Ana Sayfa Blog Sayfa 874

[Onur Ayı özel] ‘Bize yaşam borcu olanlardan korkmuyor, utanmıyor, sinmiyoruz’

Türkiye’deki baskıcı ve güvensiz ortamın karşısında LGBTİ+’lar özellikle son yıllarda yasaklara ve şiddete karşı zorlu bir hak mücadelesi veriyor. LGBTİ+’lar mecliste temsil edilmemelerine ek olarak hem yaşam tarzlarına hem de cinsel yönelim ve kimliklerine müdahaleler nedeniyle her gün bir yaşam mücadelesi içinde.

Onur Ayı’nda bu sorunların nedenlerini, örgütlenmenin zorluklarını, yaşam mücadelesini ve taleplerini bir LGBTİ+ örgütü olan Sosyal Politika, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği’nden (SPoD) Zarife Akbulut’la konuştuk: 

Öncelikle hetoropatriyarkal bir düzenin hakim olduğu Türkiye’de bir LGBTİ+ dayanışma derneği olarak bugüne kadar ne gibi zorluklarla karşılaştınız? Veya örneğin farklı bir dayanışma içerisinde olsaydınız sizce bu tarz yaklaşımlarla karşılaşmanız olası mıydı?

SPoD kurulduğu 2011’den itibaren LGBTİ+ haklarının geliştirilmesi ve tanınması için hem savunuculuk yapmış hem de sosyal politika alanında önemli bir deneyimi biriktirmiştir. Bir diğer yandan örgütlenme ve ifade hakkının kullanılması içinde hem hukuki sürecin takipçisi olmuş hem de yaptığı faaliyetlerle LGBTİ+’lar için bilfiil örgütlenme alanı olmuştur. Bu uzun zaman boyunca Türkiye’nin geçirdiği süreçlerden organik olarak etkilenmiştir.

Özellikle 2015 sonrası giderek artan otoriterlik sonucu insan haklarının askıya alındığı bir dönemde örgütlenmeye, söz üretmeye devam etmişse de çeperi dar bir alana sıkışmak, toplumsal hayatın içerisinde temas alanlarını sınırlı tutmak zorunda kalmıştır. Kimi zaman aldığı tehditler nedeniyle ofisini kullanmamaya çalışmış, tehditlerin boyutunun arttığı kimi zaman da kapısında polis bekletmek zorunda kalmıştır. Yaptığı etkinliklerin duyurusunu daha kapalı topluluklarda yaymaya çalışmış, bir araya geldiği her etkinlik öncesi gerekli güvenlik önlemlerini alıp almadığını değerlendirmek zorunda kalmıştır. 

Bir LGBTİ+ derneği olarak zor bir süreç bizim için, çünkü bu toplumun bir parçası olduğumuzu biliyor, bunu kabul etmeye ve ettirmeye çalışarak varoluşumuzun herhangi bir ayrıcalık gerektirmeden ve ayrımcılığa maruz kalmadan bu yaşam içerisinde anlamlı bir yeri olduğunu vurguluyoruz.

Başkalarının düşünmek zorunda olmadığı bu güvenlik planlarını yapmak, riskleri değerlendirmek tek başına bizim iş yükümüz değil aynı zamanda ince bir biçimde bizim bu toplumdan olmadığımızı hissettirmeye çalışan ideolojik bir tutum.

Taksim’deki LGBTİ+Onur Yürüyüşü’nü takip eden Fransız haber ajansı AFP’nin foto-muhabiri Bülent Kılıç, boğazına basılarak gözaltına alınmıştı. / Fotoğraf: Hacı Bişkin

Her an ‘başımıza ne gelecek’ kaygısı

Ara ara bir takım örgütlerce yürütülen ve üst düzey kamu görevlilerinin de katıldığı LGBTİ+fobik ve nefret söylemi kampanyaları elbetteki yarın başımıza ne gelecek kaygısını her an hissetmemize sebep oluyor. Bu öyle soyut bir psikolojik baskı değil elbette, çoğunlukla eylem-etkinlik yasaklamaları eşlik ediyor bu sürece. Bazen de hedefinde LGBTİ+ derneklerinin kapatılması olan bu kampanyalar nedeniyle çeşitli düzeylerde denetlemelere yılda birden çok defa maruz kalıyoruz. Burada özellikle bu yaklaşımların arkasında LGBTİ+’ların ve onların hak arama örgütleri olan derneklerinin suçlulaştırılma operasyonu ile toplumdan ayrıştırmaya ve marjinalleştirme çabasının olduğu bizce çok aşikar. 

‘Korkmuyor, utanmıyor, sinmiyoruz’

Ancak tüm bu olumsuz tablonun karşısında kendimizi biliyor; ne istediğimizden emin bir biçimde burada olduğumuz söylemeye, bize yaşam borcu olanların karşısında durup hakkımız olanı almakta ısrarlı, direnen, eyleyen bir topluluğun parçası olmaktan korkmuyor, utanmıyor, sinmiyoruz.

Dayanışmayı LGBTİ+’ların bu ısrarlı mücadelesinde buluyoruz, bu dayanışma içerisinde örgütleniyor, umut ediyor, yeni hayaller kurup yeni yollar açıyoruz kendimize. 

‘Gezi Direnişi LGBTİ+ hareketi için de önemli bir ivmeye sebep oldu’

Siyasi iktidarın LGBTİ+’ları hedefe koyan nefret söylemleri karşısında nasıl bir dayanışma hali ortaya çıktı, bu söylemlerle nasıl başa çıkıyorsunuz ve bu dayanışmayı nasıl etkiliyor?

2013’e damgasını vuran sonrasında hem toplumsal muhalefeti hem iktidar ilişkilerini ve onun varlığını hem de toplumsal ilişkileri etkileyen ve değiştiren Gezi Direnişi LGBTİ+ hareketi için de örgütlenme bakımından önemli bir ivmeye sebep oldu. Yeni toplumsal hareketlerin oluştuğu ve politik arenanın parçası haline geldiği bu dönemde, yeni toplumsal hareketlerden biri sayılan LGBTİ+ hareketi kendisini Gezi Direnişi ile birlikte yeniden örgütlemiş oldu.

Hayat için mücadele etmek

Tüm toplumsal kesimlerle bir arada olan, mücadele alanında onlarla yeniden tanışan ve dayanışan LGBTİ+ hareketi ve özneleri ittifaklar siyasetinin bir parçası olduğunu kabul ettirdi. Bu yakın tarihi arka planı şunun için veriyorum; son dönemlerde kimliğin, örgütlenmenin, adalet talep etmenin, hak arayışının nefretle kriminalize edilmesi her ne kadar bugün bize karanlık ve insani olanı dahi savunmanın zor olduğunu hissettirse de, Gezi Direnişi sonrasında örülen dayanışma ağları bize başka bir şeyi hatırlatıyor.

LGBTİ+’ların kendi arasında kurduğu pratik dayanışma biçimleri dışında Gezi’den miras kalan bu politik dayanışmayı hatırlamaya hepimiz ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Ve Boğaziçi’nde yaşanan ya da Onur Yürüyüşleri’nde yaşanan saldırılar ve yasaklarda kendisini açığa çıkaran bu toplumsal dayanışma bizi hayatta tutmaya, hayatlarımızın değerli ve savunulur olduğunu hissettirmeye ve hayatlarımızın iyiliği, sağlığı için mücadelede ısrar etmemize sebep oluyor. 

Mesafesiz sohbetler, akran danışmanlığı ve kuir okumalar

Başa çıkma biçimlerinin toplumsal yanı buyken, ruhsal ve psikolojik olarak birbirimizi desteklediğimiz daha bireysel yanı ise 2017’den itibaren SPoD olarak açık tuttuğumuz ve LGBTİ+’lara hizmet verdiğimiz danışma hattımızla, pandemi öncesinde yüz yüze pandemi boyunca online olarak devam ettirdiğimiz, LGBT+ların gündelik hallerini dertlerini güvenli bir çemberde konuştuğu, paylaştığı Mesafesiz Sohbetler ve Pazar Sohbetleri ile aksatmadan sürdürdüğümüz buluşmalarla sağlamaya çalışıyoruz.

Akademiyle temasımızı kuir okumalar ve bahar seminerleri ile sürdürüyor, avukatlara- sosyal hizmet uzmanlarına- psikolog ve psikiyatristlere dönük çalıştaylar düzenliyor; lgbti+lara düzenli olarak akran danışmanlığı ve hizmetler sunuyoruz. Lgbti+ların siyasete katılımını güçlendirmek için kamplar düzenliyor, yayınlar çıkarıyor ve lobicilik çalışmaları yapıyoruz. Her ay 250yi aşkın LGBTİ+yla temas ediyor ve alanda sosyal politikalar üretilmesine dair çalışmalar yapıyoruz.

‘Kamusal alanların LGBTİ+’lardan sakınılması, sosyalleşme alanlarını daraltıyor’

Gittikçe artan baskı ve güvensiz alanlara karşı son yıllar içinde LGBTİ+’ların yaşam tarzları nasıl etkilendi, bu süreçte siz hem bireyler hem toplum nezdinde nelerin değiştiğini gözlemlediniz?

Siyasal iktidarın oluşturmak istediği toplumsal normlar ve makbul vatandaş kimliği karşısında hayatın olağan akışı tezatlıklar oluşturuyor.

Kamusal alanların LGBTİ+’lardan sakınılması, sosyalleşme alanlarını daraltıyor. Ancak bu bile artık LGBTİ+’ların kamusal alanda varlığını gizlemeye, saklamaya yetmiyor. İstanbul’da Kartal’dan Esenler’e birçok ilçede LGBTİ+’ların yaşadığını biliyor, haberdar oluyoruz. Ne var ki oluşturulmaya çalışılan toplumsal baskı nedeniyle LGBTİ+’lar sosyalleşme ihtiyacını kendi mahallesinin dışına çıkmadan yerelde karşılaması mümkün olmuyor. Bu da tabii ki zaman ihtiyacıyla birlikte ekonomik refahlık gerektiriyor. Ancak devlette giderek kurumsallaşan cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim temelli ayrımcılık nedeniyle kamusal alanda görünürlüğü azalan LGBTİ+’lar, istihdam olanaklarına erişemedikleri için ekonomik olarak kendilerini geçindirecek güvenceye sahip olamıyorlar.

LGBTİ+’lar ve erişilemeyen istihdam olanakları

Pandemi ile birlikte temel haklarına erişmekte ciddi zorluklar yaşayan LGBTİ+’lar sosyal haklarına erişmekte de diğer vatandaşlara oranla daha dezavantajlı durumdaydı. Keza hala istihdam olanaklarına erişmekte zorlanan LGBTİ+’lar, kayıt dışı alanlarda sosyal güvenceden yoksun çalışmakta.

Sosyal statü kaybı: Danışma hattına gelen başvurular her yıl artıyor

Ekonomik yoksunluk nedeniyle sosyal statü kaybı yaşayan LGBTİ+’lar şiddete daha açık hale geliyor. Danışma hattımıza gelen başvurular her yıl bir önceki yıldan daha fazla oluyor. Bu gözlemleri oradan ediniyoruz.

SPoD bir siyaset okulu eğitimi gerçekleştirdi ve katılan isimlerin görüşlerinin çoğunluğunda mecliste temsiliyetin söz konusu olmadığı ifade ediliyor. Bu ortak derdin son bulması için neler yapılabilir? Siyasi partilere düşen görev nedir?

Bu soruyu, geçtiğimiz yıl düzenlediğimiz siyaset okulunda gerçekleştirdiğimiz atölye tartışmalarından derleyip çıkardığımız Eşit Yurttaşlık Mücadelesinde LGBTİ+’ları Anayasal Talepleri kitapçığında‘Siyasi Partiler LGBTİ+’ların Eşit Yurttaşlık Mücadelesinde Neler Yapabilir?’’ başlığı altında yazdığı haliyle cevaplamak istiyorum.

‘LGBTİ+’ların mücadelesi siyasi partiler için artık görmezden gelinecek bir konu olamayacak kadar acil ve hayati’

Oradan alıntılayarak; uluslararası mevzuat ve hukuk belgelerine göre devletler LGBTİ+’ların hak ve özgürlüklerini korumak ve teminat altına almakla yükümlü kılınmıştır. Bu açıdan bakıldığında devletin yükümlülüklerini yerine getirmesini sağlamak için TBMM’ye ve meclis çatısı altında bulunan siyasi partilere büyük sorumluluklar düşmektedir. TBMM’nin yasama ve denetim fonksiyonu düşünüldüğünde kamu politikalarının eşitlik ve ayrımcılık yasağı temelinde bir perspektifle sunulmasında kuşkusuz siyasi partilerin etkileri olacaktır.

Bu nedenle LGBTİ+’ların eşit yurttaşlık ve insan hakları mücadelesi yasama organına ulaşımı bulunan ve yasa yapıcı konumda olan siyasi partiler için artık görmezden gelinecek bir konu olamayacak kadar acil ve hayatidir. Siyasi partiler rol ve sorumluluklarını hatırlayarak eşitliği sağlayacak kurumsal mekanizmaları geliştirmeli ve cinsiyet kimliği, cinsel yönelim temelli ayrımcılıkla mücadele yaklaşımını benimsemelidir.

‘LGBTİ+ hakları konusunda alınan tavır önemli bir turnusol’

Siyasi partiler LGBTİ+ haklarını ele almaktan partinin merkezinden, teşkilatlardan, tabanından veya seçmen kitlesinden gelecek tepkiler sebebiyle kaçınabilmektedir. Ancak hem Türkiye’de hem de dünyanın farklı yerlerinde gördüğümüz örneklerde, insan haklarını kimseyi geride bırakmadan ele almak ve savunmak gerektiği, aksi halde  elde edilen kazanımların toplumsal iyileşme ve dönüşüm sağlamadığı görülmektedir.

LGBTİ+ hakları konusunda alınan tavır, insan haklarını savunmada samimiyet düzeyine dair önemli bir turnusoldur.

LGBTİ+ hakları ve oy tercihi

Ayrıca unutulmamalıdır ki; açık kimlikli olan ya da olmayan LGBTİ+’lar ve yakınları da toplumun önemli bir kesimini oluşturmaktadır. LGBTİ+’lar ve yakınları siyasi partilerde örgütlenmekte, görünür olmakta ve elbette sandık başına gitmektedir.

Gün geçtikçe hakları konusunda daha da bilinçlenen LGBTİ+’lar  ve insan hakları ve demokrasiden yana bir tutumun cinsiyet kimliği, cinsel yönelim çeşitliliğini kapsaması gerektiğini savunan yurttaşlar sandık başına gittiğinde, siyasi partilerin LGBTİ+ hakları konusundaki tutumunu da göz önünde bulundurarak oy tercihini belirleyebilmektedir. 

LGBTİ+’lara psikolojik, hukuki ve eğitim desteği

Derneğe hukuki, psikolojik ve eğitim anlamında başvurmak ve destek almak mümkün. Buradan hareketle bu alanlarda en çok hangi konularda size ulaşılıyor, yardım talep ediliyor? 

Aslında bu üç alanda LGBTİ+’ların bizlerden destek aldığı konular çok çeşitli. Ama özellikle hukuki destek alanında cinsiyet uyum süreci, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim temelli ayrımcılık ve şiddet konularında çokça destek sağlanırken, psikolojik destek alanında dayanışma sağladığımız destek konuları daha da çeşitleniyor.

Kişiler açılma süreci, zorbalık, şiddet, ilişki problemleri, bağımlılık vb. konularda profesyonel destek alabilmek için bize başvuruyorlar.

‘Destek için başvuran LGBTİ+’lar yaşadığı şehri paylaşmaktan çekiniyor’

Kişilerin bizlere ulaştığı bölgeler de oldukça çeşitli, aylık raporlarımızı incelediğimizde danışanların çoğu zaman yaşadıkları şehri bizimle paylaşmaktan çekindiğini gözlemliyoruz. Lakin İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya gibi şehirler aylık olarak en çok başvuru aldığımız yerler. Bu şehirleri görece daha az olarak diğer bölgelerdeki şehirler takip ediyor ve her ay mutlaka her bölgeden başvuru almış oluyoruz.

‘İstanbul Sözleşmesi’yle birlikte içinde ‘cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği’ geçen tek hukuki dayanak ortadan kalktı’

İstanbul Sözleşmesi için mücadele devam ediyor ancak sözleşmeden imza çekilmesinin bugün Lgbti+lar için nasıl sonuçları oldu?

Türkiye’de kabul edilen yasal mevzuatta, içerisinde açıkça “cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği” ifadesi geçen tek hukuki dayanak ortadan kalkmış oldu. Yargılamalarda, karakolda, kamu kurumlarında yer yer bu ifadeye dayanılarak elde edilebilen kazanımların önü kesildi, diyebiliriz. Ancak şunu söylemek gerekir ki İstanbul Sözleşmesi hiçbir zaman  tam olarak uygulanmadı. O nedenle ufak kazanımlar ancak hak ihlallerine karşı hukuk mücadelesi veren savunma tarafından zorla kazanılmış kazanımlardır.

Fotoğraf: Esra Tokat / csgorselarsiv.org

‘LGBTİ+’lar iktidar tarafından hedef haline getirilmeye çalışıldı’

Koruyuculuğu ve önleyiciliği bakımından önemli bir uygulama pratiği sunan sözleşmeden çekilme kararının gerekçesi yapılan LGBTİ+’lar bu yolla iktidar tarafından hedef haline getirilmeye çalışıldı. Kısıtlı derecede uygulanan İstanbul Sözleşmesi hükümleri nefret saiki ile işlenen suçlarda çoğu kez uygulanmıyor davalar cezasızlık ile sonuçlanıyordu. 

‘Devlet açıkça ‘LGBTİ+’ları hukuki olarak korumayacağım’ dedi’

Çekilme kararıyla ve kararın açıklaması olarak sunulan gerekçeyle birlikte devlet açık olarak ben ‘LGBTİ+’ları hukuki olarak korumayacağım’ da demiş oldu. Bunun sonuçlarını artan yürüyüş etkinlik yasaklarında, LGBTİ+’lara yönelik saldırılarda faillerin cezasız kalmasından görebiliyoruz. 

Fotoğraf: Dilara Açıkgöz / csgorselarsiv.or

LGBTİ+fobik nefret saldırıları/cinayetleri cezasız kalırken LGBTİ+’lar tabii ki adalete erişemiyorlar’

LGBTİ+’lar adalete erişim sağlayabiliyorlar mı? 

LGBTİ+’lar adalete erişemiyorlar. Bunun en önemli sebeplerinden biri tekrar tekrar adalet mekanizmaları ve uygulayıcıları tarafından mağdur edilmekten çekinmeleri.

Her türlü hukuki, cezai, idari yargılamada bu maalesef çok haklı bir çekince çünkü yargı mensupları ve devamında aslında bütün bir sistem LGBTİ+’ların karşılaştıkları hak ihlallerine cevap vermekten çok uzak. Bunun da en önemli sebebi, adalet politikasının LGBTİ+’ları kapsamayışı ve daha genel olarak LGBTİ+ karşıtı nefret politikasının bir ideoloji olarak devlete yerleşmesi. Oysa tabii ki her ne kadar cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği sayılmasa da Anayasanın 10. maddesi gereği herkes kanun önünde eşittir. Ancak pratikte gökkuşağı bayrağını yasadışı örgüt flaması olarak görüp iddianame düzenleyen savcılar varken, Maçka’da piknik yapmak yasaklanırken, homofobik ve transfobik nefret saldırıları/cinayetleri yıllarca sürüncemede ve cezasız kalırken LGBTİ+’lar tabii ki adalete erişemiyorlar.

Ne yanlış ne de yalnızsın

LGBTİ+ mücadelesinin içerisinde olmak ve bu hakkı savunmanın sizlere nasıl faydaları oldu, sizleri nasıl geliştirdi?

LGBTİ+ hareketinin bir sloganı var, ‘’Ne yanlış, ne de yalnızsın’’. Bir özne olarak bu sloganının gerçekliği ile mücadelenin içinde çoğu kez karşılaştım diyebilirim.

‘Mücadeleye devam etmek yaşamaya da devam etmek demek’

Kendimiz gerçekleştirirken çoğu kez ekonomik, fiziksel, sosyal, hukuki  gibi çeşitli düzeylerde baskılara maruz kalıyor ve bu esnada bazen karamsar, umutsuz, yalnız hissedebiliyoruz. Bu durumlarda kolektif bir hareketin parçası olmak, oradan beslenmek, birlikte üretmek ve düşünmek umutsuzluk çemberini kırmanın da, hayat devam etmenin de gücünü birbirimize taşıyor.

LGBTİ+ haklarını savunmak demek, kendi yaşamını, adını, varoluşunu, nefes alma hakkını, yaşam hakkını savunmak demek. Birbirinden koparılamaz, ayrılamaz şeyler bunlar. O nedenle mücadeleye devam etmek yaşamaya da devam etmek demek.

 

Uzay çöpü: İnsanın gezegeni aşan kirliliği

Çöp deyince hepimizin aklına çöplükler, kirli nehirler, denizlerdeki plastikler ve benzeri şeyler geliyor. Bununla beraber insanın olduğu her yerde çöplüğün olduğu da hepimizin artık kanıksadığı bir durum. Bu da oldukça doğal, çünkü çöp denen olgu insana ait ve insan olduğu her yere beraberinde çöpünü de götürüyor. Kimi zaman çöp ve özel olarak da plastikle ilgili çıkan haberlerin şaşırtıcılığı da insan faaliyetlerine olan uzaklıkla ilişkili. Hatırlayın kutuplarda ya da Mariana çukurunda plastiklere rastlanıldığında hepimiz oldukça şaşırdık. Ancak yine de en sonunda vardığımız kanı, dünyanın insana ait olduğu ve insanın yarattığı tahribatın oralara kadar ulaşmasının da anlaşılabilir olduğudur. Tabii ki bu oldukça hatalı ve bir o kadar da tehlikeli bir kanı. Son tahlilde bu kanının ortaya çıkarttığı durum artık tolere edilebilir limitlerin aşıldığı bir kirlenme durumu!

İnsanın tahrip gücü boyutlarını aşabilecek düzeyde. Bunu stratosferde taşınan mikroplastik partiküllerden anlayabiliriz. İşte tam da buna uygun yeni (aslında eski) bir haber yine insanın yeteneklerini hatırlamamıza vesile oldu. Haberin konusu uzay çöpleriydi. Aslında bunun diğer bir adı da yörünge enkazı. Ancak yörünge enkazı denildiğinde diğer gezegenlere giden ve orada enkaza dönüşen insan eserleri göz ardı edilmiş oluyor. Dolayısıyla daha genel bir isimlendirme ile insan kaynaklı uzay çöpü tanımı daha doğru olacaktır.

Mars’a insandan önce çöpü gitti

İşte bu uzay çöpleri, kullanılamaz duruma gelmiş olan uydulardan, başka gezegenlere gönderilen ve geri gelmesi mümkün olmadığı için orada bırakılan her türlü araç gereç ve parçaları, hali hazırda uzay boşluğunda gezen ve çeşitli görevleri tamamlayarak atıl hale gelen uzay araçları ya da roketlerin kullanılmayan ya da operasyon esnasında üzerinden ayırdığı atıklardan oluşmaktadır.

Mars’ta araştırmalar yürüten uzay aracı Perceverance’ın termal battaniyesi, yine kendisi tarafından Kızıl Gezegen’in yüzeyinde görüntülendi.

Uzayda yer alan bu çöpler diğer çöplerde olduğu gibi yine sadece insanı etkiliyor. Çünkü bu çöpler insanoğlunun uzay misyonlarını tehdit eder boyuta ulaşmış durumda. Hatırlayın benzer bir durum plastik için de geçerliydi (Geçerli olan kısım sadece insanı etkilediği kısım değil. Hesaba katılmama kısmı). Yıllar boyu fütursuzca üretilen ve sonrasında ne olacağı hesaplanmayan plastik en nihayetinde çağın en önemli çevre felaketi haline geldi. İşte bu uzay çöpleri de insanın ulvi uzay araştırmaları esnasında üretilerek geçtiğimiz hafta haberlere konu olan görüntüyü doğurdu. NASA‘nın Perseverance isimli aracı Mars yüzeyinden çektiği çöp görüntülerini paylaştı. Paylaşılan çöp, 2021 yılında Perseverance’ın Mars yüzeyine inişinde aşırı hava değişimlerinden korunması için üzerine sarılan termal materyalin parçasıydı. Konu mars mesele de çöp olunca haliyle oldukça ilgi topladı.

Bu yılın başında kurulan ABD Uzay Gücü, yörünge enkazını ortadan kaldırmak, uydulara yakıt ikmali yapmak ve onarmak için teknolojiler geliştirmeyi ve yörüngede servis, montaj ve üretim (OSAM) için uzay teknolojileri geliştirmeyi amaçlayan Orbital Prime projesini başlattı.  

İnsanın hayatta kalması bile imkansız olan bir ortamda bu denli belirgin izler bırakabilmesi ne düzeyde istilacı olabildiğimizi ortaya koyuyor. Tabii burada bazı tartışmaları da yapmak gerekiyor. Bunların başında da uzay çöpü meselesinin tartışılma bağlamı geliyor. Yani bu çöpleri tıpkı yeryüzündeki çöplerimizi tartıştığımız çerçeve olan diğer canlıların yaşam hakkının gaspı çerçevesi üzerinden mi değerlendirmemiz gerekiyor? Henüz herhangi bir canlılık belirtisi olmayan bir ortamın kirletilmesi ilginç olduğu kadar etik bir tartışmanın da doğmasına neden olacak gibi görünüyor. Ayrıca bu etik tartışma oldukça kıymetli. Çünkü insan merkezli bakışın kırılması açısından önemli bir eşik olabilir. Şimdilik insanın çöp ayak izinin ulaştığı uzay çöplerini yine insana ve onun ulvi amaçlarına verebileceği etkiler üzerinden değerlendirmekle yetinelim.

Uzay araçları için tehdit büyük

Avrupa Uzay Ajansı‘na (ESA) göre dünyanın yörüngesinde 9.600 tondan fazla çöp nesnesi var. NASA ise 27.000’den fazla uzay çöpü olduğunu belirtiyor. Her ne kadar bu çöpler ABD Savunma Bakanlığı’nın küresel Uzay Gözetleme Ağı (SSN) sensörleri tarafından izleniyor olsa da uzay görevleri için oldukça önemli bir tehdit. Ayrıca bahsi geçen miktardaki çöplerden çok daha fazlası takip edilemeyecek kadar küçük boyutlarda! Her ne kadar uzay görevlerini daha büyük olanlar kadar tehdit etmese de insanlı uzay uçuşlarını ve robotik görevleri tehdit edecek kadar büyük nitelikte.

Özellikle yörüngede bulunan çöplerin hareket hızları düşünüldüğünde herhangi bir uzay aracıyla çarpışması bile büyük problemler yaratabilir. Bunu anlamak için arkadaşınızın suratına bir bardak su çarpabilirsiniz. Ancak arkadaşınızın gözlük ya da yüz koruyucu maske takmasını öneririm. İyisi mi siz yapmayın ama hayal edin, çünkü hayali bile size herhangi bir maddenin çarpışma etkisinin hareket hızına bağlı olarak ne kadar da tahripkâr olabileceğini anlatmaya yetecektir.

Haziran 2021’de Uluslararası Uzay İstasyonu’nun dışında bulunan robotik bir kol, bir uzay çöpünün çarpması sonucu hasar gördü. Çarpma, kol ve termal örtüde bir delik açsa da istasyon hala çalışır durumda. 

Uzay çöplerinin artan sayısı, Uluslararası Uzay İstasyonu ve SpaceX‘in Crew Dragon‘u gibi içinde insan barındıran misyonları da dâhil olmak üzere tüm uzay araçları için potansiyel bir tehdit ve bu tehdit de giderek artıyor. Neyse ki plastik çöplerin etkisini önleme konusunda yeteri eforu sarf etmeyen insanoğlu, uzay çöpü ile çarpışma tehdidini ciddiye alıyor ve Uluslararası Uzay İstasyonu da dâhil birçok göreve yönelik her olası çarpışma tehdidiyle nasıl başa çıkılacağı konusunda uzun süredir devam eden bir dizi modellemeyi heybesine koymuş durumda. Ancak yine de beklenmeyen durumların yaratacağı etkinin ciddi bir maliyeti olacağını akılda bulundurmakta fayda var.

Sonuç olarak insanoğlunun tahrip kapasitesi uzayı da tehdit ediyor dersek yeridir.

Orman değiliz, artık lunaparkız -1

Gençlik yıllarımdan itibaren sanırım en çok dinlediğim iki müzik grubundan birincisi Pink Floyd ikincisi ise MFÖ’dür. Her ne kadar Mazhar Alanson’un son zamanlardaki bazı davranışları bende hayal kırıklığı yaratmış olsa da grubun şarkılarını bundan bağımsız olarak düşünüyor ve dinlemeye devam ediyorum. Yazımın başlığını onların bir şarkısından esinlenerek koydum. Şarkının adı Milli Park. 2006 yılında çıkardıkları AGU adlı albümde yer alıyor. Şarkı sözlerinin bir bölümünü aşağıda aktarıyorum:

“…

Korkunçtur yalnızlığımız
Bir oyun oynanır oyalanırız
Orman değiliz artık milli parkız
Korkunçtur yalnızlığımız
Bir oyun oynanır oyalanırız
Orman değiliz artık milli parkız

…”

Evet, bazı ormanlar gerçekten de artık milli park. Ne yazık ki, bir süredir bazı ormanlar da lunapark olarak düşünülüyor neredeyse. Nasıl diye mi soruyorsunuz? O halde okumaya devam edin.

Milli parkların 150’nci yılı

Doğa korumanın tarihsel derinliklerine girecek değilim ama milli parkların bu açıdan çok önemli bir aşama olduğunu söylemeliyim. Dünyadaki ilk milli park bundan 150 yıl önce ABD’de ilan edildi. Idaho, Montana ve Wyoming eyaletlerinde yer alan bu milli parkın adı Yellowstone.

Türkiye’nin ilk milli parkı ise 1958 yılında 6831 Sayılı Orman Yasası’nın 25’inci maddesine göre ilan edilen Yozgat Çamlığı Milli Parkı. O zamanlar ne bağımsız bir Milli Parklar Yasası ne de Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası vardı. Her iki yasa da 1983 yılında yayımlandı. O zamanlar, zaten, doğa korumayı konuşan geniş kesimler de yoktu. Şimdi söyleyeceğim şey mesleki tutuculuk ya da kendi mesleğini beğenmişlik olarak algılanabilir ama doğa koruma meselesi Türkiye’de uzun yıllar boyunca ormancılığa mahsus bir konu olarak kaldı ne yazık ki. Ormancılar ta 1924 yılında yayımlanan “Türkiye’de Mevcut Bilumum Ormanların Fenni Usulü İdare ve İşletilmeleri Hakkında Kanun”a, bazı orman alanlarının muhafaza (koruma) ormanı olarak ayrılması ve bu ormanlarda odun üretimi yapılmamasının yasaklanmasına ilişkin 8’inci maddeyi koydurmuştu. Ancak bu madde 1950 yılına kadar uygulan(a)madı.

Türkiye’nin ilk korunan alanı 1937 yılında çıkarılan 3116 Sayılı Orman Yasası’na göre 1950 yılında ilan edilen Belgrad Ormanı Muhafaza Ormanı oldu. Yukarıda da belirttiğim gibi, 1956 yılında yayımlanan ve halen yürürlükte olan 6831 Sayılı Orman Yasası’nın 25’inci maddesine göre ilan edilen milli parklar, tabiat parkları ve tabiat anıtları Türkiye’nin korunan alan sisteminin temellerini oluşturdu. 1983 yılında bağımsız bir Milli Parklar Yasası yayımlanırken aynı yıl yayımlanan Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası ile Türkiye’de korunan alan sistemi ormancılık dışında ikinci bir eksen kazanmış oldu. Daha sonraları özel çevre koruma bölgeleri ya da Ramsar Sözleşmesi kapsamındaki sulak alanlar gibi farklı nitelikteki korunan alanlarla Türkiye’deki korunan alan sistemi genişledi.

Korun(a)mayan korunan alanlar

Bu köşede 18 ve 25 Nisan 2020 tarihlerinde “Korunamayan korunan alanlar” başlıklı iki bölümden oluşan bir yazı dizisi yayımlamıştım. Gündem ve kişisel olarak katıldığım bazı etkinlikler beni yine bu konuya dönmeye yöneltti. Son 10 günde, önce ülkenin önde gelen özel sektör kuruluşlarından birinin 50 kadar beyaz yakalı çalışanı ile İzmir ormanlarında ve korunan alanlarında bir farkındalık gezisi yaptık. Karagöl Tabiat Parkı’nda çadırlarda geceledik. Sonra FAO[1] tarafından desteklenen “Türkiye’de Bozkır Ekosistemlerinin Korunması ve Sürdürülebilir Yönetimi Projesi” kapsamında gerçekleştirilen “Korunan Alanlarda Yönetim Etkinliğinin Değerlendirilmesi Eğitimi” programına eğitimci olarak katıldım. Eğitime Türkiye’nin değişik bölge ve illerinden ve değişik görev pozisyonlarından 100 civarında korunan alan yöneticisi katıldı. Onlarla hem eğitim programı çerçevesinde hem de serbest zamanlarda görüş alışverişinde bulunma şansı yakaladım.

6 Haziran’da eğitim programı başlarken Türkiye’nin 46 milli parkı vardı. Bir gün sonra, 7 Haziran 2022 tarih ve 31859 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 5710 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile Konya ili sınırlarında yer alan 1.147 hektar büyüklüğündeki Derebucak Çamlık Mağaraları 47’nci milli park olarak ilan edildi. Eğitim programının son gününde, yani 10 Haziran 2022 tarih ve 31862 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 5724 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile milli park sayımız 48’e çıktı. Bu kez tabiat parkı olarak korunan alan sistemi içerisinde yer alan ve Bolu ili sınırlarında bulunan Abant Gölü’nün koruma statüsü değiştiriliyor ve 1262 hektar büyüklüğündeki alan milli park olarak ilan ediliyordu.

Ne güzel işte, milli parkların sayısı artıyor, korunan alanlar genişliyor denilebilir. Ne var ki, Türkiye’de, her konuda olduğu gibi bu konuda da perdenin önü ve arkası, ilk bakışta görünen ve ilk bakışta görünmeyen yönler var. İlk bakışta görünmeyen yönleri, konu bütünlüğünü sağlamak üzere bu dizinin ikinci yazısına bırakıyorum. İlk bakışta görünen yönlere dönersek, evet milli park sayısı arttıkça korunan alan miktarı da artıyor. Ancak, her ne hikmetse, Türkiye’de koruma-kullanma dengesi açısından korumanın ağır bastığı tabiatı koruma alanları, muhafaza ormanları ve yaban hayatı geliştirme sahaları gibi korunan alanlar değil de kullanmanın ağır bastığı tabiat parkları ve milli parklar gibi korunan alanlar artıyor. Korumanın ağır bastığı korunan alanlar ise bırakın artmayı, azalıyor.[2] Üstelik Türkiye’deki korunan alanların toplam yüzölçümüne oranı dünya ve Avrupa ortalamalarının çok gerisinde.[3]

Konunun perde arkasını ikinci bölümde anlatacağım. Ormanların değişik değişik adlar altında nasıl adeta birer lunaparka dönüştürüldüğünü o zaman daha iyi göreceksiniz. Takipte kalın.

*

[1] BM Gıda ve Tarım Örgütü
[2] Bu konuda daha kapsamlı bilgi için Türkiye Ormancılar Derneği tarafından kısa süre önce yayımlanan “Türkiye Ormancılığı 2022: Türkiye’de Ormansızlaşma ve Orman Bozulması” adlı rapordaki ‘4.4 numaralı Korunan Alanlar ve Rekreasyonel Kullanımlar’ başlıklı bölüme başvurulabilir. Rapora ulaşmak için tıklayın.  
[3] Bu konuda kapsamlı bilgi için buraya bakabilirsiniz.  

Marmara Denizi kurtarılabilir mi?

Adalı Dergisi tarafından 18 Mayıs’tan bu yana gerçekleştirilmekte olan “Marmara’yı Konuşuyoruz” youtube canlı yayınlarının moderatörü Prof. Dr. Haluk Eyidoğan, 15 Haziran’da yapılan beşinci oturumda Prof. Dr. Derin Orhon’u ağırladı. “Marmara Kurtulur mu?” başlıklı konuşmasında Derin Orhon Çevre Bakanlığı’nın İstanbul ile ilgili bir takıntısı olduğunu, aslında İstanbul’un kentsel atık suları temizleyerek denize bırakmak konusunda üzerine düşeni yaptığını söyledi. Profesör Orhon’a göre İstanbul atık sularının yüzde 55’i arıtılarak Boğaz alt akıntısına veriliyor ve bu derin deşarj suları Karadeniz’e geçiyor. Sulardaki organik yük, su altında bir miktar ‘denitrifikasyon’a uğradığından Karadeniz’e vardığında kirliliği de azalmış ya da kalmamış oluyor.

Profesör Orhon’un bu savına karşılık 1954 yılında İstanbul Üniversitesi Hidrobiyoloji Enstitüsü’nü kuran ve 1982’ye kadar başında görev yapan İlham Artüz, İstanbul Yenikapı kolektöründen örneğin derin deşarj ile verilen suların yalnızca yüzde yirmilik bir bölümünün Karadeniz’e ulaştığını 1989 yılındaki bir yazısında ileri sürmekte. Bunu Levent Artüz’ün yakında yayımlanan kitabında okuyoruz (Artüz, 2021, s. 196). [1]

İki farklı bilimsel sav ile karşı karşıyayız. Birisi İstanbul kaynaklı kentsel kirli atık suların yüzde 55’inin Marmara Denizi’ni kirletmediğini söylüyor. Öbürü ise bu oranı çok daha düşük bir seviyede veriyor. Bu fark önemli, zira TBMM Müsilaj Komisyonu Raporu’na göre, İstanbul, Marmara Denizi’ne kıyısı olan illerden Marmara’ya yapılan kentsel/evsel kirli atık suları deşarjlarının yüzde 70’den fazlasının kaynağı durumunda. İstanbul’u sırasıyla Kocaeli ve Bursa takip ediyor (s. 105). Yine aynı Rapor’un Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan aldığı 2022 verilerine göre İstanbul nüfusunun 9,9 milyonun kanalizasyonu sadece fiziksel arıtmadan geçirilerek denize veriliyor. Bu rakamların gelip dayandığı nokta “derin deşarj” meselesi. Fiziksel arıtmadan geçirilerek Marmara Denizi Boğaz’ının derinliklerine deşarj edilen kirli suların sorunsuz bir şekilde hal edildiği argümanına karşılık bunun tamamen yanlış bir uygulama olduğunu söyleyen argüman ile karşı karşıyayız. Karşı argüman için Levent Artüz’ün kitabı okunabilir.

Derin deşarj tartışması

Profesör Derin Orhon’un “Marmara Kurtulur mu?” başlıklı söyleşisinde İstanbul derin deşarjı ile ilgili söyledikleri üzerinde durmak gerekiyor. Eğer İstanbul kanalizasyon sularının yüzde 55’i denizde sorunsuz hal ediliyorsa ileri arıtma tesisleri ihtiyacı açısından İstanbul’un çok da baskı altına alınmaması gerekir. Oysa 15 Haziran tarihinde yayınlanan Çevre Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair 7410 sayılı Kanun”a bakılacak olursa Marmara havzasında yer alan iller arasında İstanbul, Bursa ve Kocaeli için büyükşehir, il ve ilçe belediyelerinin üç yıl sonunda ileri atık su arıtma tesislerini işletmeye almaları zorunluluğu getirilmekte. TBMM Müsilaj Komisyonu’nun İSKİ’den aldığı verilerle derlediği bilgilere göre İstanbul’daki mevcut atık su arıtma tesislerinin toplam kapasiteleri itibarıyla sadece yüzde 30’u ileri atık su tesisi, yüzde 70’i ise fiziksel arıtma tesisi (s. 108). 7410 sayılı Kanun’unu takip edecek olursak fiziksel arıtma tesislerinin ileri arıtmaya döndürülmesi İstanbul yerel yönetimi açısından büyük bir mali tablo anlamına geliyor olsa gerek. 

İstanbul ilinin kanalizasyon sularının Marmara Denizi’nin kirlenmesindeki payı meselesini şimdilik bir kenara koyup Profesör Derin Orhon’un işaret ettiği ikinci bir konuya, sanayinin Marmara’ya döktüğü kirli sular meselesine bakacak olursak, bu konuda 7410 sayılı yeni Kanun’un herhangi bir düzenleme getirmediğini söylemeliyiz. Sanayi atık suları ile ilgili olarak şimdiye kadar gerçekleştirilen tek önlem Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığınca bir sene önce yayınlanan 2021/13 sayılı Marmara Denizi Eylem Planı Kapsamında Deşarj Standartlarında Kısıtlama Genelgesi.

Atıksu tesisleri için 50 milyon Euroluk kaynak gerekiyor

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından hazırlanan Marmara Denizi Bütünleşik Stratejik Planı 2021- 2024 Raporu’nda Marmara Denizi Havzasında yer alan 61 Organize Sanayi Bölgesi’nden 45’inin atık sularını  doğrudan ya da dolaylı olarak denize verdiği belirtiliyor. OSB’lerin üst kuruluşu ÖSBÜK Yönetim Kurulu üyesi Mustafa Rahmi Türker’in TBMM Müsilaj Komisyonu’na verdiği bilgilere göre de “bölgedeki OSB’lerin atıksu arıtma tesisi revizyon, bakım-onarım, kapasite artışı ve yeni tesis yapımı için yaklaşık 50 milyon euroluk bir kaynağa” ihtiyacı bulunmakta (s.110). Bu rakam OSB’lerin yanı sıra münferit sanayi tesisleri, endüstri bölgeleri ve serbest bölgelerde yer alan sanayi tesislerinin hepsi düşünüldüğünde çok daha artacaktır. 2021’de Bakanlık tarafından açıklanan Marmara Denizi Koruma Eylem Planı’nda [2] sanayi kirli su atıkları ile ilgili tariflenen eylemler “atıksu arıtma tesislerini gerektiği gibi işletmeyen OSB’lerin rehabilitasyon ve iyileştirme çalışmalarıyla ileri arıtma teknolojilerine geçişinin hızlandırılacağı” ve soğutma sularının Marmara Denizi’ne etkilerinin azaltılmasına yönelik tedbirlerin” alınacağı başlıklarından ibaret.

Sanayinin yarattığı kirliliğin boyutlarını bu söylenenlerden ve eylem başlıklarından anlamak mümkün değil. İzmit Körfezi’ndeki deniz hayatının nasıl sona ermiş olduğunu kavramak bir başlangıç olabilir. TBMM Müsilaj Komisyonu Raporu’nda belirtildiği gibi “İzmit bölgesinde gelişen ötrofik koşullar sudaki çözünmüş oksijen miktarını ciddi oranlarda azaltmış ve 2016 yılında ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü tarafından yürütülen bir araştırmada İzmit’in doğu baseninde mikromolar seviyelerde H2S [çürümüş yumurta kokan sülfür] kimyasalına rastlanmıştır.” (s. 78)  İzmit Körfezi petrol rafinerileri, tersaneler, çimento, gübre, tarım ilacı, metal, deterjan ve boya fabrikaları ve gemicilik, liman faaliyetlerinin çok yoğun olduğu bir sanayi bölgesidir.

Sanayinin Marmara Denizi’ne bıraktığı kirli su, miktar olarak kentlerden gelen kentsel/evsel atık su miktarından az olmakla birlikte bu su ağır metaller ve zehirli maddelerle yüklü. Konuşmasında, Orhon, endüstriyel atık sularda azot ve fosfattan oluşan organik yükten ziyade toksik kimyasalların ağırlık taşıdığını belirtti ve sanayi kirli sularını taşıyan Ergene Nehri’nin Marmara’ya akıtılmaması gerektiğini ifade etti. Oysa Tekirdağ ve havzasındaki OSB’lerden toplanan tüm sanayi atık suları Marmara’ya yönlendirilmiş vaziyette.

Marmara Denizi kurtarılabilir mi? Bu soruya mevcut ekonomi politikalar içinden cevap vermeye çalışıldığında ileri arıtmaya geçmek dışında önlemler masaya gelmiyor. Bir önceki yazıda bu konuya değinmiştim. İleri arıtma önlemlerinin mali yükünün nasıl karşılanacağı da belli değil. Profesör Orhon’un önerisi radikal: Marmara’nın kurtarılması için havzaya yığılmış 25 milyon nüfusun havza dışına dağıtılması gerekiyor. Bu bir nüfus mühendisliğinden ziyade yeni bir sosyal-ekonomik- ekolojik refah/mutluluk yaklaşımı ve yaşama bakış açısı şeklinde yorumlanabilir. Toprak, su, canlılar ve insanların birbirlerinin değerlerini bildiği ve koruduğu, küçük mutlulukların birleşerek ortak refaha açıldığı yepyeni bir iyi yaşam felsefesi.

*

[1] Levent Artüz, Marmara Denizi’nin Kirletilmesinin Yakın Tarihi, 2021, Kırmızı Kedi Yayınevi.
[2] Marmara Denizi Eylem Planı için tıklayın. 

 

 

[Onur Ayı özel] Fırat Söyle: İnsanların eşitliğine inanılmadıkça yasalar sizi bir yere kadar koruyabilir

“Belki 40 kişiydik, yıllar içinde on binler, belki elli binleri bulan bir dalgaya dönüştü Türkiye‘de. Çok güzeldi. Polis de vardı, herkes vardı. Esnaf, insanlar, turistler merakla heyecanla bakıyordu, ‘kim bu neşeli insanlar’ diye. Bir karnaval havasıydı ama aynı zamanda bir kimlik mücadelesiydi. 2015’e kadar her yıl yapıldı. Hükümet olarak yine AKP vardı: İstanbul Valisi, kolluk kuvveti… Bütün bu kurumlar aynı şekilde duruyor ancak siyasi söylemler çok daha farklılaştı.”

Lambdaistanbul LGBTİ Dayanışma Derneği’nden Avukat Fırat Söyle, 2003 yılında Taksim Mis Sokak‘ta düzenlenen ilk Onur Yürüyüşü‘nü böyle anlatıyor.

Türkiye’de yasalar ve yargının şiddeti önlemeye tek başına yetmediğini vurgulayan Söyle‘ye göre emsal kararlar, içtihatlar, mevuzatlar yetmiyor: “Sorun devletin ve siyasetin eril şiddetle sarmalanmış olması.”

İstanbul Sözleşmesi‘nden çıkıldığında elimizde kalan en önemli şeyin 6284 Sayılı Kanun olduğunu belirten Söyle şöyle diyor:

“Fakat yasalar sizi bir yere kadar koruyabilir. Sistem bize şu an sadece cezalandırma yöntemiyle şiddetin ıslah edilmesini çözüm sunuyor. Ama en nihayetinde eril şiddetin ortadan kaldırılması gerekiyor.”

LGBTİ+lar için şiddetin yalnızca Adliye Saraylarında değil, en küçük yerde bşladığını vurgulayan ve “Ev içinde, apartmadna, sokakta,  mahallede şiddet söz konusu. Gelenekler, dini inançlar çok büyük etken” diyen Söyle, Türkiye’de son zamanlarda hayatın her alanının siyasete bağlı olarak muhafazakarlaştığını ifade ediyor:

İsveç‘in Finlandiya‘nın, istediğiniz ülkenin kanunlarını buraya getirin, önemli olan düşünce yapsıı. İnsanların eşitliğine inanmadıkça, farklı cinsel yönelim ve cinsiyet kimliklerindeki bütün insanların; engellilerin, HIV pozitiflerin, yaşıların eşitliğine inanmadıkça mümkün değil. Her gün bir şiddetler karşı karşıya kalıyoruz. Bu bir siyasinin açıklaması, olabilir, sosyal medyanın da yaygınlaşmasıyla beraber de iki kelimeyi bir araya getiren bir insan size şiddet uygulayabiliyor Twitterdan, Instagramdan .. İll de gelip size bir şeyle vurmasına gerek yok. Yani nefreti insanların kafasından çıkarmamız gerekiyor.”

[Bir şarkının hikayesi] Aqualung/ Jethro Tull

Genellikle bir rock grubunda bir veya iki gitarist, bir baterist ,bir bas gitarist ve bir solist vardır. Bazılarında da klavye çalan bir grup üyesi bulunur. Ancak bunlara özgün bir enstrüman ilave edildiğinde, hele bir de bu enstrüman rock müzik kalıpları içerisinde  kullanıldığında ortaya çok farklı tatların çıktığına şahit olabiliyoruz.

Jethro Tull’ı döneminin diğer rock gruplarından farklı kılan ve progresif rock müziğin kilometre taşlarından biri olmalarını sağlayan en önemli özelliklerinden biri, grubun kurucusu ve solisti Ian Anderson’un usta flüt yorumlarıyla, bu müzik türüne getirdiği farklı sound olmuştur.

Johann Sebastian Bach’ın 1700’lerin başında lavta için yazdığı ve gitaristler arasında tartışmasız en ünlü klasiklerden biri olan “Mi Minör Bourré”, yaklaşık üç yüz yıl sonra, 1969 yılında Jethro Tull tarafından yorumlanmıştı. Ian Anderson’u  barok bir melodiyi  jazz rock formatında yorumladığı ikonik flüt solosu, şarkının bulunduğu “Stand Up” albümünün İngiltere listelerinde 1 numaraya çıkmasında önemli bir rol oynamıştı.

‘En beyinsel müzik albümlerinden’

Jethro Tull’un dördüncü stüdyo albümü olan “Aqualung”, din ve Allah temasının işlendiği konsept bir albüm olarak kabul edilmişti ve bir yorumcuya göre “Milyonlarca Rock dinleyicisine ulaşan en beyinsel müzik albümlerinden biri” idi.

Jennie Franks’ın çektiği çektiği fotoğraflardan yapılan illüstrasyon.

1971 yılında Ian Anderson’un sanat okulunda okuyan eşi Jennie Franks  bir proje için evsizlerin fotoğraflarını çekiyordu. Bazı evsizlerle sohbet etmiş ve onların üretken ve normal bir yaşam sürerken nasıl kısa bir sürede yemek artıkları ile beslenip parklarda yatmak zorunda kalacak bir duruma düşmelerini hayretle dinlemişti.

Jennie fotoğrafları eşi ile paylaşmış ve beraberce hayal ürünü bir evsizin hikayesini kaleme almışlardı. Sonradan Ian Anderson’la boşanmış olsa da Jennie Franks, sözlerine katkıda bulunduğu bu şarkının telif haklarından yararlanabilmişti.

Şarkı, Ian Anderson’un deyimi ile “dilencilik ve evsizlik gerçeği ile nasıl başa çıkıldığına dair suçluluk ve kafa karışıklığı ile ilgili” idi.

Jennie evsizlerin biriyle de arkadaş olmuştu ve projesi bittikten sonra fotoğraflarını kendisi ile de paylaşmayı teklif ettiğinde, evsiz kişi kendisine oldukça şüpheci yaklaşmıştı. Rock tarihinin en ikonik imajlarından biri olacak olan albüm kapağı, benzer şüpheci duruşu sergileyen  bir evsizin resmedildiği bir illüstrasyon olmuştu.

Albümün kapağını resmetmek üzere Amerika’dan Londra’ya uçan ressam Burton Silverman, Island Stüdyoları’nda grubun provalarını dinledikten sonra şarkıda “Burnundan sümükler akan/Yağlı parmakları eski püskü giysilerine bulaşan” şeklinde tarif edilen evsizi Ian Anderson’a benzeyecek şekilde resmetmişti.

Ian Anderson’un hayal ettiği evsiz adamın solunum problemleri vardı ve ona “Aqualang” takma ismini verdi. O sırada TV’de seyrettiği “Sea Hunt” adlı programda su altında geçen birçok sahne vardı ve programın kahramanı “Aqualung” olarak adlandırılan bir solunum ekipmanı kullanıyordu. Su altındaki keşifleriyle ünlü Fransız bilim adamları Jacques Cousteau ve Emile Gagnan tarafından 1943’te keşfedilen ilk bağımsız sualtı solunum cihazı olan “Aqualung”, bugün scuba ekipmanı olarak bilinen bir regülatör ve sıkıştırılmış havanın bulunduğu tüpten oluşuyordu.

Alameti farika flüt bu kez yok

Fakat Ian Anderson’un gözden kaçırdığı  bir şey vardı. Aqualung aynı zamanda scuba dalış sporları sektöründe bilinen bir markaydı ve “Aqualung Corporation of North America” sanatçıya markalarının izinsiz kullanımı nedeni ile dava açtı. Dava zaman içerisinde düşse de Ian Anderson’u oldukça endişelendirmişti.

Aqualung, Jethro Tull’un en meşhur parçası olmasına rağmen Ian Anderson “alametifarikası” olan flütünü bu şarkıda kullanmamıştı. Ayrıca parça single olarak da yayınlanmadı. Ian Anderson şarkının neden single’ının çıkarılmadığını açıklarken şarkının radyolarda çalınmak için çok uzun ve epizodik olduğunu söylemişti. Şarkı gürültülü bir gitar riffiyle başlıyor, daha sonrasında yumuşak ve akustik bölümlere geçiliyordu. Anderson, Led Zeppelin’i örnek göstermiş ve onların da single çıkarmadıklarının dikkatini çekmişti.

1971 yılında Aqualung’un ne single’ı yayınlanmış ne de şarkının bir video klibi vardı, ama kim demişti ki 50 yıl sonra bir şarkıya video klip yapılamasındı?

Aqualung’ın 50.yılının anısına Jethro Tull bir animasyon video yayınladı.  Anderson videonun direktörü olarak İranlı yönetmen Sam Chegini ile anlaşmıştı.

Video, Aqualung albümünün ikonik kapağı, ünlü yaşlı adam illüstrasyonu ile başlıyordu. Ian Anderson, rotoskop animasyon efekti ile bir cameo görünümü şeklinde birçok sahnede karşımıza çıkıyordu.

 

20.yüzyılda başlayan ve Suriye’deki savaş sonrasında en tepe noktasına ulaşan mülteci krizine çok sarsıcı görüntülerle değiniliyordu. Hepimizin hafızalarında çok acı bir görüntü olarak yer eden, Aylan Kurdi’nin Bodrum sahillerinde kıyıya vuran cansız bedeni, Ege ve Akdeniz sularında hayatlarını kaybeden talihsiz insanlar ve kamplarda kendilerine ve ailelerine yeni bir gelecek için umutla yaşama tutunan mülteciler, birbirinden çarpıcı çizgilerle izleyicinin kalbine saplanıyordu.

Şarkıda “Parklarda oturup küçük  kızları kötü niyetle izleyen” yaşlı bir dilenci olarak tanımlanan Aqualung karakteri bile, videoda Akbaba’ya dönüşen ve tüm bu dramın  sorumlusu olarak gösterilen politikacı karakterinden masum gözüküyordu.

Videonun sonunda suların altına gömülen tüm karakterler sanki “İnsanlığın Dibe Vuruşu”nun metaforu idi.

“Aqualung” albümü metal ve hard rock müziğe de çok etkisi olan albümlerden biri oldu. 19 yıllık aradan sonra Jethro Tull 2022 yılında yeni bir stüdyo albüm çıkardı. Albüme adını veren “The Zealot Gene”in animasyon klipinde gene İranlı yönetmen Sam Chegini’nin imzası vardı.

Kaynakça

  • rockpasta.com, The Story Behind “Aqualung”by Jethro Tull,
  • Polcaro R., Jethro Tull’s Ian Anderson explains the meaning of “Aqualung”, 14.11.2021,
  • Sokol T., Aqualung at 50:Jethro Tull’s Half Concept Album Hits Half a Century, 18.03.2021
  • Blistein J., Jethro Tull Release New Animated Music Video for “Aqualung”, 01.04.2021,
  • Songfacts, Aqualung by Jethro Tull.

Yeniden yaşayabilseydik…

Fırtına gibi bir hayat süren ve efsane bir kadın nitelemesiyle biyografisi yazılan Suat Derviş’e bu cümleyi söyleten ve kitabını da yazdıran neydi acaba?

Nasıl yaşarsak yaşayalım hep bir şeyler eksik kalacak ve yapmak isteyip de bir türlü yapamadığımız hayallerle dolu olarak göçüp gideceğiz şu dünyadan. Ölümle biyolojik olarak yüzleşmek zorunda kaldığımızda, hızla geçip gitmiş ömrümüz gelecek gözlerimizin önüne, büyük bir durgunluğun içine hapsolarak. Gençliğin hoyratlığı ve dur durak bilmezliği içerisindeyken hiç bitmeyecek zannettiğimiz zamanın sınırına geldiğimizi göreceğiz büyük bir acıyla. Ne diyordu şair “ her ölüm erken ölümdür.”*

Daha yaşayacağımız ne yolculuklar, düzelteceğimiz ne hatalar, dileyeceğimiz ne özürler, gerçekleştireceğimiz ne ütopyalar, sınırları aşan ne çılgınlıklarımız olacaktı oysa. Ama işte ölüm döşeğindeydik. Hem de bir öte tarafın olmadığını, gerçekten sona geldiğimizi, ikinci bir hayatın olmadığını bilerek. Edebiyat tarihinde insanın bu son çırpınışı ya da ölümsüzlük arzusu çok kereler işlenmiştir. Örneğin, Rilke’nin tek ve otobiyografik romanı olan Malte Laurids Brigge’nin Notları’nda ölüyor olmanın sancısı ve ölememenin ağırlığı müthiş bir atmosferle sarar sizi. MÖ 2. binyılın sonlarında yazılan Gılgamış destanında ise Uruk Kralı Gılgamış ölümsüzlük peşinde dünyayı dolaşır. Son örneğimiz de Parfümün Dansı’ndan olsun! Romanın karakterleri Alobar ve Kudra ölümden ölesiye kaçarlar ve ikisi birlikte sınırsız yaşamın peşine düşerler.

Reenkarnasyon isteği

“Yeniden Yaşayabilseydik”in Şadan’ı ise uzun yaşamaktan çok, tekrar yaşayabilme arzusundadır. Kulak verelim Suat Derviş’in, ölümün eşiğine gelmiş Şadan için isteğine:

“Daha yüzlerce seneler yaşasa, acaba hayatının şu gaflet içinde geçen yetmiş senesinde yaptığı hataları tamir edebilecek mi? Tamir edebilmek… Bu imkânsız bir şey. Bu tamir kabul etmez. Sadece bu geçen hayatı, bir kere daha ta başından itibaren yeniden yaşamak lazım o kadar! Bugünkü tecrübelerle yeniden yaşasa… O zaman yapmış olduğu bütün yanlışlıkları tekrar etmez. Bütün hataları tamir eder ve bu ömrü tatlı, mesut yaşanmaya hakikaten layık bir ömür olarak geçirirdi.”[1]

Böyle mi olurdu gerçekten? Yaşamadan bilmek zor ama en azından yazarın beklentisi bu yönde. Aslında dünyada yaklaşık bir milyar insan, ruhun sürekli olarak tekrar bedenlendiğine inanmaktadır. Hindularda ve Budistlerde yaygın olan bu reenkarnasyon inancının kökleri Batı’da da Pisagor’a kadar gider. Bu inanç Müslüman toplumlarına da İsmaililer aracılığıyla geçmiştir. Pisagor’un felsefesini, İskenderiye okulu ve İslamın ezoterik yorumuyla buluşturan İsmaililer, tıpkı Budizmin reenkarnasyon anlayışında olduğu gibi bu hayat ne kadar güzel yaşanırsa bir sonraki hayata daha üst mertebeden gelineceğine inanıyordu. O nedenle adil yaşamak en önemli öncelikleriydi ve bunun için her türlü eylemi göze alabiliyorlardı. Bu inancın tarihini daha birçok uygarlık ve toplum üzerinden çok gerilere götürebileceğimiz konusunu antropologlara bırakarak, biz insanın ihtiyacına odaklanalım. İnsan psikolojik bağlamda, ölümün bir son olacağına inanmak istemiyor belki de. Ve bu nedenle de hem kendisini rahatlatmak hem de eylemlerine öte dünya inancı ya da reenkarnasyon üzerinden ahlaki bir boyut kazandırmaya çalışıyor.

Evliliğin geç kalınmış muhasebesi

Şadan, ölüm döşeğinde gözlerini bile açmakta zorlanırken çocukluğundan itibaren tüm hayatının bir muhasebesine girişir. Ve bu hesaplaşmada en büyük yeri, Fazıl‘la yaptığı evliliğin boğuculuğu tutar. Genç yaşta aşık olup evlendiği, hayranlık duyduğu ve hatta yanındayken kendini bir hiç gibi hissettiği adamı tanıdıkça ilişkisine dair bütün hayalleri sönmeye başlar. Zannettiği kişi aslında bir maskeden ibarettir. İttihat Terakki’nin cesur, aslan yürekli kalemşörü Fazıl, 31 Mart gerici ayaklanması gibi ilk vakada saklanacak delik arar. Görüntüyü kurtaracak kadar dahi bir cesaret göstermeyişi ve korkaklığını da saklayarak, tehlike geçer geçmez yine aslan kesilmesi ise Şadan’ı iyice çileden çıkarır. Artık Fazıl’a en ufak bir saygısı kalmaz ve onu küçük görür hale gelir. İşin garip tarafı, Fazıl da bunun farkındadır. Daha sonra yazarak çıkar elde ettiğini de öğrenince Fazıl’a olan ilgisi büsbütün kaybolmuş, kişiliğine olan saygısından eser kalmamıştır:

“Evet, sevip evlendiği, bir muharrir zannettiği bu adam, süslü bir kisve gibi giydiği güzel bir şahsiyetten kendi gözleri önünde yavaş yavaş soyundu. Ve çirkin bir manevi varlıkla karşısında çırılçıplak kaldı. Onu, onun yanında, çok yakınında yaşarken kaybetti. Onu yanında ve çok yakınında yaşadığı için kaybetti.” 

İşlettiğim sahafta sohbet halindeyken bu hikâyeyi mücellit ve çok iyi bir okur olan Kenan Şimşirgil’e ( nam-ı diğer Kenan Amca )  heyecanla anlatınca, bahsettiğim karakterin 31 Mart ayaklanmasında Romanya’ya kaçıp, ortalık durulunca geri dönen İttihat Terakki’nin meşhur gazetesi Tanin’in en tanınan yazarı Hüseyin Cahit Yalçın olduğunu söyledi. Seksen beş yaşındaki Kenan Amca’nın edebiyat ve tarih hafızasına, her sohbetimizde hayranlığımın bir kat daha arttığını söylemeliyim.

Şadan bütün bunları görüyor olmasına rağmen, romanda kendi ifadesiyle belki alışkanlıktan belki de merhametten kaynaklı sanki bir acizlik içindeymiş gibi bu evliliği bir türlü bitirememiştir. Bu haliyle bitmeyen bir evlilik, kişinin başına gelebilecek en büyük işkencelerden birisidir aslında. Çünkü hayatta tek geri döndüremeyeceğiniz şey zaman ve onun getirdikleridir. Ancak buna rağmen etrafınıza bir baktığınızda kötürüm evliliklerden geçilmediğini rahatlıkla görebilirsiniz. Bu durum birçok başka edebiyat eserine de sayısızca konu olmuştur. Örneğin, Philip Roth’un Bir Erkek Olarak Yaşamım romanının karakteri Peter, yerlerde sürüklenen evliliğini bitirmesi için yalvaran ablasını dinlemeyip, sonrasında geçen zamana ah eder. Çoğumuzun da ettiği gibi.

“Bir insan ömrünü neye vermeli”**

Şadan, kocası, çocuğu, arkadaşlık ilişkileri ve hayatta peşinden koşturduğu şeyleri gözden geçirdiğinde  derin bir hüzün duyar. Hayatta bir amacı, mücadelesi ve anlamlı gördüğü bir uğraşı olmak yerine, daima sürüklendiğini büyük bir acıyla duyumsar:

“Ve bu kadar gülünç şeylere bu kadar kısa bir hayatı bağlayıp mahvedişi ise acıklıydı. Kuvveti olsa şimdi bu gülünçlüğe acı gözyaşlarıyla ağlardı. Yaşamak…Yaşamanın kıymet ve değerini bilerek yaşamak, onun ne kadar kısa ve ne kadar geçici bir şey olduğunu bilerek yaşamak lazımdı. Ama bunu hiçbir insan bilmiyordu.” 

Suat Derviş ve Reşat Fuat Baraner.

Yaşamın anlam ve amacı psikanalistlerin, felsefecilerin ve yer yer de edebiyatın en büyük uğraşlarından birisi olmuştur. Suat Derviş, yaşamı boyunca sürekli hem zihinsel, hem de bireysel ve kolektif bir hareketlilik içinde olmasına rağmen hep bu sorunun izini sürmüştür. Onun, Nezihe Muhiddin’le birlikte ilk feminist dergiyi çıkarmaktan, komünist örgütlü faaliyete, uluslararası kadın kurultaylarında çalışmaya, gazeteciliğe ve Avrupa’da önemli dergilerde yazmaya kadar uzanan süreçlerde de sorgulama ve değişim arzusu hep canlı kalmıştır. Oldukça fazla ve nitelikli yazınsal üretimlerinin yanında hayatıyla da adeta durağanlığa ve statükonun kahrediciliğine meydan okumuştur. Bu anlamıyla, “Yeniden Yaşayabilseydik” romanında, özellikle içerik açısından biyografik öğeler oldukça azdır diyebiliriz. Çünkü o, bırakın kötü giden bir evliliği terk edememeyi, 20.yüzyılın ilk yarısında yaşamış olmasına rağmen üç evliliğini de kendisi bitirmiş, dördüncü evliliğini TKP’nin yöneticilerinden Reşat Fuat Baraner’le yaparak noktayı koymuştur.

İkinci bir yaşam şansımız olmadığına göre, ölüm kapıyı çaldığında yaşadım diyebilmek için öncesinde ne yapmış olmak gerekir? Bu soruya çok farklı cevaplar verilebilir ve veriliyor da. Kimisi biriktirdiği an-ları yaşam olarak görüyor, kimisi bir eser bırakmayı kimisi de diğerkâmlığı. Yani diğerleriyle, kendi ve başkaları için bir şeyler yapmak. Bireyin, toplumun ve gezegenin esenliği için uğraşıyor olmak. Benim yaşam yolum da bu sanırım, elimden geldiğince ve kudretimi abartmadan!

*Cemal Süreya
** Zülfü Lİvaneli

[1] Suat Derviş, Yeniden Yaşayabilseydik, İthaki Yayınları, 2021

Şişelenmiş suyun neden son kullanma tarihi var?

Yazan: Alexandru Micu

Yeşil Gazete için çeviren: Canan Soylu

*

Gıda etiketleri üzerindeki son kullanma tarihlerini anlamak oldukça basittir, kiimse bozulmuş gıdaları yemek istemez. Ancak bu tür tarihlerin su şişeleri üzerindeki amacı çok daha az anlaşılırdır. Bu sıvı, hepimizin bildiği gibi, denizlerde ve okyanuslarda birikir ve milyarlarca yıl boyunca orada taze kalır. Peki nasıl oluyor da şişeye döküldüğünde bu kadar çabuk bozuluyor; ne oluyor?

Cevap suyun kendisinde değil, ambalajında – plastik şişede – ve tüketilmesi amaçlanan ürünleri yöneten yasalarda yatıyor. Detaylandıralım.

İlk olarak: Yasal bağlam

Dünyanın çoğu bölgesi ve kesinlikle büyük markaların iş yapmak istediği tüm bölgelerin, tüketilebilir gıda ürünlerinin satışı konusunda bazı gereksinimleri vardır. Su, doğal bir madde olmasına rağmen, işlevsel olarak tüketilebilir bir gıda olarak sınıflandırılır ve bu nedenle aynı yasalara tabidir.

Bu bağlamda, tüketilebilir gıdaların ve diğer bozulabilir ürünlerin üzerlerinde son kullanma tarihlerinin neden belirtilmiş olduğuna dair genel bir bakışla başlamak en iyisi olacaktır. Öncelikle halk sağlığını korumaya hizmet ederler; gıdalar, bozuldukları için çok çeşitli bakteri ve patojenler tarafından istila edilebilir. ABD Hastalık Kontrol ve Korunma Merkezi‘ne (CDC)’ne göre, ABD’de gıda kaynaklı, hastalığa neden olan en yaygın beş mikrop Norovirus, Salmonella, Clostridium perfringens, Campylobacter, Staphylococcus aureus’tur ve bunlar hafif ya da şiddetli gıda zehirlenmelerinden doğrudan enfeksiyonlara kadar değişen sonuçlara yol açabilir.

Öte yandan, bu tür etiketler aynı zamanda şirketlerin, ürünlerinin kalitesinin, kullanılması amaçlanan tarihe kadar garanti altına alınmasını sağlar. Bir kişi, tarihi geçmiş etlerin çürük tadı olduğuna dair şikayette bulunmak isterse, şirket etiketi işaret edebilir ve talimatlarına göre kullanılmadığı için amortismana tabi tutulan üründen sorumlu tutulamayacağını açıklayabilir. Dolayısıyla etiketler yasal ve marka savunması olarak da hizmet eder.

Son kullanma etiketlerinin bu ikili doğası, ürün tarihlendirmeyle ilgili federal düzenlemelerin çok gevşek olduğu ABD’de en belirgin haldedir. Amerika Birleşik Devletleri Tarım Bakanlığı’nın Gıda Güvenliği ve Denetim Servisi (FSIS), “Bebek maması dışında, Federal yönetmeliklere göre ürün tarihlendirme gerekli değildir” diye açıklama yapmıştır. Bununla birlikte, “tarihler, gerçeğe uygun ve yanıltıcı olmayacak şekilde ve yönetmeliklere uygun olarak etiketlerde belirtilmeleri koşuluyla, Gıda Güvenliği ve Denetimi Dairesi’nin yetkisi altındaki et, kümes hayvanları ve yumurta ürünlerine gönüllü olarak uygulanabilir.”

Ayrıca, bebek maması dışındaki ürünler için, şirketlerin etiketlerine uygulamak zorunda oldukları açık bir ifade yoktur. FSIS, tüketicilerin anlamasında en açık ifade olduğu ve gıda israfını azaltmak için en iyi sonucu verdiğinden “… Tarihine Kadar Kullanırsa En İyisi” (Best If Used By) ifadesinin kullanılmasını tavsiye eder. Ancak yukarıda belirtildiği gibi bu ifadeler çoğunlukla üreticiye bağlıdır. Yaygın olarak kullanılanlar arasında “… Tarihine Kadar Kullanılırsa En İyisi”, “…Tarihinden Önce Kullanılırsa En İyisi”, “Satış Tarihi”, “Son Kullanma Tarihi” ve “Dondurulma Tarihi” ifadeleri bulunmaktadır ve bu ifadelerin ardından tarihler belirtilir. Bu nedenle, birçok gıda maddesine tarih damgalanmış olsa da, belirli bir zaman noktasında ürünün durumuyla ilgili olarak bu tarihin tam olarak ne anlama geldiğini bilmek oldukça belirsiz olabilir.

Şimdi, şişelenmiş suya geçelim.

Polietilen Tereftalat(PET) Sızıntısı

Günümüzde çoğu şişelenmiş su, polietilen tereftalat (PET) plastik içinde paketlenmiş olarak gelir. Bir şişe üzerinde “PET” veya “1” rakamı ile geri dönüşüm sembolü damgalanmışsa, bu tür plastikten yapıldığı anlamına gelmektedir.

Bu malzeme kimyasal olarak oldukça kararlı olmasına ve su ile etkileşime girme eğiliminde olmamasına rağmen, PET plastik şişeler tek kullanımlıktır. Tekrarlanan veya uzun süreli kullanım durumunda, bu plastiğin parçalanması sırasında açığa çıkan bileşikler, içerdiği maddelere sızarak tadını değiştirebilir, olası sağlık sorunlarına yol açabilir veya basitçe, bazı insanları ürünü tüketme konusunda tedirgin edebilir.

Çoğunlukla, sızıntı minimum düzeydedir ve sağlık riski oluşturmaz. Ancak, tek kullanımlık PET plastik şişeler birden çok kez kullanıldığında, yüksek sıcaklıklarda depolandığında veya içerikleri asidik olduğunda sızıntı oranı önemli ölçüde artar.

PET şişelerden suya sızabilen üç ana bileşik, ftalatlar, antimon ve östrojen benzeri kimyasallardır.

Ftalatlar (plastikleştiriciler)

Adında geçiyor olmasına rağmen polietilen tereftalat (PET) bir ftalat değildir; ancak yukarıda bahsi geçen bu bileşikler, esneklik, şeffaflık, dayanıklılık veya dirençlilik gibi belirli fiziksel özellikleri geliştirmek için PET plastiğe eklenebilir. Ve zamanla suya sızabilirler. Xiangquin Xu ve arkadaşlarının, Environmental Research and Public Health’de (2020) yayımlanan çalışmasına göre, kısa süreliğine oda sıcaklığında tutulan plastik şişe sularında bile bu tür sızma yavaş olmasına rağmen yine de fark edilebilir ölçüdedir. Ancak daha uzun depolama süreleri, yüksek sıcaklıklara ve UV ışınlarına maruz kalma, ftalatın suya sızma oranını artırmaktadır.

Ftalatlar, diğer adıyla “plastikleştiriciler” olarak bilinen, nispeten geniş kapsamlı bir kimyasal sınıfıdır ve tam yapılarına bağlı olarak vücutta oldukça geniş bir etki yelpazesine sahip olabilir. Ftalat maruziyetinin bildiğimiz daha ciddi sonuçlarından bazıları obezite, tip 2 diyabet, astım veya alerji geliştirme olasılığı iken kısırlığa (hem kadınlarda hem de erkeklerde) ve hatta yeni doğan bebeklerde doğum kusurlarına yol açabilir.

Bununla birlikte, plastik su şişelerinin üzerindeki son kullanma tarihi, normal koşullar altında bu sızıntı etkisini hesaba katmak içindir. Yukarıda bağlantısı verilen çalışma, “PET şişelenmiş sudaki ftalat ester içeriğinin bir kısmının plastik şişelerden kaynaklanmakta olduğunu ve bu durumun saklama süresi ve sıcaklığı ile ilişkili olduğunu”, ancak “kısa bir süre için 24 °C’de, güneşten uzakta saklama gibi önerileri takip etmeleri durumunda tüketiciler için yalnızca göz ardı edilebilir bir risk oluşturacağını” buldu. Sonuçlar, temmuz ayında dört hafta boyunca bir araba bagajında PET şişelerde depolanan içme suyu ile dört hafta boyunca oda sıcaklığında depolanarak kontrol edilen içme suyu karşılaştırmasına dayanmaktadır.

Antimon sızıntısı

Stibium olarak da bilinen antimon oldukça faydalı bir yarı metaldir (veya “metaloid”). Bataryasına, debriyajına ve frenlerine güç sağlayan, kurşun bazlı arabada ya da evde bulunabilecek sert bilyalı rulmanlarda bir miktar antimon olma ihtimali vardır. PET’in üretim sürecinde oksit formunda antimon trioksit de kullanılmaktadır. ABD Çevre Koruma Ajansı (EPA), bu ağır metalin kabul edilebilir sınırını 1 litre içme suyu başına 6 mikrogram antimon olarak belirlemiştir.

Güney Dakota Maden Okulu ve Teknoloji Jeoloji Müzesi, Rapid City, Güney Dakota, ABD’de halka açık sergilenen antimon örneği. Kaynak: James St. John / Flickr

Üretim sürecinden sonra bazı antimon bileşikleri PET plastiğin içinde sabit kalır. Westerhoff ve arkadaşlarının Water Reserach’de (2008) yayınlanan çalışmalarında antimon bileşiklerinin normal şartlar altında son derece küçük miktarlarda suya sızdığı belirtilmiştir. Bununla birlikte, yaklaşık 85°C / 185°F civarındaki yüksek sıcaklıklar, antimon sızıntısının güvenlik sınırlarını aşan tehlikeli konsantrasyonlara kadar çıkmasını desteklemektedir.

Aşırı antimon ve antimon bileşiklerine maruz kalmak kolesterolde artışa ya da kan şekeri seviyelerinde düşüşe neden olabilir ve bu bileşiklerin kanserojen olma ihtimali yüksektir. Ayrıca östrojen benzeri etkilere sahip olduklarına dair kanıtlar vardır, yani vücudumuzun hormonal dengesine ve süreçlerine müdahale ederler.

Mineral (köpüklü) su, diğer şişelenmiş su türlerine kıyasla antimon ve antimon içeren bileşikleri farklı bir oranda süzer; bu da sıvının asitliğine ve kimyasal özelliklerine göre değişir.

Östrojen benzeri kimyasallar

“Polietilen tereftalattan (PET) yapılmış cam ve plastik şişelerde paketlenmiş aynı pınarın suyunu karşılaştırırken, plastik şişelerden gelen suda östrojenik aktivite üç kat daha fazladır. Bu veriler, PET ambalaj malzemelerinin östrojen benzeri bileşiklerin bir kaynağı olduğu hipotezini desteklemektedir,” diye açıklıyor Wagner, Oehlmann, (2011), The Journal of Steroid Biochemistry and Molecular Biology.

Ksenoöstrojenler (doğal östrojenleri taklit ederek normal endokrin sistemini bozan kimyasal bileşikler) olarak da bilinen “östrojen benzeri” bileşikler aslında östrojen (kadınların gelişiminde ve cinsel farklılaşmasında önemli bir rol oynayan bir hormon ailesi) değildir, ancak vücutta onun gibi “hareket eder. Bunlar, çeşitli hormonal sistemleri etkiler ve çok çeşitli sorunlara yol açabilirler.

Wagner’ın çalışması, analiz ettikleri ticari olarak temin edilebilen maden suyu örneklerinin %60’ında ksenoöstrojen kontaminasyonu bulduğunu söylüyor.  Ayrıca yumuşakçalar kullanılarak yapılan daha ileri testlerde, plastik ambalajlardan sızan bu bileşiklerin “[canlı organizmalarda] fonksiyonel östrojenler olarak hareket edebildiğini” de tespit edildi.

Bir şişe suyun son kullanma tarihinin olması ilk bakışta garip görünse de, umarım şimdi ona neden ihtiyaç duyduğunuzu daha iyi anlamışsınızdır.

Makalenin İngilizce orijinali

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Afacan renkler

Çocukta çatışma çözme becerisinin gelişmesi eğitimin başat konularından biridir. Bu beceri demokrasi kültürü ve barış sever bir toplum yetiştirme hedefinin ilk basamağını oluşturur. Çatışma çözme becerisi empati yapmak, sorunların iletişim üzerinden üstesinden gelmek başta olmak üzere birçok gelişim alanına dokunur. Geleceğin barış sever toplumunu yetiştirmek adına üzerinde önemle durulması gereken çatışma çözme becerisi nitelikli çocuk edebiyatının da kendisine mesele edindiği bir alandır.

Afacan Resimler kitabının kahramanı Lodolinda, çatışmayı çok renkli ve yaratıcı bir yöntemle çözüyor:

Çatışmaları çözmenin en güzel yolu

“Neşesi yerindeyse sarı-kırmızı laleler üstüne renkli kelebekler konduruyor, ama kızgınsa mor yarasalar, yeşil timsahlar çiziyor. Ya bir de ağlayası varsa, işte o zaman ayın altında salkımsöğütler…”

Kitapta geçen bu cümleler Lodolinda’nın duygularını sanat aracılığıyla ifade ettiğini ve bir sorunla karşılaştığında bunu nasıl çözeceğine dair ipucunu gizliyor. Beklenilen çatışma gelmekte gecikmiyor.

“Lodolinda’nın anne ve babası bir öğleden sonra arkadaşlarının çocukları Federiko’yu Lodolinda ile yalnız bırakarak gezmeye gidiyorlar. Federiko denizdeki hortumun nasıl bir şey olduğunu anlasınlar diye kırmızı balıkları bulaşık makinesine koymak istiyor.”

Lodolinda ve Federiko’nun anlaşmaları pek olası görünmüyor.  Lodolinda kendi yaşam alanına çekilerek resim çizmeye başlıyor, boşta kalan Federiko da ona katılıyor. İşin ilginç tarafı bundan sonra başlıyor. Resim kâğıtları iki çocuk arasındaki çatışmaya ev sahipliği yapıyor. Hikâyenin sahibi artık yazar ve çizer değil. Okur iki çocuğun çizgileri ve kurdukları yeni düzlem üzerinden hikayeyi takip ediyor. Kitapta iki çocuğun olağanüstü yaratıcılıkla resimlediği hikayeler onların hayattaki tutumuna ilişkin ipuçları verirken sonrasında karşılıklı anlayışa dönüşecek bir dostluğa da kaynaklık ediyor.

Sorun çözme araçlarındaki çeşitliliği araştırmayı heveslendiren kitap resim, müzik ya da herhangi bir sanatsal / bilimsel araçla sorunların çözülebileceğini çocuğa çok neşeli bir yöntemle sezdiriyor.

Italo Calvino’nun kaleme aldığı eseri Giulia Orecchia resimlemiş ve Filiz Özdem çevirisini yapmış. Kitap, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmış.

Italo Calvino

Genç yaşta Küba’dan İtalya’ya göç etti. II. Dünya Savaşı sonrası İtalyan kültürünün en önemli adlarından biri oldu. Postmodernizm akımına bağlı kaldı. 1960 yılında yayınlanan “I Nostri Antenati” (Atalarımız) adlı kitabında yer alan fantastik hikâyeleriyle uluslararası bir üne ulaştı. Bilinç akımı yöntemiyle yazdığı ve evrenle insanların yaratılışını konu alan “Kozmokomik Öyküler”den Marko Polo-Kubilay Han ilişkisi çerçevesinde arzu, bellek, yaşam, ölüm gibi temaları büyük bir incelik ve şiirsellikle işlediği “Görünmez Kentler”e; yazma ve okuma etkinliğini, okurun anlatı sanatıyla karmaşık ilişkisini ele aldığı “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu”dan, İtalyan masallarını derlediği ve kendisi açısından bir tür anlatıda ekonomiklik alıştırması olan “Fiabe Italiane”ye (İtalyan Masalları) birçok eseri içeren yazarlık yaşamının son ürünü “Amerika Dersleri”dir.

 

‘İzmir’in Çernobili’ndeki 260 ton nükleer atık İstanbul’a mı getirildi?

İzmir Gaziemir Belediyesi, yerleşimin ortasında bir açık alanda toprağa gömülü radyoaktif atıklarla 2007 yılından beri mücadele ediyor.

Görevde olduğu üç yıldan beri atıkların temizlenmesi için devlet kurumlarıyla anlaşmaya çalışan Belediye Başkanı Halil Arda‘nın resmi bir başvurusuna bugün gelen yanıt ise ilk kez sunulan bir bilgi içeriyor.

Arda’nın resmi yazısına Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Düzenleme Kurumu (TENMAK) tarafından verilen yanıtta bölgedeki 260 ton radyoaktif atığın temizlenerek depolanmak üzere İstanbul’daki depolama tesisine aktarıldığı ve hala depoda saklandığı ifade ediliyor.

Yeşil Gazete’ye konuşan bölge sakinleri ve Halil Arda ise, bu büyüklükte bir çalışmanın yapıldığına hiç tanık olmamış.

TENMAK Başkanı Abdulkadir Balıkçı imzasıyla verilen yanıtta, “günümüze kadar yapılan çeşitli çalışmalarda çıkarılan toplam 260 ton radyoaktif atığın dönemin yetkili kurumu olan mülga Türkiye Atom Enerjisi Kurumu tarafından teslim alınmış olup, İstanbul’da bulunan Türkiye’nin tek Radyoaktif Atık işleme ve Depolama Tesisi’ne nakledildiği, halen burada bulunduğu, tesisin gelecekte Aslan Avcı A.Ş’nin sahada yapılacak iyileştirme çalışmaları kapsamında ortaya çıkacak radyoaktif atıkları da teslim alacağı” bilgileri veriliyor.

Söz konusu depolama tesisisin, yerleşkesi Küçükçekmece‘de bulunan TENMAK Nükleer Enerji Araşırma Enstitüsü (NÜKEN) olduğu anlaşılıyor.

Resmi yanıtta, 260 ton nükleer atığın ne zaman ve hangi yöntemlerle çıkarıldığına dair bir bilgi ise yer almıyor.

Nükleer atığın gömülü olduğu Emrez Mahallesi sakinlerinden Yüksel Taşkın, 61 yaşında ve 13 yıldır Gaziemir’de ikamet ediyor. Konuya ilişkin şu cevabı veriyor:

“Herhangi bir taşımayla ilgili bir çalışma görmedim, aksine, nükleer atık alanının çevresinde önlem yok. Halk, nükleer atık alanını yeşil alan gibi değerlendiriyor ve alanda piknik yapılıyor.”

20 yıldır Gaziemir’de ikamet eden bir başka sakin de, yağmur yağdığında alandan hala dumanlar çıktığını belirtiyor ve hiçbir çıkarma çalışması yapıldığına şahit olmadığını söylüyor.

Yeşil Gazete nükleer editörü ve Nükleersiz.org Koordinatörü Pınar Demircan, böylesi bir çalışmanın çevrede gözden kaçamayacağını şu sözlerle anlatıyor:

“İstanbul’da Radyoaktif Atık İşleme ve Depolama Tesisi’ne götürüldüğü iddia edilen atık miktarının 260 ton olması soru işaretleri taşıyor. Zira bir kamyonun 20 ton toprak taşıyabildiği göz önüne alınırsa Emrez Mahallesi sakinlerinin bu kadar büyük bir miktarın çıkartılarak götürüldüğüne tanık olmadıklarını söylemeleri daha da anlam kazanıyor.”

Öte yandan Demircan, “Eğer bu miktar yıllar içinde yavaş yavaş taşındıysa bile kamuoyu olarak yıllardır hesap sormamıza rağmen 260 ton nükleer atığın taşınmış olduğunu niye şimdi öğreniyoruz?” sorusuna da işaret ediyor.

Yeşil Gazete’ye konuşan Gaziemir Belediye Başkanı Halil Arda da, yıllardır süren çabalarına rağmen böyle bir bilgiyi ilk kez aldığını söylüyor.

Taşındıysa, nasıl taşındı?

Halk ve çevre sağlığı için son derece tehlikeli olan bu tip atıkların herhangi bir şekilde taşınmasına ilişkin mevzuatlar da oldukça detaylı.

Resmi yanıtta atıkların nasıl taşındığına ilişkin de bilgi verilmediğine vurgu yapan Pınar Demircan, “İddia edildiği gibi bir taşıma olduysa bu konuda halkın bilgilendirilmemiş olması, yani önlemlerin alınmamış olması daha da büyük bir sorundur” diyor.

“Bu 260 ton radyoaktif atık gerçekten taşındıysa ne zaman taşınmıştır? Bu taşıma karayoluyla mı deniz yoluyla mı yapılmıştır? Biz kamuoyu olarak böyle bir duyuru duymadık; önceden kamyonların geçeceği hat üzerinde halk bilgilendirilmiş, tehlikeye yönelik bir uyarı yapılmış mıdır?” sorularını soran Demircan, şu değerlendirmeyi de ekliyor:

“Yani TENMAK sorumlu kurum gibi görünmeye çalışmışsa da özrünün kabahatinden daha fazla sorun teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Böylece TENMAK’ın bugün inşası tamamlanmakta olan Akkuyu Nükleer Santrali faaliyete geçtğinde nükleer atıkların ve yakıtın taşınması aşamalarında kamuoyunu önceden bilgilendirmenin gerektiğine dair bir nosyona sahip olmadıkları anlaşılmaktadır.”

Anlaşılıyor ki, Gaziemir Belediye Başkanı Halil Arda’nın bir süredir sivil itaatsizlik eylemiyle dikkat çektiği Gaziemir’de çevre ve halk sağlığını tehdit eden radyoaktif atıklar, Genel Seçim sürecine girilmişken TENMAK’ın bu konuda bir yanıt üretmesini gerektirmiş.

Demircan, bu yanıtın Gaziemir’de bu miktarda radyoaktif kirliliğin olduğunun devletin yetkili kurumları tarafından kabul edildiğini göstermesi bakımında da önemli olduğunun altını çiziyor:

“Çünkü aslında 500 bin tona yakın toprakla harmanlaşmış radyoaktif atık söz konusu. 1997 yılında imzalanmış olan Uluslararası Kullanılmış Yakıt İdaresinin ve Radyoaktif Atık İdaresinin Güvenliği Üzerine Birleşik Sözleşmesi‘ni geçen sene Kasım ayında TBMM‘de onaylatan bir ülke olarak Türkiye, artık uluslararası standartlarda nükleer güvenliği sağlamak zorunda.

Bütün bu bilgiler ışığında vatandaşların kafasında oluşan tüm bu soruları ise TENMAK’ın yanıtlaması gerekli gibi görünüyor.

Öte yandan Gaziemir Belediye Başkanı Halil Arda, yıllardır süren mücadelesini uluslararası arenaya da taşıyacağını bildiriyor.

Ne olmuştu?

Emrez Mahallesi’nde, 1940 yılında faaliyete başlayan Aslan Avcı Döküm Sanayi Ticaret A.Ş.’ye ait olan 70 dönümlük arazide semt sakinlerinin ihbarı üzerine Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) tarafından 2007 yılında yapılan araştırma sonucunda 100 bin ton radyoaktif atık gömülü olduğu rapor edilmişti.

İnceleme sonucunda yurtdışında getirilen nükleer çubukların (Europium 152) kurşun ve gümüş geri dönüştürüldüğü sonrasında da denetimsiz olarak araziye gömüldüğü ortaya çıktı. Ağır metal atıkların da tespit edildiği bölgedeki radyasyon miktarı ise normal değerin 219 katı ölçüldü.

Olayın ortaya çıkmasından yedi yıl sonra sahanın temizlenmesi ve rehabilitasyonu için çalışmalar başladı. Ancak denetimsizlik ve ihmal burada da devam etti. Nükleer atık bertaraf işi ÇED raporu olmadan hiçbir uzmanlığı olmayan Turanlar A.Ş isimli şirkete devredildi. Şirket ise bir yıl sonra ödenek almamasını gerekçe göstererek çalışmayı durdurdu.

2014 yılında mahalle sakinlerinin şikayeti üzerine şirket hakkında dava açıldı. Davacı vekili Arif Ali Cangı tarafından yürütülen adli süreç 5,7 milyon TL ile şirketin Türkiye tarihinin en yüksek çevre cezasına çarptırılmasına imkan verdi.

Fabrika sahipleri cezaya itiraz etti, nükleer temizliği de derme çatma yöntemlerle yapma girişiminde bulundu. Anayasa Mahkemesi ise cezanın yerinde olduğunu belirterek para cezasını onadı.

Cezanın tahsil edilip edilmediği ise bilinmiyor.

2012’de Serkan Ocak’ın haberiyle ilk kez kamuoyunun gündemine giren, 2020’de Pınar Demircan’ın makalesiyle yeniden gündeme gelen “İzmir’in Çernobili“nde yaşananlarla ilgili, HDP milletvekili Murat Çepni de Meclis’te soru önergesi verdi.

İlgili haber: Yeşil Gazete’nin haberleştirdiği Gaziemir’deki nükleer atıklar Meclis gündeminde
İlgili haber: Gaziemir’de bazı yeni gerçekler ve ihmalin otoriter hali – Pınar Demircan

Bundan bir sene sonra Belediye Başkanı Halil Arda, atıkların temizlenmesi için ilgili kurumlara  yaptığı çağrılarına defalarca yanıt alamayınca “Nükleer atık alanı 14 yıldır temizlenmiyor. Artık söz bitti, eyleme geçiyoruz” diyerek bölgede ‘duran adam’ eylemleri başlattı.

Önünden geçen yolun karşısında apartmanların, 75-100 metre mesafede 1000’e yakın öğrenci nüfusuyla birer okulun yer aldığı yaşam alanlarının tam ortasındaki bu atıklar hala mahalle sakinleri için tehdit oluşturmaya devam ediyor.

İlgili haber: Gaziemir, Nükleer Düzenleme Kurumu’nun ilk imtihanıdır! – Pınar Demircan
İlgili haber: ‘Gaziemir sorunu çözülmeden, nükleer atık sözleşmeleri kağıt üzerinde kalmaya mahkum’