Filistin…
Yaşananları kafam almıyor. 30 binden fazla insan… Bir tarafın dişine kadar silahlı olduğu, diğer tarafın el yapımı silahlarla mücadele ettiği bir “savaş!” Katliam. Soykırım. Seyrediyoruz.
لا للاحتلال، نعم للحرية
ABD Başkanı Biden dondurma yalarken “ateşkes şey etseler artık” diyor. Gelişmiş ülkelerin (ve ne yazık ki Türkiye’deki zenginlerin ve hükümetin) iki yüzlülüğü bu olayda yeniden ve yeniden ortaya çıkıyor. Artık şaşırmıyorum bile. Şaşırmak beklentilerle ilgili. Çok uzun zamandır en kötüsüne hazırlık yapmış bir insana dönüştüm. Dönüştük.
Bu yazıda amacım Filistin meselesinin analizi değil. Daha ziyade Almanya‘daki deneyimlerimle ilgili içimi dökmek için yazıyorum. Baskının seviyesini gösterebilecek birkaç anı ve gözlem paylaşacağım.
İsrail‘i dışarıda bırakırsak, sanıyorum böyle bir katliama muhalefet etmenin, İsrail’e dur demenin en zor olduğu ülke Almanya. Sebepleri malûm: Nazi geçmişi, suçluluk, İsrail’e verilen koşulsuz destek, süregiden ticaret… Almanya İsrail’e her sene yaklaşık 1,4 milyar avro tazminat veriyor. Vermesin demiyorum. Vermeli. Ama yine de desteğin boyutunu gösteren bir meblağ. Dahası, İsrail ordusunun ithal ettiği silahların üçte bire yakını Almanya’dan geliyor. Bu sayı 2023 itibariyle katlanarak artmış durumda. Artışın önemli bölümü Hamas’ın düzenlediği 7 Ekim saldırısından sonrasına tekabül ediyor.
Yani Almanya Filistinlilerin öldürülmesini bilfiil destekliyor. Benim vergim işte böyle bir devlete gidiyor. Hazmedemiyorum.
Zulüm, tevatür olunca…
Bir akademisyen olarak, yıllarca Türkiye’deki resmî tarihi bozmakla uğraştım. Unutturulmak istenen mücadelelere; Kürtlere, kadınlara, Müslüman olmayanlara elimden geldiğince yer açmaya çalıştım. Şimdi burada kendi çocuklarım başka türlü resmî tarihlere maruz kalıyorlar ve benim elimden bir şey gelmiyor. Gücüm yetmiyor. Örneğin yaşadığım şehir Berlin’in Neukölln semtinde (göçmen/Müslüman nüfusun bir hayli fazla olduğu bir yer) İsrail’i savunan broşürler resmî kanallardan okullarda dağıtılıyor. İsraillilerin yeni yerleşim bölgelerini, iskân politikalarını eleştirmek antisemitizm diye öğretiliyor mesela. Toprakların çalınmadığı, Filistinlerin o kadar da mağdur olmadığı söyleniyor. Bunlara tevatür (myth) deniyor.
Almanya Filistin meselesinde bir sansür ülkesine dönüştü diyebilirim. Oyunlar iptal edildi, yazarlara, gazetecilere gönderilmiş davetler geri çekildi, hattâ verilen ödüller geri alındı.
İsrail karşıtı gösteri yapanlar tutuklandı. Üniversitelerdeki okul kulüpleri basıldı.
Yakın zamanda Berlinale film festivalinde biri İsrailli biri Filistinli iki yönetmen, Yuval Abraham ve Basel Adra, İsrail’i eleştirdikleri için antisemitizmle suçlandılar. Yuval Abraham’ın aile büyükleri Soykırım’ı yaşamış. Ülkesini bir apartheid rejimi olarak niteledi. Organizatörler iki yönetmeni de asla sahiplenmedi; aksine Alman resmî söylemini yeniden ürettiler. Yönetmenlerin ifadesi, Alman medyasında İsrail’e karşı derin nefretin emaresi olarak görüldü. Şu an İsrail vatandaşı olan Yuval Abraham ülkesine dönmek istemiyor. Almanya’nın köpürtmesiyle orada da hedef durumuna gelmiş durumda.
Kendini akademik özgürlüğün kalesi olarak tanımlayan Max Planck Enstitüsü, Profesör Ghassan Hage’in sosyal medya paylaşımlarına istinaden işine son verdi. Gerekçe olarak rezil rüsva bir açıklama yaptılar. İsrailli akademisyenler bile “Artık o kadar da değil!” diyerek enstitünün bu kararına itiraz etti.
Alman bir tanıdığım bana şunu sordu: “Peki, haklısın ama, sonuçta onca Yahudi nereye gitselerdi? Onların da bir ülke kurma hakkı yok mu?”
Var. Yani aslında benim nezdimde katliamların hemen hepsinin ana faili devletler. Devlet kurma hakkı tabiri kulağımı tırmalıyor. Fakat verili bağlam içinde, evet, İsrail’in de devlet kurma hakkı var.
“Ama madem Almanya Yahudilere karşı böyle büyük bir günah işlemiş, o zaman Bavyera verilseymiş Yahudilere,” diyorum. İsrail neden Filistin’de kuruldu?
Karşımdaki cevap veremiyor. Hiç düşünmemiş olduğu bir konuymuş meğer. O büyük suçluluk duygusu ve hakkaniyet arayışı buraya erişememiş.
Ama biz cevabını biliyoruz aslında.
Alman Yeşilleri’nin utanç verici ‘akılcılığı’
Bir televizyon programı. Yahudi bir kadın, Deborah Feldman. Karşısında koalisyon ortağı Yeşiller’in lideri Robert Habeck var. Habeck, edebiyat ve felsefe mezunu bir siyasetçi, aklın sesi gibi konuşan adamlardan. Deborah Feldman Almanya’da antisemitizm suçlamasıyla her türlü eleştirinin bastırıldığından, kendisi gibi laik Yahudilerin bile suçlu duruma düşürüldüklerinden yakınıyor. ”Almanya niye İsrail’in ırkçı saiklerle hareket eden bu hükümetini destekliyor? Niye bizim gibi farklı sesleri desteklemiyor?” diye soruyor.
Habeck soğukkanlı, işinin ehli. “Bir Alman siyasetçisi olarak İsrail’in ne yapıp ne yapmaması gerektiğine dair konuşamam,” diyor. “Bu fikirlerinizi de paylaşamam. Ancak eğer bir gün sizin temsil ettiğiniz fikirler başa geçerse, yani eğer İsrail’de böyle bir değişim yaşanırsa, o zaman Almanya sizin arkanızda durur,” mealinde bir cevap veriyor. Akıllıca bir cevap. Hükümranlık ilkesi, diğer ülkelere müdahale etmeyen mütevazı tavır. Salonda alkış.
Ama ben”Yalancı herif!” diyebiliyorum sadece. Öyleyse evrensel insan hakkı gibi temel prensiplerin, ahlâkın, adaletin hiçbir önemi yok. Koşulsuz destek var. Başa kim gelirse ona verilecek körlemesine bir destek… Öyleyse dünyanın geri kalanına öğütlenen temel değerler, duruma göre bükülebilen araçlar. Şaşırıyor muyum? Hayır.
Bir grup yemeğe gidiyoruz. Grubu çok tanımıyorum, Almanca konuşulan bir ortam. İçlerinden biri, “Humus yemeye gidelim, İsrail’e de destek olmuş oluruz” diyor. Cahil desen, aşırı kariyerli bir kadın. Dünyaları gezmiş. Şaşırıyor muyum? Yine hayır.
İsrailli bir akademisyen. Çalıştığı konunun Almanya ile hiç ilgisi yok. Bunun üzerine danışmanı “Buradan fon alabilmek için burayla bir bağlantı kurman iyi olabilir,” diyor. Odadaki diğer tüm akademisyenler itiraz ediyor. “Hiç gerek yok,” diyorlar. “İsraille ilgili çalışmalara ve İsrailli akademisyenlere fonlar çabucak çıkıyor. Bunları dert etme,” diyerek danışmanı gerçekliğe döndürüyorlar. Buna da şaşırmıyorum.
Öğrencilerim benden şüpheleniyor, en azından ben öyle hissediyorum. Okuttuğum yazarlardan birinin, Arturo Escobar‘ın İsrail’e boykot hareketinden (BDS) olması üzerine bir öğrencim ağzımı yokluyor, “Ne ayak?” demeye getiriyor. Dönemin son dersi. Hayatımda ilk kez bir derste bu kadar sıkışmış hissediyorum. Geçiştiriyorum. “Beş dakikada ne anlatırsam anlatayım ulaşmayacak; saflar belli” diye kendimi teselli ediyorum. Sonra utanıyorum. Ama şaşırmıyorum.
İsrailli başka bir akademisyenle konuşuyoruz. Güya solcu. Netanyahu’yu istemiyor. Ama sanıyorum savaşa karşı tavrı ikircikli, “talihsiz olaylar” seviyesinden hâllice. Şaşırmıyorum. Ülkedeki rejim karşıtı pek çok dayanışma ağının şu an cephedeki askerleri desteklemeye başladığını anlatıyor. Askerlere cep telefonu şarjı, yemek, temiz kıyafet gönderiyorlarmış. “Ne üzücü!” diyorum. “Niye ki, ne güzel!” diyor. “İnsanlar ailelerine, sevdiklerine destek oluyor; dayanışma ağları başka formlarda yaşatılıyor,” diye cevap veriyor. Mesnetsiz umut mu, faillik arayışı mı, akademisyenler için yeni araştırma konuları mı? Şaşırmıyorum.
‘Olaylarda’ ölen geyikler için kampanya mı yapmalı?
Benim hayvanlarla ilgili çalıştığımı biliyor. “Aslında,” diyor, “bu olaylarda geyikler de ölüyor. Böyle bir kampanya düzenlemek lâzım belki de… Sadece insanların değil, hayvanların da öldüğünü anlatabiliriz.”
Geyikler ölmesin tabii ama, şu an Arapların ölümüne üzülemeyen, geyiklere üzülen biri olarak görülebileceğini söylüyorum adabıyla. Yer diyorum, bağlam diyorum. Böyle bir fikirle gelebilecek kadar hazırlıksız olması, bu konuyu bu kadar az düşünmüş olması herhalde savaşı bir imtiyaz olarak yaşamaktan geliyor diye düşünüyorum.
Yine Habeck. Bir konuşmasını izliyorum. On dakikalık bir demeç. Almanya’da yaşayan Yahudilerin endişelerini, korkularını anlatıyor. Özetle, “Kıllarına zarar vereni yakarım!” diyor. “Terörle aranıza mesafe koyun” diyor. Ne kadar tanıdık! Tehditleri arasında mültecileri geri göndermek, çıkmış oturma izinlerini iptal etmek, vatandaş olanları ise en ağır şekilde yargılamak var. On dakikalık konuşmanın yaklaşık yedi dakikası İsrail’deki ve Almanya’daki Yahudi mağdurlarla ve tehditlerle geçiyor. Sonra nihayet ölen Filistinlilere de üzüldüklerini söylemeyi başarıyor. Ama uzatmıyor. Kendileri İsrail devletini ölçülü olmak konusunda sık sık uyarıyormuş. Peki Hamas’ı kim uyaracakmış! Burada dayanamayıp videoyu kapıyorum. Filistinlilerin acısının, Alman Yeşillerinin siyaset evreninde ancak bu kadar yer bulmasına elbette şaşırmıyorum.
Bizden önce buraya göç etmiş pek çok insan “Almanya’daki despotluğu, ayrımcılığı siz daha görmediniz” diye bizi uyarmıştı. Galiba haklıymışlar. Buraya gelen gazetecilerin, akademisyenlerin, muhaliflerin “Erdoğan”rejiminden kaçmış demokrasi havarileri gibi cilalandığı bir dönem oldu. (Kabaca 2016-2020 arası). Kendimi de dahil edebilirim bu gruba. Türkiye’deki sansür, baskı, despotluk, ve diğer kronik sorunları bolca gündeme getirdik. Onlar da dinledi. Başkalarının dertleri olarak dinlediler. Zannediyorum ki bize verilen sahnenin bir işlevi de, despot bir rejimle özgür bir rejim arasında zıtlık kurmaktı. Kendi devletleriyle mesafe alamamış insanlara, başka ülkelerin kötü devletlerini anlattık. Onların buradaki rejime inançlarını tazeledik.
Almanya’nın da başka tabuları, suskunlukları, sansür mekanizmaları var. Burada da devletle hesaplaşmamış geniş kitleler bulunuyor. Türkiye’ye koysak kolaylıkla Türk milliyetçisi olurlarmış, hasbelkader burada liberal Avrupalı olmuşlar. Sanıyorum temel fark, buradaki devletçi anlayışın kendine özgüveni, ikna kabiliyeti, ahlakî üstünlük kurmaktaki mahareti. Üstünlüğünden emin, zenginlikle kusurları örtebilen, muhalefetin bile sistemle temelde barışık olduğu, daha öngörülebilir başka bir devlet aygıtı. Şaşırıyor muyum? Hayır.
İşte böyle bir Almanya’nın koruması altında katliam devam ediyor.