Ana Sayfa Blog Sayfa 183

Almanya’da Filistin’i konuşmak

Filistin

Yaşananları kafam almıyor. 30 binden fazla insan… Bir tarafın dişine kadar silahlı olduğu, diğer tarafın el yapımı silahlarla mücadele ettiği bir “savaş!” Katliam. Soykırım. Seyrediyoruz.

لا للاحتلال، نعم للحرية

ABD Başkanı Biden dondurma yalarken “ateşkes şey etseler artık” diyor. Gelişmiş ülkelerin (ve ne yazık ki Türkiye’deki zenginlerin ve hükümetin) iki yüzlülüğü bu olayda yeniden ve yeniden ortaya çıkıyor. Artık şaşırmıyorum bile. Şaşırmak beklentilerle ilgili. Çok uzun zamandır en kötüsüne hazırlık yapmış bir insana dönüştüm. Dönüştük.

Bu yazıda amacım Filistin meselesinin analizi değil. Daha ziyade Almanya‘daki deneyimlerimle ilgili içimi dökmek için yazıyorum. Baskının seviyesini gösterebilecek birkaç anı ve gözlem paylaşacağım.

İsrail‘i dışarıda bırakırsak, sanıyorum böyle bir katliama muhalefet etmenin, İsrail’e dur demenin en zor olduğu ülke Almanya. Sebepleri malûm: Nazi geçmişi, suçluluk, İsrail’e verilen koşulsuz destek, süregiden ticaret… Almanya İsrail’e her sene yaklaşık 1,4 milyar avro tazminat veriyor. Vermesin demiyorum. Vermeli. Ama yine de desteğin boyutunu gösteren bir meblağ. Dahası, İsrail ordusunun ithal ettiği silahların üçte bire yakını Almanya’dan geliyor. Bu sayı 2023 itibariyle katlanarak artmış durumda. Artışın önemli bölümü Hamas’ın düzenlediği 7 Ekim saldırısından sonrasına tekabül ediyor.

Yani Almanya Filistinlilerin öldürülmesini bilfiil destekliyor. Benim vergim işte böyle bir devlete gidiyor. Hazmedemiyorum.

Zulüm, tevatür olunca…

Bir akademisyen olarak, yıllarca Türkiye’deki resmî tarihi bozmakla uğraştım. Unutturulmak istenen mücadelelere; Kürtlere, kadınlara, Müslüman olmayanlara elimden geldiğince yer açmaya çalıştım. Şimdi burada kendi çocuklarım başka türlü resmî tarihlere maruz kalıyorlar ve benim elimden bir şey gelmiyor. Gücüm yetmiyor. Örneğin yaşadığım şehir Berlin’in Neukölln semtinde (göçmen/Müslüman nüfusun bir hayli fazla olduğu bir yer) İsrail’i savunan broşürler resmî kanallardan okullarda dağıtılıyor. İsraillilerin yeni yerleşim bölgelerini, iskân politikalarını eleştirmek antisemitizm diye öğretiliyor mesela. Toprakların çalınmadığı, Filistinlerin o kadar da mağdur olmadığı söyleniyor. Bunlara tevatür (myth) deniyor.

Almanya Filistin meselesinde bir sansür ülkesine dönüştü diyebilirim. Oyunlar iptal edildi, yazarlara, gazetecilere gönderilmiş davetler geri çekildi, hattâ verilen ödüller geri alındı.

İsrail karşıtı gösteri yapanlar tutuklandı. Üniversitelerdeki okul kulüpleri basıldı.

Yakın zamanda Berlinale film festivalinde biri İsrailli biri Filistinli iki yönetmen, Yuval Abraham ve Basel Adra, İsrail’i eleştirdikleri için antisemitizmle suçlandılar. Yuval Abraham’ın aile büyükleri Soykırım’ı yaşamış. Ülkesini bir apartheid rejimi olarak niteledi. Organizatörler iki yönetmeni de asla sahiplenmedi; aksine Alman resmî söylemini yeniden ürettiler. Yönetmenlerin ifadesi, Alman medyasında İsrail’e karşı derin nefretin emaresi olarak görüldü. Şu an İsrail vatandaşı olan Yuval Abraham ülkesine dönmek istemiyor. Almanya’nın köpürtmesiyle orada da hedef durumuna gelmiş durumda.

Kendini akademik özgürlüğün kalesi olarak tanımlayan Max Planck Enstitüsü, Profesör Ghassan Hage’in sosyal medya paylaşımlarına istinaden işine son verdi. Gerekçe olarak rezil rüsva bir açıklama yaptılar. İsrailli akademisyenler bile “Artık o kadar da değil!” diyerek enstitünün bu kararına itiraz etti.

Alman bir tanıdığım bana şunu sordu: “Peki, haklısın ama, sonuçta onca Yahudi nereye gitselerdi? Onların da bir ülke kurma hakkı yok mu?”

Var. Yani aslında benim nezdimde katliamların hemen hepsinin ana faili devletler. Devlet kurma hakkı tabiri kulağımı tırmalıyor. Fakat verili bağlam içinde, evet, İsrail’in de devlet kurma hakkı var.

“Ama madem Almanya Yahudilere karşı böyle büyük bir günah işlemiş, o zaman Bavyera verilseymiş Yahudilere,” diyorum. İsrail neden Filistin’de kuruldu?

Karşımdaki cevap veremiyor. Hiç düşünmemiş olduğu bir konuymuş meğer. O büyük suçluluk duygusu ve hakkaniyet arayışı buraya erişememiş.

Ama biz cevabını biliyoruz aslında.

Alman Yeşilleri’nin utanç verici ‘akılcılığı’

Bir televizyon programı. Yahudi bir kadın, Deborah Feldman. Karşısında koalisyon ortağı Yeşiller’in lideri Robert Habeck var. Habeck, edebiyat ve felsefe mezunu bir siyasetçi, aklın sesi gibi konuşan adamlardan. Deborah Feldman Almanya’da antisemitizm suçlamasıyla her türlü eleştirinin bastırıldığından, kendisi gibi laik Yahudilerin bile suçlu duruma düşürüldüklerinden yakınıyor. ­”Almanya niye İsrail’in ırkçı saiklerle hareket eden bu hükümetini destekliyor? Niye bizim gibi farklı sesleri desteklemiyor?” diye soruyor.

Habeck soğukkanlı, işinin ehli. “Bir Alman siyasetçisi olarak İsrail’in ne yapıp ne yapmaması gerektiğine dair konuşamam,” diyor. “Bu fikirlerinizi de paylaşamam. Ancak eğer bir gün sizin temsil ettiğiniz fikirler başa geçerse, yani eğer İsrail’de böyle bir değişim yaşanırsa, o zaman Almanya sizin arkanızda durur,” mealinde bir cevap veriyor. Akıllıca bir cevap. Hükümranlık ilkesi, diğer ülkelere müdahale etmeyen mütevazı tavır. Salonda alkış.

Ama ben”Yalancı herif!” diyebiliyorum sadece. Öyleyse evrensel insan hakkı gibi temel prensiplerin, ahlâkın, adaletin hiçbir önemi yok. Koşulsuz destek var. Başa kim gelirse ona verilecek körlemesine bir destek… Öyleyse dünyanın geri kalanına öğütlenen temel değerler, duruma göre bükülebilen araçlar. Şaşırıyor muyum? Hayır.

Bir grup yemeğe gidiyoruz. Grubu çok tanımıyorum, Almanca konuşulan bir ortam. İçlerinden biri, “Humus yemeye gidelim, İsrail’e de destek olmuş oluruz” diyor. Cahil desen, aşırı kariyerli bir kadın. Dünyaları gezmiş. Şaşırıyor muyum? Yine hayır.

İsrailli bir akademisyen. Çalıştığı konunun Almanya ile hiç ilgisi yok. Bunun üzerine danışmanı “Buradan fon alabilmek için burayla bir bağlantı kurman iyi olabilir,” diyor. Odadaki diğer tüm akademisyenler itiraz ediyor. “Hiç gerek yok,” diyorlar. “İsraille ilgili çalışmalara ve İsrailli akademisyenlere fonlar çabucak çıkıyor. Bunları dert etme,” diyerek danışmanı gerçekliğe döndürüyorlar. Buna da şaşırmıyorum.

Öğrencilerim benden şüpheleniyor, en azından ben öyle hissediyorum. Okuttuğum yazarlardan birinin, Arturo Escobar‘ın İsrail’e boykot hareketinden (BDS) olması üzerine bir öğrencim ağzımı yokluyor, “Ne ayak?” demeye getiriyor. Dönemin son dersi. Hayatımda ilk kez bir derste bu kadar sıkışmış hissediyorum. Geçiştiriyorum. “Beş dakikada ne anlatırsam anlatayım ulaşmayacak; saflar belli” diye kendimi teselli ediyorum. Sonra utanıyorum. Ama şaşırmıyorum.

İsrailli başka bir akademisyenle konuşuyoruz. Güya solcu. Netanyahu’yu istemiyor. Ama sanıyorum savaşa karşı tavrı ikircikli, “talihsiz olaylar” seviyesinden hâllice. Şaşırmıyorum. Ülkedeki rejim karşıtı pek çok dayanışma ağının şu an cephedeki askerleri desteklemeye başladığını anlatıyor. Askerlere cep telefonu şarjı, yemek, temiz kıyafet gönderiyorlarmış. “Ne üzücü!” diyorum. “Niye ki, ne güzel!” diyor. “İnsanlar ailelerine, sevdiklerine destek oluyor; dayanışma ağları başka formlarda yaşatılıyor,” diye cevap veriyor. Mesnetsiz umut mu, faillik arayışı mı, akademisyenler için yeni araştırma konuları mı? Şaşırmıyorum.

*İsrailli kadın askerler Gazze Şeridi sınırında poz veriyorlar. 19 Şubat 2024,  Fotoğraf: Tsafrir Abayov/AP.

‘Olaylarda’ ölen geyikler için kampanya mı yapmalı?

Benim hayvanlarla ilgili çalıştığımı biliyor. “Aslında,” diyor, “bu olaylarda geyikler de ölüyor. Böyle bir kampanya düzenlemek lâzım belki de… Sadece insanların değil, hayvanların da öldüğünü anlatabiliriz.”

Geyikler ölmesin tabii ama, şu an Arapların ölümüne üzülemeyen, geyiklere üzülen biri olarak görülebileceğini söylüyorum adabıyla. Yer diyorum, bağlam diyorum. Böyle bir fikirle gelebilecek kadar hazırlıksız olması, bu konuyu bu kadar az düşünmüş olması herhalde savaşı bir imtiyaz olarak yaşamaktan geliyor diye düşünüyorum.

Yine Habeck. Bir konuşmasını izliyorum. On dakikalık bir demeç. Almanya’da yaşayan Yahudilerin endişelerini, korkularını anlatıyor. Özetle, “Kıllarına zarar vereni yakarım!” diyor. “Terörle aranıza mesafe koyun” diyor. Ne kadar tanıdık! Tehditleri arasında mültecileri geri göndermek, çıkmış oturma izinlerini iptal etmek, vatandaş olanları ise en ağır şekilde yargılamak var. On dakikalık konuşmanın yaklaşık yedi dakikası İsrail’deki ve Almanya’daki Yahudi mağdurlarla ve tehditlerle geçiyor. Sonra nihayet ölen Filistinlilere de üzüldüklerini söylemeyi başarıyor. Ama uzatmıyor. Kendileri İsrail devletini ölçülü olmak konusunda sık sık uyarıyormuş. Peki Hamas’ı kim uyaracakmış! Burada dayanamayıp videoyu kapıyorum. Filistinlilerin acısının, Alman Yeşillerinin siyaset evreninde ancak bu kadar yer bulmasına elbette şaşırmıyorum.

Bizden önce buraya göç etmiş pek çok insan “Almanya’daki despotluğu, ayrımcılığı siz daha görmediniz” diye bizi uyarmıştı. Galiba haklıymışlar. Buraya gelen gazetecilerin, akademisyenlerin, muhaliflerin “Erdoğan”rejiminden kaçmış demokrasi havarileri gibi cilalandığı bir dönem oldu. (Kabaca 2016-2020 arası). Kendimi de dahil edebilirim bu gruba. Türkiye’deki sansür, baskı, despotluk, ve diğer kronik sorunları bolca gündeme getirdik. Onlar da dinledi. Başkalarının dertleri olarak dinlediler. Zannediyorum ki bize verilen sahnenin bir işlevi de, despot bir rejimle özgür bir rejim arasında zıtlık kurmaktı. Kendi devletleriyle mesafe alamamış insanlara, başka ülkelerin kötü devletlerini anlattık. Onların buradaki rejime inançlarını tazeledik.

Almanya’nın da başka tabuları, suskunlukları, sansür mekanizmaları var. Burada da devletle hesaplaşmamış geniş kitleler bulunuyor. Türkiye’ye koysak kolaylıkla Türk milliyetçisi olurlarmış, hasbelkader burada liberal Avrupalı olmuşlar. Sanıyorum temel fark, buradaki devletçi anlayışın kendine özgüveni, ikna kabiliyeti, ahlakî üstünlük kurmaktaki mahareti. Üstünlüğünden emin, zenginlikle kusurları örtebilen, muhalefetin bile sistemle temelde barışık olduğu, daha öngörülebilir başka bir devlet aygıtı. Şaşırıyor muyum? Hayır.

İşte böyle bir Almanya’nın koruması altında katliam devam ediyor.

Refah’ta Cuma Namazı- فلسطين حرة وأبية

 

 

ABD’li maden şirketinden, kendi deniz dibini korumak isteyen Meksika’ya milyarlarca dolarlık dava

Yazan: Laura Paddison

Yeşil Gazete için çeviren: Cemre Nayir

*

Gemi

İlk belirdiğinde, yüzen bir şehri andırıyordu. 2012 yazında Baja California Sur‘un Pasifik kıyısında kocaman, insanı şaşkına çeviren bir varlık gibi, aylarca, öylece durdu.

Florencio Aguilar endişeliydi. Sulardaki bu yabancı, bir tehditti. Çünkü, Meksika‘nın kuzeybatısındaki San Juanico, Las Barrancas ve diğer küçük balıkçı kasabalarındaki pek çok kişi gibi Aguiların da geçimi burada yetişen ıstakoz, ahtapot ve denizkulağına bağlı. Bu bakir sular aynı zamanda nesli tükenmekte olan deniz kaplumbağalarına ev sahipliği yapıyor, dev gri balinaların üreme alanı ve dünyanın en uzun dalgalarına sahip bir yer olduğundan sörfçülerin de  uğrak noktası.

Dünyanın en uzun dalgalı yerlerinden birisi olan San Juanico’da sörfçüler. Fotoğraf: Laura Paddison

Aguilar ihtimalleri tek tek düşündü: Bu dev gemi, zengin deniz yaşamını incelemek için Baja kıyılarında dolaşan araştırma gemilerinden biri olamazdı ve arada bir karides yakalamaya gelen büyük balıkçı gemilerinden birine de benzemiyordu.

Haberi en nihayetinde birkaç balıkçı meslektaşından aldı. Gemi, Meksika deniz yatağının büyük bir bölümünde ticari gübrelerin temel maddesi olan fosfat madenciliği yapmak üzere imtiyaz alan Florida merkezli Odyssey Marine Exploration şirketine aitti.

“Kocaman, insanı şaşkına çeviren bir varlık”: ABD merkezli Odyssey Marine Exploration’a ait Odyssey Explorer. Fotoğraf: AP Foto/Odyssey Marine Exploration

Aguilar dehşete düşmüştü. Dip tarama işleminin 50 yıl boyunca devam etmesini öngören proje, kuşaklar boyunca aileleri bu sulardan geçinen 120’den fazla balıkçının oluşturduğu Puerto Chale kooperatifine ait balıkçılık imtiyazıyla doğrudan çakışıyordu.

Aguilar, “Aralıksız dip taraması deniz yaşamını ve balıkçılık sektörümüzdeki tüm yaşamı bitirecek” diyor.

Bu sadece bir başlangıçtı ve Aguilar ile kooperatif varoluşsal bir tehdit olarak gördükleri madene karşı yıllarca süren mücadelenin tetikleyicisi oldu. Öfkeli halk toplantıları, yolsuzluk suçlamaları, Meksika başkanına çağrılar yapıldı.
Nihayet, altı yıl sonra 2018’de Meksika hükümeti madenin kurulmasına izin vermedi, çünkü olası çevresel etkileri yıkıcı olacaktı. Aguilar ve halk bunu kutladı. Onların hikayesi bir kez olsun, maden şirketlerinin yollarına çıkan küçücük halkları ezip geçme modasına karşı çıkmış gibi görünüyordu.
Ancak Odyssey’in elinde bir koz daha vardı.

2019‘da Meksika’ya dava açtı. Bunu yapmak için de yatırımcı-devlet anlaşmazlıklarının giderilmesi (ISDS) adı verilen ve şirketlerin yerel mahkemeleri atlamasına olanak tanıyan muğlak bir uluslararası hukuk aracı kullandı. Aniden, bu deniz yatağı madeninin kaderi, çöllerle kaplı bu kıyının çok ötesinde bir önem kazandı. Odyssey’in açtığı dava, dünya iklim ve biyolojik çeşitlilik çöküşünün eşiğinde dururken, ülkelerin kendi çevrelerini koruma kapasitelerini ciddi şekilde baltalama gücüne sahip şeffaf olmayan bir hukuk sistemine pencere açtı.

Fosfat avı: Odyssey’in sekiz tonluk uzaktan kumandalı keşif aracı Zeus denize indirildi. Fotoğraf: Reuters

Şirket

Dünya çapında madencilik üzerinde yaratabileceği etki düşünüldüğünde, Odyssey’in daha önce hiç maden işletmemiş olması ironik bir durum. Şirketin geçmişi çok farklı bir deniz tabanı çıkartma işine dayanıyor: Şirket 1994 yılında bir gemi batığı toplama şirketi olarak kuruldu.

Odyssey dikkatini yeni bir sektöre çevirdi: Kazançlı olabilecek deniz tabanı madenciliği dünyasına…

İki kurucu, eski bir reklamcı olan Greg Stemm ve eski bir gayrimenkul müteahhidi olan John Morris, bu işte zaten uzun bir geçmişe sahipti. Aynı yıl, Florida Keys‘teki bir enkazın değerini yanlış beyan ettikleri iddiaları üzerine önceki şirketleriyle ilgili olarak dolandırıcılık ve içeriden bilgi sızdırma suçlamalarıyla boğuşuyorlardı. (1997‘de suçlamaları başarıyla savuşturdular).

Odyssey Marine Exploration’ın kurucularından eski reklamcı Greg Stemm ve proje yöneticisi Tom Dettweiler (sağda) 2007 yılında Black Swan batığından çıkarılan bir madeni parayı inceliyor. İspanyol bir yargıç Odyssey’in hazineyi geri vermesi gerektiğine hükmetti. Fotoğraf: AP

Sonraki yıllarda okyanusta daha değerli batıklar aramaya başladılar ve 2007‘de büyük ikramiyeyi vurdular: Portekiz‘in Algarve kıyılarındaki bir batıkta yüz milyonlarca dolar değerinde 17 ton gümüş ve altın sikke bulundu. Odyssey gemiyi Black Swan olarak tanımladı, sikkeleri yüzeye çıkardı, plastik kovalara doldurdu ve Florida’ya uçurdu.

İspanya buna karşı çıktı. Black Swan’ın 1804 yılında 200’den fazla mürettebatıyla birlikte İngilizler tarafından batırılan fırkateynlerinden biri olduğunu söyleyerek hazinenin yasal olarak İspanya’ya ait olduğunu iddia etti. 2012 yılında ABD mahkemeleri Odyssey’i madeni paraları iade etmeye ve bir yargıcın deyimiyle “davayı başından beri etkileyen sürekli, kötü niyet temelli aldatma ve yanıltma kampanya yürütmeleri” nedeniyle İspanya’ya 1 milyon dolar ödemeye zorladı.

Yasalar daha sıkı ve yatırımcıların paraları daha az olduğu için gemi enkazı avcılığının riskleri artarken Odyssey, dikkatini, uzmanlık alanı olan okyanus becerilerini kullanabileceği yeni bir sektöre çevirdi: Potansiyel olarak kârlı deniz tabanı madenciliği dünyasına.

Muhabir

Odyssey’in sualtı madeni hakkındaki söylentileri Baja California Sur’un başkenti La Paz‘da yaşayan gazeteci Carlos G İbarra‘ya ilk ulaştığında durumdan hemen şüphelendi.

Bunaltıcı bir eylül akşamında, La Paz‘daki kalabalık bir sahil barında oturan Ibarra, tüm hayatı boyunca madenlerin gölgesinde yaşadığını anlatıyor. Çocukluğunu bir tuz madeni kasabasında, yetişkinlik kariyerini ise buradaki maden çıkarma şirketlerinin etkilerini takip eden bir muhabir olarak geçirdi.

Odyssey projeyi, kıyı şeridinden görünmeyecek ve balıkçılara ya da turistlere hiçbir rahatsızlık vermeyecek standart bir tarama operasyonu olarak tanıttı. Fotoğraf: Odyssey Deniz Araştırmaları

İlk başlarda söylentiler net değildi. Su altı madeni aramasının tam olarak nerede yapılacağını veya şirket hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Sonra merakını doruğa çıkaran bir yatırımcı raporu okudu.

2013 yılında ABD’li koruma fonu Meson Capital‘in kurucusu Ryan Morris tarafından kaleme alınan rapor oldukça sertti. Morris, 2000 yılından bu yana Odyssey yöneticileri ve direktörlerinin 20 milyon dolar nakit tazminat aldıklarını ancak 180 milyon dolar zarar ettiklerini iddia ediyordu. Raporda, “[Odyssey’in] amacının, hayal kırıklığına uğramış yatırımcılar faturayı öderken, [Odyssey] içindekilerin okyanusta avlanarak ihtişamlı bir hayat yaşamaları için bir araç olarak hizmet etmek olduğuna inanıyoruz” deniliyordu.

Odyssey sözcülerinden biri raporu, “olgusal hatalar, eksik bilgiler ve yanıltıcı sonuçlar” içerdiği gerekçesiyle yalanladı. Ancak Ibarra bu durumu daha fazla araştırmak için bir işaret olarak gördü. Aguilar’a ulaştı ve Aguilar onu madencilik projesini araştırmaya devam etmesi için teşvik etti. Ibarra daha sonra hükümet yetkilileriyle görüştü ve Odyssey’in başvurduğu izinleri inceledi.

Şirketin Meksikalı bir yan kuruluşu olan Exploraciones Oceánicas aracılığıyla yaklaşık 270.000 hektarlık (667.000 dönüm) deniz yatağı üzerinde 50 yıllık bir imtiyaz elde ettiğini tespit etti. Odyssey daha sonra 580 milyon tondan fazla, yani Kuzey Amerika‘nın 100 yıllık gübre ihtiyacının çoğunu karşılamaya yeteceğini iddia ettiği, dünyanın en önemli fosfat yataklarından birini bulduğunu açıkladığında Ibarra’nın yüreği ağzına geldi ve yayımlayacak herkese bu konuda yazmaya başladı.

Nesillerdir kendilerini besleyen kıyı şeridiyle gurur duyan San Juanico halkı sahili süpürerek temizliyor. Fotoğraf: Laura Paddison

Maden

Ibarra madenin halka nasıl sunulacağını çok iyi biliyordu. Maden çıkarma projelerinin kurumsal anlatısı, iyi bilinen bir yolu izleme eğilimindeydi: Kaynak insanlık için hayati bir rol oynamaktadır, madencilik yerel halka fayda sağlayacaktır ve kalıcı bir çevresel zarar olmayacaktır.

Odyssey’de de durum farklı değildi. Bu gübrenin Meksika’nın gıdada kendine yeterliliğini güvence altına alacağını iddia eden şirket, vergi gelirleri ve ekonomik kalkınma yoluyla Meksika’ya istihdam ve milyonlarca dolar kazandırma sözü verdi.

Şirketin çevreci bir sunumu da oldu. Fosfat, çoğunlukla toprağı sökerek çıkarılır. Bunu suların altından çıkarmanın daha “sürdürülebilir” olacağını iddia ettiler.

Bugüne kadar deniz dibinde hiçbir fosfat madenciliği projesi hayata geçirilmemiştir. Yeni Zelanda benzer bir teklifi geri çevirdi

Bu teklife göre, büyük gemiler deniz tabanını tarayacak, güvertedeki fosfatı ayıracak ve daha sonra “değiştirilmemiş” tortulardan oluşacağını söylediği istenmeyen malzemeyi deniz tabanındaki oluklara geri pompalayacak.

Uluslararası sularda dört mil (6 km) derinlikten maden çıkarmayı içeren derin deniz madenciliğinin aksine, bu maden Meksika’nın kıta sahanlığının daha sığ sularında yer alıyor. Bu tür deniz tabanı madenciliği bazen çevresel açıdan tercih edilebilir olarak sunuluyor, çünkü kıyı suları derin denizlere göre daha iyi biliniyor.

Baja California Sur’un suları şişe burunlu yunusların yanı sıra gri balinalara, caretta caretta kaplumbağalarına ve deniz aslanlarına da ev sahipliği yapıyor. Dip taramasının onlara verebileceği zararı kimse bilmiyor. Fotoğraf: Minden Pictures/Alamy

Ancak sığ sular okyanusun dipsiz düzlüklerinde bulunan gizemlerden yoksun olsa da, yaşamla dolup taşan kırılgan ekosistemleri barındırmaya devam ediyor.

Odyssey, Guardian‘a yaptığı açıklamada, deniz dibi madencilik projelerinin “en çok ihtiyaç duyduğumuz mineralleri tedarik etmek için temiz, sürdürülebilir ve ekonomik bir fırsat sağlayabileceğini” ve projenin “çevresel etkileri sınırlamak için kapsamlı önlemler alacağını” ifade etti.

Ancak bazı uzmanlar, dip taramasıyla ortaya çıkan tortu birikintilerinin, gürültünün ya da fosfatla birlikte kaç organizmanın emilebileceğinin, bunların ne gibi etkiler yaratabileceğini kimsenin kesin olarak bilmediğini söylüyor. Kıyısal deniz tabanlarının kendilerini ne kadar çabuk onarabileceğini de kimse bilmiyor.

Bugüne kadar deniz dibinde hiçbir fosfat madenciliği projesi hayata geçirilmedi. 2015 yılında Yeni Zelanda Çevre Koruma Kurumu benzer bir teklifi “önemli ve kalıcı olumsuz etkilere” neden olacağı gerekçesiyle geri çevirmişti. Yakın zamanda Namibya‘daki girişimler de yoğun muhalefet nedeniyle durdu.

Helsinki Üniversitesi‘nde sığ su madenciliğini araştıran deniz bilimci Laura Kaikkonen, “Madencilik her zaman bir habitatın bir kısmını yok eder” diyor: “Sadece sığ bölgelerde olduğu için mineral elde etmek kolay bir çözüm değil.”

Namibya Walvis Bay lagünündeki flamingoların havadan çekilmiş bir fotoğrafı. Fotoğraf: Chris Wildblood/Alamy
Walvis Körfezi yakınlarında görülen bir sondaj gemisi. Namibya sularında fosfat madeni çıkarma girişimleri yoğun muhalefetle karşılaşıyor. Fotoğraf: Wirestock, Inc./Alamy

Aguilar daha da ileri gidiyor. Las Barrancas’ta sakin bir eylül Pazarında, bir evin yan tarafındaki beton ek binada oturmuş, güneş gözlüklerini açık mor gömleğinin içine özenle sokmuş bir halde, madeni durdurmayı bir ölüm kalım meselesi olarak gördüklerini anlatıyor:

“Yarımadada büyük bir su kaynağımız var ve burası zehirlendiğinde ki biz bunu böyle tanımlıyoruz, balıkçılık geliri ve ilerleme açıkça sona erecektir.”

Odyssey ise zehirlenmeyle ilgili söylemlerin “yanlış” olduğunu ve madencilik faaliyetlerinin “balıkçılık faaliyetlerini engellemeyeceğini” söyledi. Ayrıca diğer bölgesel balıkçılık örgütlerinin desteğine işaret etti.

Ancak geçtiğimiz on yıl boyunca Aguilar ve kooperatif geri adım atmayı reddetti, halka açık istişarelerde madene karşı mücadele etti ve bölgeyi ziyaret eden Devlet Başkanı Andrés Manuel López Obrador‘u protesto pankartlarıyla karşıladı.

Puerto Chale balıkçılık kooperatifi üyeleri maden tehdidine karşı mücadele etmek için bir araya geliyor. Fotoğraf: Laura Paddison

Bu çok zorlu bir yol. 2014 yılında Odyssey’in yan kuruluşu Exploraciones Oceánicas’ın bir temsilcisi Aguilar ve Ibarra hakkında suç duyurusunda bulundu ve Ibarra bundan ancak El Sudcaliforniano gazetesindeki bir yazıyı okuyunca haberdar oldu. Şirket, bu kişileri “sözde çevreciler” olarak nitelendirdi ve 10 yıla kadar hapis cezası gerektiren “madene direnerek gasp yapmak” ve “tüketime ve doğal zenginliğe saldırmak”la suçladı.

Aguilar, “Projenin onaylanmamasından ve milyonlarca dolarlık mali kayıptan bizim sorumlu olduğumuzu söylediler” diyor.

Ibarra, “Bu bir yıldırma stratejisiydi” diye ekliyor.

Odyssey sözcüsü “şantaj girişimine karşı kendini savunmak için gerekli yasal adımları attığını” ve “projeye karşı muhalefeti sindirmek ya da caydırmak” gibi bir niyetinin olmadığını söyledi. Hem Aguilar hem de Ibarra şantaj suçlamalarını şiddetle reddetti ve sonunda davanın ilerlemeyeceği söylense de, Ibarra için bu stres yıllarca gazeteciliği bırakmasına neden oldu.

Ama bir süreliğine, çekilen çileye değmiş gibi görünüyordu. Meksika hükümeti madencilik iznini iki kez geri çevirdi: Bir defa 2016’da, ikinci olarak da 2018’de, madenin “Meksika ve dünya için son derece önemli ve doğal bir hazine teşkil eden” bir yerin “deniz tabanını kesintisiz olarak taramaya çalıştığını” söyleyerek.

Aguilar, “Kendimizi çok tatmin olmuş hissettik,” diyor ama ekliyor: “Bunun sadece bir mola olduğunu ve tam bir zafer olmadığını biliyorduk.”

Haklıydı. 2019 yılında Odyssey, madenin gelecekteki tahmini kârı olan milyarlarca dolar için Meksika’ya dava açtı.

Dava

ISDS (yatırımcı-devlet anlaşmazlıkları uzlaşması) o kadar yavan bir kısaltmadır ki, sahip olduğu güç düşünüldüğünde sanki bilerek seçilmiş gibi görünür. En iyi niyetli tarifle bu, faaliyet gösterdikleri ülkenin yatırımlarına zarar verecek bir şey yapması halinde şirketlere kendilerini korumaları için bir yol sunan bir sistemdir.

Bu sistemi savunanlar tek bir yasadan ziyade 3 binden fazla ticaret anlaşması ve yatırım anlaşmasında yer alan hükümler aracılığıyla oluşturulan ISDS’nin bir kazan-kazan sistemi olduğunu, şirketlere güven verirken gelişmekte olan ülkelerde yatırımı teşvik ettiğini söylüyor. Ancak başkaları şirketlerin ülkelerdeki çevre, iklim ve insan hakları yasalarının hükümsüz kalmasına yol açan gizli bir yasal sürece dönüştüğüne inanıyor.

Tayland’ın Phichit bölgesindeki Chatree altın madeni arazide dev izler bırakıyor. Madencilik, hükümetin sağlık ve çevre kaygıları nedeniyle faaliyetleri askıya almasından altı yıl sonra yeniden başladı. Fotoğraf: Lillian Suwanrumpha/AFP/

Uluslararası tahkim avukatı ve New York‘taki Curtis hukuk firmasının yöneticisi George Kahale III, bunun “uluslararası hukukun vahşi batısı” olduğunu söylüyor.

Odyssey’in açtığı davada, Meksika’nın bilimsel kanıtları göz ardı ederek madeni reddetme yönünde siyasi amaçlı bir karar alarak Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA) kapsamındaki haklarını ihlal ettiği iddia edildi. Yatırımının değerinin gelecekteki karlarla birlikte yerle bir olduğunu söyledi ve 3.54 milyar $ (2.8 milyar £) talep etti, daha sonra bu miktar 2.36 milyar $‘a düşürüldü.

ISDS taleplerinin süreci şeffaf değil. Duruşmalar mahkemelerde değil, örneğin Dünya Bankası‘ndaki toplantı salonlarında, konferans merkezlerinde veya otellerde yapılıyor. Tazminat talepleri üç hakemden oluşan bir panel tarafından karara bağlanıyor: Biri şirket tarafından, biri devlet tarafından ve biri de karşılıklı anlaşma ile seçiliyor. Kararlar temyiz edilemiyor, sadece çok kısıtlı koşullarda iptal edilebiliyor.

Kahale bunu “istikrarlı bir şekilde yatırımcılar lehine ve yatırıma ev sahipliği yapan ülkeler aleyhine yorumlanan” “saçma sapan bir hukuk sistemi” olarak nitelendiriyor. (Kahale yakın zamanda Meksika hükümeti tarafından ISDS taleplerine yardımcı olması için görevlendirildi ancak Odyssey’in davasıyla bir ilgisi yok).

1990’lardan bu yana, bu davaların hacminde patlama yaşandı. ABD’li düşünce kuruluşu Institute for Policy Studies‘te araştırmacı olan Jen Moore‘a göre, hak taleplerinin yaklaşık %60’ı, başta ABD, Kanada ve Batı Avrupa olmak üzere zengin ülkelerdeki şirketler tarafından düşük gelirli ülkelere karşı yapılıyor. Bilinen tüm hak taleplerinin dörtte biri petrol, gaz ve madencilik şirketleri tarafından açılmış durumda.

Bu ticaret ve yatırım anlaşmaları, şirketleri varlıklarının fiziksel olarak kamulaştırılmasına karşı korumanın yanı sıra onları “dolaylı kamulaştırmaya” karşı da korumakta. Şirketler genellikle bir ülke projelerini insan hakları, iklim veya çevreyi tehdit ettiği gerekçesiyle reddettiğinde ISDS’ye başvuruyorlar.

Moore, “Madencilik şirketleri çoğu zaman toprağa kürek bile sokamıyorlar ama sonra bu çirkin davaları açıyorlar” diyor. Bunu “tahkim yoluyla kâr elde etmek için madencilik” olarak adlandırıyor.

Şirketler kazanıyor. 2016 yılında bir tahkim mahkemesi Venezuela’nın 1,2 milyar dolar ve faizini ödemesine karar verdi

Tazminat taleplerinin sıklığı arttıkça, miktarlar da artmış durumda. Kahale, nispeten küçük bir yatırımın 2 milyar dolardan fazla bir tazminat talebine yol açtığı Odyssey vakasının artık anormal olmadığını belirtiyor. Hatta bazı yatırım firmaları, bu işi yapacak şirketlere ödülden pay karşılığında fon bile sağlıyor: Odyssey’in kendi talebi Poplar Falls adlı serbest yatırım fonu tarafından finanse ediliyor.

Ve şirketler kazanıyor. 2016 yılında bir tahkim mahkemesi, Venezuela’nın çevre ve yerli halkla ilgili endişelerini gerekçe göstererek ulusal orman rezervinde altın madeni için izin vermemesi üzerine Kanadalı bir madencilik şirketi olan Crystallex‘e iflasla karşı karşıya olan bir ülke için büyük bir miktar olan 1,2 milyar dolar artı faiz ödemesine karar verdi. Crystallex, Venezuela’nın madeni kamulaştırdığını iddia etti.

Kanadalı madenci Crystallex’in Venezuela’nın Bolivar bölgesinin güneyinde sözleşme imzaladığı Las Cristinas imtiyazı yakınlarında altın aranıyor. Fotoğraf: Howard Yanes/Reuters

Moore, bu tür olayların bir “politika soğukluğu” yarattığını söylüyor. Örneğin Guatemala‘da, bilgi edinme özgürlüğü kapsamında yapılan başvurular, insan hakları gruplarının Yerli haklarını ihlal ettiğini söylemesine rağmen, hükümetin Kanada‘ya ait bir başka altın madenini askıya almamak için ISDS davası tehdidini gerekçe gösterdiğini ortaya koydu.

Uluslararası Çevre Hukuku Merkezi‘nden (Ciel) Carla Garcia Zendejas, bu gibi durumlarda sadece tahkim tehdidinin bile “siyasi baskı aracı” olarak devreye girebileceğini söylüyor.

Odyssey, tahkim işlemlerinin “örtülü ya da gizli kapaklı olmadığını” söyledi ve tahkimi bir “tehdit” ya da siyasi baskı aracı olarak kullanmadığını da ekledi. Şirketten yapılan açıklamada, “Odyssey, Meksika’nın hukuka aykırı eylemini ele almak ve Meksika’daki önemli yatırımını ve hissedarlarının çıkarlarını korumak için kullanabileceği kalan tek aracı kullandı” denildi.

Yine de birçok uzman için ISDS bundan daha örtülü ve gizli kapaklı olamaz. Moore, işlemlerin resmen kapalı kapılar ardında yapıldığına dikkat çekiyor. Tahkimin çoğu insan için ” esrarengiz bir şey” olduğunu ve “bir şirketin hükümetin bileğini bükmeye çalıştığı gerçeğini gizlemek için kullanışlı bir yol” sağladığını belirtiyor.

Halk

Aguilar için ISDS aynı zamanda kendisi gibi yerel halkları da dışlamak anlamına geliyordu. Puerto Chale kooperatifi bunu, Ciel’in yardımıyla ISDS paneline madenin kendilerini nasıl etkileyeceği konusunda kanıt sunma talebinde bulunduğunda öğrendi. Talepleri Aralık 2021’de, Odyssey yeni bir izin değil tazminat istediği için kooperatifin anlaşmazlıkta “önemli bir çıkarı olmadığına” karar veren iki kişilik panel çoğunluğu tarafından reddedildi.

Baja California Sur valisi Víctor Castro Cosío, Odyssey’e karşı verdiği mücadeleyi bir basın toplantısında anlatıyor. Fotoğraf: Laura Paddison

Karara muhalif kalan hakem, çevre avukatı Philippe Sands, “son derece üzücü” olarak nitelendirerek sert bir şekilde eleştirdiği kararın “bu yargılamaların meşruiyetine ilişkin algıları zayıflatmaktan başka bir işe yaramayacağını” yazdı. “Kendimizi savunmasız hissettik” diyor Aguilar.

Zendejas da projelerin yer aldığı bölgelerdeki halkların süreçlerde söz sahibi olmamasının yaygın bir durum olduğunu belirtiyor: “Bu, halkların hoş karşılanmadığı bir sistem.” Ayrıca Odyssey ve Meksika’yı, maden ruhsatının yeniden gözden geçirilmesine açık kapı bırakabilecek bir anlaşmayı görüşmekten alıkoyacak hiçbir şey olmadığını da ekliyor.

Gelecek

Baja California Sur’da yaşananlar dünyanın diğer bölgelerinde de yakından takip ediliyor.

Yaklaşık 5,000 mil ötede, Güney Pasifik‘te Cook Adası hükümeti, CIC adlı bir şirkete, kobalt ve yeşil ekonomi alanında kullanılan diğer metalleri içeren patates benzeri nodüller için deniz tabanı madenciliği araştırması yapmak üzere bir arama ruhsatı verdi.

Odyssey, CIC’nin bir yatırımcısı ve CIC’ye sağladığı hizmetler için ödeme alıyor. Peki CIC’nin kurucusu kim? Odyssey’den Greg Stemm’in ta kendisi.

Kuzeybatı Meksika kıyısındaki San Juanico’da huzurlu bir manzara – peki ama gelecek ne getirecek?

Bazı çevre savunucuları Cook Adaları‘nın, Odyssey’in Meksika’da yaptığı gibi milyarlarca dolarlık bir hak talebinden korktuğu için gelecekteki bir deniz tabanı madenini reddetme konusunda isteksiz davranabileceğinden endişe ediyor. Cook Adaları’nda kar amacı gütmeyen bir çevre kuruluşu olan Te Ipukarea Society‘den Kelvin Passfield, “İşte Meksika’da maden çıkarmak için çevre izni verilmeyen bu şirket şimdi dava açıyor” diyor.

Derin Deniz Koruma Koalisyonu‘ndan uluslararası avukat Duncan Currie, Odyssey’in Meksika’daki talebinin “bir tehdit” olduğunu savunuyor. Özellikle başka ülkelere milyarlarca dolarlık davalar açan şirketlere deniz tabanı arama izni veren ülkelerin kendilerini riske attıklarını vurguluyor: “Kimi ülkeler deniz madenciliğini olası bir servet kapısı olarak görse de, bence bunlar ülkelerin çok dikkatli davranması gerektiğine dair gerçekten iyi örnekler.”

ISDS, şirket haklarını bağımsız hükümetlerinkinden üstün tutuyoyr.

Moore, kendilerini korumalarının bir yolunun da uluslararası tahkim sistemini tümüyle reddetmek olduğunu savunuyor.

Pakistan, Ekvador ve Bolivya ISDS hükümleri içeren anlaşmaları feshetmeye başlayan ülkeler arasında yer alıyor. Fakat bunu yapmak zorlayıcı bir süreç olabilir. “Doğrudan yabancı yatırımları çekmek için uluslararası yatırım anlaşmalarının gerekli olduğu efsanesi hala güçlü diyor Moore.

ISDS maddesi, Temmuz 2020’de yürürlüğe giren yeniden müzakere edilmiş Nafta’da (şimdiki adıyla USMCA) Kanada ve ABD arasında da kaldırıldı. O dönemde Kanada Dışişleri Bakanı olan Chrystia Freeland, bunun en gurur duyduğu başarılarından biri olduğunu söylemişti: “ISDS, şirketlerin haklarını bağımsız hükümetlerinkinden üstün tutmaktadır. Bunu kaldırarak, hükümetimizin kamu sağlığını ve çevreyi korumak için kamu yararına düzenleme yapma hakkını güçlendirdik.”

Yeniden müzakere edilen anlaşma kapsamında ABD ve Meksika arasında ISDS hükümleri hala mevcut, ancak daha sınırlı; petrol, gaz ve taşımacılık davaları doğrudan ISDS’ye gidebiliyor, ancak diğerlerinin önce yerel mahkemelerden geçmesi gerekiyor. Yine de ISDS hükümleri, Kanada da dahil olmak üzere Meksika’nın imzaladığı diğer birçok ticaret anlaşmasında yer almaya devam etmekte.

Son zamanlarda yapılan bir hesaplamaya göre Meksika şu anda 11 milyar dolardan fazla ISDS talebiyle karşı karşıya.

Yıllarını madenle mücadele ederek geçirenlerin beklemekten başka çaresi yok. Ibarra, Baja California Sur’da ortaya çıkan madencilik şirketlerini ve devasa turizm inşaatlarını araştırarak gazeteciliğe döndü; bir gözü hala Odyssey’in planlarında.

Bu esnada, son on yıllarını maden endişesiyle geçiren balıkçılar hala her gün sabah 5’te kalkıyor. San Juanico’nun geniş, kumlu sahilinde, kafa lambalarıyla küçük bir balıkçı teknesinin etrafında dönen adamlar ıstakoz tuzaklarını yüklerken, motoru kontrol ederken, telsizi tamir ederken ışıklar mürekkep karanlığında sallanıyor. Hazır oldukları zaman, bir kamyon tekneyi şafak öncesi sessizliğinde kükreyerek okyanusa doğru çekiyor. Doğru dalgayı bekliyorlar, tekneyi dalgalara sürüyorlar ve Odyssey’in maden çıkarmak istediği yere doğru hızla ilerliyorlar.

Martín Guadalupe Trasviña, San Juanico Sörf kooperatifinden bir balıkçı. Fotoğraf: Laura Paddison

Buradaki insanlar Baja California Sur’un daha iyi yollar, daha istikrarlı elektrik, daha iyi sağlık hizmetleri açısından gelişmeye ihtiyacı olduğu konusunda hemfikir. Ancak çoğu, bölgenin can damarı olan balıkçılık ve turizm için bir tehdit olarak gördükleri madenden fayda göreceklerine inanmıyor.

Aguilar, “Sadece yıkım getirecek, birkaç kişiyi zengin ederken binlerce aileyi ve gelecek nesilleri fakirleştirecek bir proje için her şeyden vazgeçmek…” diyor ve bunu derken sesi titriyor.

Odyssey’in madencilik projesinde ikinci bir şans elde etmesi halinde, mücadeleye devam etmeye hazır olduklarını söylüyor. “Yarımada boyunca tüm halkı bir noktadan diğerine ve mutlak muhalefet içinde liderliği örgütlemek üzere ayağa kaldıracağız. Açık denizde ne yapabileceğimizi bilmiyorum – ama direnmek için bir şeyler yapmamız gerekecek.”

Makalenin İngilizce orijinali

[3 Mart Dünya Yaban Hayatı Günü] Kutlamayalım, koruyalım – Göksal Çidem*

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu  3 Mart’ı Dünya Yaban Hayatı Günü ilan etti.

Aynı ekolojiyi paylaştığımız dağda, ormanda, suda  yaşayan canlıların günü!

Dünyamızda var olan canlı türlerinin yok oluşuna dikkat çekmek , korumak ve farkındalık yaratmak için 2014 yılında ilk defa kutlandı. Özellikle 3 Mart’ın yaban hayatı günü ilan edilmesi  anlamlı. Çünkü,  Nesli Tehlike Altında Olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşmesi (CITES) de 1973 yılında, 3 Mart’ta imzalanmıştı.

Ancak günümüzde azgın bir azınlığın oluşturduğu, doğadaki işgal kuvvetleri yaban hayatını yok ediyor.

Yaban hayatının varlığını sürdürmeye çalıştığı yer, onların dünyası, yaşam alanı. Domuzun, sincabın karıncanın, kurdun, kuşun  evi.

Biz ise onların evlerini başına yıkıyoruz. Bilinçsizce, acımasızca yapılan avcılık, vahşi madencilik ve plansız enerji sektörü yatırımları ile katlediyoruz. Istrancalar‘ın ortasında, orman içinde kurulan RES (Rüzgar Enerji Santralleri) ve  orman derinliklerinde  her yerde gördüğümüz “dikkat kamyon çıkar”, “dikkat iş makinesi çıkar” tabelalarının işaret ettiği her şeyle.

Sahipsiz yaban hayatı

Yaban hayatının yaşam alanlarındaki olmaması gereken faaliyetler onları olumsuz etkiliyor. Yaban hayatı sahipsiz. Sermayesi yok, söz hakkı yok, basını yok, TV si yok. İnsanın doymak bilmeyen aç gözlülüğü, vicdansızlığı onları güçsüz bırakıyor. Yaşam alanlarını savunacak güçleri yok.

TV haberlerinde domuzların Kırklareli’de pazara, İstanbul’da boğaza indiğini izliyoruz. Gitmesin de ne yapsın. Sermaye dağa çıkınca, domuzlar boğaza ve pazara iniyor. Haberlerde ve yorumlarda insanımız hala “domuzun pazarda, boğazda  ne işi var?” diyor.

Ne yapsınlar, nereye gitsinler? Sizin evinizi başınıza yıksalar, evinizin içinde dinamitler patlasa, bahçenizde iş makinaları ve kamyonlar dolaşsa, siz ne yapardınız?

Günlük çıkarlar uğruna yok ettiğimiz yaban hayatın mensuplarını sirklerde, akvaryumlarda ve hayvanat bahçelerinde görebiliyoruz. Onlar eziyet çekerken, keyifle izlemeye devam ediyoruz. Bir anlık empati yapalım: Biz kafeste, onlar tribünde. Oldukça iç acıtıcı değil mi?

Bulgaristan, sınırına mülteci göçünü önlemek için 4-5 metrelik jiletli-dikenli teller çekti. AB kendi sınırlarının güvenliği için diyor. Ancak aynı zamanda yaban hayvanlarının binlerce yıldır üremek, kış uykusuna yatmak, beslenmek, su içmek ve yaşamak  için  kullandıkları güzergah da bir anda kapatıldı. Karşıya gidemeyenlerin feleği şaştı.  Sözde insan ve hayvan haklarını savunan Avrupa, Istrancalar’da ki doğal yaşamı yok saydı. Mülteciler bir şekilde geçmek için yol buluyor. Ya yaban hayvanları? Doğal yaşamın ortasına AB tarafından finanse edilerek yapılan öldürücü bariyer, karadaki yaban hayatını yok ediyor. AB, yaban hayatını  öldürüyor.

Ormanın ortasına RES’ler, iletim hatları, dikenli teller…

Onlar bunu yaparken biz ne yaptık? Istrancalar tüm palaearktik bölgenin ana kuş darboğazlarının üzerindedir. Bu nedenle, bölgede rüzgâr santralleri inşa edilmesinin tüm biyocoğrafya bölgesindeki avifaunayı çok ciddi olarak  etkileyerek olumsuz sonuçlar doğuracağı bilimsel raporlar ile sabit iken, onlarcasını kurduğumuz RES’lerin yüzlercesi de planlanıyor.

İletim hatları kuşları yok sayarak planlanınca, leylekler ve nesli tehlike altında olan şah kartalları ölüyor, aslında öldürülüyor. Ölenleri tahnit yaparak gelecek nesillere “bakın bir zamanlar göklerin kralları bu bölgede yaşıyordu” mu diyeceğiz?

Istrancalar’da planlanan ve var olan RES’lerin toplamı yaklaşık 1.000 adet. Hepsi gerçekleşirse, kuşlara uçacak gökyüzü, konacak dal kalmayacak.  Plansız yapılaşmayla zaten karada yaşayanların yaşam alanları da her geçen gün daralıyor.

Ne havada, ne karada yaşama şansı bırakmadığımız yaban hayatı gününü kutlamaktansa, bir an önce onları korumak ve yaşatmak için gerekeni yapmak, insan olmanın gereğidir.

Son yıllardaki düzensiz göçmen sorunu ülke ya da ülkelerin sorunu değil. bütün insanlığın sorunudur. Bu sorunu insani olmayan yöntemlerle (örneğin ülkelerin birbirlerinin sınırına inşa ettikleri yüksek duvarlar, jiletli dikenli tellerle) çözmeye çalıştıklarında bunun diğer canlı popülasyonlarına yansıması, acımasız ve geri dönüşümsüz olabilmektedir.

Bir hayvanın veya hayvan grubunun yiyecek veya eş aramak için düzenli olarak üzerinde seyahat ettiği ve komşu hayvanlar veya aynı türden gruplarla örtüşebilecek bir yaşam alanı vardır.

Hayvanlar bu alanı binlerce, yüzbinlerce yıldır kullanıyor ve bu alandaki davranışlarını ve hareketlerini çoğunlukla içgüdüsel olarak gerçekleştiriyorlar,  yani gen kontrollüler. Bu alanlardaki insani faaliyetleri (yollar, otobanlar, yerleşim yerleri, sanayi aktiviteleri, ülke sınırlarını çizme-koruma amaçlı dikenli – jiletli teller, yüksek duvarlar v.b.) hayvanların bu zorunlu davranış ve hareketlerini engeller. Sonuçta otobanlarda ezilmeler, yerleşim alanlarında, sınır boylarında yaralanmalar-ölmeler gerçekleşir.

Hiçbir suçları yokken insanların bu faaliyetleri habitatlarını parçalayarak onların beslenme ve üreme faaliyetlerine zarar vermekte, o hayvan türünün popülasyonlarının izole olmasına dolayısıyla iç döllenmenin artmasına ve sonuç olarak genetik çeşitlilikte azalmaya, sonuç olarak da popülasyonlarının azalıp yok olmalarına neden olmaktadır. Son yıllarda bunu engellemek için çeşitli yöntemler uygulanmaya başlandı. Ekolojik koridor-yeşil koridor– yaban yaşamı koridoru gibi insan faaliyetleri veya yapıları ile ayrılmış yaban hayatı popülasyonlarını birbirine bağlayan habitat alanları oluşturulmaya çalışılıyor, böylece o alanlardaki hayvan popülasyonlarının korunması amaçlanıyor. Türkiye-Bulgaristan sınır hattı boyunca hayvanların izledikleri rotalar ortaya çıkarılırken aktif geçiş rotalarında bu şekilde yaban yaşamı koridoru-yeşil koridor ya da ekolojik koridorlar yapılması biyoçeşitliliğimizi korumak açısından önemli bir adım olacaktır.

Her canlının yaşam hakkı kutsaldır

(*) DOKU Derneği Y.K.Başkanı / Kırklareli

‘Katılımcı demokrasi’ nasıl bir kuş?

Türkiye demokratik bir ülke olma özeliğini kaybetmekte ve tam bir faşizme (ya da İslami faşizme) yaklaşmakta olan bir ülke. Demokrasi, büyük ölçüde sandık ve seçim varlığına indirgenmiş durumda. Gerçi hala bazı eleştirel/ muhalif ve dolayısıyla ana akıma karşı sesleri duyabiliyor veya iktidara karşı alternatifleri üretebiliyor ve tartışıyoruz ama gerçek ve eylemli bir muhalefeti gerçekleştirebiliyor muyuz, ya da ne kadar gerçekleştirebiliyoruz/ gerçekleştirebiliriz?

Demokrasinin seçkinlerin dışında ve toplum katında, kapsamlı ve içtenlikle benimsenmediği bir ülkede, yerel yönetimlerin/ belediyelerin demokrasisini tartışıyoruz. İktidar bloğundan olmayan belediyeleri, sadece bir demokrasi görüntüsü oluşturmaları ve gerçekte temel tercihlerinin/ politikalarının, iktidarın ideolojik atmosferi içinde kalması veya çeşitli eksiklikleri nedeniyle, kamusal yararın çoğaltılması ve eşit dağıtımı, ekoloji ve iklim politikaları vb. bakımlarından, sıkı bir biçimde eleştiriyoruz.

En çok da, yerel demokrasinin (temsilciler düzeyinde olsa bile) sağlıklı biçimde işleyişi, ya da geliştirilmesine, kentli toplumun daha geniş ve etkili biçimde kentsel kararlara ve işleyişlere katılmasına olanak sağlayacak katılımcı demokrasi terimini, hiçbir anlam ifade etmeyen sloganlaştırılmış ama yalınkat ve yalancı bir işlev için kullanmaları nedeniyle, yükleniyoruz, bu belediyelere. Kentsel sorunlar üzerine ne bir tartışma alanı açtıkları, ne kararlara katılım mekanizmaları geliştirdikleri ve ne de uygulamaların izlenmesini-eleştirisini ciddiye aldıkları var.

Eleştiriyoruz ama bu ne kadar doğru? Bu eleştirel ve oldukça da kızgın tutum, nasıl bir düşüncenin parçası? Ne elde edebilir, zaten zayıflayan bir demokratik ortamdaki, göreli demokrasi iddiasındaki yerel yönetimleri eleştirmek? Bu, zaten çok güçsüz olan muhalefet bloğunu daha da parçalayacak aptalca bir tutum değil mi? Onları böyle bir konjonktürde hırpalayıcı bir yaklaşım, savunulabilir mi?

Bunlar, yazıları yazarken kendime sorduğum sorular. Ama yine de, özellikle “sol” belediyeleri eleştirmeye, “sol” politik partilerin programlarına/ seçim açıklamalarındaki boşluklara işaret etmeye, “sol” sivil (ve sivil toplum) örgütlenmelerdeki tutarsızlıklara-yeteri kadar özen gösterilmemiş (ama gösterilmesinin yaşamsal olduğunu düşündüğüm) boyutlarına, dikkat çekiyorum.

Neden?

Demokrasinin ne kadar kırılgan, ne kadar güç gelişen ve kolay yıkılan bir toplumsal işleyiş mekanizması olduğunu, Türkiye gibi kendi tarihi veya geleneksel kültürünü otoriteye büyük değer vererek ve itaate yatkın biçimde inşa etmiş/etmekten başka çare geliştirememiş toplumlarda demokrasinin daha da güç varolabileceğini bildiğim halde, neden böyle yapıyorum?

Öncelikle, eğer eleştirel bir tutumla, demokrasi fikrini ve demokratik işleyişleri, iyi-kötü var olan demokratik mekanizmaları geliştirme olanaklarını, zorlamaz ve bunlar üzerinde özgür akılla düşünmezsek, Türkiye’deki demokrasiyi yumuşak pamuklar içinde kuvöze yatırırsak, “daha iyi” bir demokratik duruma hiçbir zaman ulaşamayacağımızı düşündüğüm için, tartışmayı canlı tutmayı önemsiyorum. Ayrıca, demokrasinin yaşayabilmesi için toplumun içinde bulunduğu sorunlarla güçlü bir bağ kurabilmiş ve bu sorunlara karşı ciddiye alınabilecek kadar güçlü ve işlevsel bir yaratıcı aklın/ düş gücü canlılığının alternatifler üretebilmesinin, “solun” ya da iktidar bloğu tiranlığına karşı olan herkesin, işine yaşayabileceğini düşündüğüm için, devam ediyorum.

Yenilenmekten, ama yaratıcı ve eşitliğe/ özgürlüğe ve çoğulculuğa/ demokrasiye doğru yenilenmekten bahsedenlerin, en yapamayacağı/ yapmaması gereken şeyin, kendisini tekrar etmek ve değişmekte olan dünyanın bütün ögelerine karşı yeni sözler/ boyutlar ve eylemler/ özgün çözümler içeren tartışmalardan uzak durmak olacağını düşündüğüm için, devam ediyorum. Demokrasi ve onun da odağında olduğunu zannettiğim “katılımcı demokrasi” kavramının, hem düşünsel eksen hem de yöntemsel olarak, henüz olmayanı düşlemeyebilmek için, stratejik bir konumda olduğunu varsayıyorum.

Bir önceki yazının son paragrafını da bu düşüncelerle yazmıştım ve Arif Şentek ve Bahtiyar Çetinbaş’tan gelen iki yanıt, beni olağanüstü güdüledi ve güçlendirdi.

“Katılımcı demokrasi” kavramını daha iyi kavramaya çalışırken, ama daha da önemlisi Türkiye toplumu içinde “politika” yapmakta olanların da akını kurcalamakta olan (böyle olabileceğini, bütün sol partilerin seçim bildirgelerinden doğru gözlemlediğimden) bazı sorular var:

Temsili demokrasi ve katılımcı demokrasi birbirinden tamamen farklı ve birbirinin karşıtı iki kavram mı, yoksa birbirinin tamamlayıcısı ve her ikisi de bir arada olabilen kavramlar mı?

Örneğin:

Temsili demokrasi içinde katılımcı demokrasi örneği olabilecek uygulamalar ve

Katılımcı demokrasi içinde temsilci seçimleri,

vb. gibi uygulamalar, söz konusu olabilir mi?

Katılımcı demokrasi, daha çok küçük (yerel ve oldukça homojen) toplum birimleri, ya da yerel yönetimler için uygun olan bir yönetim biçimi mi, yoksa ulusal ölçekte, hatta uluslararası ölçeklerde de geçerli olabilir mi?

Temsili demokrasi zaman açısından belirli bir yasal süreklilik ile tanımlanmışken, katılımcı demokrasinin ad-hock karakteri nedeniyle, zaman içinde kopukluklar ve açılıp-kapanmalardan ötürü, gözenekli ve kesikli bir zaman algısı yarattığı söylenilebilir mi? Diğer bir deyişle katılımcı demokrasi, zaman açısından süreksiz ve bu nedenle de rastlantısal bir yapıya mı sahip?

Katılımcı demokrasinin kalıcı ve kendi demokratik ortamında aldığı kararların geçerli ve uygulanabilir olması, temsili demokrasinin katılımcı demokrasiyi tanımış ve tanımlamış olmasına mı bağlıdır? Temsili demokrasinin bazı durumlarda (propaganda veya popülist amaçlarla vb.) “katılımcı” araçlar (referandum, anket vb.) kullanmış olması, “katılımcı demokrasi” örneği olabilir mi?

“Katılımcı bütçe” uygulamaları gibi uygulamalar, bir anlamda, temsili demokrasinin izin vermesi veya gerekli bulmuş olması gibi (geçici) katılımcılıklar,” katılımcı demokrasi” olarak düşünülebilir mi?

Katılımcı demokrasinin işlediği ve etkili olduğu alan olarak belediyelerin ve merkezi yönetimin “resmi” ve temsili yapılarını incelmekle birlikte, sivil toplumun asıl yatağındaki örgütlenmelere (muhtarlıklara/ azalara, il-ilçe yönetimlerine, derneklere, meslek odalarına, sendikalara, hatta sivil toplum girişimlerine ve daha genel olarak işyerlerine, okullara, spor alanlarına, aile içine vb.) bakmak gerekmez mi?

Katılım için yeni araçlar, mekanizmalar veya örgütlenme biçimleri, karar alma mekanizmalar yaratılması ve bu yeni araçların beraberliğinin veya eşgüdümünün, ya da iletişiminin sağlanması (ve toplumun sürekli izlemesine/ eleştirisine ve denetimine açık tutulabilmesi) için, ne tür özellikleri olan politik sistem (ya da ön-koşullar) gerekecek?

Katılımcılığın geçerli olduğu bir demokraside, sayı ve ölçek büyüdükçe veya farklı biçimlerde kurulmuş (işleve göre veya coğrafi yere göre vb.) ve farklı yapıları olan katlım birimleri arasında, hiyerarşik olmayan ama ilişkileri/ etkileşimi sağlayacak mekanizma nasıl kurulacak? Teknolojik bir ağ düşünürsek bile, ölçek ve kapsam büyüdükçe, tartışma ve karar alma (ve daha sonra uygulama) nasıl gerçekleşecek?

1990’lı yıllardan beri, bu tür soruların ve çok daha ötesinin tartışıldığı birçok kitapta, tartışmacıların kendi toplumlarının (ve ulaşabildikleri kadar diğer akıl çelen deneyimlerin) örneklerine dayanarak geliştirdiği kuramları bulabiliriz. Lorasdağı da, bu alandaki tartışmanın ve gelişmelerin mükemmel bir özetini-yorumunu veriyor zaten. [Lorasdağı Berrin Koyuncu (2023), Katılımcı Demokrasi, Çınar Menderes (der.), Demokrasi Kuram Kurum Süreç içinde, ss: 65-83, İletişim, İstanbul]

Bütün bu bilgi/ olgu ve tartışmalar kümesindeki gezintide, Türkiye’nin geleceği için daha net/ işe yarar şeyler söyleyebilme arayışını sürdüreceğiz sanırım…

Birlikte sürüyoruz

İnanırsanız, çabalarsanız, gayret ederseniz, umut ederseniz, acele etmezseniz, sabrederseniz bir derviş gibi, başarırsınız. Başaramazsanız eğer bu şimdiliktir. Ve yine başaramazsanız da oturup ağlamak yerine, eyleme geçmenin vicdani rahatlığını hissedersiniz. Birlik olmanın, dayanışmanın gücüyle yalnızlığın ve öğrenilmiş çaresizliğin girdabında sürüklenmezsiniz.

Şimdi diyeceksiniz ki neyden bahsediyorsun böyle? Hiçbir çabanın boşuna olmadığını, içerisinde olduğum Phaselis’e Dokunma Hareketi‘nin yakın zamandaki mücadelesi ve başarıları sürecinde görmüş birisi olarak, çok heyecanlandığım bir gelişme üzerine yazdım yukardaki cümleleri. Gelişme Phaselis‘le ilgili değil o sadece bir örnekti. Orada durumlar iyi gidiyor şimdilik.

Duyunca çok sevindiğim iyi haber Almanya‘dan geldi. Sayıları 90 bini aşan ve kamuda çalışan sendikalı taşıma işçileri, iklim krizi eylemlerinde ve grevlerde Fridays For Future ( Gelecek İçin Cumalar ) hareketiyle birlikte hareket etme kararı aldı. Greta Thunberg‘in birkaç yıl önce fitilini ateşlediği iklim krizi için cuma okul kırma ( grev ) eylemi,  dalga dalga tüm dünyaya yayıldı. İklim krizi ve adaletini tüm diğer sorunlardan bağımsız görmeyen bu gençlik hareketi, tam da yukarıda bahsettiğimiz tarzda bir çabayla, her kesimle iletişim kurup mücadelelerine destek vermeye başladı. Bunun bir ayağı da Almanya’da toplu taşıma işçilerinin grevlerine destek verip onlarla bağ kurmaya çalışmak şeklindeydi. İşçiler, fosil yakıt karşıtlığı meselesinden dolayı önceleri bu hareketi kendilerine bir tehdit gibi algılarken, gençlerin iki yıla yayılan çabasıyla bu algı kırıldı. Çünkü FFF hareketi, toplu taşımanın gelişmesinin ve işçilerin özlük haklarını alabilmelerinin önemini savunuyordu. Gelişen toplu taşıma daha az otomobil ve daha az karbon ayak izi demekti. Benzer sonuç alan bir çaba da Pride filminde anlatıldığı gibi 1980’ler İngiltere‘sinde gerçekleşir. O yıllarda İngiltere’de muhafazakar “Demir Leydi” lakaplı Margaret Teacher işbaşındadır. İşçiler ve eşcinseller büyük baskı altındadır. 1984’te Maden İşçileri Ulusal Birliği‘nin düzenlediği greve eşcinseller destek olmaya gider. Başlangıçta önyargılarla karşılaşırlar ancak zamanla çabaları sonuç verir ve bu iki baskı altındaki grup dayanışmayı başarırlar. Tıpkı FFF hareketiyle Wir Fahren Su Sammen ( Birlikte Sürüyoruz ) hareketinin birleşmesi gibi.

Bunlar seni neden bu kadar çok heyecanlandırıyor diye düşünebilirsiniz? Yıllardır kapitalizm, böl, parçala ve yönet taktiğini çok iyi kullandı. Toplumsal muhalefetin ve iklim hareketinin değişik kesimleri bir araya gelmekte hep zorlandı. Aslında bir ekosistem gibi birbirine bağlı olan bu hareketlerin tek boyutluluğu çoktan aşması gerekiyordu. Çünkü, sorunların hepsinin kaynağını erkek egemen, hiyerarşik toplumsal yapı oluşturuyor. Bu hiyerarşik yapıyı çözüp sosyal ekolojik bir toplum inşa etmek tüm muhalif kesimlerin bir araya gelmesiyle mümkün…

Gelin yaşamın tüm alanlarında canlı-cansız tüm nesneler için birlikte sürelim!

Mikroplastikler antroposen çağı tanımlama çabalarında ne kadar etkili oluyor?

İnsanoğlunun Dünya’ya olan etkisinin en üst düzeye çıktığı Sanayi Devrimi‘nden günümüze kadar olan süreç bazı araştırmacılar tarafından Antroposen Çağ (İnsan Çağı) olarak tanımlanıyor. Bilim insanları antroposen çağının başlangıcını, insan nüfusunun ve tüketim alışkanlıklarının aniden hızlanmasını ifade eden Büyük Hızlanma döneminin başladığı 1950’lere dayandırılıyor. Nature dergisinde yayımlanan bir araştırma, yeni bir jeolojik döneme girdiğimizin, yani insanlığın dünyaya olan etkisinin en üst düzeylere çıkmasını ifade eden Antroposen çağına girdiğimizin yeni bir kanıtı olarak gösteriyor. Bu etkinin göl ve denizlerdeki tortularda ve kayalardaki izlerinin milyonlarca yıl sonrasında bile görüleceği ifade ediliyor.

Bilim insanları, çeşitli çalışmalar ile 1900’lü yıllardan bu yana üretilmiş insan yapımı nesnelerin ağırlığını, gezegenimizdeki tüm canlıların ağırlığı (biyokütle) ile karşılaştırdı ve bu karşılaştırmalar insan yapımı ürünlerin ağırlığının her 20 yılda bir, ikiye katlandığını gösterdi. Buna karşılık ise yeryüzündeki canlıların toplam ağırlığı 1900’lerden bu yana; sürekli olarak, ormanların ve doğal ortamların kaybı nedeniyle giderek azalıyor. Sonuç olarak bilim insanları, insan yapımı nesnelerin ağırlığının 2020 yılı sonu itibarıyla dünyadaki tüm canlıların toplam ağırlığını aşmış olduğu hesaplanıyor. Yani yeryüzündeki tüm plastik, tuğla, beton, metal ve diğer insan yapımı nesneler, ilk kez 2020’dan bu yana gezegenimizdeki bitki ve hayvanların ağırlığını aştı; sürekli aşmaya da devam ediyor. Mevcut gidiş aynı şekilde devam ederse 2040 yılında insan yapımı nesnelerin ağırlığı 1,1 teratondan yaklaşık 3 teratona (3 trilyon ton) yükselmiş olacak. Bu ise insanların her yıl 30 gigaton (30 milyar ton) yeni madde ürettiği anlamına geliyor.

Fotoğraf: Lisa Sheehan/Asillo 3D @Debut Art

Antroposen’in başladığı tarih hala tartışılıyor. Antroposen çağına girdiğimizin bir kanıtı olarak en çok kullanılan yöntem, deniz ve göl diplerindeki tortularda ve kayalardaki insan yapımı nesnelerinin izlerinin tespit edilerek tarihlenmesidir. Üstelik bu nesnelerin izlerinin milyonlarca yıl sonrasında bile görüleceği ifade ediliyor. Bugüne kadar mikroplastiklerin varlığı, jeologların insan faaliyetinin bir etki yaratıp yaratmadığını görmek için göllerden ve denizlerden gelen materyalleri analiz ederken baktığı yöntemlerden biriydi. Mikroplastik içeriği de jeolojik çökeltileri tarihlendirmenin bir yolu olarak önerilmişti. Ancak şimdi bu konuda kafalar biraz karışık… Göllerin dibine çöken malzeme katmanlarında mikroplastiklerin varlığı, son araştırmaya göre antroposen’in başlangıcını belirlemenin güvenilmez bir yolu olabilir. Çünkü artık son yıllarda, mikroplastiklerin yapım tarihinden önce oluşmuş, eski çökeltilerin derinliklerine de sızabileceğini gösteren araştırmalar var.

Bu araştırmalardan biri de geçtiğimiz günlerde Science Advances’te yayınlanan bir çalışma… Bu araştırmada, bilim insanları Letonya‘daki üç gölden (Seksu, Pinku ve Usmas) gelen tortularda plastik aramışlar. Araştırma sonucu tortu örneklerinde 14 çeşit plastik buldular. Göllerin üçünde de, en son, en üstteki tortu katmanları en fazla plastik parçacığı içeriyordu. Ancak ekip, daha küçük, daha dar parçacıkların, 1950’lerde plastik üretimi başlamadan çok önce oluşan çok daha eski çökeltilere doğru ilerlediğini de buldu. Örnek vermek gerekirse, biyolojik olarak parçalanabilen plastikler polilaktik asit (PLA) ve polihidroksibutirat (PHB) parçacıkları, 1950 sonrası olan yapım tarihinden çok öncesi oluşmuş; 200 yıldan daha eski tortularda bulundu. Üstelik araştırmacılar, tortu örneklerini tarihlendirmek için, örneklerin içerdiği kurşun izotoplarının ve küresel karbon içeren parçacıkların miktarlarını ölçen yerleşik teknikler de kullandılar. Araştırma ekibinden, Letonya Su Ekolojisi Enstitüsü‘nde ekolojist olarak çalışan Inta Dimante-Deimantovica ‘Jeologların mikroplastikleri kesin belirteçler olarak kullanamayacağı açık’ diyor. Ona göre en azından Letonya’daki üç gölde, Seksu, Pinku ve Usmas, ‘Antroposen çağın başlangıcı, göl çökeltilerindeki mikroplastik kalıntılara dayanarak 1950 tarihi için tanımlanamaz.’

Buna karşın Montevideo‘daki Uruguay Cumhuriyeti Üniversitesi‘nde yer bilimci olan Felipe García-Rodríguez ise daha önce Güney Amerika‘daki Patos-Mirim lagün sistemini incelemişti ve mikroplastiklerin antroposen çağın başlangıcı için doğru belirteçler olarak kullanılabileceği sonucuna varmıştı. Son bulgularından sonra García-Rodríguez, bu plastiklerin tortuda aşağı doğru çökebileceğini kabul ediyor, ancak bunun ne ölçüde gerçekleştiğinin incelenen tortul sisteme bağlı olduğunu iddia ediyor. Dimante-Deimantovica ise ekibinin bulgularının, antroposen çağın ne zaman başladığını anlamak için mikroplastikler kullanılacaksa çok dikkatli olunması gerektiğini gösterdiğini söylüyor.

Antroposen çağ acı bir gerçek… Antroposen çağın ne zaman başladığını anlamak için ise bugüne kadar özellikle göllerde biriken torlularda mikroplastikler kullanıldı. Son araştırmalar bu yöntem için dikkatli olunması gerektiğini gösteriyor. Artık antroposen çağın başlangıcını belirlemede çok sayıda insan yapımı belirteç var ve mikroplastikler tek yöntem değil.

Eğer antroposen çağın başlangıcını doğru belirleyebilirsek, belki doğal yaşamın çöküşünü engellenemesek bile, en azından yavaşlanabiliriz.

Kyme Antik Kenti sınırlarındaki limanın sit derecesi düşürüldü

İzmir Aliağa’daki Nemrut Körfezi’nde bulunan Kyme Antik Kenti, sanayileşme tehdidi altında. Resmi Gazete’de yayınlanan karara göre, antik kente bağlı Ege Gübre Limanı ve hizmet sahasının bulunduğu parseller, yeniden üçüncü derece arkeolojik sit alanı olarak ilan edildi. 1990’da birinci derece arkeolojik sit alanı ilan edilen Kyme Antik Kenti’nin statüsü böylece parça parça düşürülmeye devam ediliyor.

Ege Gübre Şirketi’ne ait bazı parsellerin arkeolojik sit dereceleri, 2003’te dönemin İzmir 2 Numaralı Kültür ve Tabiat Valıklarını Koruma Kurulu tarafından birinci dereceden üçüncü dereceye düşürülmüştü. Kararla birlikte arkeolojik alanda Ege Gübre Şirketi’nin limanının yapılmasının önü açılmıştı.

Ancak bu kararın yakın zamanda İzmir 2. İdare Mahkemesi tarafından iptal edilmiş olmasına rağmen, bölgenin yeniden 3’üncü derece arkeolojik sit ilan edilmesi, Ege Gübre Şirketi’nin yolunu daha da açmış oldu.

Sit statüsünün düşürülmesi kararıyla ilgili Artı Gerçek’e konuşan Doğal ve Kültürel Yaşam Girişimi Sözcüsü Ahmet Tuncay Karaçorlu, “Kyme Antik Kenti’nde liman şirketlerinin yasadışı girişimlerine karşı ülkemizin tarihi değerlerini koruması gerekenler, aykırı bir durum oluşturuyor. Kamu yararına, planlama ilkelerine, koruma değerlerine ve yüksek kurul mevzuatına aykırı bu durum arkeoloji çıkar ağının oluşturulduğu endişesi uyandırıyor” dedi.

Yeni yapılacak liman 3 bin yıllık Kyme Antik Kenti’ni tehdit ediyor
Kyme Antik Kenti’ni imara açan karar iptal edildi, karar Meclis’e taşındı
Kyme Antik Kenti içindeki Nemport Limanı’nın genişletilmesi için imar planı askıya çıktı

Kyme Antik Kenti

Yüksek kurulların yasalar gereği alt kurullara emsal özelliği taşıyacak ve koruma mevzuatına aykırı olmayan örnek kararlar almak sorumluluğu ve yükümlülüğü taşıdığını ifade eden Karaçorlu, “Yüksek kurul, çzellikle arkeolojik SİT derecelerini zayıflatarak koruma suçunun tarafı oluyor” ifadelerini kullandı.

Bu durumun Kuzey Ege‘de ilk olmadığına dikkat çeken Karaçorlu, “Bu akıl almaz durum, Batı Anadolu‘nun uygarlık mirasının evrensel belleğimize katacağı katkılardan ve kültürel kazanımlarından yararlanılmasına engel oluyor. Cumhuriyet savcılıklarından başlayarak CİMER’e, uluslararası dünya koruma örgütlenmelerine kadar bütün hukuksal ve bilimsel zeminlerde girişimlerde bulunacağız. Bu adımı mart ayının ilk haftasından itibaren atacağız. Bu gelişmeleri ülkemizde de temsilciliği bulunan ve tarihsel anıtlar ve SİT’lerin korunmasına ilkeler oluşturmayı hedefleyen ICOMAS’a (Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi), Doğal ve Kültürel Yaşam Girişimi olarak ileteceğiz” diye konuştu.

İzmir’de faaliyet gösteren kanunsuz altın madeni meclis gündeminde

CHP İzmir Milletvekili Yüksel Taşkın, Türkiye‘de Kanadalı Eldorado Gold şirketine bağlı olarak altın çıkarma faaliyetlerinde bulunan TÜPRAG şirketi ve altın madeni faaliyetleri hakkında, Türkiye Büyük Millet Meclisi‘ne (TBMM) detaylı bir soru önergesi sundu. Önerge, İzmir‘in dünya çapında tanınan ve coğrafi işaret almış üzümlerinin yetiştiği Kavacık köyü ile zeytin üretimiyle ünlü Efemçukuru köyü arasında kalan, ormanlık alanlar ve su havzaları ile çevrili birinci derece doğal sit alanında yoğunlaştırılmış maden sondaj çalışmalarına dikkat çekiyor.

Taşkın, soru önergesinde İzmir 6. İdare Mahkemesi‘nin, birinci derece doğal sit alanlarında madencilik faaliyetlerinin yasak olduğuna dair vermiş olduğu karara rağmen, TÜPRAG’ın bu faaliyetlerini sürdürdüğünü belirtti ve şirketin altın madenciliği faaliyetleri nedeniyle Çamlı Barajı‘na izin verilmediğini de ifade etti.

Taşkın’ın sunduğu metinde, Devlet Su İşleri‘nin, İzmir Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü (İZSU) ile yapılan anlaşmaya aykırı bir şekilde İzmir’e öngörülenden çok daha az su sağladığı, bu durumun İzmir halkının temiz suya diğer büyük şehirlere kıyasla daha yüksek maliyetlerle erişimini zorlaştırdığı da vurgulanıyor.

Fatsa’da ‘kapatıldığı’ duyurulan altın madeni faaliyete devam ediyor!
Sarıalan Altın Madeni projesi davası sürüyor: ‘Yeni İliç olmasın’
Madra Dağı kuşatıldı: İzmir’de de siyanürlü arama yapılacak

‘Kaynaklarımızı feda etmeyelim’

Milletvekili Taşkın, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar ve Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı‘ya, TÜPRAG’ın faaliyetlerinin kamu yararına aykırı olduğunu belirterek, İliç felaketinden çıkarılması gereken dersler ve maden işletmelerinin faaliyetlerinin daha sıkı bir şekilde takip edilmesi gerektiğini ifade etti.

Taşkın, “Kar uğruna yaşam alanlarımızı ve temiz su kaynaklarımızı feda etmeyelim” diyerek bakanlardan şu sorulara yanıt istedi:

● TÜPRAG’ın devam eden sondaj çalışması için Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nden yeni arama ruhsat ve izni ile işletme ruhsatı ve izni veya sürdürülen faaliyetin kapasite artırımına ilişkin ruhsat ve izin alınmış mıdır? Alınmış ise birinci derece doğal sit alanında devam eden sondaj faaliyetleri için izin, neye istinaden verilmiştir?

İzmir Çevre İl Müdürlüğü sit alanında gerçekleştirilen sondaj faaliyetlerine neden müdahale edip durdurmamaktadır?

● Birinci derece sit alanında devam eden sondaj için Orman İdaresi tutanak tutup Cumhuriyet savcılığına suç duyurusunda bulunmuş mudur? Zarar tespiti yapılmış mıdır? Yapılmışsa zararın tazmini için talepte bulunulmuş mudur ya da dava açılmış mıdır?

● Yapılması planlanan Çamlı Barajı koruma alanı içinde İzmir’in yaklaşık yüzde 40 içme suyunu sağlayan Tahtalı barajı koruma alanı sınırında yer alan TÜPRAG maden işletmesi İzmir’in içme suyunu tehlikeye atmakta mıdır, konuyla ilgili inceleme yapılmış mıdır?

‘Efemçukuru altın madeni İzmir’i susuzluğa itiyor’

Ankara Gölbaşı’nda sahipli hayvanları ‘toplamaya’ çalışıyorlar

Ankara’da Gölbaşı Yaylabağ mahallesi Küme evleri bölgesinde kiralık bir tarım arazisinde gönüllüler tarafından bakılan, çipli 180 köpek, hukuka aykırı bir şekilde ‘tahliye’ edilmeye çalışılıyor.

Neredeyse haftada bir denetime tabi tutulan araziye bugün (1 Mart’ta) da yine Tarım ve Orman Bakanlığı 9. Bölge Müdürlüğü, Ankara İl Tarım ve Gölbaşı İlçe Tarım’dan yetkililer gelerek üç saat süren bir inceleme yaptı. Hayvanseverler, yetkililerin nakliye araçları ile birlikte gelmesine tepki gösterdi.

Yeşil Gazete’ye konuşan hayvan hakları aktivisti Burcu Modern Yağcı, “Sürekli olarak gelip ya şikayet var diyerek, ya da Valilik’ten yazı var diyerek buranın sahibi Gökçen Yıldız‘ı mobbinge maruz bırakıyorlar. Bugünkü denetlemede de hayvanların çipleri ve bakımları kontrol edildi, sonrasında tutanak tutuldu. Bizi kalabalık görünce gittiler. Burası sürekli olarak tehdit altında ve hiç iyi niyetli değiller” diye konuştu.

Arazide yaşayan hayvanların tamamının 5199 sayılı kanuna göre yasal olarak Gökçen Yıldız’ın üzerine kayıtlı olduğunu ifade eden Modern Yağcı “Çok güzel bakılıyorlar; hepsinin sağlık durumu iyi, hepsi kısır ve çipli, tertemiz 180 köpek yaşıyor burada. Tarım arazisi olarak kayıtlı bölgeye en yakın yerleşim yeri 2,5 – 3 kilometre uzaklıkta. Tam olarak neden şikayet edildiğini anlamak mümkün değil” ifadelerini kullandı.

Sokakta yaşayan hayvanlar için gönüllülerden belediyelere çağrı: Ortak hareket edelim
Erdoğan yine sokakta yaşayan hayvanları hedef aldı: ‘Sorun’u inancımıza uygun şekilde çözeceğiz

Gölbaşı

‘Elimizi taşın altına koyduk da ne oldu?’

Burada yaşayan hayvanların hepsinin kazadan veya hastalıktan kurtarılmış belirten Modern Yağcı şunları anlattı:

Valilikle ya da Tarım Bakanlığıyla toplantılar yaptığımızda diyorlar ki sokaklarda hayvan olmayacak, hayvanseverler elini taşın altına koysun, yaşam alanları kurun orada bakın diyorlar. Eee? Buranın çevresi tellerle çevrili ve hayvanların yaşam koşulları gayet güzel. Biz defalarca Gölbaşı ya da Keçiören barınağı başta olmak üzere, Ankara’daki barınakları kontrol ettik ve buralarla ilgili şikayetlerde bulunduk. Asla denetime gitmiyorlar. Gitseler de gözlerinin ucuyla bakıyorlar. O barınaklara girilmiyor kokudan pislikten, o hayvanların hepsi hasta, önlerinde de küflü ekmek var… Onlar dururken, gelip burada mutlu mesut yaşayan hayvanlarla uğraşıyorlar.

Aktivistlerin ifadelerine göre, belediye hayvanlara el koyup, ‘toplama kampı’ olarak tanımlanan barınaklara götürmeye çalışıyor. Burcu Modern Yağcı durumu, “Normalde çipli, sahipli hayvanları toplayıp götürme gibi bir yetkileri yok ancak kılıfına uydurmaya çalışıyorlar. Hayvan bakımsız diyemiyorlar, didikliyorlar sürekli, gürültüyü bahane etmeye çalışıyorlar. Burada sürekli olarak bir gürültü de mevcut değil, zaten rahatsız olacak insanlar da çok uzakta yaşıyor”dedi:

Sürekli bize ‘talimat var’ deyip bizi yıldırmaya çalışıyorlar. Bir yandan da, yapabilecekleri hukuksuzluğun sınırını da bilmiyoruz, o yüzden teyakkuz halindeyiz.

Bodrum’da tarihi Aspat Kalesi’ne ÇED’siz ve ruhsatsız turizm inşaatına itiraz reddedildi

Muğla 2. İdare Mahkemesi, Bodrum’da ÇED raporu ve ruhsatı olmamasına rağmen Aspat Kalesi ve civarında turizm tesisine yapılan itirazları reddetti.

Tarihi kale ile antik yerleşimlerin bulunduğu bölgede yapılmak istenen turizm tesisi projesine karşı  altı yıldır hukuki mücadele veriliyor.

Halikarnas Kralı Mausol döneminde gözetleme kalesi olarak inşa edilen Aspat Kalesi’nin kalıntıları klasik döneme ait antik Termara kentinde bulunuyor. Termara ise Bodrum Yarımadasındaki 12 antik şehirden biri. Kalenin hakim olduğu koyun korsanların sığınma limanı olduğu belirtiliyor.

TMMOB,  2018 öncesinde bungalov tipi az sayıda konaklama biriminden oluşan tesisin, tarihi yüzyıllara dayanan antik kentin yapısına zarar verdiği gerekçesiyle dava açmıştı. Dava sürerken, Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) kararı ve ruhsatı olmamasına rağmen, tesisin büyük ölçekli turizm konaklama ve toplu konut tesisi için genişletilmesi amacıyla inşaat başladı. Yürütmenin durdurulması talebiyle açılan davada, Muğla 2. İdare Mahkemesi davanın reddine karar verdi.

Karara tepki gösteren TMMOB avukatı Ekin Öztürk, Bodrum’un saldırı altında olduğunu söyledi.

‘Birkaç kişinin keyfi için yok ediliyor’

Gazete Duvar‘a konuşan Öztürk, şunları söyledi: “Bodrum ne yazık ki yıllardır korkunç bir saldırı altında. Aspat da bu saldırı alanlarından biri. Çok güzel bir koy, tarihi dokusuyla, deniziyle yeşiliyle çok güzel bir alan. Fakat tüm bunlar, orada birkaç kişi lüks evlerde yaşasın, lüks tesislerde tatil yapsın, buralarda kalanlar evlerine yatlarıyla gidebilsin diye yok ediliyor. Hatta edildi ne yazık ki…”

İdare Mahkemesi’nin yaşanan talana göz yumduğunu belirten Öztürk, 2028’den bu yana mahkemeye rağmen hukuk mücadelesi yürüttüklerini anlattı:

“Mahkemenin apaçık usul hataları, bariz takdir hatalarıyla dört yıl sonra dosya ancak karara bağlanabildi. Verilen karar ise yargılama sürecinin kendisinden daha da korkunç. Dosyada iki bilirkişi raporu birde Mahkemenin aleyhe rapor çıkması için adeta çaba sarf ettiği fakat yine de projenin aleyhine gelen ek bilirkişi raporu var. Mahkeme hangi bilimsel ve teknik yeterliliğine dayanarak olduğu anlaşılamaz biçimde bu raporları hükme esas almamaya karar verdi.”

‘Başka dosyadaki bilirkişi raporu esas alındı’

Avukat Öztürk, projenin aykırılıklarını giderebilecek biçimde yeniden hazırlanamayacağına ilişkin bir karar da verildiğine dikkat çekti:

“Muğla 2. İdare Mahkemesi bunlar hiç yokmuş gibi dosya dosya bakıp bilirkişi raporu beğendi ve başka bir işleme ilişkin başka bir dosyadaki bilirkişi raporunu kendi hükmüne esas almaya karar verdi ve ancak böyle davayı reddedebildi. Artık ne yazık ki Mahkemelere rağmen hukuk mücadelesi yürütüldüğü, seçmece bilirkişi raporlarıyla karar oluşturulduğu bir dönem yaşıyoruz.”