Ana Sayfa Blog Sayfa 417

İklim değişikliği tür kaybını, tür kaybı iklim değişikliğinin etkilerini artırıyor

İklim değişikliği nedeniyle çok sayıda canlı türü çevreye uyum sağlama yeteneğini kaybetme tehdidiyle karşı karşıya kalıyor. Küresel sıcaklıklarda kaydedilen 1 derecelik artış, canlıların genetiğini, davranışlarını ve hayatta kalma yetilerini etkiliyor. Birçok canlı türü, yaşadıkları bölgenin insan faaliyetleri sonucu yok olması veya zarar görmesi, deniz seviyesinin yükselmesi, hava sıcaklıklarındaki artış ve yiyecek sıkıntısı gibi nedenlerle kendilerine uygun alanlar bulabilmek için göç etmek zorunda kalıyor.

Doğanın Korunması İçin Uluslararası Birlik (IUCN) verilerine göre, dünya genelinde değerlendirmeye alınan 150 bin 388 canlı türünden 42 bin 108’inin, yani yaklaşık yüzde 28’inin nesli tükenme tehdidi altında bulunuyor.

IUCN tarafından hazırlanan ve nesli tükenme tehdidi altında olan türlerin yer aldığı Kırmızı Liste‘ye göre, hem karada hem de suda yaşayabilen amfibi türlerin yüzde 41’i, köpekbalıkları ve vatozların yüzde 37’si, mercan resiflerinin yüzde 36’sı, kabuklu canlıların yüzde 28’i, memelilerin yüzde 27’si, sürüngenlerin yüzde 21’i ve kuş türlerinin yüzde 13’ü tehdit altında.

Isınmanın daha yüksek olduğu bölgelerde ise bu oranlar artıyor. WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) tarafından paylaşılan verilerde, Akdeniz‘de yaşayan 73 kıkırdaklı balık türü arasındaki köpekbalığı ve vatozların yüzde 58’inin neslinin tükenme tehlikesi altında bulunduğuna ve bu canlıların büyük bölümünün kısa süre içinde yok olabileceğine dikkat çekildi.

Yeryüzünde yalnızca Avustralya’nın kuzeyindeki Bramble Cay Adası’nda yaşayan mozaik kuyruklu sıçan (Melomys rubicola), adanın 2015’te sular altında kalmasının ardından iklim değişikliğinin doğrudan sonuçları nedeniyle nesli tükenen ilk memeli olarak kayıtlara geçti.

Biyoçeşitliliği en zengin ekosistemlerin başında gelen ve karbon yutağı işlevi görerek iklim değişikliğiyle mücadelede önemli rol oynayan mercanlar, artan okyanus sıcaklıklarının yanı sıra okyanus asitlenmesinin neden olduğu hastalık ve ölümler sebebiyle, türleri en hızlı azalan canlıların başında geliyor. Dünyanın en büyük mercan resif sistemi olan Avustralya‘daki Büyük Bariyer Resifi, 1995’ten bu yana mercanlarının en az yarısını kaybetti.

Yaşam şartları değişiyor, dönüşüyor

İklim değişikliği, hastalıklarda yaşanan artış ve habitatlarda meydana gelen bozulmaların yanında canlıların yaşam şartlarını da tehdit ediyor. Artan hava sıcaklıklarının ortaya çıkardığı ekolojik değişiklikler, chinook somonunun (Oncorhynchus tshawytscha) göç yollarını ve ağaç kırlangıçlarının (Tachycineta bicolor) üreme zamanlarını etkiliyor. Yumurtlama esnasında yüksek hava sıcaklıklarının görülmesi nesli tükenme tehdidi altında bulunan yeşil deniz kaplumbağalarının (Chelonia mydas) yavrularında dengesiz cinsiyet dağılımına neden oluyor. Yeşil deniz kaplumbağalarının yumurtalarını bıraktığı kumsallarda yapılan araştırmalarda, yumurtadan yeni çıkmış kaplumbağaların yüzde 99’unu dişilerin oluşturduğu görülüyor.

‘Güney enlemlerde gördüğümüz türleri kuzey enlemlerde görmeye başladık’

İklim değişikliğinin biyoçeşitlilik üzerindeki etkilerine dair AA‘ya konuşan Doğa Koruma Merkezi Biyolojik Çeşitlilik Koruma Programı Koordinatörü Dr. Özge Balkız, artan hava sıcaklıkları nedeniyle biyoçeşitlilik kayıplarının da arttığını söyledi.

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tarafından sıcaklık değişikliklerine bağlı olarak biyoçeşitlilik kaybının ne durumda olduğunun tespit edilmesi için çeşitli ölçümler yapıldığını belirten Balkız, bazı bölgelerde yüzde 50 ila 75 oranında biyoçeşitlilik kaybına rastlandığını, Türkiye’nin belirli noktalarında da bu azalmaların görüldüğünü ifade etti.

Artan hava sıcaklıklarına bağlı oluşan biyoçeşitlilik kayıplarına karşı canlı türlerinin çeşitli savunma mekanizmaları geliştirdiğini aktaran Balkız şunları söyledi:

“Özellikle hareketli türlerin yayılışında farklılaşmalar bekliyoruz. Güney enlemlerde gördüğümüz türleri biraz daha kuzey enlemlerde görmeye başlayabiliyoruz ama bu tabii ki, türün ne kadar özelleşmiş olduğuna bağlı olarak zorlaşabilir. Örneğin, hareket kabiliyeti kısıtlı ve yalnızca belirli bir habitata özelleşmiş canlı türlerinin böyle bir adaptasyon kapasitesi olmayabiliyor. Türkiye’de hareketi kısıtlı, çok dar yayılışa sahip çok sayıda endemik bitki ve kelebek türü var. Bunların etkilenmesi, özelleşmemiş türlere kıyasla çok daha olumsuz oluyor.”

Özge Balkız, iklim değişikliğinin etkilerinin artmasıyla popülasyonlarda azalmalar yaşanabileceği gibi bazı türlerin yok olabileceğini de kaydetti; yaşam alanı bozulan ve yeterli yiyecek bulamadığı için hayatını sürdürmekte zorlanan canlı türlerinin tehlike altında olduğunu, adaptasyon kapasitesi ve hareket gücü yüksek canlıların ise daha avantajlı gözüktüğünü sözlerine ekledi.

‘Canlı türlerinin tükenmesi doğrudan biyoçeşitliliğin azalması demek’

Biyoçeşitlilik kaybının sadece bitki ve hayvan türlerini değil, insan yaşamını da doğrudan etkiliyor. Balkız şu bilgileri verdi:

“Biyolojik çeşitliliğin bileşenlerinden biri de canlı türleri. Canlı türlerinin tükenmesi, doğrudan biyoçeşitliliğin azalması demek ama günümüzde canlıların biyolojik çeşitliliğinin azalmasının yalnızca doğayla ilişkisini sorgulamıyoruz, bu doğrudan iklim krizini de tetikliyor. Çünkü doğal ekosistemler ve barındırdıkları canlılar, iklim değişikliği ile mücadelede çok önemli ve dolayısıyla insan refahını da etkiliyor. O yüzden bir kayıptan söz ettiğimizde insan refahına olumsuz etkilerinden de mutlaka bahsetmek lazım.”

Hareket kabiliyeti düşük, insan faaliyetleri nedeniyle tehlike altında olan, halihazırda değişen koşullara adaptasyon kapasitesi az veya azalmış olan canlıları, diğer türlere göre daha büyük risk altında bulunuyor. Bu canlıların korunması için yürütülecek çalışmaların başında da iklim değişikliği ile mücadele geliyor.

Sıcaklık artışının 1,5 derece ile sınırlı tutulmasını amaçlayan Paris Anlaşması‘nın hedeflerinden bahseden Balkız, “Daha yeşil enerji kaynaklarına geçilmesi ve çok ciddi yatırımlar yapılması lazım. Bunların dışında da elbette türlerin korunmasına yönelik de adımlar atılması bekleniyor. Türkiye’nin de üyesi olduğu Uluslararası Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi kapsamında karasal ve denizel korunan alanlarımızı yüzde 30’a yükseltmemiz gerekiyor” diye konuştu.

Balkız’ın önerileriyse şöyle: Türlerin korunması için biyoçeşitliliği tehdit eden insan faaliyetlerinin azaltılması, doğa dostu tarım uygulamalarına geçilmesi, enerji yatırımlarının doğal kaynaklardan sürdürülebilir şekilde yapılması, tüketim alışkanlıklarının değiştirilmesi ve canlı türlerine yönelik koruma alanları ilan edilmesi…

 

Sessiz tehdit: Yeraltı ısı adaları kentlerin altyapısını riske sokuyor

ABD’deki Northwestern Üniversitesi İnşaat ve Çevre Mühendisliği Bölümü Doktor Öğretim Üyesi Alessandro Rotta Loria, sivil yapı ve altyapı sorunları ile karşılaşılmaması için kentlerin altlarında da oluşan ısı adalarına odaklanılması gerektiğini söyledi.

Loria, sonuçları geçen günlerde Nature dergisinde yayımlanan çalışmasında, Chicago‘daki bir bölgeyi örneklem aldı ve iklim değişikliğinin neden olduğu yer altı ısı değişimleri ile bozulmaları tanımlamak için sıcaklık sensör ağlarından toplanan bilgilerin kaydedildiği 3D bilgisayar modellerini kullandı.

‘İnsan aktiviteleri sonucunda ısı dengeleri değişti’

İklim değişikliğinin, kentlerde yüzey altı ısı adaları oluşmasına yol açtığı aktarılan çalışmada, bu durum üzerinde iki önemli faktörün rol aldığı belirtildi. Bunlardan ilkinin insan aktivitelerinden diğerinin ise meteorolojik değişimlerden kaynaklandığı;  ana faktörün, insan aktiviteleri sonucu yer altındaki ısı dengesinde yıllar içinde meydana gelen değişimler olduğunun altı çizildi.

Binaların ve altyapı sistemlerinin sıcaklığı devamlı bir şekilde yere enjekte ettiği, yer altındaki metro ağlarının, boruların, lağımların, yüksek voltajlı kabloların ve benzer birçok yapının devamlı bir şekilde yüzey altını ısıttığı vurgulanan araştırmada, dünyanın çeşitli şehirlerinde ortalama zemin sıcaklığının, 100  metre derinliğe kadar, her on yılda 0,1 ila 2,5 santigrat derece arttığı bilgisi paylaşıldı; bu durumun, kentte sağlıktan ulaşıma kadar pek çok konuda hayatı zora sokabileceği vurgulandı.

Loria, ray sistemlerinin aşırı ısınmasının seferlerde gecikmeye neden olmasının yanında, yer altında oluşan ısı adalarının, termal rahatsızlıklara, aşırı su kaybına, hipertansiyona, astıma ve sıcak çarpmasına neden olabileceği uyarısında bulundu.

Toprak, kaya ve yapı malzemelerinin sıcaklık değişimlerine maruz kaldığında bozulduğunu vurgulayan bilim insanı, “Özünde, bu kanıtlar ve inşaat mühendisliği perspektifiyle yer altında iklim değişikliği etkisi üzerine çalışmaların eksikliği beni bu alanda bir çalışma yapmaya yönlendirdi.” dedi.

İklim değişikliği etkileriyle oluşan yer altı bozulmalarının sivil altyapıların günlük fonksiyonlarını ve uzun dönem dayanıklılıklarını şiddetli bir şekilde etkileyebileceğini belirten Loria, örnek olarak altyapı ve üstyapının parçalarında meydana gelebilecek işlevsel ya da estetik olarak sıkıntılar yaratacak çeşitli çatlamalar, açısal bozulmalar ve eğilmeleri gösterdi.

Yer altı yapılarındaki bozulmalar yavaş ama sürekli

Her şehrin genel karakteristiği ve altyapı sistemlerindeki farklılıklar göz önünde bulundurularak, her altyapı ve her bölge için ayrı çalışmalar yürütülmesi gerektiğine değinen Alessandro Rotta Loria şunları söyledi: “İklim değişikliğinin yer altındaki etkisi ile yer altı yapılarında bozulmalar yavaş olsa da sürekli bir şekilde devam ediyor. Bu noktada ilerleyen zamanlarda istenmeyen sivil yapı ve altyapı sorunları ile karşılaşılmaması için bu konunun üzerine odaklanılmalı.”

Meydana gelen bozulmaların yer altındaki sivil yapıları doğrudan tehdit etmese de bu yapıların işletme performaslarını etkileyebilir. “Yeraltı iklim değişikliği”, dünya üzerinde bu yapılara sahip tüm bölgelerde farklı seviyelerde görülebiliyor.

Özelikle uzun süredir böyle yapılara sahip New York gibi eski ve yoğun yapılanmanın olduğu şehirlerin bu durumdan daha şiddetli bir şekilde etkilendiğini bildiren Loria, iklim değişikliğinin yer altındaki etkisinin sessiz bir tehlike oluşturmasına karşın gelecekte daha sürdürebilir kentlere sahip olunması için bir fırsat olabileceği yorumunu yaptı:

Yapılması gerekenler…

“Bu yapıların doğru ısı yalıtım sistemleri ile güçlendirilmesi gerekiyor. Dahası jeotermal teknolojiler kullanılarak binaların bodrum katından, araba garajlarından, tünellerden elde edilen ısı, binanın kendi zemin ısıtmasında ya da sıcak su üretiminde kullanılabilir. Bu gibi çözümler hem altyapının zarar görmesinin önüne geçecek hem de durumdan bir kazanım elde edilebilmesini sağlayacaktır.”

Loria, sözlerini şöyle tamamladı: “Çalışmada elde edilen sonuçlar karar vericiler ve şehir plancıları için takip edilmesi gereken üç önemli başlık sunuyor. İlk olarak yer altındaki iklim değişikliği etkisine en çok katkı sunan yapıların tanımlanması gerek. Daha sonra ise bu yapılardan hangilerinin ısı yalıtım sistemleriyle yapılacak güçlendirme müdahalelerine en iyi şekilde cevap vereceği ve enerji verimliliğini artıracağı belirlenmeli. Son olarak ise bu binaları destekleyen ana sistemlerin işlevsel bakımdan artan zemin sıcaklıklarından etkilenip etkilenmediğinin değerlendirilmesi yapılmalı.”

Ordulular ‘Sakinşehir’ ünvanlı ilçelerinde açılacak madene karşı bir araya geldi

Ordu‘nun “Sakinşehir” unvanlı Perşembe ilçesinin Soğukpınar ve Şenyurt mahalleleri ve çevresinde altın, gümüş, bakır, çinko; Ulubey ilçesi Çatallı, Yeni Sayaca mahallerinde de bentonit madenleri işletmeciliği girişimine karşı halkın tepkisi büyüyor.

Perşembe ve Ulubey ilçelerinde maden sahaları için başlatılan ÇED süreci nedeniyle Ordu Çevre Derneği halk toplantılarına devam ediyor. Perşembe ilçe, Soğukpınar Mahallesinde yapılan ikinci toplantıda dava açma süreci hazırlıkları başlatıldı. Soğukpınar köylülerinin maden istemediklerini duyurdukları birinci toplantıda çevre köylerden de katılımın olduğu yeni bir toplantı kararı alınmıştı.

Hukuksal süreç devam ediyor

Soğukpınar ve Şenyurt mahalleleri ve çevresinde altın, gümüş, bakır, çinko maden işletmeciliğine karşı Soğukpınar Karavaiz Cami bahçesinde cumartesi günü yeniden yapılan toplantıya çevre köylerden, Perşembe merkezden katılım oldu.

Toplantıda Ordu Çevre Derneği yöneticileri, maden için Ordu Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Müdürlüğü‘nün internet sitesinde yayımlanan ÇED başvuru projesi hakkında bilgi verdi. Hukuksal süreç hakkında da verilen bilgilerden sonra köylüler söz alarak madeni istemelerini, tarım alanlarına ve ormanlarına sahip çıkacaklarını söylediler.

Ordu Çevre Derneği yönetim kurulu üyeleri Cumartesi günü ikinci toplantılarını Ulubey ilçesinde Yeni Sayaca Mahallesi Sosyal Tesisleri’nde gerçekleştirildi.

Bentonit madeni için alınan “ÇED Gerekli Değildir” kararının bozulması için açılan davadan sonra gelişmeler hakkında köylülere bilgi verildi. Süreç içinde karşılaşılabilecek durumlar karşısında yapılması gerekenler konuşuldu. Köylüler kendi aralarında iletişim ağı kurarak topraklarına sahip çıkacaklarını vurguladı.

Yunan adalarında orman yangını: Rodos, Korfu ve Eğriboz’dan binlerce kişi tahliye edildi

Yunanistan‘ın Rodos Adası‘nda bir hafta önce başlayan orman yangını kontrolsüz şekilde yayılmaya devam ediyor. Adadan 19 bin kişi tahliye edildi. Yangın henüz söndürülememişken Korfu ve Eğriboz adalarında da orman yangınları çıktı.

Hafta sonu Rodos’taki otel ve tatil köyünden kaçan binlerce turist havaalanını doldurmuştu. Bugün de (24 Temmuz pazartesi) orman yangınları nedeniyle çok sayıda kişi Korfu adasındaki bir plajdan tahliye edildi.

Rodos yangını kontrol altına alınamadı

Rodos ve Korfu çoğunlukla İngiltere ve Almanya‘lı  turistler için Yunanistan’ın en önemli tatil bölgeleri arasında. Rodos Belediye Başkan Yardımcısı Konstantinos Taraslias, devlet yayın kuruluşu ERT‘ye “Yangının yedinci günündeyiz ve henüz kontrol altına alamadık” dedi. Turistler, geceyi havaalanı katında ülkelerine dönüş uçuşlarını bekleyerek geçirdiler.

Korfu’da da yerleşim birimleri boşaltıldı

Pazar günü ise Korfu Adası’ndaki bir plajdan yaklaşık 59 kişi tahliye edildi. Daha sonra deniz yoluyla tahliyeler sürdü. Yunanistan İtfaiye Teşkilatı‘ndan yapılan açıklamada, akşam saatlerinde başlayan yangın sebebiyle 12 yerleşim biriminin boşaltıldığı belirtildi. Haberlerde, yangından etkilenen bölgelerde kalan turistlerin Kasiopi köyüne götürüldükleri kaydedildi. Kuzey Korfu Belediye Başkanı Yorgos Mahimaris, Yunan Devlet Ajansı AMNA‘ya, “Zor bir durum, yangın Megulas bölgesinde ilk evlere ulaştı.” dedi.

Sosyal medyada paylaşılan fotoğraflarda, Korfu’nun kuzey kesiminde başlayan yangında, etrafı saran alevler görülüyor. Bir itfaiye sözcüsü de AFP Haber Ajansına yaptığı açıklamada, gece saatlerinde yaklaşık 2500 kişinin tahliye edildiğini ve yangında herhangi bir ev ya da otelin hasar görmediğini belirtti.

Eğriboz da yanıyor

Atina’nın doğusundaki Eğriboz (Evia) adasında ve Atina’nın güneybatısındaki Mora Yarımadası’nda bulunan Egio kasabasında da çıkan orman yangınlarına müdahale sürüyor. Eğriboz’daki yetkililer güneydeki dört köyün sakinlerine yangının ilerlediği yerin batısındaki Karystos kasabasını boşaltmalarını söyledi. Yetkililer, dün Yunanistan genelinde 82 orman yangınına müdahale edildiğini, bunlardan 62’sinin pazar günü çıktığı bilgisini paylaşmıştı.

Geçen hafta ülkenin bir çok yerinde 40 C’yi aşan aşırı sıcakların bu hafta da etkisini sürdürmesi bekleniyor.

Yunanistan Meteoroloji yetkilileri ülkede son 50 yılın en sıcak  temmuz ayının yaşandığını söylüyor.

1987 yazından sonraki en kötü sıcak dalgası yaşanabilir 

Yetkililer bunun, yüzlerce ölümün aşırı hava koşullarıyla bağlantılı olduğu 1987 yazından bu yana yaşanan en kötü sıcak hava dalgası olabileceğinden de endişe ediyor. Yunanistan en ölümcül ve en uzun sıcak hava dalgasını Temmuz 1987’de yaşarken, 2021 yazında da 11 gün boyunca ülkeyi etkisi altına alan aşırı sıcaklar Atina yakınlarında ve Eğriboz adasında yıkıcı orman yangınlarına yol açmıştı.

İklim değişikliği, orman yangınlarını körüklemesi muhtemel sıcak ve kuru hava riskini arttırıyor. Sanayi çağının başlamasından bu yana dünya yaklaşık 1.1 santigrat derece ısındı ve dünyanın dört bir yanındaki hükümetler karbon emisyonlarında ciddi kesintiler yapmazsa sıcaklıklar artmaya devam edecek. Sıcak dalgasının etkisi altındaki İspanya, İtalya, Türkiye gibi Akdeniz ülkeleri de en büyük risk altında.  ABD’nin bazı bölgelerinde de sıcaklık rekorları kırılıyor.

Ülkeyi saran yangınları teşkilatın karşılaştığı en zor durum olarak nitelendiren Yunanistan İtfaiye Teşkilatı sözcüsü Yarbay Yannis Artopoios ise yangınların insan kaynaklı olabileceğini:  kasıtlı, ihmal veya kaza sonucu çıkıp çıkmadığının araştırıldığını söyledi.

AB ve Türkiye’den yangın söndürme uçağı desteği

Yunan makamlarının yangınlarla mücadele etmesine yardımcı olmak için Avrupa Birliği‘nden (AB) de takviye yapıldı. önemli miktarda takviye gönderdi. AB’nin insani yardım ve kriz yönetiminden sorumlu komiseri Janez Lenarcic pazar günü yaptığı açıklamada, ” AB’den 450’den fazla itfaiyeci ve yedi uçak Yunanistan’da faaliyet gösteriyor” dedi.

Avrupa Komisyonu başkanı Ursula von der Leyen de “İklim değişikliği nedeniyle yıkıcı orman yangınları ve ağır bir sıcak hava dalgasıyla karşı karşıya kalan Yunanistan’a tam desteğimizi ifade etmek için Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis‘i aradım. Yunanistan, binlerce turisti güvenli bir şekilde tahliye etmeye önem vererek bu zor durumu profesyonelce ele alıyor. Yunanistan her zaman Avrupa dayanışmasına güvenebilir” dedi.

Türkiye de yardım için 2 adet amfibik yangın söndürme uçağı ve 1 adet yangın söndürme helikopteri gönderdi.

Erzin, hukuksuz polipropilen tesisine karşı direnişini sürdürüyor

Hatay‘ın Erzin ilçesindeki Burnaz sahilinde, devam eden yargı sürecine karşın inşaatı devam eden polipropilen tesisine karşı Erzinliler bir kez daha bir araya geldi.

Doğu Akdeniz Çevre Dernekleri (DAÇE) hukuksuz olarak başlayan ve devam eden inşaatın derhal durdurulmasını istedi.

“Narenciyenin başkenti olan, Issos gibi bir antik bölge ve Burnaz gibi eşi benzeri  bulunmaz bir sahile, birinci sınıf tarım toprağına ve iklimine sahip Erzin bölgemize  kirletici bir teknoloji olan polipropilen tesisi kurulumunun planlandığını belirten aktivistler şunları ifade etti:

İskenderun Körfezi ve Erzin’de mevcut kirletici tesisler ile yeterince havası suyu ve toprağı kirletilmiş olu, planlanan polipropilen tesisi bölgenin daha çok kirlenmesine neden olacaktır. Polipropilen tesisi çalışmaya başlayınca atmosfere yayacağı ağır ve zehirli gazlar toprağı, havayı ve suyu kirletecektir. Ayrıca tesisin soğutulması işin kullanılacak yeraltı suları zamanla toprakların çoraklaşmasına ve dolayısıyla halkın geçim kaynağı olan tarımın ve ayrıca soğutma suyunun denize deşarj edilmesi sonucunda deniz kirlenecek olup bölgede balıkçılığın ve turizmin bitmesine  ve halkın sağlığının bozulmasına neden olacaktır. Erzin’de yaşanacak olan bütün olumsuzluklardan Dörtyol ve İskenderun halkı da çok etkilenecektir.”

Hammaddesi ve teknolojisi ithal edilecek olan tesisin iddia edildiği gibi cari açığı kapatmayacağına, aksine bunu artıracağına da dikkat çekildi.

Yılda 2.5 milyon ton polipropilen ithal ediliyor

Türkiye yıllık ortalama olarak yaklaşık 10 milyon ton civarında plastik mamul üretiyor ve bu üretimi karşılamak için gerekli olan hammadde ihtiyacını karşılamak amacıyla ihtiyacının %90’ını yurtdışından ithal ediyor. Her yıl 2-2.5 milyon ton polipropilen, 2.5-3 milyon ton polietilen (yüksek ve düşük yoğunluklu) ve yine 1-1.5 milyon ton PVC ham madde ithalatı gerçekleştiriliyor.

Hatay/Erzin’de kurulması planlanan tesis, yıllık 350 bin ton ham madde üretip bizi dışa bağımlılıktan kurtarma iddiasında olsa da Türkiye petrol kaynağı neredeyse olmayan bir ülke olduğu için plastiğin ham maddesinin üretilmesi için gerekli olan petrol ürünleri de ithal edilmek zorunda. Hatay/Erzin’deki girişime konu olan  polipropilen tipteki plastiğin ham maddesi için ana petrol ürünü olan propan kimyasalının da ithal edilmesi gerekiyor. Genellikle boncuk şeklinde olan ve pelet olarak tabir edilen polipropilenin ithalatı yerine ise propan maddesinin ithalatı söz konusu. Doğrudan hem propan hem de polipropileni birlikte üreten ana üreticiden hammadde almak yerine ise araya giren aracılardan hammadde satın alınıyor.

Karbon sıfır yolunda kömüre yer yok! Peki ya plastik?

Bilirkişi raporu ‘olmaz’ diyor

Dünyayı iklim ve gıda krizi beklerken tarım alanlarının, su kaynaklarının yanı başına kimyasal tesis yapmanın bilimsel ve hukuki olmadığına dikkat çeken DAÇE aktivistleri ” Tesisin bilimsel olmayan ÇED raporuna karşı açtığımız davanın bilirkişi raporu doğanın ve halk sağlığının lehinde görüş bildirmiştir. Mahkemede dava halen devam ederken ve mahkemenin bilirkişi heyeti lehimize karar vermiş iken Polipropilen Tesisi firması hukuku dinlemeden inşaata başlamıştır” dedi. 

Hatay’da 23 milyar TL’lik polipropilen tesisinde bilirkişi keşfi: Karşımda kepçeler çalışıyor

Tesisin yapımına sonuna kadar direneceklerini belirten Erzinliler şunları kaydetti:

“Erzin halkı zehir solumak istemiyor. Yetkililer Erzin ve Doğu Akdeniz halkınının taleplerini yerine getirerek ve hukuksuz olarak devam eden inşaatı ve projeyi derhal durdurmalıdır.

Bizler tesisin yapılmaması için yasal ve demokratik hakkımızı sonuna kadar kullanacağız. Yaşam hakkımızı ve çocuklarımızın geleceğini korumak için herkesi mücadeleye davet ediyoruz.”

Mersin’de yapamayınca…

Erzin’e yapılmak istenen tesis için daha önce Mersin kıyılarındaki tarım alanları seçilmiş; ancak halkın yoğun tepkisi ve açılan davalar sonucunda yürütmeyi durdurma kararı verilmişti.

Mersin’in polipropilen sınavı
Halkın gündemi salgın, devletinki polipropilen
Mersin’de polipropilen tesisi için mahkeme yürütmeyi durdurma kararı verdi

Polipropilen nedir?

Mikroplastik kirliliğe sebebiyet veren polipropilen (pp) en yaygın kullanılan plastik türlerinden biri. Polipropilen, sert ve dayanıklı olması sebebiyle başta otomotiv sektörü olmak üzere birçok sektörde kullanılıyor.

Polipropilen üretimi projesi kapsamında çevresel açıdan çeşitli riskler bulunuyor.

Çukurova Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Su Ürünleri Temel Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi ve Yeşil Gazete yazarı Doç. Dr. Sedat Gündoğdu da polipropilenin çevreye etkilerine ilişkin şunlara işaret etmişti.

  • Polipropilen üretimi aşırı derecede su tüketimi olan bir prosesler zincirine sahip. Açılması planlanan su kuyularından temin edilecek suyun kullanım şekli bölgenin yeraltı su rezervleri üzerindeki baskının artmasına ve uzun vadede yer altı suyunun tuzlanması veya daha derinlere çekilmesi problemlerine neden olabilir.
  • Polipropilen üretimi, üretim esnasında önemli miktarda zehirli gazların salındığı bir üretim sürecine sahip.
  • Kimyasallarla beraber bu su tekrar deniz ortamına bırakılarak deniz ortamında kimyasal kirlilik meydana getirecektir.
  • Diğer bir tehlike de ısınan suyun körfez suyunun sıcaklığının artmasına katkı sağlaması durumu.
  • İsken, Egemen vb tesisler tarafından kullanılan ve ısıtılarak denize bırakılan sıcak sular nedeniyle körfezin özellikle Kurtpınar ve Su gözü kıyılarında müsilaj oluşumu gözlenmekte.
  • 500 bin ton polipropilen üretebilmek için en az 650 bin ton sıvılaştırılmış propan alınması gerekir. Bu hesaba göre Erzin’de kurulması planlanan tesiste üretilecek olan polipropilen için 455 bin ton aşırı derecede patlayıcı ve yanıcı olan polipropilen gazı ithal edilecektir.

 

 

Akbelen Ormanı’nda sabaha karşı testere sesleri: Maden için ağaç kesimine başlandı

Muğla‘nın Milas ilçesine bağlı İkizköy mevkiinde bulunan Akbelen Ormanı’nda Limak Holding’e bağlı YK Enerji’nin maden ocağı için kesilmek istenen zeytinlikleri korumak için verilen iki yıllık mücadelenin ardından bugün (24 Temmuz) kesim ekipleri sabahın ilk ışıklarıyla ormana giriş yaptı.

Sabah 5.30’da jandarma ekiplerinin yanı sıra, Orman Müdürlüğüne bağlı ekipler ve dört adet TOMA Akbelen Ormanı’na giriş yaparak barikat kurdu.

İkizköylüler, ormanı korumak isteyen köylülerin ve ekoloji aktivistlerinin ormana sokulmaması için geniş çaplı önlemler alındığını, telefon ve internet iletişimini engellemek için bölgeye sinyal kesiciler yerleştirildiğini kaydetti.

Akbelen Ormanı

Bir an önce Akbelen Ormanı’ndaki ablukanın kaldırılmasını ve kesim kararının durdurulmasın talep eden İkizköylüler, tüm ekoloji aktivistlerini Akbelen Ormanı’na desteğe çağırdı.

İkizköylüler ayrıca tüm kamuoyunu Akbelen Ormanı’na desteğe ve bugün Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı‘ya Akbelen Ormanı’ndaki kesimi durdurması ve ormanın kömür madenine tahsisi iznini geri çekmesi için çağrı yapmak adına, saat 11.30’da Ankara‘da Tarım ve Orman Bakanlığı binası önünde buluşmaya davet etti.

Köylüler, jandarma ekiplerinin oluşturduğu barikatın önünde ormanı ve köylerini koruma mücadelesine devam ediyor.

Akbelen Ormanı

‘Akın akın gelin’

İkizköy Kardok Derneği Başkanı Nejla Işık, yaptığı açıklamada şunları söyledi:

“5:30’da jandarmalar müdahalede bulundu. Alana askerlerle sardılar. Evlerimizin yanını dahi tuttular. Telefonlarla hiç kimseye ulaşamadık, mesaj atamadık. Ören’de, Beçin’de, Çamköy’de yol kesimleri var, buraya insanların gelmesini engellemeye çalışıyorlar. Kesime başladılar, motor testere seslerini duyuyoruz. Ne olur buranın çığlığına ses verin, buraya yığılın, buraya akın akın gelin. İki senedir burada ormanımız gitmesin kesilmesin diye nöbet tutuyoruz. Bugün birlik beraberlik içinde olmak zorundayız. Bu ormanı korumak zorundayız. Bir ağaca muhtaçken bu iklim krizinde, gıda krizinde, burada onlarca ağaç kesiliyor, katliam var burada! Ne olur yetişin ne olur!”

‘Böyle mi koruyor devlet ormanlarını?’

https://youtu.be/qqeY9UVS9fw

Nejla Işık, şunları söyledi:

“Telefonlarımız engellenmiş, Akbelen Ormanı’ndayız. Bir sürü askeri getirdiler yine yığıldılar karşımıza. ‘Kim muhatap’ diyoruz, ‘Konuşalım’ diyoruz komite sözcümüz, ben, oradaki arkadaşlar.. Hiç kimse karşımıza çıkıp bir şey demiyor yine, her zamanki gibi, iki sene önceki gibi… Akbelen ormanı kesecekler. Bu hangi vicdana, hangi insafa sığar? Her yer yanarken, her yerde yangınlar çıkarken, ‘İnsanlar için bir ağaç bin oksijen’ derken, ‘Ağaçlarımızı koruyalım’ diye yollara levha asarken, böyle mi koruyor devlet ormanını? Köylü koruyor burada! Köylü dört senedir köylü koruyor burada! Jandarmayı şimdi köylünün karşısına dikti. Herkes buraya koşsun, ne olur. İki senedir Akbelen diye herkes sesimizi duydu. Şimdi birlik olma ve Akbelen Ormanı’nı koruma zamanı. Bugün burada büyük bir katliam yapılacak. Bu katliamın yapılmasına ne olur izin vermeyin, ne olur!”

Akbelen Ormanı

‘Müdahale olacağını düşünüyoruz’

İkizköylü ekoloji aktivisti Esra Işık da Yeşil Gazete‘ye yaptığı açıklamada “Orman ekipleri kesime başladılar. Testere sesleri duyuyoruz, nöbet alanından dinliyoruz. Bizi ormana almıyorlar; her yere barikat kurdurlar” dedi.

Henüz nöbet alanındaki aktivistlere herhangi bir müdahalede bulunulmadığını belirten Esra Işık, bölgede çok sayıda TOMA olması nedeniyle “Muhtemelen müdahale olacak, gücümüzü toplamaya çalışıyoruz” dedi ve konuya duyarlı herkesi Akbelen Ormanı’na çağırdı.

Işık, “Evlerimizin yanında jandarmalar dolaşıyor. Kendi evlerimizin yanında bile ekipler var. Hem alanı tuttular, hem evlerimizin yanlarını tuttular; resmen bizi kontrol altına, baskı altına almaya çalışıyorlar” dedi.

“Burada çok büyük bir katliam yapılacak, bunun önünü açmaya çalışıyorlar” diyen Esra Işık, “Her yer yanıyor, Muğla’nın da birçok yeri yanıyor. Son kalan ormanlarımıza sarılmamız gerekirken sırf birileri üç kuruş daha fazla para kazansın diye [orman] katledilmeye çalışılıyor” ifadelerini kullandı.

Işık, “Biz ne olursa olsun Akbelen Ormanı’nı da köyümüzü de terk etmeyeceğiz” diye ekledi.

Akbelen’e ağıt

İkizköylülerden Aytaç Yakar, doğup büyüdükleri köydeki ormanda kesime başlanması nedeniyle Akbelen Ormanı için bir ağıt yakarak Limak Holding’in nesillerdir kendilerine yuva olan ormanı yok etmesine tepki gösterdi.

Ne olmuştu?

Akbelen Ormanı’ın 740 dönümlük bölümündeki ağaçlar, Limak Holding ve İÇTAŞ ortalığıyla kurulan YK Enerji tarafından işletilen Yeniköy ve Kemerköy termik santrallerine linyit sağlayacak maden ocağı açmak için kesilmek isteniyor. Şirketin bunun için gerekli izinleri de almış ve ocak ÇED Yönetmeliği’nden muaf tutulmuştu ancak İkizköylüler, çevre aktivistleri ve hukukçular karara itiraz etti. Kesimleri önlemek için 22 Nisan’da başlatılan nöbet sürüyor.

Geçen yaz, Türkiye‘nin Ege ve Akdeniz sahilleri başta olmak üzere pek çok bölgesinde çıkan yangınlardan etkilenen Muğla‘da, bölge halkı yangınlara müdahale ederken, şirket tarafından yangın bahanesiyle 105 ağaç kesilmiş; İkizköy halkının direnmesi üzerine jandarma sert müdahalede bulunmuştu.

Maden ocağına karşı, KARDOK Derneği‘nin açtığı davalarda Muğla 3’üncü İdare Mahkemesi ve Muğla 1’inci İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı verdi. Muğla Valiliği de kömür taşıma bandının yapımını durdurdu.

Muğla İkizköy’de yer alan ve termik santrale yakıt sağlayan linyit madeni sahasının genişletilmesi için  Akbelen Ormanı’nın kesim izninin iptali için açılan davada mahkeme tarafından atanan bilirkişi heyeti 7 Eylül 2021’de bölgede keşif gerçekleştirmişti.

7 Eylül 2021: Akbelen’de ilk keşif

İlk keşif sırasında Murat Yüksel isimli hakimin davacı avukatlara ‘ruh hastası’ diyerek hakaret etmesi,  hem bölgedeki hukukçular hem de aktivistler tarafından tepkiyle karşılanmıştı.

Bölgede ilk yapılan keşifte hakimin avukatlara  hakaret etmesi nedeniyle  avukatlar Arif Ali Cangı,  İsmail Hakkı Atal ve Şiar Rişvanoğlu reddi hakim başvurusunda bulunmuştu.

1 Mart 2022: Akbelen’de ikinci bilirkişi keşfi

İkinci inceleme öncesi Resmi Gazete‘de yayınlanan maden  yönetmeliğindeki  değişiklikle birlikte tapuda zeytinlik olarak kayıtlı olan alanlarında madencilik faaliyetlerinin önü açılmıştı. Sosyal medyada yankı uyandıran değişiklik, #ZeytinİçinAdalet ve #AkbelenİçinAdalet etiketleriyle birçok paylaşım yapılmıştı.

Kömür madeni açılmak istenen Akbelen Ormanı’nda protestolar eşliğinde bilirkişi incelemesi

Bilirkişi keşfi sonrası, İkizköylülerin avukatı Arif Ali Cangı şöyle demişti:

“Daha önceki keşifte hakarete uğramıştık, yok sayılmıştık. İtirazlarımız üzerine keşif tekrar edildi. Şu anki işletilen maden sahasının alanı ne hale getirdiğini gösterdik bilirkişilere.”

Bilirkişilerden dördü kömürün bölgeye geri dönülmez zararlar vereceği görüşünü verirken; ikisi ekolojik yıkım olacağını ancak enerji ihtiyacı nedeniyle madene açılması gerektiği yönünde görüş bildirmişti.

Üçüncü bilirkişi raporu

Akbelen’de üçüncü bilirkişi raporu da 24 Kasım 2022’de çıktı. Akbelen Ormanı’nda üçüncü kez yapılan bilirkişi keşfinden madencilik şirketinin lehine, Akbelen Ormanı için nöbetine devam eden İkizköylüler’in aleyhine bir karar çıktı.

Raporda bir önceki keşiflerin aksine “Madencilik yapılabilir” yönünde bir sonuç çıktı. İkizköylüler bilirkişi heyeti hakkında suç duyurusunda bulundu.

Rapor ormanın kömür madenciliğine açılabileceğine uygun olduğu konusunda kanaat bildirdi. İkizköy Çevre Komitesi, bilirkişi raporuna gerçeği yansıtmayan bilgiler içerdiğini belirterek itiraz etti.

Küresel Koalisyon, 2023 BM İnsan Hakları Ödülü’ne layık görüldü

20 Temmuz’da gerçekleştirilen oylamada “Temiz, Sağlıklı ve Sürdürülebilir Bir Çevreye Yönelik İnsan Haklarının Evrensel Kabulü İçin Sivil Toplum, Yerli Halklar, Sosyal Hareketler ve Yerel Topluluklar Küresel Koalisyonu”, BM Genel Kurulu (UNGA) tarafından sağlıklı bir çevre hakkının tanınmasını savunmadaki temel rolü nedeniyle 2023 BM İnsan Hakları Ödülü‘nün kazananlarından biri olarak kabul edildi.

Her beş yılda bir aynı anda birkaç kazanana birden verilen BM İnsan Hakları Ödülü, bu yıl ilk kez küresel bir koalisyona verildi. Ödülün, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi‘nin 75’inci yıl dönümü olan 10 Aralık’ta New York’ta verilecek olması, bu takdiri daha da özel kılıyor.

Onlarca yıl önce oluşturulan koalisyon kapsamında 75’ten fazla ülkeden 1,350 kişi BM düzeyinde temiz, sağlıklı ve sürdürülebilir bir çevre hakkının tanınması amacıyla bir dönüm noktasına ulaşmak için çaba gösteriyor.

Ödül ne anlama geliyor?

Gezegenimizin çok ihtiyaç duyulan korunmasını ve insan haklarının yerine getirilmesini ilerletmek için işbirliği yapmanın önemini vurgulayan ödül, herkes için katılımcı alanların korunması gereğini kabul ediyor.

Ödül, sivil alanlar endişe verici bir şekilde küçülürken ve birçok insan hakları ve ekoloji savunucusu dünya çapında saldırı altındayken, insanların ve gezegenin korunmasının politika oluşturma, küresel yönetişim, davranış ve gerçekliğin ön saflarına yerleştirilmesinin çok önemli olduğunu hatırlatıyor.

insan hakları

Sivil alanların korunması ve tüm insan hakları savunucularına saygı ve destek, yeni tanınan bu hakkın etkili bir şekilde uygulanması için esas niteliğinde. Hak aynı zamanda çevresel adalet ve demokrasinin ayrılmaz bir parçası ve gelecek nesillerin haklarının korunmasına yönelik kesintisiz bir yol sağlıyor.

Milyonlarca insan, dünya genelinde sağlıklı bir çevre hakkının süregelen ihlallerine katkıda bulunan, sistemik eşitsizliklerle şiddetlenen, biyoçeşitlilik kaybıiklim değişikliği ve kirlilikten oluşan üçlü gezegen krizinin kümülatif ve hızlanan etkilerini yaşamaya devam ederken, ödül devletlerin bugün her zamankinden daha fazla bu hakkı gerçeğe dönüştürmesi gerektiğini vurguluyor.

Koalisyon üyeleri arasında yer alan Youth For Climate Türkiye temsilcisi Atlas Sarrafoğlu, şunları kaydediyor:

Bu ödül bir araya geldiğimizde, bu dünyada yaşama biçimimizi değiştirebileceğimizi hatırlatıyor. Dünya Sağlık Örgütü‘ne göre, tüm küresel ölümlerin yüzde 24’ü, yani yılda yaklaşık 13,7 milyon kişi, hava kirliliği ve kimyasallara maruz kaldıkları için hayatlarını kaybediyor. BM İnsan Hakları ödülünü kazandığımız duyurulurken, bir taraftan da insanlar dünyanın dört bir yanında tüm zamanların en aşırı sıcak hava dalgasından dolayı yerlerinden ediliyor, hastalanıyor veya hayatlarını kaybediyor. Benim neslim daha adil ve sürdürülebilir bir dünya için mücadeleye devam edecek çünkü bu aslında hem bizim hakkımız, hem sorumluluğumuz ve hem de tek yolumuz. Youth For Climate Türkiye olarak Küresel Koalisyonun bir parçası olmaktan gurur duyuyoruz.

Ne olmuştu?

8 Ekim 2021’de BM İnsan Hakları Konseyi, temiz, sağlıklı ve sürdürülebilir bir çevre hakkını tanıyan bir kararı kabul etti.

Sivil toplum, Yerli Halklar, toplumsal hareketler, yerel topluluklar ve hukuk uzmanlarının yanı sıra “Çekirdek Grup” olarak da bilinen Kosta Rika, Maldivler, Fas, Slovenya ve İsviçre hükümetlerinin bu tanımayı savunan liderliği ve sivil toplum ve hukuk uzmanlarının aktif savunuculuğu sayesinde karar, aleyhte bir oy ve sadece dört çekimser oyla kabul edildi.

Birleşmiş Milletler’in en yüksek organı olan BM Genel Kurulu, 28 Temmuz 2022’de tarihli oylamasında evrensel olarak temiz, sağlıklı ve sürdürülebilir bir çevre hakkını tanıdı.

Yaklaşık bir yıl sonra ise Koalisyon, 2022’de BM Genel Kurulu tarafından sağlıklı bir çevre hakkının tanınmasını savunmadaki kritik rolüyle tanındı. 

Roni Margulies: Bir şairi ve devrimciyi uğurlarken

Arkadaşımız, şair, devrimci, aktivist Roni Margulies’i, dün alkışlarla uğurladık. İyi bir insanı ve dostu, iyi bir şairi bu kadar erken kaybetmek zormuş. Şiirlerindeki geçen zaman, kapanan devir, uzaklarda kalan hayat ve kayıp temalarının şiirlerinde kalacağını umardım. Olmadı. Roni’nin anısı şiirleriyle birleşti. Zamansız bir veda oldu. Çok üzgünüm.

Ben Roni Margulies’i tanışmadan çok önce, 90’ların başında ilk kitaplarıyla, şiirleriyle tanıdım. Sanırım önce Sombahar dergisinde çıkan şiirleriyle, sonra ilk şiir kitaplarıyla hep yakında izlediğim, sevdiğim bir şair oldu. Sonraları, 2000’lerin başlarında, önce eski Kara Kedi’de, sonra Küresel Eylem Grubu çevresinde bir aktivist olarak tanıdım. Irak savaşına karşı verilen mücadelede aktif olduğu gibi, bizim ilk iklim eylemlerini de hep destekledi, içinde yer aldı. İklim krizine, nükleer enerjiye, savaşlara karşı kampanyalar düzenledik, panellerde konuştuk, eylemlerde birlikte olduk. Bir yerde aktivisti “eyleme geçen değil eyleme geçiren kişi” olarak tanımlamıştım. Roni Margulies bu anlamıyla gerçek bir aktivistti. Yazmayı bildiği kadar konuşmayı da, sokağa çıkmayı bildiği kadar sokağa çıkarmayı da bilen bir aktivist ve devrimci. Bizim kuşak ondan çok şey öğrenmiştir.

Tabii Roni benim için en önce sevdiğim, hayran olduğum bir şair olarak kalacak. Roni Margulies’le ilgili ilk hatırladığım şeylerden biri 90’lı yıllarda, daha internet yokken, Kadıköy’deki eski büyük kitapçılardan birinde şiir raflarını karıştırırken onun kitaplarını “Türk Şiiri” rafları yerine “Dünya Şiiri” raflarında görüp ne kadar şaşırdığımdır. Tabii çok gençtim, kitapçıya gidip iki laf edemediğime hâlâ üzülürüm. Çok sonra, internet satışları açıldığında, aynı şeyi büyük bir internet kitapçısının da yaptığını fark etmiştim. Büyük ihtimalle İdefix’tir. Hâlâ öyle midir bilmiyorum, kontrol etmedim. Tabii, çağdaş Türk şiirinin en iyi şairlerinden birini sırf adı “yeterince Türk” gelmediği için Türk şiirinin dışında sanan bilgisizliğin kimseyi şaşırttığını sanmıyorum. Ama Roni Margulies derken sadece iyi Türkçe şiir yazan Türkiyeli bir şairden söz etmiyoruz. İlk iki kitabına Yahya Kemal’den epigraflar koyan, bazı kitaplarının adı “Bilirim Niye Yanık Öter Ney”, “Her Rind Bilir” olan, bazı şiirlerine Türk şiirine göndermelerle, “Elhan-ı Şita”, “Kamyonlar Kavun Taşır” gibi başlıklar koyan, şiirlerinde mesela Maria Misakyan veya Ömer Haybo isimleri geçen ve bir şiirinde  “Yalnızlık bilmemesidir Attila İlhan’ı kimsenin” diyen bir şairden söz ediyoruz. Böyle bir şairi Türk şiirinden kovan ırkçılık, tam da Roni’nin kavga ettiği şeydi. Aklıma gelse de bu anlattığımı kendisine söylemedim . Muhtemelen fark etmiştir zaten ve fark ettiyse, kendisi gibi bir enternasyonalist devrimcinin Dünya Şiiri raflarına konmasından belki de hınzırca bir sevinç duymuştur.

Roni Margulies’in şiiri

Roni Margulies’in kendi dönemi için ayrıksı bir şiir tavrı olduğu hep söylenmiştir. Zamanında kendisinin dahil olduğu 80 kuşağıyla epey kavga ettiğini, imgeci şiire karşı yazılar yazdığını biliyoruz. Onun şiiri anlatımcı denen tarzda bir şiirdi. Bence bunun arkasında Türk şiirinde Nazım Hikmet’i, Attila İlhan’ı, Edip Cansever’i (galiba daha çok 70’ler, 80’ler dönemini) ve benzeri öykülemeci şairleri sevmesi kadar, İngilizce şiiri iyi çeviriler yapacak kadar bilmesinin de payı var. (Şavkar Altınel ve Cevat Çapan için de aynı şeyi söyleyebiliriz.) Onun, Fransız şiirinin etkisiyle gelişen çağdaş Türk şiirinin imgeci ana akımının dışında, anlatımcı bir tavra sahip olmasında bunun da rolü olabilir.

Roni Margulies epey içe kapanık ve hüzünlü de olsa açık ve aydınlık bir şiir yazdı. Bir şey anlatmayan, bir öyküsü olmayan şiiri anlamsız buluyordu. Bunda anlatacağı çok şey olmasının da belki bir payı vardır. İstanbul’da, bir azınlık  olarak doğup büyümüş, ailesinde göç hikayeleri dinlemiş, kendisi on yedi yaşında Londra’ya gidip hayatını iki ülke, üç dil arasında bölerek yaşamış, yalnızlığı, ayrılığı, özlemeyi, uzakta olmayı, kaybetmeyi bilen, ama mücadeleyi, sokakta, insanlarla birlikte olmayı, onları tanımayı da en az onun kadar iyi bilen bir şairdi. Hep bir yerlere ve birilerine geri dönmekten söz etti. Eskiye kazı yapar gibi bakan, ama bugüne dairse ve değerse bir şeyler söylemeyi anlamlı bulan bir tavrı vardı. Kendi hayatını ve iç dünyasını anlattığı kadar tanıdığı insanları ve tarihi kişilikleri de şiirle anlattı.

Bir şair iç dünyasını, anlatmadan da açığa dökebilir. Roni Margulies anlatmayı, kendini sonuna kadar şiirle açmayı seçti. Samimi şiir olarak bunu gördü ve bu onu iyi bir şair yaptı. Bugünden geriye bakınca ’80 kuşağı içinde yapılan o tartışmanın aslında iyi ve samimi şiir tartışması olarak yaşandığını görüyorum. Samimi ve iyi olanlar bugüne kaldı. Roni’nin şiiri de onlardan biriydi ve öyle kalacak.

Bölünen hayatları, geçmişi ve insanı anlatan bir şiir

Roni Margulies’in hayatı İstanbul ve Londra arasında ikiye bölünmüştü. Bunu şiirlerinde bir tema olarak da görürüz. Ama en sonunda hep bir İstanbulluydu. Bunun en güzel örneklerinden biri İki Kentin Öyküsü’dür. Uzun uzun Londra’yı ve üzerinde ne izler bıraktığını anlattıktan sonra şöyle biter o şiiri:

“… Şimdi de zaman zaman bir çocuk sanatçı gibi,
turnede gibi hissetmekten alamıyorum kendimi:
Bir sahne gibi geliyor Londra bana bazen,
piyes İngilizce, oyuncuların çoğu Türkiyeli.

O akşam yaşlı bir turist durdurdu beni,
bir adres sordu, her gün geçtiğim önünden.
Durakladım. Bilmem aklımdan neler geçti.
“Kusura bakmayın”, dedim, “Londra’lı değilim ben”.

(Bilirim Niye Yanık Öter Ney’den)

Okul yılları, çocukluk, gençlik ve o yılların İstanbul’u, Maçka’dan Yeşilköy’e, şiirlerindedir. Geçmişe ve o yıllara dair düzyazı kitapları da var tabii. Şiirleriyse, en sonuna kadar sizi ucuna takıp götürür ve usulca bırakıverir yere:

“…Anladım, yanlıştı beklentilerim.
Ne olabilirdi ki? Yaş olmuş elli!
ben de zaten o Roni değilim.
o köy onundu, bu köy benim.”

(Orda Bir Köy Var…, TK1980’den)

Bazen de belirsizce… Gece yarısı uyanır, rüyasında kimi görmekte olduğunu çıkaramaz, mutfağa iner, aklına matematik hocası Peter Barrett gelir birden:

“… Gördüğüm rüyayı hatırlayamadım ama,
sabah yarı karanlık odama döndüğümde
anladım Barrett’in niye geldiğini aklıma:
“Fitzgerald der ki”, demişti bir mektubunda,
Herkesin yüreğinin bir köşesinde
her zaman üçüdür saat gecenin”.

(Gecenin Üçü, Saat Farkı’ndan)

Tabii insan hikayeleri. Memleketimden İnsan Manzaraları gibi, ama kısa şiirlerle, birkaç fırça darbesiyle çizilen portreler. İyi bir portrenin insanın sadece resmin çizildiği anki görünüşünü değil, hayat hikayesinden kişiliğine kadar her şeyini yansıtması gibi bütünlüklü, ilk kitabında anneannesi ve dedesinin hikayeleriyle başlayarak, İstanbullu, Türkiyeli azınlıkların, mübadillerin, sürgüne gidenlerin, Londra’daki göçmenlerin, işçilerin, grevcilerin, yaşlı devrimcilerin ve tabii Mağrur Olma Padişahım kitabındaki komitacıların şiirleri.

Roni Margulies aynı zamanda bir portre şairidir:

“… Artin’in babası doksan beşinde
çok sevdiği rakıyı bıraktığında,
“Dokunuyor oğlum bana” demiş,
tek damla içmemiş sonra bir daha.


Yıllar geçtikçe çoğalmış sonra
dokunan şeyler. Canı sıkılmış.
Ve doksan sekiz yaşındayken
ipten dönüp sessizce bir ikindi vakti
bırakmış dokunulmayı Avedis Efendi.”

(Vakıflı Köyü’nün İpi, Ornitoloji’den)

Ve tabii hep Elsa gelir aklına…

“… Ayrıntılardan arındırsam hayatımı;
desem ki: ben Elsa’yı çok sevdim.
O kadar. Bir kapı aralandı kısaca:
Bir başka dünyada, başka bir çağda
mümkün olabileceğini gördük aşkın.
Usulca kapandı tekrar kapı sonra.”

(Çağımızda Her Aşk, Elsa’dan)

İmgeci şiir tarafından bakıldığında fazla düz ve yalın bir şiir gibi gelebilir Roni Margulies’in şiiri. Ama onun şiirinde “sehl-i mümteni” vardır sıklıkla: Hiç öyle sanmayın, o dizeyi yazamazsınız.

Elhan-ı Şita

Şimdi, Roni’nin ardından, bütün şiir kitaplarını raftan indirip tekrar okumak kolay değil, o şiirlerin artık tamamlandığını düşünmek acı veriyor. Ama kişisel bir notla bitireyim bu veda yazısını. Yıllar önce, şiiriyle ilgili kısa bir mail yazışmamız olmuştu. Çok cesaret edemezdim aslında, o kadar güncel mesele varken mücadelenin içindeki bir insana şiiriyle ilgili bir şey yazmaya. Bana cevap olarak yeni yazdığı bir şiirini (Elhan-ı Şita) göndermişti. Sonra, aynı dönemde birkaç da kuş şiirini yollamıştı. İnsanı özel hissettiren anlar. O şiirler daha sonra son kitabı Ornitoloji’de yer aldı. Bana gönderdiği şekliyle o şiiri, Elhan-ı Şita’yı alıyorum son olarak buraya.

Güle güle Roni.

“Beşiktaş günlerimin ilk karı yağıyor.
Londra’da oturur her kış, buraları düşlerdim.

Geldim. Buradayım işte artık.
İşte ağır bulutlar, karlı kaldırımlar
ve anlamsızca, acımasızca esen rüzgâr.
Sessizce gezindim sokaklarınızda bu akşam:

Her gece saat 11’de çay demleyen bakkal,
hemen yanında sepet sepet kuşburnu, zerdeçal,
keçi boynuzu, zencefil ve bilmediğim bitkiler,
züccaciyeci, sonra Elit Profiterol, künefeci.

Zor dayanıyor tenteler üstlerindeki karlara.
Çilingir, terzi ve yanı sıra çeşit çeşit tamirci:
“Her türlü elektronik eşya tamir edilir”
ve bisiklet tamircisi ve saat tamircisi.

Döndüm, ey tamirciler! Buradayım artık.
Geldim, teslim ediyorum işte kendimi size.
Tamir edebilecek misiniz geçmişimi?
Dönüp bakmadıklarımı, kırıp geçtiklerimi?

Tamir edebilecek misiniz kalan günlerimi?”

Antroposen çağı ne zaman başladı?

Bir süredir bir grup bilim insanı antroposen çağının ne zaman başladığı üzerinde çalışıyor. Bu bilim insanları, insanlığın dünyamıza vurduğu öldürücü darbenin, en açık şekilde Kanada‘nın Ontario bölgesinde bulunan küçük bir gölde;  Crawford Gölü‘nde görülebildiğini iddia ediyor.

Antroposen, insan çağı olarak atlandırılan döneme verilen ad. İlk kez 2000 yılında iki araştırmacı; Crutzen ve Stoermer tarafından bu evre tanımlanmış ve isimlendirilmiş. Bilindiği gibi jeolojik olarak son buzul çağının kapandığı 11.700 yıl öncesinde başlayan döneme, Holosen Evre deniyor. Şimdi ise bilim insanları bu tabloda güncelleme yapıp yapmamayı ve antroposen evrenin ne zaman tam anlamı ile başladığını araştırıyor.

Crawford Gölü’nün gösterdikleri…

Nature’de geçtiğimiz haftalarda yayımlanan bir makaleye göre, insanlığın gezegenimizde yol açtığı çevre değişikliklerini yeni bir jeolojik dönem olarak tanımlayabilmek için 2019 yılından bu yana çalışmalar yürüten bilim insanları, Kanada’daki küçük Crawford gölünün mükemmel bir örnek olduğu görüşüne vardı. Çünkü bu küçük gölde biriken tortuların oluşturduğu çamur tabakaları, araştırmacılara göre, antroposen olarak isimlendirilen, insanla başlayan yeni bir jeolojik evrenin başlangıcına işaret ediyor. Sadece 2,4 hektarlık bir yüzey alanına sahip olmasına rağmen, Crawford Gölü 24 metre derinliğinde. Bir kireçtaşı mağarasının çöküp; suların bu deliği doldurması ile oluşmuş. Çok derin olduğu için, suyun alt tabakası üst tabakalarla karışmıyor. Her yaz mevsiminde göl ısınıyor, kalsiyum karbonat çöküyor ve yılların geçişinin görsel bir göstergesi olarak ayırt edici bir beyaz tabaka oluşturarak dibe batıyor. Gölün dibindeki tortulara bakıldığında değişimdeki hızlanmanın izi yıl yıl izlenebiliyor.

Gölün tortuları üzerine yapılan önceki çalışmalar da iki büyük değişim dönemini ortaya çıkarılmış. İlki XIII. yüzyıldan XV. yüzyıla kadar süren yerli halkların etkisi; ikincisi ise XIX. yüzyılda Avrupalı sömürgecilerin gelişini işaret eden dönem. En büyük değişiklik ise, yirminci yüzyılın ortalarından itibaren görüldü. 2019 ve 2022 yıllarında gölden alınan numuneler, insanlığın çevreye en önemli etkilerinden biri olan yaygın fosil yakıt kullanımını, hatta nükleer bomba denemelerinden sonra yayılan plütonyumu bile mükemmel şekilde kayıt altına alındığını gösterdi. Bu nedenle araştırmacılardan oluşan grup artık tabloyu güncellemek için yeterli kanıt toplandığı görüşünde. Göl dibindeki tortuları analiz eden bilim insanları yeni dönemin başlangıcının ise 1950 yılı olması gerektiğini düşünüyorlar. Bu tarih ‘büyük hızlanış’ olarak adlandırılan, yani insan nüfusu ve tüketim kalıplarındaki değişimin çok hızlandığı yıla işaret ediyor. Bu tarih aynı zamanda teknolojinin gelişmesiyle eşzamanlı olarak alüminyum, beton ve plastik kullanımının hızla yaygınlaşmasına da denk düşüyor.

Crawford gölü dibinden çıkarılan çamur katmanlarının bir bölümü bu yılın başlarında plütonyumun; bu radyoaktif elementin, ilk kez hangi yıla karşılık geldiğini, hangi katmanda ortaya çıktığının belirlenmesi için İngiltere‘ye, Southampton Üniversitesi‘ne analize gönderilmiş. Araştırma grubundan Profesör Andrew Cundy “Tortular içinde plutonyum ve diğer bazı maddeleri aşağı yukarı 1945 yılından itibaren görüyoruz. Fakat plutonyum artıklarının gerçekten küresel düzeyde yayılması 1952’deki güçlü nükleer bomba denemelerinden sonra yaşandı” diyor. Ayrıca analizin yapıldığı üniversitedeki uzmanlar söz konusu plütonyum izotoplarından birinin radyoaktif etkisinin yarılanması için 24 bin yıl geçmesi gerektiğini belirtiyor. Bu da plütonyumun en az 100 bin yıl daha tortular içinde gözlemlenebilecekleri anlamına geliyor. Ama bunun ötesinde karbon partikülleri zaten hep görülebilir.

Geri dönüş mümkün mü? Küresel iklim krizi ve yaşadığımız çok sıcak günler bunun mümkün olmadığını gösteriyor (Kaynak: Lewis ve Maslin. BBC’den alınmıştır)

Önümüzdeki aylarda, Crawford Gölü çalışma grubu Kuvaterner Stratigrafi Alt Komisyonu’na (Uluslararası Stratigrafi Komisyonu; küresel ölçekte stratigrafik, jeolojik ve jeokronolojik konularla ilgilenen bir kuruluş. Uluslararası Jeoloji Bilimleri Birliği’nin de en büyük ve en eski kurucu bilimsel organı… Birincil hedefi Uluslararası Kronostratigrafik Çizelgenin küresel birimlerini tam olarak tanımlamaktır) üç öneri sunacak. 

Öneriler şöyle: 

  • Crawford Gölü, antroposen’in başlangıcı için altın bir veri kaynağı görevi görmeli ve antroposen çağ için yıl belirlenmelidir.
  • Antroposen, Holosen çağı sona erdiren jeolojik bir çağ haline gelmelidir; bu çağın adı Crawfordian çağı olabilir.
  • Üçüncü olarak, altın veri kaynağı tanımını kazanamayan sekiz bölgeden bazıları, antroposeni jeolojik ortamlarda tanımlamaya yardımcı olmak için ek bölgeler olarak hizmet edebilir. Bu yerlerin başında kuzeydoğu Çin‘deki Sihailongwan Gölü geliyor.

Öneri alt komisyondan geçerse, Uluslararası Stratigrafi Komisyonu’na ve son olarak Uluslararası Jeoloji Bilimleri Birliği‘ne gidecek.

Büyük hızlanış; gezegenimizi büyük bir hızla yok oluşa sürüklemeye başladığımız tarih… Şimdi bilimsel olarak biliyoruz ki 5 milyar yaşındaki dünyamızı, 1950 yılından bu yana sadece 73 yıl içinde çöküşün eşiğine getirdik. Araştırmacılara göre “bundan binlerce yıl sonra jeologların bugünden kalan jeolojik katmanlar üzerinde çalışarak insanın gezegenimizde yol açtığı köklü değişimleri anlamaya çalışacağını düşünmek heyecan verici.’

Ben bundan emin değilim. Çünkü fosil yakıtları tüketerek, nükleer atıklarla boğuşarak ‘büyük bir hızla’ büyük çöküşe doğru gittiğimiz çok açık. O nedenle bırakın binlerce yıl sonrasını yüzlerce yıl sonra bile ortada incelenecek bir dünya kalmamış olabilir.

Daffa Praditya D.R.: Hedefimiz Endonezya’yı şimdi ve sonsuza kadar daha yeşil ve sürdürülebilir kılmak [İklim Kuşağı-32]

“Climate Generation” serisinin bu seferki konuğu Fridays For Future Endonezya‘dan bir iklim aktivisti, Daffa Praditya D.R.

Daffa 19 yaşında ve ülkenin başkenti Cakarta’da yaşıyor. Üniversitede İngiliz Edebiyatı okuyor ve bu, Endonezya’da iklim aktivizmi konusundaki mevcut faaliyetlerine destek oluyor, çünkü uluslararası toplumun Endonezya’da karşı karşıya kaldıkları iklim krizinin korkunç etkilerini ve yerel toplulukların iklim krizinin neden olduğu deneyimleriyle ilgili hikayelerini duymasına yardımcı olmaya çalışıyor.

Atlas Sarrafoğlu: İklim krizi genel olarak insanların yaşamlarını nasıl etkiliyor ve Endonezya’daki iklim değişikliğinin doğrudan etkileri neler? Sence ülkenizi iklim değişikliğinin etkilerinden korumanın yolları neler? 

Daffa Praditya D.R.: Bildiğimiz gibi Endonezya, devasa nüfusuyla çok büyük bir takımada ülkesi. Bu ülkede yaşayan 280 milyon insan var ve nüfusun yaklaşık yüzde 40’ı Java Adası‘nda toplanmış durumda. Ayrıca ülkemiz, dağların adalarımızı ve denizlerimizi çevrelediği “ateş çemberi”nin de merkezi. İklim krizinin buradaki en büyük etkisi, özellikle Endonezya’nın doğusunda hava kirliliği, mahsul kıtlığı, su kıtlığı ve deniz seviyesinin yükselmesi olarak ortaya çıkıyor. Şu anda ikamet ettiğim şehir, 2050 yılına kadar deniz seviyesinin yükselmesi tehditiyle karşı karşıya. Jakarta’nın  sular altında kalacağı tahmin ediliyor, bu nedenle şehrin yüzde 50’sini oluşturan Batı Jakarta, Kuzey Jakarta ve Doğu Jakarta‘nın yarısı haritalardan kaybolacak. Ayrıca, şu anda kaldığım öğrenci yurdunun kıyı bölgesinden sadece 40 dakika uzaklıkta olduğu Batı Jakarta’da yaşadığım için de endişeliyim. Ve yakın gelecekte daha yüksekteki bir ülkeye taşınmam gerekebileceği için gerçekten kaygılıyım.

Endonezya’da iklim krizinin neden olduğu yıkımları ve felaketleri gözlemledikten sonra, bu krizin üstesinden gelmek için üç nihai çözüm olduğunu söyleyebilirim. Birincisi, enerji dönüşümü; ikincisi iklim eğitimi yoluyla insanların davranışlarını daha sürdürülebilir odaklı yaşamaları için değiştirmek ve sonuncusu, kıyı alanı boyunca yükselen deniz seviyesinden kaynaklanan yüksek riskli alanlar için alternatif konut inşası.

‘İyi planlarımız var ancak bütçemiz yok’

İklim kriziyle mücadele konusunda hükümetinizin algısı nedir?

Şahsen, hükümetin bu krizin üstesinden gelmek için kararlı bir şekilde sağlam bir planı / adımı olduğunu söyleyebilirim. Endonezya Ulusal Plan ve Kalkınma Bakanlığı yetkilileri ile ülkenin nereye gideceği konusunda karşılıklı müzakere şansım oldu ve içinde bulunduğumuz krizin daha kötüye gideceğini öngörüsüyle şimdiden iyi bir plana sahip olduğumuzu söyleyebilirim. Ama ne yazık ki, tüm bu kalkınma planını finanse edecek bir bütçe yok. Ayrıca, Endonezya’da evlerdeki enerji ihtiyacı için kömürden elektriğe geçmesi gibi hâlâ geleneksel işlere dayanan mevcut gelişmeyle mücadele etmeye devam ediyoruz. Dolayısıyla sahip olduğumuz bütçe ülkedeki çok katmanlı ve sektörler arası tüm bu büyük geçişi finanse etmek için yeterli olmazsa geçiş mümkün olmayacaktır.

İklim aktivizmine nasıl başladın ve Endonezya’da grevleri nasıl organize ediyorsun? İklim krizi konusunda belirli bir alanda mı çalışıyorsun?

İklim aktivizmine 2021’de FFF Endonezya’ya katılmaya karar vererek başladım. 2022’ye kadar Covid-19 kısıtlamaları nedeniyle hiçbir zaman gerçekten fiziksel olarak grev yapamadık. Şimdi insanları iklim krizine karşı eğitmeye ve bununla başa çıkmak için ne yapmamız gerektiği konusunda bilinçlendirmeye odaklanıyoruz. Eğitime ağırlık vermememizin nedeni, yapmamız gereken ilk şeyin insanların farkındalığını artırmak olduğunu hissetmemizden kaynaklanıyor.  İnsanlar yeterince farkında olursa, o zaman bu ülkeyi daha sürdürülebilir hale getirmek için her şeyi yapabiliriz, çünkü zaten çok sayıda destekçimiz ve ortak hedeflerimiz var. Bunların en önemlisi de Endonezya’yı şimdi ve sonsuza kadar daha yeşil ve sürdürülebilir kılmak.

‘Yapmam gereken şeyi yapacağım’

FFF Endonezya’da, üç ay boyunca yürüttüğümüz webinar serileri de dahil olmak üzere çeşitli kampanyalar yürütüyoruz. Ayrıca, Yogyakarta‘da ücretsiz bez çantaları paylaşmak için Great Eastern Indonesia ve Saya Pilih Bumi ile de ortaklık kurduk. Bu, özellikle Yogyakarta’da insanları tek kullanımlık plastik eşya kullanımını azaltmaları için eğitmeyi ve teşvik etmeyi amaçlıyordu. Ayrıca şu anda çocuklar için bu yılın eylül ayında piyasaya sürülecek olan bir “iklim etkinlikleri” kitabı hazırlıyoruz. Umarız, hazırladığımız kitap, özellikle Endonezya’daki yoksul topluluklardan gelen çocukların iklim krizini ve bu krizle başa çıkmak için göstermeleri gereken çabayı anlamalarına yardımcı olur.

Geleceğe dair seni umutlandıran şeylerden bahseder misin?

Bir iklim aktivisti olarak gelecekten umutlu olmamın tek nedeni, ne olursa olsun insan olarak hayatta kalacak ve çevre ve insanlık için yapmam gereken şeyi yapacak oluşum.

COP27 ve Stockholm+50’de bulundun. Ne bekliyordun ve gerçekte ne oldu?

Öncelikle, çevre ve iklimin tartışıldığı her türlü uluslararası konferans, bu krizin daha da kötüye gitmesini önlemek için uluslararası alanda alınacak önlemler konusunda uluslararası anlaşmaya varmamızın tek yoludur. Tıpkı 90’larda ozon deliğinin büyümesini önlemek için CFC kullanımını durdurma konusunda anlaştığımız gibi. Umarım geçmişteki başarı öyküsü, günümüzde aynı kolektif eylemi gerçekleştirmemiz için bize ilham verir ve cesaretlendirir. Böylece düzenlenen uluslararası konferanslar, bu krizi nasıl ele alacağımız ve üstesinden gelmek için ne yapmamız gerektiğine dair uluslararası bir anlaşmaya gidebilir.

Stockholm+50 ve COP27 benim için gerçekten harika ve unutulmazdı. Bu konferanslar yeni, harika ve ilham verici insanlarla tanışmamı sağladı.

Böylesi konferanslarda değişim yaratmak, sürdürülebilir yeni bir gelecek kurmak isteyenlerin ve dünyanın dört bir yanından ilham veren hikayelerin enerjisini hissediyorum. Aynı zamanda gittiğim ülkelerin kültürlerini, kullandıkları dilleri, insanlarının davranışlarını ve sahip oldukları gelenekleri de öğrenebiliyorum. Benim için harika ve çok anlamlıydı.

Dünya liderlerine hitap edecek bir mikrofonun olsaydı, onlara iklim krizi hakkında ne söylerdin?

“İşbirlikçi olun, daha az politik davranın ve bu gezegeni kurtaramazsak gelecekte sevimli ailemize ne olacağını bir düşünün.”

İklim kriziyle ilgili gelecek algın nedir? 2030’da kendini nasıl hayal ediyorsun?

2030’a artık yedi yıldan az bir süre kaldı. Dolayısıyla bu yedi yılı, nasıl bir politika izlediğimize ve bu çabanın bundan sonraki çalışmalarda nereye gideceğine karar vermemiz gereken bir dönem diye düşünüyorum. 2030’dan sonrası ise  oluşturduğumuz tüm politikaları on yılı aşkın bir süredir inşa ettiğimiz taahhüdümüzle tutarlı bir şekilde uygulamamız gerekiyor.

*

Sosyal medya hesapları

Twitter: @MaxHelgaar
İnstagram: @daffaprdtya