Ana Sayfa Blog Sayfa 128

Merhaba martılar, elveda beyaz balinalar

Kuzey Kutup Dairesi’nin çok kuzeyinde, bir fiyort yer alıyor. Norveç takımadaları Svalbard‘ın kuzeybatı tarafında yer alan ve Kongsfjorden adı verilen fiyortta, Arktik kuşların davranışlarını incelemek için ilk kez geldiği 1981’den beri bölgeyi düzenli olarak ziyaret eden ekotoksikolog Geir Wing Gabrielsen, her yıl mayıs ya da haziran aylarında geldiğinde fiyordu hala buzla kaplı olarak bulurdu. Fakat bunların hepsi son yıllarda hızla değişti.

Yapılan araştırmalara göre Kuzey Kutbu, iklim değişikliği nedeniyle dünyanın geri kalanından dört kat daha hızlı ısınıyor. Üstelik okyanus akıntılarının etkisi nedeniyle Kongsfjorden adı verilen fiyort diğerlerinden daha da hızlı ısınıyor. Bu ısınma öyle boyuta ulaştı ki, 2006’dan bu yana, ekim ve şubat ayları arasındaki kış aylarında, güneş battığında bile artık fiyort donmuyor.

MEVCUT DURUM: Norveç’in Svalbard takımadasındaki Kongsfjorden, Kuzey Atlantik Okyanusu’ndan gelen akıntıya kuvvetli bir şekilde maruz kaldığı için alışılmadık derecede hızlı bir şekilde ısınıyor. Kuzey Kutbu akıntısı adaların diğer kısımlarını ise daha serin tutuyor. (Kaynak: Buchholz F., Buchholz CM., Weslawski JM. Polar Biol. 33, 101-113 , 2009. )

Polonya Kutup Araştırmaları merkezinin kaleme aldığı, ocak ayında  yayınlanan bir araştırmaya göre, bu durum fiyordun ekosistemini tamamen değiştirdi. Beluga balinaları (Delphinapterus leucas) ve halkalı foklar (Phoca hispida) gibi bir zamanlar fiyordun evi olarak adlandırılan kutup memelileri bölgeyi terk etti. Bu arada, Atlantik martıları (Fratercula arctica) ve Atlantik uskumruları (Scomber scombrus) gibi daha güneydeki hayvanlar da buraya taşındı. Ayrıca bir zamanlar deniz buzunun bitki büyümesini etkilediği kıyı şeridinde yeni habitatlar ortaya çıktı. Gabrielsen gibi araştırmacılar için bu değişiklikler büyük bir kayıp duygusuyla karşılanıyor. Fakat aynı zamanda bir fırsat olarak da görülüyor. Gabrielsen, fiyordun ‘Kuzey Kutbu’nun gelecekte nasıl olacağına dair bilgi sağlayacağını’ söylüyor. Ona göre Kuzey Kutbu’ndaki değişen iklimde hangi türün hayatta kalacağı ve ekosistemlerin nasıl olacağı gibi büyük soruların yanıtlanmasına yardımcı olabilir.

‘Kralın fiyordu’nda su sıcaklığı 4C’ye yükseldi

‘Kralın fiyordu’ anlamına gelen Kongsfjorden, tartışmasız dünyada en iyi incelenen Arktik fiyordu… Fiyorttaki araştırma faaliyetlerinin yoğunluğu, çevresel değişimlerin detaylı bir şekilde takip edilmesini mümkün kıldı. Svalbard’ın doğu kısmı, soğuk sıcaklıkları sabit tutan Arktik akıntının etkisinde… Kongsfjorden’in bulunduğu batı bölgesi ise Atlantik Körfez Akıntısının bir koluna maruz kalıyor. Sonuç olarak, fiyordun kış su sıcaklığı 2004’te 0,3 °C iken 2017’de 4 °C’ye yükseldi. Kongsfjorden’e gelen sıcak suyun en belirgin etkisi, buzulların hızla erimesi oldu.

Bremen Üniversitesinde deniz biyoloğu olarak çalışan Kai Bischof  ‘Benim gibi iki yılda bir oraya giderseniz, değişiklikleri gerçekten görebilirsiniz’ diyor. Bir zamanlar buzla kaplı ve haritalarda yarımada olarak işaretlenen bir kara parçasının ada olduğu ortaya çıkmış. Bilim adamları artık teknelerle rahatlıkla onun etrafında dolaşabiliyorlar. Bischof’a göre son yıllarda değişim hızı artıyor… Bu nedenle Kongsfjorden, küresel ısınmayı anlamaya çalışan politikacılar için de adeta bir bilimsel yolculuğa dönüştü. Eski BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon, eski ABD Dışişleri Bakanı John Kerry fiyordu gezen politikacılardan bazıları…

Bu fiyort, zaten araştırmacılara Kuzey Kutbu’nun iklim devrilme noktalarına karşı hassas olduğunu öğretti. Ancak iklim değişikliğinin fiyordun ekosistemini tam olarak nasıl bozacağını belirlemek biraz daha zor. Araştırmacılar şu ana kadar bazı türler üzerindeki etkileri gözlemledi. Örneğin, halkalı foklar çoğunlukla fiyordu terk ediyor. Çünkü ilkbaharda yuvalarını inşa edecekleri deniz buzu olmadığı için yavruları yırtıcı kuşların saldırısına maruz kalıyor. 2023 yılında fiyordun canlı seslerini kaydeden bilim insanları, Svalbard’ın kuzeydoğu kıyısı ile karşılaştırıldığında balina seslerinin sıklığının azaldığını da gördüler.

Yerel türler uzaklaşırken, yeni ‘fırsatçı türler’ geliyor

Bu arada fiyortta bazı fırsatçı türler de görülmeye başlandı. Atlantik uskumruları ilk olarak Eylül 2013’te görüldü. 1980’lerde ara sıra görülen Atlantik martısı şu anda Kongsfjorden’de büyüyor. Fiyordundaki martı familyasından bir deniz kuşu türü olan kara bacaklı martıların (Rissa tridactyla) mide içerikleri üzerine yapılan 19 yıllık bir araştırma, bu hayvanların 2006’dan bu yana çok çeşitli balıklarla beslenmeye başladıklarını gösteriyor. Daha önce fiyortta bulunmayan Atlantik ringa balığı (Clupea harengus), Atlantik morinası (Gadus morhus) da dahil olmak üzere yer değiştirmiş birçok balık kara bacaklı martıların midesinde bulundu. Bu güneyli balıkların varlığı, Arktik’in giderek Kuzey Atlantik Okyanusu’na daha çok benzeyeceği hipotezini destekliyor. Bu süreç, bilim insanı tarafından “Atlantifikasyon” olarak da adlandırılıyor.

Kıyı şeridindeki tek yeni şey fauna değişiklikleri değil. Bilim insanları, yılın büyük bir bölümünde, deniz buzunun üzerini örtmesi nedeniyle gelgit çizgisi boyunca büyüyen bitkileri incelemekte zorlanıyordu. Ayrıca buzun çoğunun bitkinin orada büyümesini engelleyeceğini, çünkü kök salmaya çalışan her şeyi yok edeceğini düşünüyorlardı. Bugün, bölgede bilim için tamamen yeni olan bazı tür kalın yosun ve alg şeritlerinin geliştiği gözlemlenmiş. Bu yeni yosun yapısı deniz tabanında yaşayan yengeçlere, solucanlara, salyangozlara ev sahipliği yapıyor. Bazı bilim insanları bu büyümenin doğanın uyum sağlayabileceğinin bir hatırlatıcısı olduğunu iddia ediyor. Ancak bu bilim insanları özellikle kışın zorlu koşullarında deniz buzunun altında gerçekte ne olduğunu bilmenin zor olduğunu da vurguluyor.

Küresel iklim değişikliği tüm çabalara rağmen durduramıyor. Paris İklim Antlaşması’na, tüm COP toplantılarına rağmen artık sanayi öncesi döneme göre 1.5 derece eşiğini aşmak üzereyiz. Bilim insanları, 1,5 derece eşiğinin aşılmasının insanlar, vahşi yaşam ve ekosistemler üzerinde çok daha şiddetli iklim değişikliği etkilerine yol açacağını söylüyor. Bunu önlemek adına, 2010 seviyelerine göre, 2030 yılına kadar küresel karbondioksit emisyonlarının neredeyse yarıya indirilmesini ve 2050 yılına kadar da net sıfır emisyona ulaşılması gerekiyor. Bu hedefe ulaşılmazsa dünyanın başına gelecekleri Kongsfjorden fiyort gözlemleri ortaya koyuyor. Unutmayım; fiyordun kış su sıcaklığı 2004’te 0,3 °C iken 2017’de 4 °C’ye yükseldi. Kuzey Kutbu, iklim değişikliği nedeniyle dünyanın geri kalanından dört kat daha hızlı ısınıyor.

Keşke petrol üreticisi ülkelerde yapılan ve ‘turistik’ havalarda geçen COP toplantılarına katılan politikacılar Kongsfjorden’i görebilseydi… Belki o zaman küresel iklim değişikliği ile daha gerçekçi ve cesur önlemlerin altına imza atabilirlerdi.

Canım annem!

Arzularının ve hayallerinin peşinden gitmekten alıkoyan neydi onları? Töre, kültür, lanet olası yoksulluk mu?

Yoksa öğretilmiş çaresizlik mi?  Çocuklar çocuklar çocuklar…Hep onlar mı engeldi kadının çekip gitmesine? Çocuğa sorsan ne derdi? Ne bekliyorsun ki bu tatsız tuzsuz hayatın başını? Yoksa git de beni de götür, nereye olursa olsun mu? Peki çocuğun söylediği kadar kolay mıydı çekip gitmek?

Hayat ne garip. Birkaç gün önce odamdaki tek resim olan ve bir ressam arkadaşımın fotoğraftan naklettiği, annemin resmine bakarken hüngür hüngür ağlamaya başladım. Öyle büyük ki bakışlardaki hüzün ve öfke. Şu soruyu sordurtuyor insana: Annem için yapabileceğim her şeyi yaptım mı? Onu yargılarken çaresizliğini anlamaya  çalıştım mı? Can yoldaşı oldum mu en ihtiyacı olan zamanlarda? Yoksa genel geçer cümlelerle onu teselli etmeye mi çalıştım. Kaçabileceği yolların tümünün kapalı olduğunu hiç gördüm mü?

Bu fotoğrafa bakarken dili yitirdiğimi hissettim. Onu bütünüyle özgür, tüm bedeniyle geleceğe yol alırken görmek, aklıma babamla paylaştığı yılları, maruz kaldığı aşağılamaları, yoksulluğu, yirmi beşle kırk beş yaşları arasında, başka kadınlar hayatı, özgürlüğü, yolculuğu, kendini tanımayı tecrübe ederken, eril şiddet ve sefalet tarafından yaşamından koparılmış, nerdeyse yok edilmiş yirmi yılı getirdi.

Bu fotoğrafı görmek bu yok edilmiş yirmi yılın doğal bir şey olmadığını, ondan bağımsız dış güçlerin -toplum, erillik, babam-eylemlerinin bir neticesi olduğunu hatırlamamı sağladı, demek ki her şey başka türlü olabilirdi.”[1]

1992 doğumlu Edouard Louis‘in annesiyle ilgili hisleri bunlar..

Yozgat’tan Fransız kasabasına, Avusturya kırsalına aynı kader

Yozgat‘ın bir köyünde yaşayan annemin, hemen hemen aynı dönemde Fransa’nın bir kasabasında yaşayan bir kadınla benzer şeyler yaşaması nasıl açıklanır ki? Taşranın laneti mi? Tüm taşralar aynı mı? Her şeyi kotaran, esprili ve vakur duruşuyla hayatı ayakta tuttuğu halde hiçbir yerde yok muydu kadının adı sanı?

Peter Handke, annesinin Avusturya‘da 1920’li yıllardaki günlük rutinini şu cümlelerle özetliyor: ‘Sofrayı kur, sofrayı kaldır; Herkes aldı mı? Perdeleri aç, perdeleri kapat; ışığı aç, ışığı kapat; Banyonun ışığını açık bırakmayın; aç, katla, doldur, boşalt; prize tak, prizden çıkar. Bugün de bitti.’

Avusturya’dan binlerce kilometre uzakta yaşıyordu, aralarında yarım asır vardı, fiziksel şartları farklıydı ama hayatı tıpatıp aynıydı, ağızlarından çıkan cümlelere varıncaya kadar.” [2]

Şemsi Malçok.

Annem 15 yaşındaymış 45 yaşındaki babamla eski eşini kaybettiği için evlendirildiğinde. 16 yaşında beni doğurmuş. Tahmin ediyorum  ki yoksulluk ve her şeye yetişme telaşı içindeki yaşamında bırakın hayallerini ve arzularını gerçekleştirmeyi, biraz olsun dinlenmeye bile vakti olmamış. Sabah kahvaltıyı hazırla, herkesle tarlaya git. Öğlen tarladan dön köye. Koyunları sağ. Yemek yap ve tekrar tarlaya götür. Tarlada çalış. Akşam eve dönünce olmayan malzemeyle herkesi doyur. Gece de halin kalırsa kocanın cinsel arzularına yetiş. Çocukların okulunu düşün. Okumaları için tek yol olan yatılı okul sınavlarına hazırlamaya çalış onları. Sınav günü gelip çattığında da yol parası için birilerine gündelikçiliğe git. Ve öyle yok ki baba, öyle alakasız ki çocukların geleceğiyle, bilinen ıslah yöntemi olan dövme işi bile anneye düşüyor. Yani belki trajikomik gelebilir size ama çocuklarla onları dövecek kadar bile ilgilenmeyen bir baba. Sevgisi hep içinde saklı, mesafeli yani. Anlıyorsun bunu yıllar sonra düşününce. Gülümsüyorsun annenin çaresizliğinin dayağını yediğin için.

Dedim ya, annemle babam evlendiklerinde aralarında 30 yaş varmış. Derdim yaşçılık yapmak değil, aşık olursun, seversin o başka. İç acıtıcı olan: Zorunda bırakılmak bu evliliğe başlık parası uğruna…

Fotoğraftaki tedirginlik

“Anne bir tedirginliktir nerede olsa
Bağırgan bir karmaşadır onun sesi
takılır gibi eski bir gramafona titrek bir iğne
– bu ayıp bu günah
bu çok ayıp günah
-el ne der sonra
ayak ne der.” [3]

Annemin fotoğrafındaki hüzün ve öfkeye eşlik eden tedirginliğin sebebi neydi acaba? Aileden çocuk denilebilecek yaşta kopmak mı? Onları, özellikle güzel anneannemi istediği zaman göremeyeceği korkusu mu? Gideceği evlilik denen yaşamın getirecekleri mi? İstemediği bu durumu terk etme arzusunun toplum ve aile tarafından baskılanacağı düşüncesinin karabasanı mı? Belki de hepsi! 1992 doğumlu Edouard Louis’in annesini anlattığı; Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri” kitabında karşılaştığım, annesinin ailesini görmesine babanın izin vermeme durumuna çok şaştım. Bu had bilmez, küstah ve  baskıcı tutum ağırlıklı bu coğrafyalarda var sanırdım. Annemin de 10 km ötedeki ailesinin köyüne istediği zaman gidememesi kim bilir ne kadar acı vericiydi. Annemin konuştuğu zamanların çoğunda hep ailemizden, komşulardan, sıkıntılardan bahsedip babama söylenmesini, varlığının ağırlığı ve dayanılmazlığını hafifletmek için kendince geliştirdiği bir yöntem olduğunu o zaman anlayamamıştım. Belki de içinde tutmadığı öfkesi ve sesi onu sağaltıyordu.

Edouard’ın annesinin hikayesine dönersek. Anne, çocuklar ve ekonomik koşullardan dolayı terk edemediği kocasını en sonunda 40 yaşındayken terk ediyor. Ve taşrayı terk edip Paris‘e yerleşiyor. Arzuladığı gibi bir hayat yaşamaya çalışıyor. Hatta çok sevdiği Catherine Deneuve ile arkadaşlık kurma şansına erişiyor. Çok zeki olduğu ve okumak istediği halde ilkokulu yarıda bırakmak zorunda kalan annem ise şu sıralar kitap okumaya başladı. O da belki geçmişin zor hayatını edebiyattaki kurguya sığınarak aşmaya ve unutmaya çalışıyor. Edebiyat demişken Suat Derviş’in “kayıp hayat” diye adlandırdığı, istekleri hiç gerçekleşmemiş bir kadının son anlarında gözden geçirdiği yaşam serüvenini anlatan “Yeniden Yaşayabilseydik” kitabı müthiştir. [4]“Keşke insana böyle bir imkan tanınsa, şu hayatı bu bilinçle yeniden yaşayabilseydim ah” diye bitirir son sözlerini romanın ana karakteri Şadan

Bizim kendimize sormamız gereken soru ise şu olmalı? Elinde olmadan yaşanan kayıp hayatların zorunluluklarını bertaraf etmek için biz ne yapabiliriz?

*

[1] Edouard Louis, Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri, Can Yatınları syf.10
[2] Edouard Louis, Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri, Can Yatınları syf.28
[3] A.Zekai Özger’in Beyaz Ölüm Kuşları şiirinden.
[4] (https://yesilgazete.org/yeniden-yasayabilseydik/)

Türkiye tarihinde yıldızın parladığı anlar

[email protected]

Öncelikle başlığın, eğer bir tarihçi tarafından söylenmemişse, çok iddialı ve sanki gerçek dışıymış gibi durduğunu biliyorum. Üstelik tarihi niteleyen parçası bana ait değil. Sanırım ilkokulu bitirdiğim yıllarda parlak kapaklı olduğu için seçtiğim ve okuduğum bir kitaptı “İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar” kitabı. Zaten Stefan Zweig’den daha önce hiç bir şey okumuş da değildim. Kitap beni çok etkiledi mi bilmiyorum; ama büyük Fransız Devrimi’nden hemen sonraki yıllarda, Avusturya’ya karşı savaşa gitmek için Paris’e gelmekte olan Marsilyalı gönüllülerin kente girerken söylediği marşın nasıl yazıldığını ve bestelendiğini anlatan bölüm çok parlak bir biçimde belleğimde hala duruyor. Bir gece önce, sabaha kadar uğraşarak yazdığı olağanüstü etkileyici marşın, hem söz yazarı hem de bestecisi olan Lisle’nin o gece dehasının nasıl parladığını ve bir daha hiçbir zaman böyle bir başarı gösterememiş olsa da Fransız ulusal marşı olan La Marseillaise’in bugün hala nasıl çok sevildiğini anlatan epizot beni çok etkilemiş olmalı.

Ama ben, Türkiye’de/ bu ülkede yaşayan bütün insanların tarihinde yıldızının parladığı en önemli anlardan birine, belki de birincisine değinmek istiyorum. Geçen hafta, Türklerin bütün tarihleri içindeki en kara lekeyi/ en korkunç olayı, Ermeni Soykırımıyazmıştım. Bu hafta da en parlak olayı, bu ülkede yaşayan herkesin dünyaya karşı başını dik tutarak bakabilmesini sağlayan en “yüz akı” devinimi, hepimizi özgürleştiren ve daha da özgür olabilmek için ne denli uğraşmamız gerektiğini anlatan o mucize yaratıcılığını anlatmak istiyorum.

Bu mucize, elbette Gezi mucizesi…

Kendiliğinden ortaya çıkan ‘düş ülkesi modeli: Gezi

Bu defa belki el yükseltip bu topraklarda yaşamış bütün insanların tarihi içindeki en parlak anlardan biri olduğunu söylesem bile fazlasıyla abarttığımı düşünmem… Gezi’ye bir defa daha bakalım: Neden bu kadar görkemli ve tarih yapıcı? Neden Türkiye’deki yaşayan insanların dünya insanlık tarihi içinde kendisine saygıdeğer bir yer bulacak kadar yücelmesine neden oluyor? Kamusal yarar için,  on binlerce-belki milyonlarca bireysel olgunluğun böylesine bir özveriyle kaynaşarak hızla eylemli hale gelmesi toplumsal tarihlerde kolay rastlanan bir durum mu?

Öncelikle Gezi, herkesin zihnindeki “iyiyi” ya da “düş ülkesi modelini” birbirinden tamamen habersiz insanları bir araya getirerek, kendiliğinden, önceden tasarlamadan ve sonrası için de bir plan inşa etmeksizin, mükemmel bir bütünlük/ anlam ve harmoni içinde bir çırpıda ve kalıcı bir biçimde inşa çabasıydı.

Bu tür büyük toplumsal mucizeler dünya tarihinde ilk defa yaratılmıyor belki, hatta Türkiye tarihinde de benzer ön olaylar/ benzeri sayılabilecek daha küçük çaplı denemeler olduğu halde Gezi, bu ülkenin insanlarının yarattığı en görkemli ve yenilikçi, en parlak ve geliştirici/ gelişkin anlamları, olağanüstü bir harmanlama ile çoğaltan ve zenginleştiren bir perspektif kurdu. Bu ülkede yaşayan insanların tarihinde daha önce hiçbir zaman bu kadar çok insanın ansızın ve kendiliğinden bir araya gelerek böylesine bir mucizeyi evrensel standartlarda kurduğunu ve yaşattığını görmemiştik. Bunu, resmi olan her şeye karşı, gölgesiz bir özgürlük ve cesaretle ve kaygısızca yaptı; yapılabileceğini gösterdi.

Gezi’deki özgürlük ruhu; ayrımcılıksız olma, eşitlikçi olma, kardeş olma ve hiçbir hiyerarşi veya kademelenme  hatta iş bölümü olmaksızın, gereken bütün dayanışmaları var edebilmek için çözümleri kendiliğinden ve eylemli olarak yaratabildi. Evet, mutfak gibi, sağlık gibi, hayvanlar için gösterilmesi gereken itina gibi daha özel somut durumlarla ilgilenen daha deneyimli kişiler/ gruplar oldu ama bu ne bir büyük planın parçasıydı, ne de bu “uzmanların” başka bir anda başka bir işi yapıyor olduğunu görmeyeceğimiz anlamına geliyordu. Hem tam bir kaos, hem de tam bir özgürlükler içinde uyumlu ve barışçıl gürbüzleşme ve anlık örgütleşme durumuydu. Zor ve çulsuz, kolay ve görkemli olma hallerinin ve anlamlarının aynı anda aynı kişiler üzerinde birlikte bulunmasına olanak sağlayan bir atmosferin olağan ürünleriydi bu anlar…

Öfke ve nefrete karşı kırılgan meydan okuma

Gezi’nin öznesini yaratanlar, bu oluşumu kendiliklerinden var ederken herkesin tasarımı tam birbirinin üzerine oturmadan ve tam olarak iç-içe geçmeden uyumlu bir bütün oluşturabiliyordu. Bu “imkansız” yaratımı var eden aslında herkesin zihninde hem birbirine çok benzer hem de özgün ve bireysel ütopyaların hızlı karşılaşması, çok hararetli bir ortamda ergiyerek bütünleşmeleri ve birbirinden öğrenmeleri kaynaştırarak bir üst havsalada ve düzeyde buluşabilme mucizesiydi.

Bu durumda kimsenin birbirine bir şeyi “yap” ya da “yapma” demesine gerek kalmadan yapılması gerekenler yapabilecek özneler tarafından yapılmış oluyordu. Kapitalizmin “örgüt” kuramlarının da “bürokrasi” kuramının da “üretim” kuramlarının da “verimli işletmecilik” kuramının da tam tersi olan, ama onlardan çok daha mükemmel işleyen bir beraberlik durumunu yaratabiliyordu Gezi.

Bu tür özellikleri var edebildiği için de dünyanın bütün devlet türlerinin bütün aygıtlarının ve organlarının, bütün zorbalık güçlerinin ve silahlanmış milislerinin, despotların ve ağaca da insana da kuşa ve havaya da değer vermeyen/ bu tür ögelerle sadece satmak üzere ilgilenenlerin, korkunç ve şiddetli öfkesiyle karşılaşıyor, onların silahlı ve zehirli nefretine karşı bu kadar korumasız ve masum, bu kadar kırılgan olduğu halde saçı ve eteği uçarak gazlı saldırı karşısındaki dik ve dirençli durarak, dünyanın bütün baskı araçlarına ve zulme açıkça meydan okuyabiliyordu.

Sınıfı da ayrımcılık nedeni olabilecek bütün farklılıkları da toplumsal cinsiyet kuramını da yabancılaşmaların bütün türlerini de kalıpçı ve yasaklayıcı bütün etikleri de çapraz kestiği halde, saygılı ve hem kendi iç dünyalarına hem de dış dünyaya karşı nazik ve incelikli bir genel durum yaratabilmiş olduğunu açıkça gösteriyordu. Bütün bu alışılmadıklığına, yenilikçiliğine ve isyancı inkarlarına rağmen toplumun, yani hem en yakın çevresindeki diğer insanların, bütün kentin, hatta bütün kentlerin ve ülkenin dahası bütün dünyanın beğenisini ve onayını alabiliyor, yaptığı işin mucizevi bulaşıcılığı sürekli doğurgan olabiliyordu…

Böyle bir duruma “yıldızın parladığı an” nitelemesinden başka nasıl bir ad yakıştırabiliriz?

Zweig yaşasaydı…

Gezinin olağanüstülüğünün diyelim ki “İstanbul’un fethinden”, diyelim ki “Çaldıran savaşından ve zaferinden”, diyelim ki Birinci Dünya Savaşı’ndan ve dünyanın bütün savaşlarından çok daha üstün, eşsiz ve biricik bir değeri yok mu? Daha doğrusu bu kolektif direnişin insanlık değerleri/ ekolojik değerler savunusunun dünyanın bütün zamanlarındaki bütün savaşlardan daha evrensel ve kalıcı bir değeri ve anlamı yok mu? İnsanlığın/ doğanın karşısında olan bütün savaşların ve politikaların, yönetimin ve kurumsallaşmanın taşlaşmış ve zalim öğretisinden çok daha öğretici ve gelecek kurucu değil mi?

Gezi’nin gerçekten bu ülkeden bütün zamanlarda, bu ülkede yaşamış olan insanların ve Türklerin tarihinde bir yüz akı “yıldızın en çok parladığı” anlardan biri olduğu, insanlık adına kıvanç verici bir kazanım olduğunu söylemek yine de çok abartılı bir sav gibi görünebilir. Biliyorum. Olsun.

Ama gerçekten Gezi’nin görkemi gözlerimi kamaştırıyor.

Can Atalay, Tayfun Kahraman, Osman Kavala, Çiğdem Mater, Mine Özerden ve Mücella Yapıcı’ya, ama geziye katılan herkese, hatta düşüncesinde Gezi’yi onaylayan ve olumlayan herkese bu ülke tarihi ve dünya tarihi için, böylesine parlak bir anın yaratılmasına katkıda bulunmalarından ötürü onlarla övündüğümüzü ne kadar söylesek yeterli olmayacak.

Stefan Zweig, eğer yaşıyor olsaydı Gezi’yi bu parlak anlardan biri olarak anlatırdı,  gözlerim kapalı biliyorum.

 

 

 

Bir tırmanıcının karbon ayak iziyle yüzleşmesi – Ege Kurt

Her sene daha da küçüldüğünü gördüğümüz kalıcı (?) buzullar, artan ve tırmanış alanlarını tehdit eden orman yangınları, zamansız düşen taşlar, artan çığ vakaları, kısa veya hiç gelmeyen kış sezonları, sıcak olur derken mayıs ayında ansızın gelen soğuk dalgaları…

Tırmanış ve diğer doğa sporlarını tecrübe eden, kendisini fırsat buldukça veya tam zamanlı olarak doğaya atanlar olarak iklim değişikliğinin etkilerine şahitlik edebilecek pozisyondayız. Şehrin izole ve korunaklı yapay ikliminden farklısını yılda birkaç gün de olsa yaşıyoruz.

İnsanlığın 21. yüzyılda çözmesi, çözmeyi ödev haline getirmesi ana problemlerin başında iklim değişikliği hızını frenlemek, daha tecrübe etmediğimiz yıkımların gerçekleşmesini önlemek var.

Kendimi bildim bileli amatör olarak doğa sporları yapıyorum, son 10 yılda ise tırmanış bir en gözde doğa sporum diyebilirim. Bunun bir bedelinin olduğunun farkındayım ancak bunun muhasebesini yapmak veya bu muhasebeyi yapmaya cesaret etmek için 7 aylık doğa sporlarından uzaklık içeren bir sakatlık süreci geçirmem gerekiyormuş.

Uludağ Keşiştepe İskoç Rotası-(2018

Bu metin saf tırmanış amaçlı tüketimlerimin bir karbon bedelli faturasıdır. Olayı iyice karmaşıklaştırmamak adına ulaşım ve malzeme kalemleri ile girdileri sınırlı tuttum.

Ayrıca mümkün olduğunca objektif, basit, net bir bilanço hedefliyorum. Bu yazıda kendi düşüncelerimi aktarmak ve kendi eylemlerime bir çözüm getirmek gibi bir amacım yok.

Ne kadar karbon, o kadar ayak izi

 Nedir bu karbon ayak izi? Neden karbon? İklim değişikliği ile ne bağlantısı var?

Karbon ayak izi; atmosfere salınan karbondioksit ve metan gibi diğer sera gazlarının kilogram cinsinden karbondioksit eşdeğer miktarına deniyor.  Basitleştirmek adına ne kadar karbon o kadar ayak izi. Üretimin, ulaşımın, besinlerin, elektriğin yani tüm insan aktivitelerinin bir karbon ayak izi var.

Sera etkisini dünyayı saran bir yorgan olarak düşünürsek, eklenen her bir karbon molekülü bu yorgana eklenen elyaf gibi düşünebiliriz. Yani, ne kadar karbon ayak izi o kadar sıcak bir dünya.

Antalya Geyikbayırı- 2019

İklim değişikliği konusunda en güçlü otorite olarak sayılan, objektif, safi bilimsel gözlemlerini ve aksiyonları aktaran Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) hazırladığı en iyimser senaryoya göre 2050 yılında ortalama sıcaklıkların 1,5 derece artması için kişi başı karbon ayak izinin 2 ton olması gerekiyor.

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) verilerine göre 2021 yılındaki kişi başına düşen karbon ayak izi;

  • Türkiye: 4.7 ton
  • Dünya ortalaması: 4,7 ton
  • ABD: 12,6 ton
  • Kanada: 13,6 ton

Bu veriler ışığında iyimser senaryoya ulaşmak adına hem bireylerin, hem şirketlerin, hem de hükümetlerin aktivitelerini gözden geçirmesi ve radikal değişikliklere başvurması gerekiyor.

Neleri ölçtüm, neleri ölçmedim? 

Daha önce belirttiğim gibi, saf tırmanış için yaptığım aktiviteleri ölçümlemeye çalıştım. Bunu ulaşım ve malzeme ile sınırlı tuttum. Faaliyetler sırasındaki besinleri, kamptan markete veya sektöre ulaşımı, konakladığım yerdeki enerji tüketimini ihmal ettim.

Avusturya’da bir dağ rotası-2023

Ulaşım için genelde araba kullanıyorum, bu arabanın eskimesinden dolayı meydana gelen karbon ayak izini hesaba katmadım. 100 kilometrede ortalama 5 litre dizel yakıt tüketimi yaptığımı deneyimlerimden yola çıkarak kabul ettim. Dizel yakıtın 1 litredeki karbon ayak izi 2,7 kg CO2e (Natural Resources Canada). Bu kilometre başına 0,135 kg. karbon ayak izi oluşturuyor. Faaliyete giderken araçtaki ortalama kişi sayısına bölerek sadece kendi ayak izime bir projeksiyonda bulundum.

Uçakla yaptığım seyahatler için ise ICAO (The International Civil Aviation Organization) Karbon Emisyonu Hesaplama aracını kullandım.

Malzemeler için kullanılan hammadde, üretim yeri gibi verileri ChatGPT’ye işleyip hesapladım. Kendi tedarik yöntemlerimi (kargo, mağazaya ulaşım…) hesaba katmadım. Ayrıca malzemeyi ortalama kullanım zamanına göre yıllık bir sonuç çıkarttım. Örneğin bir teknik ceketi üç yıl kullanıyorsam, onun verili karbon ayak izini üçe böldüm.

Aladağlar Güzeller Çanağı- 2022

Bilanço

Rekreasyon amaçlı ancak sürekli yeni deneyim arayan ve kendini geliştirmek isteyen bir tırmanıcı olarak hareketli bir yıl geçirmişim. Tırmanışım için güzel, karbon muhasebem için kötü bir yıl olduğunu söyleyebilirim.

Gözüme bir çırpıda çarpanlar:

  • Haftada iki kere gittiğim lokal tırmanış salonuna araba ile ulaşımımın bedeli ağır.
  • Bursa’da her mevsim tırmanılabilecek alternatifler olması ve İstanbul’a yakınlığı sebebiyle dokuz kere faaliyet düzenlemişim. Yakın olmasına karşın sıklık karbon ayak izim için büyük bir kalem olmuş.
  • Geyikbayırı mesafe nedeniyle en çok karbon ayak izine sebep olanlar arasında.
  • Uçak ile ulaşım, tek seferlik bile olsa bilançoyu kabartıyor.

Sadece ulaşım nedenli karbon ayak izim 1171 kg. CO2. Korkutucu derecede fazla.

Malzemeler ise görece daha insaflı. Burada dikkatimi polyester ve polyamid malzemeler çekiyor. Ayrıca taban değiştirmek yerine yeni alınan ayakkabılar… Yıllık 110 kg karbon ayak izi.

Sonuç ve sonrası

Neredeyse yıllık 1,3 ton karbon ayak izi ile 2023 yılını kapattım. 2 ton karbon ayak izi bütçemin yüzde 65’i sadece tırmanış amaçlı ulaşım ve malzemeler ile harcanmış oldu.

Doğa sporları ve dolayısıyla doğa severler olarak, bu kümenin dışında kalanlara göre ortalamada daha yüksek iklim değişikliği hassasiyetine sahip olduğumuzu düşünüyorum. Ancak bu hassasiyeti oluşturan aktivitelerin maliyeti paradoksal bir hal alıyor.

Elbette bu maliyeti düşürmenin yolları var. Bunlara değinmek bu yazının çerçevesinin dışına taşarak, maksadını aşıyor. Bu konuyu ayrı bir yazıda ele almak istiyorum.

Daha kapsamlı bir konu olarak tırmanış aktivitesinin doğaya etkilerini ve potansiyel doğal yaşamın tahribatını ele almak için ise sadece karbon odaklı bir yaklaşım yetersiz kalıyor. Bu konuyu da ileride ele almak isterim. Bunun için çok daha detaylı bir araştırma gerekecektir.

Bilinç kazanmak ve hassasiyet geliştirmekte kendini tanımanın ilk adım olduğunu düşünüyorum. Bu yüzleşmemin, “Peki şimdi ne yapmalı?” sorusuna yol açması ümidiyle..

Tırmanış ve doğayla kalın.

*

Kaynakça

[Yeşil Tarifler] Mısırlardan gökkuşağı yapıyoruz 🌈

Yeşil Tarifler‘in bu haftaki programında çocuklarınızla güzel vakit geçirebileceğiniz veya isterseniz yaşam alanınızı renklendirebileceğiniz bir tarif yapıyoruz.

Tomris Karakartal‘ın sihirli mutfağında mısırlar gökkuşağına dönüşüyor.

Sarı, mavi, kırmızı, yeşil, turuncu, mor aklınıza hangi renk geliyorsa bir gıda boyası yardımıyla istediğiniz tonlarda ve boyutta bir gökkuşağı yapabilir, vazolarınızı renklendirebilirsiniz. Veya daha farklı noktalarda kullanabilirsiniz.

Bu fikirlerinizi bizimle de paylaşırsanız çok seviniriz. Yorumlarda buluşalım!

https://youtu.be/GtPqJDHyqco

Nisan’da da 50 ürünün 31’i sınırdan döndü: ‘İade edilen ürünler nereye gidiyor?’

Haber: Burak ALTINOK

*

Yem ve gıda güvenliğini sağlamak amacıyla 1979 yılında Avrupa Birliği tarafından kurulan RASFF sistemi verilerine göre Nisan 2024’te Türkiye’den ihraç edilen 10 kategorideki 27 farklı üründe yasaklı madde kullanımına veya doz aşımına rastlandı.

Sebzeden meyveye, köpek mamasından baharatlara kadar 10 farklı kategoride 27 farklı ürünün bildirim aldığı listede ürünlerin 19’u uyarı bildirimi alırken 31’i sınırda reddedildi. Sınırda reddedilen ürünlerin akıbeti bilinmiyor.

Diyetetik yiyecekler, doğal maden suları, evcil hayvan maması, hazır yemek, kuruyemiş, fındık ürünleri ve tohumları, meyve ve sebze, otlar ve baharatlar, tahıllar ve unlu mamuller, yağlar ve yağlar gibi 10 farklı kategoriden oluşan listeye buradan ulaşabilirsiniz.

Türkiye’den ihraç edilip en çok bildirim alan gıdalar

Hakkında en çok bildirim yapılan gıda ürünü kuru incir (14) olurken, taze limon 7 kere bildirim aldı. Taze biber, greyfurt ve susam tohumları içinse 2’şer kez bildirim yapıldı. Antep fıstığı, biber, dene yaprağı, dondurulmuş biber, dut, erişte, evcil hayvan maması, fındık/yer fıstığı, gıda takviyesi, kayısı, kekik yaprağı, kimyon tohumu, kimyon tozu, közlenmiş kırmızı biber, kurutulmuş kekik, kuru üzüm, maden suyu, margarin, susam ezmesi, yeşil çay, erik ve tek kullanımlık çay ise birer kez bildirim aldı.

Nisan ayında Türkiye’den Avrupa’ya ihraç edilen ürünler hakkında 15 kez bildirim yapan Fransa, en çok bildirim yapan ülke oldu. Fransa’yı 13 bildirim ile Bulgaristan takip etti. Almanya 6, İtalya 2, İsviçre 2 bildirim yaparken, Yunanistan, Romanya, Macaristan, Lüksemburg, İspanya, Danimarka ve Belçika ise 1’er bildirim yaptı.

gıda güvenliği

Gıda güvenliğinde en çok bildirilen madde ‘Aflatoksin – Mikotoksin’ oldu

Sosyal medya hesabında küfün insan sağlığı üzerindeki etkilerini anlatan, kendisi de küf zehirlenmesine maruz kalmış bir sağlık çalışanı olan Necla Örnek, aflatoksin ve mikotoksin maddelerini Yeşil Gazete’ye anlattı.

Gıdalarda bulunan mikotoksin maddesinin en basit tanımıyla küf olduğunu açıklayan Örnek, “Mikotoksin aslında bir küf, yani canlı. Kendini savunma mekanizması geliştiriyor. Yani mikotoksin bir gaz ve bunun çeşitleri var. Bir tanesi de aflotoksin. Bu madde genellikle kuru meyve, kuru sebze, kuruyemiş, baklagiller, şarap, bira gibi maddelerde bulunur. İnsan sağlığı için kanserojen olduğu kanıtlanmış bir maddedir. Hatta bazı insanlar için ölümcül bile olabilir” dedi.

‘Bu nasıl cesaret?’

İhraç edilen ürünlerde bulunan yasaklı maddeler ile ilgili haberleri gördükçe şaşırdığını açıklayan Örnek, şaşkınlığını şu şekilde açıkladı:

“Ben bu tür haberleri gördüğümde şaşırıyorum. Bu nasıl bir cesaret? Geri geldiğini bile bile neden gönderiyorlar? Geri gelmesine rağmen neden hiçbir önlem almıyorlar? Belli ki bu ürünleri muhafaza ettikleri yerde bir sorun var. Nasıl ki donmuş ürünlerde bir zincir var ve zincir kırılınca ürünler bozulmaya başlıyor, burada da ısı ve nem ölçümüyle ilgili bir problem var. Ya iyi kurutamıyorlar ya da kurutulduktan sonra depolarda iyi muhafaza edemiyorlar. Bunun artık tespit edilip önüne geçilmesi gerekir.”

Çocuklar çok daha büyük risk altında

Uzman Diyetisyen Dicle Dilan Salman ise gıda güvenliğindeki denetimsizliğin bir halk sağlığı sorunu olduğunu belirtti. Bildirim alan gıdalarda bulunan maddelerin miktarlarına dikkat çeken Salman, şunları anlattı:

“Gıdalarda bulunan toksik kimyasalların miktarlarına baktığımızda sorunun büyüklüğü görünüyor. Bu da halk sağlığı sorununu ortaya çıkartıyor çünkü bu maddeler insanlar ve hayvanlar için oldukça zararlı ve kanserojendir. Karaciğer hasarında büyük rollere sahiptir ve safra kanalı hasarına neden olabilir. Bu kimyasallara yoğun derecede maruz kalmış kişilerde kişinin ölümüne kadar giden bir süreç yaşanabilir. Ölümden karaciğer kanserlerine, yağlanmaya, ödeme, kalp rahatsızlıklarına kadar birçok hastalığa neden olduğu bilinmektedir. Örneğin, maalesef nar yediği için ölen 4 yaşındaki Saliha Çakır‘ın adli raporunda tarım zehirlerinin olduğu belirtilmişti. Ailesiyle yapılan görüşmelerde kendilerinin de etkilendiğini ancak çocuklarının dayanamadığı belirtmişlerdi. Çocukları çok daha fazla etkileyen bir durum ve çocuklar yetişkinlerden çok daha fazla risk altında. Yani bu durum 7’den 70’e herkes için bir sorun”.

‘Gıda hakkı arka sıralara atılan temel bir hak’

Salman sosyal medyanın gelişimiyle bu tarz durumlardan eskiye oranla daha hızlı haberdar olduğumuzu belirtti:

“Bir yandan bu çıkan haberlere alışıyor, sıradanlaştırıyor, kötü beslenmemizi normalleştirilmesine müsade etmiş oluyoruz. Tek etki bu değil tabii ki, yoksullaşmanın etkisi gıda krizinin derinleşmesi gibi birçok etken buna zemin hazırlıyor ancak “hepsini pazarda bize satıyorlar şimdi” gibi bir algı hepimize oturmuş olması ve bunun için hiçbir şey yapmıyor olmamızın haklarımız arasındaki hiyerarşi ile ilgili de olduğunu düşünüyorum. Özellikle bizim gibi toplumlarda gıda hakkı arka sıralara atılan temel bir hak. Bu nedenle bunu sorunlaştıramıyoruz. Ya da sorunlaştırdığımızda da ancak sosyal medyadan bir kamuoyu yaratarak var olan bir haber üzerinden sadece o soruna ait bir çözüme ulaşmaya çalışıyoruz. Okuyanlar ülkede sanki sadece bu sorun mu var diyebilir çok da haklılar ancak temiz, sağlıklı gıda bizim en temel hakkımız. Kamu bu hakkımızı sağlamak zorunda, biz de gıda güvenliği krizi bu kadar derinleşmişken her gün gıda güvenliği ile ilgili yeni bir manşete uyanırken mücadeleyi büyütmek için adım atmak zorundayız.”

İklim krizi gıda güvenliğini tehdit eden bitki pandemilerinin yayılımını kolaylaştırıyor
Fikret Adaman: Gıda krizi neoliberal sistemle derinleşti
Türkiye’nin AB ülkelerine gıda ihracatı karnesi: 194 ürünün 121’i sınırda reddedildi

‘Sorulara yanıt bulamıyoruz’

Gıda güvenliği konusunda toplumdaki bilinçle ilgili açıklamalarda bulunan Dicle Dilan Salman, toplumun her detayı ile gıda güvenliğine hâkim olamayacağını şu sözlerle açıkladı:

“Siz araştırmacı gazeteci olarak, ben diyetisyen olarak az çok bu sürecin içinde olan ve gelişmeleri takip etmeye çalışan insanlarız. Ancak birçok soruya net bir cevap üretemiyoruz. Ülkemize iade edilen gıdalar nereye gidiyor? Hepsi gerçekten imha ediliyor mu? Ülkemizde yetişen bu gıdalar denetimden geçeceği bilindiği halde bu şekilde yasaklı ve yüksek oranda pestisite vesaire maruz kalıyorsa, ülke içinde bizim tükettiğimiz gıdalar ne halde? Gerçekten bir denetim mekanizması var mı? Tarım ve Orman Bakanlığı bu konuda herhangi bir açıklama yapıyor mu? Raporlara erişimimiz var mı? Pazardan aldığımız ürünün kimyasal analizleri yapılıp yapılmadığını nereden bilebiliriz? Bu ve benzeri birçok soruya net bir yanıt veremiyoruz. Biraz daha işin içinde olan insanlar dahi emin olamazken, toplumun bu kadar detaya hâkim olmasının mümkün olmadığını düşünüyorum.”

‘Sağlıklı gıdaya erişim lüks oldu’

Temiz ve sağlıklı gıdaya erişimin en temel hak olduğunu hatırlatan Salman, iyi beslenmenin ekonomik ilişkisine de dikkat çekti:

“Yoksullaşma arttıkça insanlar var olan kötü, sağlıksız, ucuz gıdayı bile evine götüremez hale geldi. Okula ekmek dahi götüremeyen çocuklar varken en temel hakkımız olan sağlıklı gıdayı seçmek lüks hale geldi. Hayvansal gıdalar olan yumurtayı ve eti geçiyorum; kurubaklagilin, sebzenin bile lüks olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Bence insanlar bilinçli olarak bunları seçiyor çünkü seçmek zorundalar. Büyük şehirlerde kiraların en düşüğü 10 bin lira olmuşken asgari ücret ile geçinen bir ailenin en kötü marka yumurtayı alması bile mümkün değil.”

Uzman diyetisyen, var olan sonuçların, gıdaların tarladaki gelişiminin güvenli olmadığını, hasat sırasında, depolanmasında ve tabağımıza gelene kadar ki süreçte doğru saklama, paketleme, muhafaza etme süreçlerinde problemler olduğunu belirterek atılması gereken adımları da şöyle açıkladı:

“Tarım ve Orman Bakanlığı başta olmak üzere tüm kamu kurumlarının gıda güvenliğini sağlamak için bütünlüklü bir politika oluşturması gerekmektedir. Tarımın başladığı topraktan saklama koşullarına kadar her yerin kontrolünün ve denetiminin sağlanması ve buna göre yaptırımlarda bulunması gerekmektedir. Sadece üreteni suçlamak, “kullanan onlar” demek en kolay yol. Buna neden mecbur kaldıklarını, kullandıkları halde çıkan üründen para kazanıp kazanmadıklarını, mazot parasından gübresine kadar her detayda sorumluluğu olanın kamu olduğu hatırlanması gerekir. Buna bu şekilde tepki üretmek birbirimize saldırmaktan çok daha iyi sonuç getirecektir.”

Kocaeli Valiliği’nden belediyelere ‘başıboş köpekleri öldürün’ talimatı!

Kocaeli Valiliği, yayınladığı açıklamada başıboş köpeklerin diğer canlılara verdiği zararların önlenmesi için alınacak tedbirlere değindi ve ‘iyileşme veya çevreye zararını önleme umudu olmayan köpeklerin en az acı veren ve en hızlı şekilde ölümünü sağlayan yöntemlerle öldürülmesi’ ile ilgili çalışma başlatılmasını istedi.

Açıklamada “Hayvanların Korunmasına Dair Uygulama Yönetmeliğinin ‘Belediyelerin alacağı tedbirler’ başlıklı 7. maddesinin (e) bendinde; ‘Geçici bakımevlerinde kaldıkları süre içerisinde; kanuni istisnalar ile bulaşıcı, tedavi edilemez veya tedavi sonrası iyileşme ihtimali olmayan bir hastalığa sahip olan, alındığı ortama bırakıldığında insan ve çevre sağlığını önlenemez derecede tehdit eden hayvanlar…’ ile ilgili alınması gerekli tedbirlere ilişkin hükümler çerçevesinde işlem tesis edilmesinin ehemmiyetine değinilmiştir” denildi.

Valiliğin vurguladığı yönetmeliğin 7. maddesinin alt bendinde şu ifadeler yer alıyor: “Geçici bakımevlerinde kaldıkları süre içerisinde; kanunî istisnalar ile bulaşıcı, tedavi edilemez veya tedavi sonrası iyileşme ihtimali olmayan bir hastalığa sahip olduğuna, alındığı ortama bırakıldığında insan ve çevre sağlığını önlenemez derecede tehdit edeceğine geçici bakımevi veteriner hekimince karar verilerek rapor tutulan hayvanların en az acı veren ve en hızlı şekilde ölümünü sağlayan yöntemlerle öldürülmesiyle…”

Sokakta yaşayan hayvanlar için gönüllülerden belediyelere çağrı: Ortak hareket edelim
Bakanlıktan sokakta yaşayan hayvanlar hakkında genelge
Kocaeli’de 50 sokak köpeği kayıp: Ölüsü ya da dirisi nerede bu köpeklerin, bilmiyoruz
Köpek katili Orçun Maviş’in tutuklanması için kampanya başlatıldı

Kocaeli Valiliği’nin sokak köpekleriyle ilgili belediyelere gönderdiği talimat, kısa sürede sosyal medyada gündem oldu. Hayvanların hedef gösterildiğini ifade eden hak savunucuları, kararın CİMER’e şikayet edilmesi çağrısında bulundu.

Çevre Bakanlığı’ndan İliç itirafı: Denetim boşluğunu yeni fark ettik, şirket kendini denetlemeli!

TBMM‘de önceki gün başlayan İliç Komisyonu‘nda konuşan ÇED İzin ve Denetim Genel Müdürü Cihan Tatar, altın madeninde liç kaymasının Türkiye‘de ilk olduğunu belirtirken, “İlk olduğu için oradaki denetim boşluğunu biz de yeni fark ettik” dedi.

Araştırma Komisyonu, Erzincan’ın İliç ilçesinde bulunan Çöpler Altın Madeni’nde dokuz işçinin toprak altında kaldığı liç kaymasıyla ilgili, Başkan Atay Uslu’nun başkanlığında bugün yeniden toplandı. Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı yetkililerinin dinlendiği toplantıda ÇED İzin Denetim Genel Müdürü Cihan Tatar, komisyona sunum yaptı. Bakan Yardımcısı Fatma Varank‘ın da katıldığı toplantıda muhalefet milletvekilleri, Bakanlığın sunumu ve milletvekillerin sorulara verilen yanıtların tatmin olmadığını ifade etti.

İliç’le ilgili komisyon görüşmeleri başladı: ‘Çok büyük ve hayati eksiklikler var’

Komisyon toplantısında Cihan Tatar, yığın liç göçünün ilk defa meydana geldiğini iddia ederek “Bu tip bir kaza ülkemizde ilk defa meydana geliyor. İlk olduğu için oradaki denetim boşluğunu biz de yeni fark ettik” dedi; jeoradarların takibinin bakanlığının yetki ve sorumlulukları arasında olmadığını söyledi.

Tatar, madende 2022 yılında katı atık havuzunda meydana gelen sızıntıdan dolayı 16 milyon 441 bin TL idari para cezası uygulandığı, 2015 yılından günümüze kadar 187 çevre denetimi yapıldığını bu denetimlerin üçünde 133 Milyon TL idari para cezası uygulandığı ve iki defa da işletmenin faaliyeti durdurulduğunun söyledi.

İliç için 20 kurum ÇED olumlu görüşü bildirdi

2021 yılında ikinci kapasite artışı kapsamında ÇED’in kurum görüşleri kapsamında dört Bakanlık ve 20 kurum “olumlu görüş” bildirdi.

CHP Adana Milletvekili Müzeyyen Şevkin, komisyonda ÇED olumlu raporlarını hatırlatarak, “Orman Su işleri Bakanlığı olumlu, Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü olumlu, Meteoroloji Genel Müdürlüğü olumlu, Mekansal Planlama, DSİ, Erzincan mahalli, Gıda Tarım Hayvancılık; hepsi olumlu. Yani bu kadar olumsuzluğun yaşandığı bir madende ÇED sırasında hiçbir tane olumsuz görüş bildiren yok mu” diye sordu.

Dronla görüntülendi: İliç’in ÇED süreci bugün yaşananların itirafı gibi

Membran savunusu

Liç yığının altına serilen membranın kullanım ömrünün kaç yıl olduğu sorusuna ise , Çevre Yönetimi Genel Müdürü Recep Akdeniz, “50 yıl ortalama. Dünyada ve Avrupa’da uygulanan standart bu. 50 santimetrelik kil tabakası var. Sıkıştırılmış, 10 üzeri 9 sızdırmazlık özelliğine sahip. Tek başına bu bile o kirliliği önleyebilecek vasıflara da sahip bir kil tabakası” dedi.

Yeraltı sularında kirliliğe rastlanmadı açıklaması

Sunumda, Çöpler Maden alanına bulunan yeraltı suyu izleme noktalarında bugüne kadar yapılan izleme raporları kapsamında faaliyetten kaynaklı herhangi bir kirliliğe rastlanılmadığı da öne sürüldü.

Recep Akdeniz, daha önce liç yığınında kayma olduğunu altını çizerek, “Yığın liçi tesisinin 2022 yılında kaymasıyla ilgili bir durum vardı. O zaman deprem olayından sonra bu denetlemeleri yaptırıyorduk ve burada da 1292 kodu ile 1346 kodları arasında 4’üncü fazda 400 metreküplük bir kayma olayı meydana gelmiş” diyerek görevlendirilen özel firmanın “hasar gören jeomembranı tamir ettiğini kalite kontrollerinin yapıldığını” söyledi.

Denetleme yetkileri yokmuş

Ardından, Bakanlık yetkilileri milletvekillerin sorularını cevaplandırdı.

CHP’li Deniz Yavuzyılmaz maden sahasındaki denetimlerin özel bir şirkete devredildiğini, maden kazalarında da aynı firmaya denetim yaptırıldığını hatırlatarak şunları sordu:

Acil durum eylem planı var mı? Bu plan varsa Çevre Bakanlığı’nda var mı? Siz bu acil durum eylem planını inceliyor musunuz? Çevre Bakanlığı’ndan acil durum eylem planını talep ediyorum. Çevre Bakanlığı’nın denetimlerini siz mi yapıyorsunuz? Yoksa bu denetimin bütünün veya bir bölümünü özel bir şirkete devrettiniz mi? Siyanür ve siyanür atık depolama havuzlarının kapasitesi nedir?” diye sordu.

[Bir konu/k] Av. Arif Ali Cangı İliç’teki denetim sürecini anlattı: Harcı öde, ruhsatı al, doğayı katlet

ÇED İzin ve Denetim Genel Müdürü Cihan Tatar da “Hiçbir tesisin üretimine yönelik, işletmesine yönelik herhangi bir denetimiz yok. Sadece işletme ve üretimden oluşan çevresel etkilerini denetlememiz mevcuttur” yanıtını verdi.

‘İşletme kendini denetlemeli’

İYİ Parti Manisa Milletvekili Şenol Sunat, “Size göre yığın liçiyle ilgili denetleme hangi bakanlığın olmalı?” sorusunu da Tatar “İşletme prosesi olduğu için işletmenin görev ve sorumluluğunda… Bana göre kimse bindiği dalı kesmez. Kurumlardan ziyade işletmenin kendi kendisini denetlemesi lazım” diyerek yanıtladı.

İYİ Parti Çanakkale Milletvekili Rıdvan Uz “Yabancı şirket geliyor biz onu denetleyemiyoruz. Şirket kendi kendini denetlesin mi diyoruz?” diye sorarken MHP Gümüşhane Milletvekili Musa Küçük ise, “Siz bu işi tamamen işletmeye bırakırsanız işletmede ‘üç lira daha fazla kazanayım’ diye bunu suistimal eder. Mutlaka Bakanlığın denetlemesi lazım” diye konuştu.

 

Dersimliler GES değil, yaşam alanlarının korunmasını istiyor

Haber: Duygu KIT

*

Dersim merkezdeki Aktuluk Mahallesi’ne bağlı Samanyolu (Meytan) Mezrası’nda Büyükdere Elektrik Üretim Depolama Ticaret Anonim Şirketi tarafından 159 Ada/122 Parselde “Tunceli Elektrik Depolama Tesisi Güneş Enerji Santrali” yapılması planlanıyor.

Proje için şirketin 153 milyon TL yatırım yapması öngörülürken, proje dahilinde yaklaşık 225 bin m2’lik alanda güneş enerji santrali (GES) kurulacak.

Güneş Enerji Santrali Projesi’nin yapılmasına karşı olduklarını belirten köy sakini Sinan Şahin, “Biz yenilenebilir enerjiye karşı değiliz. Ama kurulabilecek daha çorak alanlar var, daha farklı yerlerde bu enerji üretilebilir. Projenin özellikle mahalle merkezine yapılmak istenmesinin amacı burayı ranta açmaktır” ifadelerini kullandı.

Proje gündeme geldiği günden bu yana kamuoyu oluşturmaya çalıştıklarını belirten Şahin, “Hukuki süreci başlatmak istiyoruz; aynı zamanda baronun, çevre derneklerinin yanımızda olmasını istiyoruz” diyor.

‘Geçmişte korunan arazi şimdi ranta açılmak isteniyor’

Proje sürecine ve geçtiğimiz günlerde yapılan Çevresel Etki Değerlendirme(ÇED) toplantısına ilişkin ise Şahin şu bilgileri verdi:

“Mahalle sakinlerimiz tarım ve hayvancılık ile arıcılık ile geçimini sağlıyor. Geçtiğimiz günlerde proje için ÇED toplantısı yapıldı ve biz de toplantıya katıldık. Sunum yapmak istediler ama biz kesinlikle sunum yapılmasına karşı çıktık. Sunuma neden gerek duymadığımızı kendilerine anlattık. Çünkü burası bir tarım arazisi. Hatta orada tabelası var. Projenin yapılmak istendiği bölge geçmişte Tunceli Valiliği tarafından mera ıslah sahası olarak korundu. Alana kafesler konulmuş, bitki örtüsüne bakılmıştı. İnsanlar rahatça hayvanlarını otlatabilsin diye arazideki taşlar toplatılmıştı. Bu şekilde çalışmalar yürütülmesine rağmen şimdi burayı rant alanına çevirmeye çalışıyorlar.”

Dersim’de kurulacak maden ocağı Meclis gündeminde
Dersim’de ormanlık alana katı atık tesisine karşı tepkiler dinmiyor

‘Yaşam alanımıza sahip çıkacağız’

Projeye tüm köylülerin karşı çıktığını belirten Şahin, ÇED için gelen yetkililere arazinin bir tarım arazisi olduğunu, insanların orada hayvanlarının otlattığını, arıcıların arılarını konaklattığını anlattıklarını belirtiyor. “Kesinlikle projenin hayata geçirilmesine müsaade etmeyeceğiz” diyen Şahin son olarak şunları ekledi,

“Gerekli dilekçeleri hazırladık, başvurularımızı yaptık. Sahip çıkacağız, çünkü burada üreten bir toplum var. Orayı da ranta çevirmeyeceğiz. Gerekirse orda çadır da kurarız, kalırız da. Çünkü kent merkezine yakın bir bölge, yaşam alanlarımız riske giriyor. Ama özellikle buraya mahalle merkezine yapılmak istenmesinin amacı burayı ranta açmaktır. Sonuç olarak burayı rant amaçlı düşündüklerinin bilincindeyiz.”

Urallar’da eski uranyum kuyuları taştı: Çernobil’den daha kötü olabilir

Urallar‘ın Kurgan bölgesindeki eski uranyum kuyularının taşması binlerce yöre sakinini radyasyon tehlikesiyle burun buruna getirdi. Bölgenin en büyük nehirlerinden birinin artık radyoaktif kirlenme riski altında olduğunu düşünülüyor.

Nisan 2024’te Rusya‘nın Urallar bölgesinde büyük sel felaketleri yaşanmış, Orenburg bölgesindeki Orsk şehri ve Kurgan bölgesinin bazı kısımları bu felaketlerden en çok etkilenen yerler olmuştu.

Novaya Gazeta’dan Natalia Glukhova’nın aktardığına göre; Rusya’nın nükleer devi Rosatom‘un uranyum madenciliği yaptığı Kurgan bölgesindeki Dobrovolnoye yatağındaki eski kuyular kısa süre önce sular altında kalarak Batı Sibirya ve Kazakistan‘dan geçen Tobol Nehri‘nin radyoaktif kirlenme riskiyle karşı karşıya kalmasına neden oldu.

Sinop’a da talip olan Rosatom, Akkuyu NGS’nin aynısını önerdi
Rusya’dan Türkiye’ye Akkuyu için 15 milyar dolar
Rusya’nın Ural bölgesinde son yılların en büyük sel baskını: Binlerce kişi tahliye edildi

Kurgan bölgesindeki yetkililer 11 Nisan’da uranyum yatağının bulunduğu arazinin “sel riski altında” olduğunu kabul etti ve üç gün sonra Acil Durumlar Bakanlığı, yatağın yakınındaki bir köyün bölgenin geri kalanıyla bağlantısının tamamen kesildiğini bildirdi.

Rosatom 23 Nisan’da yaptığı bir açıklamada yeni kuyularının sular altında kaldığını reddetti ve kuyuların yüksek bir bölgede bulunduğunu söyledi. Ancak ovada, çevrecilerin kapatılmış olmalarına rağmen uranyum çözeltisi sızdırmaya devam ettikleri konusunda uyardıkları eski kuyular bulunuyor.

Rosatom’u tanıma dersleri -1
Rosatom’u tanıma dersleri -2
Fotoğraf: Yevgeny Razumny / Kommersant / Sipa USA / Vida Press

Nükleer ve güvenlik sorunu

Fizikçi ve mühendis Andrey Ozharovsky, Dobrovolnoye yatağında uranyum madenciliği için ilk girişimlerin 1980’lerde, uranyum çıkarmanın en ucuz yöntemi olan yerinde liç yöntemi kullanılarak yapıldığını açıkladı.

Bu yöntem, uranyum yatakları boyunca sondaj kuyuları açmayı, içlerine çözelti pompalamayı ve ardından çözünmüş uranyumu çıkarıp işlemeyi içeriyor. Bu da yeraltında radyoaktif uranyum çözeltisinden oluşan devasa rezervuarların oluşmasına yol açarak güvenlik sorunu yaratıyordu.

Sonuç olarak, Dobrovolnoye’deki çıkarma işlemi yıllarca durduruldu, ta ki Haziran 2017’de dönemin Başbakanı Dmitry Medvedev‘in Rosatom’un bir yan şirketi olan Dalur‘a yatağı işletme hakkını vermesine kadar. Bölgesel yetkililer ihraç edilen uranyumdan elde edilen gelirin bütçe açığındaki bir miktarı kapatacağını umarken Rosatom çözelti madenciliğine (solution mining) yeniden başladı.

‘Çernobil’den daha kötü olacak’

Kurgan bölgesindeki çevre aktivistleri defalarca Dobrovolnoye’de madenciliğin yasaklanmasını talep etti ve yeraltı sularını ve Tobol Nehri‘ni uranyum tuzlarıyla zehirleme riski taşıyan yerinde liç tehlikesine dikkat çekti. Aktivistler birkaç kez mahkemeye başvurdu ancak tüm talepleri reddedildi.

Kurgan Devlet Üniversitesi‘nde profesör olan Alexey Taranov 2019 yılında “Çernobil’den daha kötü olacak” uyarısında bulunarak şunları dile getirdi:

“Radyoaktif bileşikler suyumuza, kuyularımıza karışabilir.”

Taranov, çıkarılan uranyum dioksitin kendi başına tehlikeli olmadığını, ancak madencilik sürecinin yarı ömrü üç gün olan radyoaktif bir element olan radyumun yanı sıra ölümcül bir radyoaktif gaz olan radon ve zehirli uranyum tuzları yaydığını açıkladı.

Bölge sakinleri konuyla ilgili bir referandum düzenlemeye bile çalıştı, ancak hükümet yetkilileri yerinde liç işleminin çevre için güvenli olduğu konusunda güvence verdiği için bölge parlamentosu önerilerini reddetti.

Bu arada Rosatom, protestocuları “radyofobi” ile suçladı, argümanlarını “efsane” olarak reddetti ve hatta uranyum madenciliğine karşı mücadele eden bir yerel sakin hakkında “terörist ve aşırılık yanlısı eylemlere çağrı yapmaktan” suç duyurusunda bulundu. Lyubov Kudryashova adlı aktivist 2021 yılında 300 bin ruble  para cezasına çarptırıldı.

Kurgan’daki taşkın – Fotoğraf: Yevgeny Razumny / Kommersant / Sipa USA / Vida Press

Sağlık riskleri

Ozharovsky, jeolojik haritalar ve uydu görüntülerini karşılaştırarak uranyum yatağındaki kuyuların sular altında kaldığını tespit etti. Yerel halk da Dobrovolnoye’nin sular altında kaldığını bildirdi.

Ozharovsky, Tobol Nehri’ndeki uranyum kirliliğinin içme suyunun kalitesini büyük ölçüde düşüreceği uyarısında bulundu:

“Tobol Nehri’ne önemli miktarda uranyum çözeltisi sızdı. Tabii ki bu büyük bir nehir ve uranyum seyreltilecektir, bu yüzden büyük konsantrasyonlar beklemiyorum. Ancak Tobol Nehri’nden balık yiyen ya da Kurgan’daki suyu içen insanlar uranyum yutacak ve bu uranyum çürümeye devam ederek onları içeriden radyasyona maruz bırakacak.”

Ekolojist ve nükleer enerji uzmanı Vladimir Slivyak, yaptığı açıklamada ekosisteme önemli miktarda radyoaktif madde girmiş olabileceğini doğruladı. Yetkililer kirlenmenin boyutları hakkında yorum yapmayı ya da kesin veri sağlamayı reddettikleri için zararın boyutlarının henüz tahmin edilemediğini de sözlerine ekledi.

Slivyak, Ozharovsky’nin içme suyu yoluyla uranyum alımına ilişkin endişelerini yineleyerek, bunun iç radyasyona yol açabileceğini, bunun da başta kanser olmak üzere ciddi hastalık riskini arttırdığını söyledi:

“Bu tür radyasyonun küçük seviyeleri bile kişinin organlarında önemli hasara neden olabilir.”

Yerel bir çevre örgütü de Tobol Nehri‘nin eski uranyum kuyularından sızan yeraltı suyunda yıllar içinde biriken radyonüklidlerle kirlenmiş olabileceği uyarısında bulundu.

Yerel Navalny kampanya ofisinin eski başkanı Alexey Shvarts, bağımsız haber kuruluşu Agentstvo‘ya yaptığı açıklamada, eski uranyum yataklarının uzun yıllar boyunca kil ve sert kayalarla çevrili olduğunu söyledi:

“Uranyum çıkarmak için cevher kütlesine yüzlerce, belki de binlerce kuyu açıldı ve doğal lahite zarar verildi. Şimdi hepsi suya karıştı.”

‘Hükümet iklim değişikliğini umursamıyor’

Slivyak, Rus hükümetinin önümüzdeki yıllarda daha fazla sele neden olacak iklim değişikliği etkilerine hazırlanması ve uyum sağlaması gerektiğini, ancak bunun hükümetin aklından uzak olduğunu söyledi.

“Hükümet iklim değişikliğini umursamıyor” diyen Slivyak, sel felaketinin mevcut boyutunun ve tüm sonuçlarının sorumluluğunun büyük kısmının Rus yetkililere ait olduğunu söyledi.

Rus aktivistlerin, Almanya’dan uranyum atıklarının ithalatına karşı St. Petersburg’un merkezindeki protestosu.

Daha önce Ekonomik Kalkınma Bakanlığı ve Federal Hidrometeoroloji ve Çevre İzleme Servisi gibi bir dizi Rus hükümet organı iklim değişikliğine uyum planları önermiş, ancak bunlar somut sonuçlar getirmemişti. Slivyak sözlerini şöyle sonlandırdı:

“Vladimir Putin’in savaştan başka bir şeyle ilgilenmediği ve iklim değişikliği konusunu görmezden geldiği göz önüne alındığında, sonuçları yıkıcı olacak.”

Rosatom’dan açıklama

Haberimiz yayına girdikten sonra bir açıklama yapan Rusya Devleti Nükleer Enerji Şirketi Rosatom, “nükleer karşıtı grupların son açıklamalarının aksine Kurgan bölgesindeki seller Dalur A.Ş’nin tesislerini etkilemediğini” savundu.

Kuyuların stratejik olarak yüksek bir noktada bulunduğunu söyleyen şirket yetkilileri, “Bunun yanı sıra Zverinogolovsky bölgesindeki su seviyesi düşmekte, durum da yerel yetkililer ve Acil Durumlar Bakanlığı ile iş birliği içinde izlenmektedir. Ek olarak, su kirliliğine dair herhangi bir ize de rastlanmamıştır” dedi.