Ana Sayfa Blog Sayfa 370

Borsa: Krizle boğuşan halkın umudu (mu?)

[email protected]

Ülke ekonomisinin 2018’den itibaren içine düştüğü çukur, 2021 Eylül’ünden itibaren fırlayan enflasyonla iyice içinden çıkılmaz hale gelince herkes kendince bir çözüm arama telaşına düştü. Bir felaketle karşılaşan insanların can havliyle bireysel çözümlere yönelmesi son derece anlaşılabilir bir durum. İnsanlar kendilerini ve yakınlarını kurtarmak veya en az zararla o durumdan çıkmak için bir şeyler yapmak zorunluluğu hissederler. İnsanın doğasındaki “ayakta kalma” güdüsünün getirdiği doğal bir tepkidir bu. Hele kendilerini kimsenin düşünmediğini ve korumadığını, yapayalnız kaldıklarını hissettiklerinde tam anlamıyla “yılana sarılma” bile gündeme gelebilir.

Yaşanan ekonomik kriz ortamında zaten günü gününe veya haftalık, aylık gelirleriyle uç uca yaşamak durumunda olanların pek seçenekleri yoktu. Tasarruf imkanları olmayınca paralarını nereye yatıracaklarını düşünmelerine de gerek kalmadı. Belki bunlardan küçük miktarlarda ve kısa süreli döviz alanlar ya da biraz şeker ve yağ stoklayanlar olmuştur ama işte o kadar. Büyük para sahipleri gayrı menkule, arabaya, dövize ve ardından KKM’a yönelerek, iş insanları mal stoklayarak, orta halli tasarruf sahipleri ise dövize-KKM’ye yatırım yaparak veya erteledikleri dayanıklı tüketim malı alımlarını öne çekerek enflasyon karşısında eriyen tasarruflarının değerini korumaya çalıştılar. Anlaşılır nedenlerle kimse komik bir faiz getirisi sağlayan Türk Lirasında kalmak istemiyordu.

Bu süreçte bir gelişme daha oldu. Uzun yıllardır yatırımcıların pek bilmediği veya rağbet etmediği borsa keşfedildi. Gittikçe artan sayıda insan yaşanan kriz ortamında kendini korumak için borsada yatırıma başladı. Hükümetin dolaylı-açık yöntemlerle verdiği destek ve gittikçe artan halka arzlar da borsaya yönelimi pekiştirdi. 1980-90’lı yıllardaki kuruluş ve gelişme dönemlerinde Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) ve İstanbul Menkul Kıymetler Borsası (Bugünkü BİST) gibi bu konuyla doğrudan ilgili kurumlarda çalışmış birisi olarak borsa konusunda bir şeyler yazmamın zamanı geldi diye düşünüyorum.

Kriz ortamında Borsa keşfediliyor

Önce rakamlara ve gelişmelere bakalım. Merkezi Kayıt Kuruluşu (MKK) verilerine göre son 5 yılda yurt içi bireysel hisse/pay senedi yatırımcı sayısı 1,2 milyondan 5,1 milyona yükselmiş. Ağustos 2023 rakamları bu sayının 6 milyonu aştığını gösteriyor. Özetle son 5 yılda yatırımcı sayısı altı misli artarak 1 milyondan 6 milyona ulaşıyor. Burada altı çizilmesi gereken nokta, yatırımcı sayısının 1990’ların başından 2019’a kadar, neredeyse 30 yıl boyunca 1 milyon civarında sabit kaldıktan sonra son 5 yılda bu inanılmaz gelişmenin ortaya çıkması. Asıl artışın ise 2021’den sonra başladığı tabloda açıkça görülüyor.

Pekiyi, neden Türk halkı birden bire borsayı ve hisse senedini keşfediyor? Bunun, hepinizin çok iyi bildiği iki nedeni var: Birincisi artan enflasyona rağmen faizlerin düşürülmesi, ikincisi de yapılan sürekli satışlarla döviz kurlarının kontrol altında tutulması. Bu durumda halka şu mesaj verilmiş oldu: “Yatırım yapabilecek paranız varsa faize yatırmayın ama döviz de almayın, ilk hedefiniz borsadır.” Bu mesaj faizler düşük tutularak ve kurlar kontrol edilerek sadece üstü örtük bir şekilde verilmedi. En üst düzeyde yetkililerin açıklamaları ve bazı kamu finans kuruluşlarının işlemleriyle de bu mesaj desteklendi. Öyle olunca da halkımız gereğini yaparak tasarruflarını hisse senetlerine yönlendirmeye başladı.

Şimdi ikinci soruyu da soralım. İnsanlar hisse senedine yönelerek gerçekten doğru mu yaptılar, yani daha fazla getiri elde ederek kendilerini enflasyon karşısında koruyabildiler mi? Bu soruya TÜİK’in yayınladığı verilerle yanıt arayalım. Aşağıda 2022 yılına ve 2023’ün ilk altı ayına ilişkin TÜİK reel getiri grafikleri var.

TÜİK’in enflasyon verilerinin gerçekleri ne kadar yansıttığı konusunu bir kenara bırakarak grafiklere bakarsak, 2022 yılında Borsa getirisinin tek reel getiri olduğunu, 2023’ün ilk altı ayında ise dövizdeki seçim sonrası artıştan dolayı reel getirinin altın ve dövizin altında olduğunu görüyoruz. Fakat temmuz ve ağustos aylarındaki performansla hisse senetlerinin pozitife geçtiği görülüyor. Dönemin önceki yıllarına baktığımızda 2019’da döviz hariç diğer bütün enstrümanların pozitif getiri sağladığını, 2020 yılında, mevduat ve tahvil dışında bütün araçların pozitif reel getiri getirdiğini, 2021 yılında ise ÜFE ve TÜFE’ye göre karışık bir getiri yılı olduğunu görüyoruz. (Lütfen bir noktayı gözardı etmeyelim: Buradaki hisse senedi getirisi BİST 100 endeksinin getirisidir. Bireysel hisse senetlerinin getirisi bu ortalama getirinin üzerinde veya altında olabilir.)

Yukarıda sorduğumuz ikinci soruya bu veriler ışığında net bir yanıt vermek gerekirse, özellikle 2021’den itibaren borsanın getirisinin faizlerin oldukça üzerinde olduğu ama zaman zaman döviz getirisiyle başa baş gittiği söylenebilir. Kısaca, yatırımcı Borsa yönelimiyle doğru bir iş yapmış ve kendisini özellikle negatif reel faiz getirisinden korumuştur. Ancak…. Evet burada kocaman bir “ANCAK” meselesi var. Bunu da sonraki bölümde irdeleyelim.

Borsa ve ‘ANCAK’ meselesi

Sermaye piyasalarında yatırımcı sayısının artması, yani “sermayenin tabana yayılması” birçok ülkede çok arzulanan ve desteklenen bir konudur. Halkın ülkenin şirketlerine ortak olması, onların büyümesine katkıda bulunması, kardan pay alarak refahını artırması, böylece demokrasinin ve sosyal adaletin gelişmesine katkıda bulunması gibi onlarca fayda sayılabilir. Biz SPK ve İMKB’de çalışırken üzerinde durduğumuz konuların en önemlilerinden birisi buydu. Eminim şu anda da aynı şekilde düşünülüyordur. Bu açıdan bakınca, yatırımcı sayısının artması çok istenen bir gelişme. “ANCAK” meselesine gelince, bu rakamların ve getirilerin gerisindeki bazı önemli noktaların anlaşılması ve  vurgulanması şart:

  1. Öncelikle piyasadaki 6 milyon yatırımcının profiline bakıldığında bunların çok önemli bir kısmının küçük yatırımcı olduğu görülüyor. Kabaca, yatırımcıların yarısının portföy büyüklüğü 10 bin TL’nin altında. Portföy büyüklüğü 250 bin TL’nin üzerinde olan yatırımcılar toplamın yaklaşık yüzde 10’unu oluşturuyor. Buradan yola çıkarak, birçok insanın biraz para kazanmak umuduyla sınırlı parayla piyasaya geldiğini, aslında büyük bir sermaye tutarının borsaya aktarılmadığını görüyoruz. Sürekli işlem yapılarak işlem hacimleri şişirildiğinden borsadaki para çok sanılıyor, ama değil. Ayrıca, sınırlı tasarrufu olan milyonlarca insanın büyük umutlarla borsaya geldiklerini, umutları söndüğünde yıkılacak hayallerin de büyük olacağını iyi görmek gerekiyor.
  2. Borsada fiyatların artmasına, dolayısıyla getirilerin yükselmesine yol açan önemli bir unsurun, yukarıda saydığım nedenlerle borsaya yeni gelen ve gelmeye devam eden bu yeni yatırımcılar olduğu açık. Faiz ve döviz getirilerinin düşük kalması da bu süreci destekliyordu. Seçim sonrasındaki dönemde faizler artırılmaya, döviz ise daha hızlı değer kazanmaya başladı. Bunun sonucunda yeni yatırımcı sayısındaki azalma (hatta durma) ya da var olan yatırımcıların piyasadan çıkması talebi düşürüp hisse senedi getirilerini farklı bir yöne çekebilir. Bunun sonuçları yukarıda belirttiğim küçük yatırımcı profili üzerinde çok istenmeyen bir hal alabilir. Burada olumlu olarak altı çizilmesi gereken bir nokta, yurt içi kurumsal yatırımcıların (özellikle BES fonları) toplam portföy içerisindeki ağırlığının artması olgusu. Yerli bireysel yatırımcıların portföyü toplamın yaklaşık yüzde 38’i iken, yerli kurumsal yatırımcıların payı yaklaşık yüzde 21. Yabancı kurumsal yatırımcıların yüzde 16 olan payıyla birlikte düşünüldüğünde, bireylerin heyecanla atabilecekleri adımlara karşılık kurumsal yatırımcıların piyasaya istikrar getirici bir unsur olabileceğini belirtmekte fayda var. Kurumsal yatırımcı ağırlığının artması da çok uzun zamandır arzulanan bir gelişmeydi ve BES’le birlikte bu konuda önemli bir eşik aşıldı.
  3. Yatırımcı sayısının arttığı bu dönemde, daha önceki yıllarda da yaşandığı gibi, şirketlerin halka açılma eğilimlerinin de arttığı net bir şekilde görülüyor. Aşağıdaki grafikte son 5 yıldaki halka arz verisi yer alıyor. Buna göre, 2019’da sadece 6 ve 2020’da yalnızca 8 şirketin halka arzı yapılırken, borsanın coştuğu ve yatırımcı sayısının arttığı izleyen üç yılda halka arzlarda bir patlama yaşanıyor. 2021’de 52, 2022’de 40 ve 2023’ün ilk yedi ayında 22 halka arz gerçekleşiyor. Halka arz tutarları itibarıyla bakınca, biraz da enflasyonun etkisiyle,  2023’deki 22 halka arzın büyüklüğünün 30 milyar TL ile bir önceki yılın 40 halka arzının toplamından daha yüksek olduğu görülüyor. Toplam olarak son 2 yıl 7 ayda 70 milyar TL tutarında bir halka arz gerçekleştirilmiş durumda. Geçtiğimiz dönemlerdeki halka arz furyalarından sonra bu şirketlerden bazılarının iflas ettiklerini ve yatırımcılarını zarara uğrattıklarını biliyoruz. SPK bu halka arzları kayda alan (bir anlamda izin veren) kamu kurumu. Dolayısıyla halka arzedilen şirketler belli bir süzgeçten geçiyor. SPK tarafından uygun görülmese bu kadar halka arz olmazdı zaten. Ama son kertede sorumluluk yatırımcının ve doğru şirketlere yatırım yapmak çok önemli. Son dönemde hisse senetlerini halka arz eden şirketlerin yatırımcılara uzun vadeli bakan, onlara sahip çıkacak ve her yıl karından belirli bir temettü dağıtarak yatırımcıların gelir sağlamalarına imkan verecek, kısa vadeli spekülatif ve manipülatif işlemlerle hisse fiyatlarını artırmaya prim vermeyecek kalıcı şirketler olmalarını ümid ediyorum.

4. Borsa’da işlem yapan aracı kurumlar da bu süreçte işlem hacimlerinde ciddi artışlar gördüler ve karları arttı. Borsanın ve sermaye piyasasının gelişmesi için bu durum son derece olumluyken, aracı kurumların yatırımcılarla ve şirketlerle ilişkilerinde dikkatli olmaları ve onları gerçek bilgilerle ve riskleri anlayarak yatırım yapmaya veya halka arza yönlendirmeleri beklenir. Kısa vadeci bir yaklaşımla yatırımcılara ve halka açılmak isteyen şirketlere yaklaşmak, bu piyasanın risklerini ve uzun vadeli özelliğini vurgulamamak, ileride telafisi zor sonuçlar doğuracaktır. Ayrıca, yatırımcıları sürekli alım-satım yapmaya sevkederek kısa vadede yüksek karları hedeflemek de tercih edilmemesi gereken bir davranış biçimi. Geçmişte bunlar yaşandı ve umarım bu sefer yaşanmaz. Yaşandığı takdirde bundan en fazla zararı maalesef yatırımcılarla birlikte aracı kurumlar görecektir.
5. Son olarak, yatırımcılar açısından bakınca öne çıkan bazı önemli noktaların da altını çizmekte fayda var. Biliyorum ki birçok yatırımcı sosyal medyada, basında veya başka yerlerde inanılmaz kazanç hikayeleri duyuyor ve onlar da bu akan sudan testilerine su doldurmak istiyorlar. Bu “inanılmaz” hikayelerin tamamına yakını gerçekten “inanılmaz”. İnanmayın. Kısa vadede zengin olma hayaliyle borsaya geldiyseniz, bilin ki bu bir hayal olarak kalacaktır. Buna rağmen, hisse senetlerini bir piyango bileti gibi gören yatırımcılar maalesef vardır ve olacaktır. Bu insanlara söyleyecek fazla bir şeyim yok. Ama böyle bakmıyorsanız, kendi bilginiz ve sağ duyunuzla, ayrıca araştırma yaparak ve çeşitli kaynaklara başvurarak yatırım yapın. Kısa vadeli düşünmeyin. Bir süre kazansanız bile sonra kaybedersiniz. Bütün paranızı veya sizin için önemli bir miktarı hisse senedine yatırmayın. Hisse senedi piyasasının risklerini iyi anlayın, hisselerini aldığınız şirketleri iyi araştırın ve aracı kurumunuzdan bilgi ve destek alın. Birilerinin yönlendirmesine kendinizi kaptırmayın. Çok büyük olasılıkla bu kişiler, öncelikle kendilerine menfaat sağlayacak belli bir amaç için sizi belli bir şekilde yönlendiriyorlardır. Bu temel ilkelere uyarsanız, hisse senedi yatırımı eğlenceli, kazançlı ve öğretici bir deneyim olabilir.

Borsa yaraya merhem olur mu?

Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik krizden vatandaşı borsaya yönlendirerek ve onların borsada kazanç sağlamasıyla çıkmamız mümkün değil. Borsada kar kadar zarar da vardır. Ayrıca unutmayın, birisinin karı, diğerinin zararıdır. Üstelik, yeni halka arzlar nedeniyle artan hisse senedi arzından ve alternatif yatırım araçlarında seçim sonrasında görülen gelişmelerden dolayı son yıllarda görülen borsa kazançlarının sürdürülmesi de pek mümkün görünmüyor. Borsa yatırımlarından epey kazanç sağlayan bazı insanlar olabilir ama bunlar istisnadır ve ülkenin ekonomik düzlüğe çıkması için çok çok daha ciddi adımlar atılması gerekir. Bu konuda neler yapılması gerektiğini önceki Yeşil Gazete yazılarımda ayrıntılı olarak yazdım.

Dolayısıyla, ne siyasilerin ne de vatandaşların borsa yoluyla ülkenin devasa ekonomik sorunlarına bir çözüm bulmaları mümkün değil. Makro ekonomik politikalarda doğru adımları atmak, para ve maliye politikalarını buna uygun belirlemek, hukuk sistemini çalıştırmak, orta-uzun vadeli bir bakış açısıyla ve ortak aklı kullanarak yol almak dışında bir mucize çözüm yok. Gerisi sadece bir illüzyondur. Dikkatli olun derim.

 

 

Foça sahillerinde artan denizanaları neyin habercisi?

Bugünlerde İzmir’in tarihi ilçesi Foça sahillerinde mavi denizanası işgali yaşanıyor. Her metrekarede neredeyse yüzlerce küçüklü büyüklü mavi denizanası var. Tatil için Foça’da bulunanlar denizanaları nedeniyle uzun bir süredir rahatça denize giremiyor. Ama daha da önemlisi bölge halkının önemli bir geçim kaynağı balıkçılık da yapılamıyor. Denize bırakılan ağlara denizanaları doluyor ve ağırlık yaparak ağlara zarar veriyor.

Küresel iklim değişikliğinin etkisi ile Ege Denizi de giderek ısınıyor. Bu ısınma özellikle 2000’li yılların başından itibaren düzenli olarak giderek artıyor. Buna bağlı olarak da Ege Denizi ekosisteminde önemli değişiklikler yaşanıyor. Küresel ısınma etkisiyle suların ısınması pek çok sucul canlıyı habitat değişimine zorluyor. Ege Denizi’ne özgü balık ve deniz canlıları daha serin olduğu için Kuzey Ege’ye göç ederken; Kızıldeniz, Süveyş Kanalı yolu ile Akdeniz’e giren istilacı türler de ısınmanın etkisi ile hızla Ege Denizi’ne doğru yayılıyor. Bu durum besin zinciri üzerinde çok önemli değişikliklere ve kayıplara da neden oluyor.

Grafik: Ege Denizi’nde ölçülen yıllık ortalama deniz suyu sıcaklıkları (°C). Grafikte 2021 yılına kadar veriler bulunuyor, muhtemelen 2022 ve 2023 yıllık ortalama deniz suyu sıcaklıkları daha yüksek çıkacak. (Kaynak: https://cevreselgostergeler.csb.gov.tr/deniz-suyu-sicakligi-i-85730 )

Bilindiği gibi besin zinciri, ekosistemlerde bulunan türlere ait bireyleri diğer tür veya türlere ait bireyler üzerinden beslenmesi sonucu oluşan zincirleme bir sistem. Sucul ortamdaki besin zinciri bazen çok uzun olabilir ve suyun ısısı, akıntı sistemleri gibi pek çok faktörden kolayca etkilenebilir. Doğada, klorofil içeren ototrof türlerin fotosentez aktiviteleri sonucu üretilen organik madde birincil üretim olarak nitelendiriliyor. Denizlerdeki besin zinciri mikroskobik alglerle başlıyor ve sucul ekosistemlerde besin zincirinin ilk basamağını fitoplanktonlar oluşturuyor. Bu üretim biyosferdeki primer fotosentetik üretimin yaklaşık yarısından sorumlu.

‘Ölü alanlar’ adım adım nasıl oluşur?

Küresel ısınma nedeniyle deniz suyu ısındıkça alg patlamaları da artıyor. Bu alg patlamalarının bir örneğini son yıllarda sık olarak İzmir Körfezi’nde de görüyoruz. Fitoplanktonlar, deniz sularının ışık alan yüzey sularında yaşayan organizmalar olup bu organizmalar, zooplankton, balık, karides, midye gibi pek çok sucul türe yem görevi görürler. En önemli faydaları ise gezegendeki oksijenin % 70’ini üretiyor olmaları. Karbon döngüsünde çok önemli rol oynarlar. Yaşamları için gerekli enerjiyi birincil üretimden sağlayan, diğer bir deyişle, bentik veya fitoplanktonik alglerle beslenen herbivor formların oluşturduğu organik madde verimine ise ikincil üretim denir. Deniz ve okyanus sularının ısınması sonucu bu plankton türleri yeni ısınan bölgelere doğru göç eder ve bu bölgelerde yoğunlaşırlar. Ancak aksi olarak küresel ısınma sonucu bozulan ekolojik şartlar, bu plankton türleri ile beslenen güney yarım kürede yaşayan balık türlerini, kuzey yarım küreye göç etmeye zorluyor. Sonuç olarak denizlerin ısınması nedeniyle patlayan algler denizlerde kirliliğe yol açıyor.

Ayrıca denizdeki oksijen de suya giren besin maddelerinin ve kirliliğin bir sonucu olarak da tükenebilir. Örneğin yağışlar, tarımsal gübrelerden denize sürekli besin maddeleri taşır. Denizlerdeki tüm besin maddelerinin yaklaşık %80’i kanalizasyon, endüstriyel atık, kent atığı ve tarımsal sular gibi toprak temelli faaliyetlerden gelir. Geri kalan da ağırlıklı olarak, trafik, endüstri, güç üretimi ve ısıtma nedeniyle fosil yakıtlar yandığında salınan azotlu gazlarından gelir. Deniz suyunun besin maddeleri bakımından zenginleşmesi “ötrofikasyon” adıyla bilinen bir süreci tetikler, bu da aşırı bitki büyümesine yol açar. Bu, denizde gerçekleştiğinde, yosunların çoğalması olarak bilinen bir durum oluşturur. Bu su bitkilerinin aşırı solunumu ve ölüp çürümesi nedeniyle, sudaki oksijen tükenir. Bu durum, oksijen eksikliğiyle sonuçlanır ve nihai olarak aerobik yaşamın artık yaşayamayacağı “hipoksik alanlar” yani ölü alanların oluşmasına yol açar.

Deniz hıyarlarının avlanmasının sonuçları

Denizanalarına gelince; hem eşeyli hem de eşeysiz olarak çoğalabildiği için oldukça yüksek üreme potansiyeline sahip olan bu deniz canlılarının istilasına, bilim insanlarına göre kirlilik ve iklim değişikliklerine bağlı hava sıcaklığındaki ani artışların neden oluyor. Tabii bu arada denizanaları ile beslenen deniz hıyarlarının avlanması dünyanın birçok ülkesinde yasak iken ülkemizde kolay avlanan bu hayvanların avlanarak yiyecek olarak kullanıldığı Uzak Doğu ülkelerine ihraç edildiğini unutmayalım. 2000’li yıllara kadar Ege Denizi’nde bol bulunan deniz hıyarları denizanalarının istila ettiği Foça kıyıları da başta olmak üzere artık bir çok kıyımızda görülmüyor.

Foça’da bir süredir yaşanan mavi denizanası istilasına geri dönecek olursak; küresel iklim değişikliği nedeniyle Ege Denizi’nde ısınmanın yol açtığı alg patlaması, nedenlerden biri olabilir. Ancak yoğun denizanası istilasının sadece Foça’da görülmesi başka faktörlerin de rol alabileceğini düşündürüyor. Bu faktörlerin başında da ‘ötrifikasyon’ akla geliyor. Foça’da kanalizasyon, endüstriyel atık, kent atığı ve tarımsal sular kontrolsüz olarak denize ulaşıyor olabilir. Özellikle bölge yoğun olarak bulunan endüstriyel atıkların kontrolsüz veya kaçak olarak denize bırakılması ötrifikasyonu tetikleyip çok kolay üreyen denizanası sayısının inanılmaz boyutlarda artmasına neden olabilir. Ayrıca şunu da unutmamak gerekir; Aliağa’da kurulu ülkemizin büyük termik santrallerinden biri olan kömürlü termik santrali de soğutma suyunu denizden çekerek ısınan suyu yine denize veriyor. Bu durum zaten küresel iklim değişikliği nedeniyle ısınan Ege Denizi’nin bölgesel olarak daha da ısınmasına neden olabilir. Tüm Ege Denizi ısınırken denizanası patlamasının sadece Foça’da yaşanması bu “bölgesel etkenlerin” sonucu ortaya çıkmış olabilir.

Küresel ısınmaya ek bölgesel hataların faturası

Küresel iklim krizi okyanus ve denizlerin ısınmasına neden olarak deniz ekosistemini temelden etkiliyor. Okyanuslarda ve denizlerde balıklar ve sucul canlıların ekolojik dengeleri bozuluyor, sayıları ve türleri azalıyor, daha soğuk olan kuzey denizlerine göç ediyorlar. Buna karşın ısınan denizlerde alg patlamaları yaşanıyor.

Bölgesel olanaklarla kontrol edilemeyen küresel iklim değişikliğinin deniz ekosistemleri üzerindeki bu yıkıcı etkilerinin üzerine Foça’da da yaşandığı gibi bölgesel yanlışlar da eklenebiliyor. Denizlerin ısınmasının ortaya çıkarttığı bu tablo ötrifikasyon ve hipoksik alanlar ile daha da kötüleşiyor. Çözüm için küresel iklim değişikliği ile mücadele ederken, rant uğruna yaratılan bölgesel çevre kırımının da kesinlikle önüne geçmeli. Eğer kanalizasyonun, endüstriyel atıkların, kent atığı ve tarımsal suların arıtılmadan denize ulaşmasını engelleyemezsek bugün Foça’da yaşanan denizanası istilası kısa sürede tüm Ege ve Akdeniz bölgemizde yaşanabilir ve ekolojik yıkımın yanı sıra özellikle turizm sektörü açısından büyük ekonomik kayıplara neden olabilir.

 

Ölüm siyasetine karşı yaşam siyaseti

“Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya
Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar
Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya

Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı
Bakıp  kapatıyorlar
Geceye giriyor türküler ve ince şeyler” [1]

Hindistan’da Jainistler vardır; tüm canlıların eşit olduğuna inanırlar ve yürürken minik bir canlıyı özellikle de zor göründükleri için karıncaları ezmemek için ellerindeki süpürgelerle yollarını temizleyerek ilerlerler. Jainistler deyim yerindeyse inceliğin, duyarlığın ve empatinin tarihini yazmıştır.

Gülten Akın’ın  müthiş dizelerinin arkasından Jainistlerin yaşam tarzını sizinle  paylaşmamın sebebi  ne kadar kalpsiz, empatisini yitirmiş ve nezaketsiz bir dünyada yaşadığımıza her ikisinin de çok iyi cevap olmasındandır.

Ölüm siyaseti

Dünyada uzun bir süredir ölüm politikaları kol geziyor. Savaşlar, sebep olunan kuraklık, yok edilen biyoçeşitlilik say say bitmez. Achille Mbembe buna “nekropolitika” diyor ve bu yaklaşımı şöyle özetliyor: “Nekropolitika görüşüne sosyal veya sivil ölüm dayatma hakkı, başkalarını köleleştirme hakkı ve diğer siyasi şiddet biçimleri de dahildir. Nekropolitika, teknik olarak yürüyen ölüler teorisidir, yani ‘yaşamın, ölümün gücüne tabi kılınmasının çağdaş biçimlerinin bazı bedenleri yaşam ve ölüm arasında farklı konumlarda kalmaya nasıl zorladığını’ analiz etmenin bir yoludur.” [2]

Ölüm siyasetinin en çok görüldüğü yerlerden birisi de cihatçı politik alanlar.  Örneğin, cihatçı politik aksiyon, gençleri rahatlıkla ölüme ve öldürmeye gönderebiliyor. Psikanalist Fethi Benslama’ya göre, “…küresel cihat çağında artık alçakgönüllü, dünyadan el ayak çekmiş, tevazuyu öğütleyen İslâm değil; kibirli, Müslümanlığını sergilemekten ve dayatmaktan haz duyan, nefret yüklü bir güç gösterisi içinde Allah’ı kendine bağımlı kılıp, onu tekeline alan bir cihatçı özne başrolde ve bu belki de İslâmın karşılaştığı en büyük tehlikedir.” [3]

Türkiye’nin politik iklimine baktığımızda ise yukarıda saydığımız hemen her yıkıcılığın mevcut olduğunu görüyoruz. Buna mülteci düşmanlığını, cinsel farklara tahammülsüzlüğü ve aşırı yoksullaştırmayı da ekleyebiliriz. Ülkemizde canlılık, neşe ve çeşitlilik gösteren her türlü insan ve insan dışı yaşam dümdüz edilmeye yemin edilmişçesine saldırı altındayken yaşam savunucusu insanlar ise nereye yetişeceğini şaşırmış durumda.

Kapitalizmin yok ediciliği karşısındaki öğretilmiş çaresizlik

Kıyılara vuran mülteci cesetlerinin ve depremlerde ölen insanların ve hayvanların iktidarlar tarafından birer rakama indirgenmesi, yok edilen hayvanların, mahvedilen deniz canlılarının ve floranın sadece istatistiklere yansımasına “kalpsizliğin biyoiktidarı” desem yeridir sanırım. İçinde büyük potansiyeller barındıran insanlık, tarih boyunca hiç bu kadar acze düşmemiştir. Sistem içi siyaset, genel olarak basit çıkarlar elde etmenin ötesine gidemiyor; kapitalizmin ulus devletleri, adeta her canlının bedeni üzerinde tepiniyor. Ve tüm canlı yaşamdan sorumlu olması gereken insanlar, bu yok oluşa isyan etmek yerine siyaseti iğrenç olarak görme lüksüyle evlerinin yalnızlığına çekiliyor.

Oysa binlerce yıldır siyasetin bize dayatıldığı gibi olmayacağına dair sayfalar dolusu teoriler üretiliyor. Ayrıca “devrim televizyondan yayınlanmayacak”, devrim de umut da sen olabilirsin ancak. Rahatsızlığın; içe kapanmanın değil, hareket etmenin kaldıracına dönüşmek zorunda. Bugün etmediğin veya edemediğin hareket, yarın kadınların, çocukların, işçilerin, farklı kimlik sahibi insanların, flora ve faunanın üzerindeki dipsiz zorbalığın sebebi olacaktır. Bu anlamda herkesin yapabileceği bir şeyler var veya olmalı…

Neşeli ve yeniden kuran politika

Daha çok şiire ve daha çok kalple yapılan, duygudan yoksun olmayan, yaşamda karşılık bulan felsefelere ihtiyacımız var. Ve tabii siyaset teorilerine… Eğer siz kendi yaşamınıza dair politika üretmez ve eylemezseniz sizin için biçilen politika gömleğini  giymek zorundasınız demektir. Ve bu gömlek çoğu zaman sevimsiz, dar, kaba, yaşam sevincinden yoksun ve asık suratlıdır.

Yaşam felsefesi deyince benim aklıma ilk Spinoza geliyor. Çağdaşları tarafından küçümsenen ancak görüşleri anarşizmden otonomcu Marksizme, duygulanım teorisinden derin ekolojiye, psikanalizden post-yapısalcılığa, queer teoriden nörobilime kadar sayısız radikal teoriyi etkileyen  Spinoza’ya bugün her zamankinden daha çok ihtiyacımız var:

“Spinoza için yaşamın tüm amacı, başkalarıyla birlikte yeni şeyler yapabilir hale gelmektir. Bu süreci neşe olarak adlandırır Spinoza. Neşe mutlulukla aynı şey değildir. Neşeli bir dönüşüm süreci mutluluğu da içerebilir, fakat daha ziyade, pek çok farklı duygunun aynı anda hissedilebildiği bir süreçtir. Neşe çok nadiren rahat ya da sakin hissettirir, çünkü insanları da ilişkileri de dönüştürür ve onlara bir yön verir. Başkalarını sömürme, denetim altına alma ve yönlendirme arzusundan ziyade; bir şeyler yapmaya, bir şeyler üretmeye, yorucu alışkanlıkları terk etmeye ve birlikte olabilmeyi mümkün kılan yolları güçlendirmeye dair kolektif ve gelişmekte olan kapasiteleri yansıtır.”[4]

Yakın zamanda ölüm iktidarı, her türlü imkanı kullanarak genel seçimleri kazandı. Buna ana muhalefetin seçim sonrası saçmalamaları da eklenince insanlarda büyük bir hayal kırıklığı oluştu. Seçim tartışmalarına girmeyeceğim, o konuda yeterince yazıldı çizildi. Yalnız şunu söylemeliyim ki bu kez ölüm iktidarını göndermeye çok yaklaşmıştık motivasyonu, düş kırıklığının büyüklüğünün de sebebi oldu, ki  muhalefet yeterince çalışsaydı gerçekten de öyleydi.

Ancak artık yas sürecinden ve depresyondan çıkmak zorundayız. Hem kendi yaşamımız hem de gözlerimizin içine bakan başka yaşamlar için bunu yapmalıyız. Siyasi partiler beklentinizi karşılamıyor olabilir ki bu gayet anlaşılır bir durumdur. Ya da hiyerarşik bir örgütlenmede bulunmak istemiyor olabilirsiniz. İktidar el artırıp yerel seçimlere hazırlanırken hayal kırıklığının iki katına çıkmaması için kendi politikalarımızı üretmeliyiz. Bir araya gelebileceğimiz her bireyle bunu yapmalıyız. Küçük kolektiflerin güç kazanmasına destek vermeliyiz. Umudu olan birey ve grupların umuduna birer can olmalıyız. Şartlar ne kadar kötü olursa olsun yaşam devam ediyor. Ve biz dur demezsek her zaman kötünün kötüsü dibin de dibi vardır bunu unutmayalım.

George Monbiot’un ölüm siyasetine karşı “aidiyet siyaseti” çağrısıyla bitirelim yazıyı; belki hepimize biraz umut olur:

“Nerede atomlaşma varsa orada kamusal hayatı yaratacağız. Nerede yabancılaşma varsa orada yeni bir aidiyet hissi yaratacağız doğaya, yaşadığımız mahalleye ve topluma yönelik. Nerede pazar ve devlet arasında ezildiğimizi hissedersek orada hem insanlara hem de gezegenimize saygıyla yaklaşan bir iktisat biçimi geliştireceğiz. Böyle yaparak mutluluğumuzu, özgüvenimizi, haysiyetimizi ve yerimizi kurtarabiliriz. Bir kez daha hem yaşadığımız topluma hem de kendimize ait olacağız.” [5]

*

[1] Gülten Akın, İlkyaz şiirinden alıntı.
[2] Necropolitics, Achille MbembeDuke University Press, 2019, Kaynak:Vikipedi
[3] Fethi Benslama,Ölüm Siyaseti Cihatçı “Üst – Müslümanlar”, İletişim Yayınları arka kapak yazısı çeviri: Orçun Türkay
[4] Nick Montgomery, Carla Bergman, Neşeli Militanlık, İletişim yayınları syf.37, Çeviri: Gülnur Elçik
[5] George Monbiot, Bu Enkazı Kaldırmak, Everest Yayınları syf.32, çeviri: Cem Alpan

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] İki tekerlekli sihirli değneğin yarattığı mucize: Dev bir benek

Bisiklet benzin ya da elektrik gibi enerji kaynaklarına ihtiyaç duymadan insan enerjisi ile çalışan bir araç. Bu ulaşım aracı hem insanın sağlıklı olmasını sağlıyor hem de çevreyi kirletmediği için, herkesin ihtiyacı olan ‘temiz bir dünya’ sloganını destekliyor. Buna karşılık ülkemizde kullanım alanı oldukça sınırlı. Çocuklar, bazı aktivistler ve sporcular dışında bisiklet kullanılmıyor, kullanımı teşvik edilmiyor. Bu anlamda bisikletle ilgili yazılan kitaplar daha bir önemli hale geliyor.

Dev Bir Benek kitabının anlatıcısı, üretildiği atölyeden başlayarak geldiği yalı, oradan taşındıkları bodrum katı ve sonrasında tekrardan taşındıkları yalıya kadar bütün detayları okurla paylaşan bir bisiklet. Sahibi Benek, bisiklete daha sonraları Hız Fırtınası adını koyuyor. Hikaye Hız Fırtınası’nın satın alındığı atölyede başlıyor.

Patya, kızı Benek’i mutlu etmek için son şans olarak gördüğü bisikleti ustadan aldığında aralarındaki diyaloglardan Benek ve Patya’nın zor bir süreçten geçtiklerini anlıyoruz. Yalıdan bir konağın bodrum katına taşınan Benek ve Patya burada pasta yapıp pencereden satarak geçimlerini sağlıyorlar. Bu arada Benek bisiklete hiç binmiyor ta ki üst kat komşuları onları ziyarete gelene kadar. Gelen seslerden yaşlı ve bastonlu olduğunu düşündükleri komşularının tahta bacaklarla yürüyen ve dans eden bir adam olduğunu öğreniyorlar.

Komşuları Metin tahta bacakları ile dans edebiliyor ama bisiklete binme şansı olmadığını söylüyor. Benek de bisiklet ustasına Hız Fırtınası için ek aparat ekleterek Metin amcasının bisiklete binmesinin yolunu açıyor. O da daha sonra kendisi gibi tahta bacak olan dans grubuyla bisikletler eşliğinde dünya turuna çıkıyor.

Emeksiz yemek olmaz

Benek ve Patya bisikletle ortaklaştırılmış sıcacık bir dünya kuruyorlar. Hız Fırtınası’nın yaptığı İstanbul tasvirleri okuru kitaba daha bir ısındırıyor. Biraz peri masallarını andıran kitapta perinin sihirli değneğinin işlevini bisiklet yerine getiriyor. Öyle ki çevre ve sağlıkla ilgili yararlarına değinmeden kurduğu dünya ile bisiklet kullanımını teşvik ediyor. Diğer bir detay ise peri masallarında gerçekleşen mucizeler nedensiz ya da ‘iyi insan’ olmaya bağlı iken burada gerçekleşen her mucizenin arkasında Patya ve Benek’in uzun emek ve uğraşlarını görüyoruz.

Daha sonra telefi etmesine karşın Benek’in babasını kaybettiği için kendince bundan sorumlu tuttuğu eşyaları kırıp dökmesi ise rol model olması açısından sakıncalı olabilecek bir detay. Yine de hayata karşı cesaret verici kurgusu ve diliyle okura takip etmekten haz duyacağı bir deneyim yaşatıyor.

Can Yayınları’ndan çıkan kitabın yazarı Dilek Sever. Resimlemeleri ise Murat Başol yapmış.

Yazar: Dilek Sever

1985 yılında İstanbul’da doğdu. Radyo ve televizyon programcılığı eğitiminin ardından çeşitli kanallarda ve yapım şirketlerinde senarist olarak çalıştı. Öyküleri edebiyat dergilerinde ve gazetelerde yayımlandı.

Alın terinin üzerinde konutlar yükselirken: Dikmeceliler direniyor

Video haber: Hakan TOSUN

*

Hatay’ın Antakya ilçesine bağlı Dikmece mahallesinde 31 Temmuz’dan bu yana direniş sürüyor. Kamulaştırılan arazilere iş makinelerinin girmesini protesto eden Dikmeceliler, yaşam nöbetlerini sürdürüyor.

Bugüne kadar alanda gözaltılar da yapıldı, sert müdahaleler de gerçekleşti. Bir yandan da direnişe destek gün geçtikçe büyüdü. Direnişçilerden Betül Doğan, binbir emekle ekim yapılan tarım arazilerinin, alın terlerinin üzerinde yükseltilmek istenen TOKİ konutlarına karşı direnişlerini son gününe kadar sürdüreceklerini belirtiyor. Geleceğe ilişkin büyük bir kaygıları olduğunu belirten Doğan, aynı zamanda hükümet tarafından geri adım atılmayan bu çabanın kendilerini göçe zorlama adımlarından biri olup olmadığını sorguluyor. Betül Doğan Dikmecelilerin mücadelesini anlatıyor:

Yunanistan’da sel devam ediyor: Burası deniz gibi

Yunanistan’da 3 Eylül’den bu yana devam eden sel, ülkenin orta kesimindeki Tesalya’nın yerleşim alanlarında büyük hasara yol açarak en az altı kişinin hayatını kaybetmesine ve yüzlerce kişinin evlerinde mahsur kalmasına neden oldu.

Yunanistan’ın İklim Krizi ve Sivil Koruma Bakanı Vassilis Kikilias, bugüne kadar 885’ten fazla kişinin kurtarıldığını ve altı kişinin kayıp olduğunu açıkladı.

Hükümet sözcüsü Pavlos Marinakis ise “Ülkemizde geçmişte görmediğimiz bir fenomenle karşı karşıya kaldık” dedi ve bazı bölgelerin 12 saat içinde Atina‘nın ortalama yıllık yağışının iki katından fazlası yağış aldığını belirtti.

Araştırma: İklim değiştikçe sel ve kuraklıklar daha sık olacak, daha uzun sürecek
Fotoğraf: Reuters- Yunanistan-sel
Fotoğraf: Reuters

Al Jazeera’nın aktardığına göre, yangın departmanı sözcüsü Vasilis Vathrakogiannis, selin yolları tahrip ettiğini ve enkazın bulunduğu bölgeler için arama kurtarma görevlilerinin, dalgıçların ve ordunun arama kurtarma çalışmalarına katıldığını söyledi. Vathrakogiannis, şu açıklamayı yaptı:

“Sel, 20’den fazla kişinin ölümüne neden olan orman yangınlarının ardından geldi. Yağmurlar pazartesi günü [3 Eylül 2023] yağmaya başladı. Dördüncü günde, sel felaketi özellikle Kardiça kasabasında yoğunlaştı. İnsanlar çatılarda mahsur kaldı. Mahsur kalan vatandaşları tahliye etmeye yardımcı olmak için araçlar ve tekneler kullanıldı. Ancak tekneler, büyük miktardaki enkaz ve sel sularının şiddeti nedeniyle bazı bölgelere ulaşamadı.”

İklim Bilimci Prof. Kurnaz: Şiddetli yağışlar iklim değişikliğinin beklenen, doğal sonuçları

‘Ne yapacağımızı bilmiyoruz, suyumuz ve yemeğimiz yok’

Sel nedeniyle bulunduğu binada mahsur kalan bir vatandaş, Yunan televizyon kanalı Alpha‘ya şunları söyledi:

“Burası deniz gibi. Yardıma ihtiyacımız var, bizi almak için gelmeleri gerekiyor. Ne yapacağımızı bilmiyoruz, suyumuz ve yiyeceğimiz yok. Yaklaşık 60 kişiyiz; içinde bulunduğumuz bina sağlam değil, sallandığını hissedebiliyorum. Burada toplamda 300 kişi vardı. Bazıları gitti, kurtarabileceğimizi kurtardık. Ama kayıp kişiler de var.”

Başbakan Kiriakos Miçotakis, sel felaketi yaşanan bölgeleri ziyaret etmek için, planlanmış olan yıllık ekonomi durumu konuşmasını ve hafta sonu Selanik’te yapılması planlanan bir basın toplantısını erteledi.

Fotoğraf: Reuters- Yunanistan-sel
Fotoğraf: Reuters

‘İnsanlar kamu hizmetlerinin çalışmadığını düşünüyor’

Yunanistan’ın batısındaki Volos şehri, elektriksiz ve susuz kaldı. Yunan kamu kanalı ERT‘nin haberine göre yerel yönetim, diyaliz ve kemoterapi tedavilerinin devam edebilmesi için yüzme havuzlarındaki suyu şehirdeki hastanelerden birine aktarmaya karar verdi.

Al Jazeera’dan John Psaropoulos, “Birçok insan, kamu hizmetlerinin gerçekten çalışmadığını düşünüyor. Yaşanan sel için bazı önleyici tedbirler alınabilirdi ve alınmalıydı” dedi.

Bölgelere ulaşım yasaklandı

Yetkililer, İskados Adası da dahil olmak üzere üç bölgedeki ulaşımı geçici bir süreliğine yasakladı. Polis, bölgedeki insanlara dışarı çıkmamalarını; binaların bodrum katlarından ve zemin katlardan uzaklaşmaları yönünde uyarıların bulunduğu mesajlar gönderdi.

6 Eylül’de, başkent Atina’yı da vuran tekrarlayan yağışlar sokakları sular altında bıraktı ve şehir merkezinin en işlek caddelerinden birini çamur seli haline getirdi; insanlar sularda sürüklendi.

Yanlış kent politikaları iklim krizinin sonucu olan aşırı yağışları sele dönüştürdü

Avrupa Birliği yetkililerine göre, geçen ay Yunanistan’ın kuzeyindeki yangınlar Avrupa‘da şimdiye kadar kaydedilen en büyük yangınlardı.

Meteorologlar, bu hafta Yunanistan’ın orta kesimini vuran yağış seviyesi karşısında şaşkına döndüklerini belirtti ve bunu on yıllardır en şiddetli yağış olarak nitelendirdi.

İklim krizi sel riskini nasıl artırıyor?

İkizköylüler Akbelen’deki kazı çalışmalarını sordu: Kazıların akıbeti bilinmiyor

MUĞLA – Karadam Karacahisar Mahalleleri Doğayı Doğal Hayatı Koruma Güzelleştirme ve Dayanışma Derneği (KARDOK) Akbelen‘de yürütülen arkeolojik kazılar ile ilgili Muğla Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Müdürlüğü‘ne başvuruda bulundu.

Avukat Arif Ali Cangı‘nın İkizköylüler adına yaptığı başvuruda Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından linyit maden işletmeciliği için Yeniköy Kemerköy Elektrik Üretim ve Ticaret A.Ş.’ye tahsis edilen Akbelen Ormanı sahasındaki arkeolojik kazı işlemlerine ilişkin bilgi istendi. Ayrıca ortaya çıkan duvar kalıntılarıyla diğer tarihi kalıntıların tescillendirilmesi istendi.

Geçtiğimiz günlerde Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı ve İstanbul Milletvekili Erkan Baş, İkizköy’e ziyarette bulunmuş, duvar kalıntılarının bulunduğu bilgisine de bu sırada ulaşılmıştı. İkizköylüler başvurularıyla Muğla Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Müdürlüğüne şu soruları yöneltti:

  1.  Belirtilen alandaki kazı işlemi, Müdürlüğünüz ve Milas Müze Müdürlüğü bilgisi dahilinde mi gerçekleştirilmektedir? Kazılar bilgi dahilinde gerçekleştirilmiyorsa 2863 sayılı yasa kapsamında herhangi bir işlem başlatılmış mıdır? Bu dilekçeyle bilgi sahibi olunmuşsa herhangi bir işlem başlatılacak mıdır?
  2. Kazı işlemi bilgi dahilinde gerçekleştiriliyorsa, söz konusu parselde gerçekleştirilen işlemin dayanağını oluşturan tüm Kurul kararların toplantı ve karar tarihleri ile karar sayıları nedir?
  3. Yeniköy Kemerköy Elektrik Üretim ve Ticaret A.Ş.’nin bu kazılara herhangi bir katkısı bulunmakta mıdır? Kazıların yürütülmesi konusunda talep ve planlama, Yeniköy Kemerköy Elektrik Üretim ve Ticaret A.Ş. tarafından mı gerçekleştirilmektedir?
  4. İkizköy sınırları içinde gerçekleştirilen madencilik faaliyetlerinde, dekapaja açılacak alanlarda yürütüldüğünü gözlemlediğimiz on işlemin dayanağını oluşturan herhangi bir protokol mevcut mudur? Protokolün dayanağı ve kapsamı nedir?
  5. Yürütülen kazıların finansmanı nasal karşılanmaktadır? Kazıda görevlendirilen personelin sayısı ve unvanları nedir? Bu personeller hangi kurum bünyesinde istihdam edilmektedir?
  6. Kazı yürütülen açmaların genişliği ve derinligi neye dayanarak belirlenmektedir? Derinliğe ilişkin verilen karar kimler tarafından onaylanmaktadır?
  7. 518 parselde kaza sonucu tespit edilen duvarların ve diğer kalıntıların devam ettiği açıkça görülmekle beraber, yer altında devam eden bölümlerin açığa çıkarılması amacıyla kazının genişletilmesi planlanmakta midir? Alanda tespit ettigimiz ve ekte fotograflan yer alan duvarların varlığı tutanak veya raporla tespit edilerek Kurula/Müzeye bildirilmiş ve rölöveleri alınmış mıdır?
  8. Kazıyı yürütenler tarafından bildirim yapılmamışsa ilgililer hakkında 2863 sayılı yasa kapsamında herhangi bir işlem başlatılması planlanmış mıdır?
  9. Ekte fotoğrafları yer alan açmalarda herhangi bir taşınır esere rastlanmış mıdır? Rastlanan eser mevcutsa bunların envanter kaydı yapılmış mıdır, bu eserler nereye ve ne şekilde taşınmıştır?

İkizköylüler tarafından ayrıca Müdürlük önünde konuya ilişkin yapılan basın açıklamasında şu ifadelere yer verildi:

“Akbelen’de tüm çabalarımıza rağmen ağaçların büyük çoğunluğu kesilmiş olsa da toprağımız, zeytinlerimiz, suyumuz, kültürel miraslarımız için direnişimiz sürüyor. Akbelen Ormanı’nda şu an arkeolojik sondaj kazıları yapılıyor. Bu kazıların sponsorluğunu, eskiden olduğu gibi YK Enerji (Limak-İC İçtaş), yani Akbelen’e kıyan şirketler üstlendi.

Daha önce maden alanına çevirilen alanda yapılan arkeolojik kazıların akıbeti ne yazık ki bilinmiyor. Yeniden aynı yıkımı yaşamamak, madenin Akbelen’i geçmesini ve ilerlemesini durdurmak için yapılan arkeolojik kazılar hayati önemde. Daha önceki kurtarma kazılarında; Karia, Bizans ve Roma dönemlerine ait arkeolojik sit alanı ilan edilebilecek bulgulara rastlandığı duyumlarını almıştık.”

Rapor: Hava kirliliği Avustralya’da 3 bin 200’den fazla ölüme sebep oldu

Temiz Hava Merkezi’nin (CSA) yayımladığı raporda, Avustralya’da 2023 yılındaki hava kirliliğinin sonuçları paylaşıldı. Hava kirliliğinin olumsuz sonuçlarını ortaya koyan rapora göre; hava kirliliği Avustralya’da 3 bin 200 kişinin ölümüne yol açtı ve toplamda 6,2 milyarlık bir zarara neden oldu.

Araştırmacılar, hava kirliliğinin dünyadaki hastalıkların ve erken ölümlerin en büyük çevresel nedeni olduğuna dikkat çekti; bu nedenin ve olumsuz sonuçlarının önlenebilecek durumda olduğunu da vurguladı.

 Hava kirliliği DSÖ’nün standartlarına çekilebilirse insan yaşamı 2.3 yıl uzatılabilir
 TÜSAD: Hava kirliliği solunum sağlığını tehdit ediyor, sekiz milyon erken ölümün sebebi…
 Hava kirliliği 2020’de AB genelinde 238 bin kişinin erken ölümüne yol açtı
hava, hava kirliliği
Fotoğraf: David Gray/Reuters

Raporda, hava kirliliğinin Avustralyalılar için sağlık etkileri hakkında geniş kanıtları özetleniyor. Bu kirlilik, havada bulunan partikül maddeler ve karbon monoksit, azot dioksit ve kürt dioksit gibi gazları içeriyor. Raporda ayrıca hava kirliliğini daha güvenli hale getirmek için bir koordine çalışmanın gerektiği açıklanıyor.

Neden temiz hava yatırımı yapmalıyız?

Bilim insanları, Avustralya’nın temiz hava yatırımı yapması gerektiğini şöyle açıkladı:

“Hava kirliliği bulaşıcı olmayan hastalıkların sebebi oluyor. Kalp hastalığı, felç, bunama, tip 2 diyabet, akciğer hastalıkları ve kanser, Avustralyalılar için hastalığın ve ölümün önde gelen nedenleri. Hava kirliliği toplumda tüm bu durumların riskini artırıyor.

Hava kirliliği bulaşıcı hastalıkları kötüleştiriyor. Hava kirliliği, solunum yolu enfeksiyonları riskini artırıyor, örneğin; influenza ve COVID-19 gibi hastalıkların riskini artırabiliyor.”

hava, hava kirliliği, avustralya
Fotoğraf: Joel Carrett/ Reuters

 ‘Toplumun savunmasız tarafı daha çok etkileniyor’

Rapora göre; hava kirliliği sağlıktaki eşitsizliklerinin artmasına neden oluyor. Buna göre; hava kirliliği ile mücadele, Avustralya’da sağlık eşitsizliklerini azaltmada güçlü bir fırsatı temsil ediyor. Toplumun en savunmasız/dezavantajlı konumda bulunan insanları, hava kirliliği maruziyetinden kaynaklanan daha kötü sağlık sonuçları nedeniyle daha yüksek risk grubunda bulunuyor.

Savunmasız insanlar başlığı; yaşlı yetişkinler, hamile kadınlar ve doğmamış bebekler, çocuklar, önceden mevcut kronik hastalıkları olan insanlar, sosyal olarak dezavantajlı nüfuslar, Kızılderili ve Torres Boğazı Adaları’nda yaşayan insanları içeriyor. Hava kirliliğini azaltmanın, eşitsizliği de azaltacağı belirtiliyor.

 Asya’daki ağır hava kirliliğinin altında küresel adaletsizlik yatıyor’

İklim değişikliği ve kirlilik birbirini besliyor. İklim değişikliği, daha sık ve şiddetli orman yangınlarına yol açıyor. Bunun sonucunda, şiddetli orman yangınları küresel iklimi ve hava sistemleri etkileniyor.

hava kirliliği
Fotoğraf: Reuters

‘Hava kirliliğini azaltmak refahı artırır’

Rapor ayrıca temiz havanın birçok ek faydasına da değiniyor. Fosil yakıtlardan kaynaklanan hava kirliliğini azaltmak için uygulanan politikaların sağlık, çevre ve sosyal olarak birçok faydası mevcut. Önlemler, enerji ve ulaşım sistemlerini dekarbonize etmek, şehirleri yeşillendirmek ve kentsel ve konut tasarımını iyileştirmekten yangın önleme stratejilerine kadar uzanıyor. Rapora göre hava kirliliğini azaltmak, sosyal, çevresel ve ekonomik refahı artırıyor.

Öte yandan rapor hava kirliliğinin etkilerinin arttığına dikkat çekiyor. Nüfus artışı ve yaşlanma, kentleşme ve artan ulaşım ve enerji talepleri hava kalitesi, iklim değişikliği ve nüfus sağlığı için riskleri de beraberinde getiriyor. Bu nedenle araştırmada yarın değil şimdiden itibaren birtakım müdahalelerin gerektiğine vurgu yapılıyor.

Ayrıca araştırmanın çıktılarından biri de ekonomik maliyetlerin yüksekliği ve ne kadar daha yükseleceğinin tahmin edilemediği gerçeği. Bugüne kadar yapılan hesaplamalar, hava kirliliği nedeniyle oluşan ölümlerin maliyetlerini yıllık 6,2 milyar dolar olarak gösteriyor. Ancak hava kirliliğinin diğer ögeleri (örneğin, araç trafiğinden kaynaklanan azot dioksit) ve iş gücü, verimlilik, refah ve diğer toplumsal etkiler gibi sağlık dışı maliyetlerini hesaba katma konusunda mevcut ekonomik analizler büyük ölçüde eksik kalıyor.

Öte yandan hava kirliliğinin giderilmesi için harcanan her dolar; daha düşük sağlık maliyetleri, daha sağlıklı insanlar ve daha uzun yaşam süreleri şeklinde geri dönüş sağlıyor.

 1 Nokta 5: ‘Sessiz katil’: Hava kirliliği
 Greenpeace: Türkiye’de hava kirliliğinden ölüm riski, trafik kazalarından yedi kat fazla
Fotoğraf: robdownunder , hava kirliliği
Fotoğraf: robdownunder

Temiz hava herkesin hakkı 

Uzmanlar hava kirliliği ve olumsuz sağlık etkilerinin, enerji üretimi ve ısınma yöntemleri, ulaşım sistemleri ve iklimle ilişkili olduğunu söylüyor. Tek bir politikanın hava kirliliği sorununu yeterince ele almayacağını belirten bilim insanları, etkili politika önlemleri ve düzenlemelerin, hava kirliliği kaynaklarını ve maruziyetlerini hesaba katması gerekliliğine dikkat çekiyor.

“Temiz hava, paylaşılan bir kaynak ve temel bir insan hakkıdır” diyen araştırmacılar; hava kirliliğinin herkesi etkilediğini, temiz hava konusundaki ulusal koordinasyonun da tüm Avustralyalılara fayda sağlayacağını belirtiyor.

Hatay Havalimanı’nda aynı hata neden tekrarlanıyor?

6 Şubat depremlerinde kullanılamaz hale gelen ve sekiz ay boyunca uçuşlara kapalı olan Hatay Havalimanı’nın aynı yerde yeniden inşa edilmesi kararına tepkiler artıyor. WWF Türkiye Doğa Koruma Direktörü Sedat Kalem ve Hatay Tabiatı Koruma Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Abdullah Öğünç  karar alıcılara aynı hatayı ikinci kez yapmamaları için çağrı yaptı.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçen hafta yaptığı açıklamada “Hatay Havalimanı projesi tamamlandı. Kısa sürede yapımına başlıyoruz. Şehrimizin her türlü meselesi gibi diğer projelerin yakın takibimde olduğunu bilmenizi istiyorum” demişti.

Havalimanının inişlere açık olan pist bölümünde sekiz farklı yerde meydana gelen kırık ve çatlaklar nedeniyle mevcut pistin tamamen kaldırılıp yeni bir pist yapılacağı belirtiliyor. AKP Hatay Milletvekili Hüseyin Yayman da çalışmaların sekiz ay içinde tamamlanacağını söyledi.

Havalimanının aynı yerde yapılmasına eleştirilere rağmen farklı bir alternatif olmadığını öne süren Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu ise  “Hatay’a havalimanı projesi yaptık. Şimdi hızlıca ihalesini yapıp havaalanını yeniden yapacağız. Maalesef projeyi aynı yere yapacağız. Çünkü başka bir yer yok orada” dedi.

Deprem sürecinde tesisin açık kalmasını sağlamak için acil ilk onarımının ardından liman hizmete devam etmiş fakat büyük tonajlı uçakların inişine kaza ihtimali nedeniyle izin verilmemişti.

‘Göl yatağına havalimanı olmaz’

Amik Gölü, 50’li yıllarda sıtma ile mücadele, tarım alanları taşkınlardan koruma ve yeni tarımsal arazi kazanma gibi amaçlarla, besleyen derelerle bağlantısı kesilerek kurutuldu.  Sulu tarımla birlikte taban suyu seviyesi zamanla 250-300 metre derinliklere düştü ve toprakta tuzluluk arttı.

Bir göle özlemle yaşamak: Amik, geri getirilebilir mi?

Ancak Amik, tektonik bir çökelti gölü olduğu için derelerin akışı kesilse de çevredeki sular bu çukurlukta birikiyor. Çanağın  tam ortasında yer alan havalimanı ve çevre mahalleler ile tarlalar, yağışların arttığı yılın yaklaşık dört ayında düzenli olarak su altında kalıyor. Yağış rejimi düzensizleştikçe ve kısa süreli şiddetli yağışların artmasıyla her yıl havalimanı felç, evi tarlalar su altında kalıyor. 2019 yılındaki selde 5 yaşındaki bir çocuk selde yaşamını yitirmiş, çok sayıda büyükbaş hayvan ölmüş; onlarca ev ve ahır kullanılamaz hale gelmişti.

Göl, güneyden gelen göçmen kuşların Türkiye’ye giriş yaptığı nokta olan Belen Geçidi‘nin karşısında bulunan önemli bir kuş barınma alanı. Drenaj kanallarında hala kuşlar barınıyor, göç eden kuş sürüleri alanda konaklıyor ve pamuk tarlalarında yuvalanıyorlar.

Hatay Havalimanı ise kurutulan işte bu kurutulduğu zannedilen göl aynasının tam ortasına, 2007 yılında inşa edildi. Pistin inşaatını İntaş firması gerçekleştirdi. 2008’de havalimanını genişletilmesine karar verildi, büyütme ihalesini YDA Grup aldı. 2011’de sona eren genişletme işinin ardından havalimanı dönemin başbakanı Erdoğan tarafından hizmete açıldı.

Sedat Kalem, Amik Gölü’nün kurutulması sonucu verimliliğinin azaldığını ve göl yatağına inşa edilen havalimanının ekolojik, ekonomik ve uçuş güvenliği riski oluşturduğunu belirterek, hatanın ikinci kez yapılmaması çağrısında bulundu.

Karar alıcılara aynı hatanın ikinci kez yapılmaması, havalimanı için daha uygun bir yer seçeneği aranması ve Amik Gölü’nün restore edilerek geri kazanılması çağrısında bulunan Kalem, doğanın korunmasının insanlar için de faydalı olduğunu hatırlattı.

Abdullah Öğünç: Başka yerler var, göl ıslah edilmeli

Hatay Tabiatı Koruma Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Abdullah Öğünç de kararı eleştirerek, şunları söyledi:

“Göçmen kuşların göç yolu üzerinde olan havalimanının mevcut yeri, kuşların etkisiyle uçaklarda yaşanabilecek riskleri artıracak niteliktedir. Yaz aylarında güneybatı-kuzeydoğu yönlü ve şiddetli rüzgarların etkisinde kalan ovada, Hatay Havalimanı bu rüzgarın en şiddetli estiği ve türbülans oluşumlarının yoğun olduğu konumlardan birindedir. 

Bugüne kadar bir kazanın yaşanmamasını önemli bir şans olarak gördüğünü söyleyen Öğünç, “Kış aylarında saha özellikle sabah ve aksam saatlerinde yoğun sis ile uçuşun zorlaştığı mikroklimatik şartlar barındırmaktadır. Kurutulmaya çalışılan gölün aynası(göl tabanı) üzerinde inşa edilen Hatay Havalimanı, Amik Ovası’nın 1. derecede verimli tarım alanlarına çok yakın bir konuma sahiptir.  Havalimanına inen-kalkan uçaklar lojistik destek ve havalimanına olan ulaşım yoğunluğu gibi etkilerle çevre ve tarım alanları üzerinde de baskı oluşturmaktadır” diye konuştu.

Öğünç, Hatay’ın bir havalimanına ihtiyacı olmakla birlikte mevcut yerde yeniden yapılmasını Hataylılar olarak doğru bulmadıklarını ve onaylamadıklarını, mevcut alanın da başka amaçlarla kullanılmaması gerektiğini, gölün yeniden canlandırılmasını talep ettiklerini söyledi.

Abdullah Öğünç, havalimanı yapımı için bakanın açıklamasının aksine alternatif yerler bulunduğunu, önerilerini yetkili kurumlarla paylaştıklarını da kaydetti.

DSİ de ‘uygun değil’ demişti

Geçen yıl Maraş merkezli depremlerin araştırılması için kurulan Meclis Araştırma Komisyonu‘nun o dönemki başkanı 27. Dönem AKP Afyon  Milletvekili Veysel Eroğlu, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü‘nün Hatay Havaalanı’nın yapıldığı bölge için “uygun değil” görüşü verdiğini aktarmıştı:

“Hatay Havaalanı konusunda Bakanlık yaptığım dönemde DSİ’den görüş istendi, bize bu alanda havalimanı yapılmasının uygun olmadığı bildirildi. Antakya bölgesinden çok büyük baskı geldi; ‘Biz İskenderun tarafında havalimanı istemiyoruz, bu tarafa istiyoruz.’ şeklinde. Sosyal baskı neticesinde oraya havalimanı yapıldı”

Dönemin Çevre ve Orman Bakanlığı da tüm itirazlara ve mahkeme kararlarına rağmen iki kez çevresel etki değerlendirme (ÇED) olumlu kararı vermişti. ÇED raporunda ise teknik ve depremsellik etkisi çalışmasının eksikleri belirtiliyordu.

Geri Gönderme Merkezleri kapatılsın: Irkçı saldırılar, işkence ve kötü muamele…

Birlikte Yaşamak İstiyoruz İnisiyatifiGeri Gönderme Merkezleri‘nin (GGM) kapatılması için açık çağrıda bulunarak göçmelerle dayanışma mesajı paylaştı. İnisiyatif tarafından çağrıda bulunan açık mektuba şu ana kadar birçok sivil toplum kuruluşu, siyasi parti ve dernek imza koydu.

Türkiye’de yaşayan göçmenlere yönelik ırkçı tutum ve saldırılara değinilen mektupta bu saldırılan son yıllarda yoğunlaştığına dikkat çekilerek seçim sürecindeki ana akım siyasetin etkileri doğrultusunda göçmen düşmanlığının hızla yükseldiği belirtildi.

‘Bu vaziyetten tek kazanç sağlayan iktidar odağı ve sermaye düzeni ‘

Siyasal iktidar ve ana muhalefetin ağız birliği ederek göçmenlerin sınır dışı edilmeleri gerektiğini söylediğine dikkat çekilen çağrıda, “Ana akım siyasete hâkim olan bu ırkçı tutum toplumsal tabanını kolaylıkla oluşturuyor. Göçmenler siyasal iktidarın ve sermayenin dayattığı koşulları en ağır biçimde yaşadıkları halde yoksulluk başta olmak üzere tüm toplumsal sorunlarda günah keçisi ilan ediliyor. Emekçi halk krizin faturasını ödemeye zorlanırken ve işçi sınıfının emeği sömürülürken, göçmen işçiler her geçen gün ağırlaşan insanlık dışı koşullarda, kayıtsız ve daha ucuza çalışırken, bu vaziyetten tek kazanç sağlayan iktidar odağı ve sermaye düzeni oluyor” denildi.

‘Göçmenler Geri Gönderme Merkezlerine hapsedilmemek için evlerinden çıkamıyor’

“Son iki aydır göçmenlerin yaşadığı mahallelere yönelik operasyonlarla ve polis saldırılarıyla karşı karşıyayız” denilen açık çağrıda şunlar kaydedildi:

“Kent meydanlarında sıklaştırılan polis kontrollerine denk gelen her göçmenin belgeleri soruluyor, belgesi o sırada yanında olmayanlar ya da eksik olanlar hiçbir hukuki prosedür dikkate alınmaksızın doğrudan Geri Gönderme Merkezlerine gönderiliyor. Üstelik bu işlemler sırasında belgesini ibraz eden bazı göçmenlerin belgelerinin güvenlik görevlileri tarafından imha edildiği bildiriliyor. Faslı turistlerin Suriyeli sanılarak belgelerine bile bakılmadan Suriye‘ye sınır dışı edildiklerini basından öğreniyoruz. Polis kontrollerinde ten renklerinden dolayı kolaylıkla fark edilen Afrikalı göçmenler ise bu sorunu daha derin yaşıyorlar. Belgesi olmayan göçmenler Geri Gönderme Merkezlerine hapsedilmemek için evlerinden çıkamıyor, çalışamıyor, kiralarını ödeyemiyor ve sefalet koşullarında yaşamak zorunda kalıyorlar.”

‘Göçmenler ırkçı saldırıların, işkencelerin ve kötü muamelenin hedefinde’

GGM’lerde ise mevcut kapasitenin çok üzerinde kişi tutulduğuna ve hijyen, beslenme, havalandırmaya çıkarılma gibi en temel ihtiyaçların dahi çok sınırlı bir biçimde karşılandığına dikkat çekiliyor.

Öte yandan GGM görevlileri tarafından çıplak arama, hakaret, darp, tehdit, aşağılama gibi psikolojik ve fiziksel şiddete maruz bırakılan göçmenlerin, ırkçı saldırıların, işkencenin ve kötü muamelenin her türünün hedefi olduğu da hatırlatılıyor.

Kadınlar ve LGBTİ+’lar için şartlar daha da zor

Çağrıda göçmen kadınlar ve LGBTİ+’ların mevcut ırkçı cinsiyetçi politikalar nedeniyle hiçbir başvuru mekanizmasına erişemediğine ayrıca dikkat çekiliyor. Açık mektupta şu ifadelere yer veriliyor:

Erkek şiddetine maruz kaldığı için şikayette bulunmak üzere karakola giden ve önce Geri Gönderme Merkezine gönderilip, sonra insanlık dışı koşulları ifşa ettiği için sürgün edilip ardından gönüllü geri dönüşe zorlanan Sona gibi binlerce göçmen kadın seçeneksiz bırakılarak sömürü, taciz ve şiddet döngüsüne hapsediliyor. Göçmen LGBTİ+’lar nefrete, homofobiye, transfobiye maruz kalıyor ve saldırıya uğrayan tarafta olsalar dahi şikayetçi olduklarında Geri Gönderme Merkezlerine sevk ediliyorlar.”

Göçmenlere yönelik insanlık dışı muamelenin durdurulmasının talep edildiği çağrının devamında ise şu sözler dile getiriliyor:

“Bizler bu ülkede yaşamak isteyen herkesin beraberce yaşaması mümkün diyoruz ve sömürü düzeninin meydana getirdiği sorunların kaynağının göçmenler olmadığını biliyoruz. Siyasal iktidarın ve sermayenin yarattığı koşulların faturası göçmenlere kesilemez. Göçmenlere dayatılan insanlık dışı koşulların derhal son bulması ve göç politikasının temel haklar doğrultusunda bütünüyle değiştirilmesi gerektiği fikrindeyiz.”

‣Kadınlar, 25 Kasım’daki şiddet ve işkenceyi yargıya taşıdı
‣HRW: Yüzlerce mülteci Suriye’ye sınır dışı edildi
‣İstanbul’daki Onur Yürüyüşü’nde gözaltına alınan beş kişiye sınır dışı tehdidi 

‘Geri Gönderme Merkezleri kapatılsın!’

“Irkçılığa ve göçmen düşmanlığına karşı acilen harekete geçmeliyiz!” çağrısında bulunan Birlikte Yaşamak İstiyoruz İnisiyatifi‘nin açık mektubu hala imzaya açık.

Talepler ise şöyle:

  • Göçmenlere yönelik operasyonlar derhal durdurulsun!
  • Geri Gönderme Merkezleri kapatılsın!
  • Türkiye’nin Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi kısıtlama kaldırılsın ve mültecilik statüsü bütün ülkelerin vatandaşlarına tanınsın!
  • Avrupa Birliği ile imzalanan Geri Kabul Mutabakatı iptal edilsin!
  • Göçmenlerin eğitim, sağlık, barınma, çalışma ve serbest dolaşım hakkına erişmeleri sağlansın!