. Yaratmanın gerçekleşmesi ise (molar =) özdeşlikten kesinlikle çıkılmasına bağlıdır. Hem devleti temel alan “yurttaş” hem de işi temel alan “bilinçli proletarya” modeli kapitalizmi tehdit bile edemez. Kapitalizmin dışına çıkmayı hedefleyen bir yaratma süreci gerçekleşmediği sürece de hiçbir şey yapılamaz. s. 39-40, 91-128, 215.

[4] Maffesoli, M., “Göçebelik Üzerine: İnisiyatik Başıboşluk”, s. 96.
[5] Maffesoli, M., Göçebelik Üzerine: İnisiyatik Başıboşluk, s. 172. –Anlamını bozmadan çeviride düzeltmeler yaptım.
[6] Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlanacak olan Yarabıçak adlı deneme kitabından bir bölüm.

 

 

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Türler arası bir cesaret ve sevgi hikayesi: Yula ve Karasakal

Çocuk kitapları özellikle de resimli olanlar çocukların fiziksel olarak erişilebilir olanın ötesindeki dünyayı keşfetmesinde önemli bir rol oynuyor. Ancak çocuk kitaplarındaki görsel temsillerde çeşitlilik henüz hâkim değil. Genelde çocuk kitabı yazar, çizer ve yayıncıları kolay olanı yapıp basmakalıp olana tutunmayı tercih ediyor, mekân ve insanlar hakkındaki klişeleri sürdürüyor.

Bunun dışına çıkan örnekler ise genelde (haklı ve anlaşılır şekilde) bir mesele etrafında şekilleniyor ve tanıyalım, bilinçlenelim mesajına sıkışıverebiliyor. Farklılıkları ve çeşitliliği doğal bir şekilde sunan, daha doğrusu kendi atmosferine minik okuyucuyu çekebilen kitaplara nadiren rastlanıyor. Arden Yayınları’nın çocuk kitaplarını genel olarak öne çıkaran fark kanımca bu.

Akın Düzakın’ın resimlediği Yula ve Yaban Keçileri kitabında  örgüleri rüzgârdan dağılmış kız çocuğundan onun kirli sakallı babasına karakterler olabildiğine sahici görünüyor, keza  hikâyenin geçtiği doğa atmosferi de.

Yula ve Karasakal karşı karşıya

Yula ve babası, her bahar olduğu gibi küçük dağ evlerine doğru yola çıkıyor. Ancak bu kolay bir yolculuk değil, evlerine ulaşmak için sarp yamaçlar boyunca ilerlemek zorundalar. Gerçi Yula keçi gibi gidiyor ama bu dağın asıl keçisi o değil, Karasakal. Bir anda kocaman boynuzlu, gür sakallı yaban keçisiyle karşı karşıya geldiklerinde Yula’nın babası, yetişkinliğin getirdiği temkini elden bırakmazken Yula çocukluğun gözüpekliği ile yaklaşıyor hayvana:

“Yalnızca hayvanların ne düşündüğünü sezebiliyorum gibi geliyor bana. Onların bir vücut dili var ve biraz anlayabiliyorum herhalde.”

Yula’nın Karasakal’a doğru sezgisel bir biçimde attığı bu içten adım diğer maceraların da anahtarı oluyor; yavru keçiler, av arayan bir kartal ve diğerleri…

Bu sade hikâyenin en etkileyici tarafı ise çizimleri. Akın Düzakın’ın dağlardan, çimenlere oradan da keçin postuna uzanan taramaları ile çevrenin tüm kıpırdanışını okuyucuya hissettiriyor.

Künye

Yazan: Hilde Myklebust
Resimleyen: Akın Düzakın
Çeviren: Aren Turhan
Yayınevi: Arden Yayınları