Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Ölüm siyasetine karşı yaşam siyaseti

0

“Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya
Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar
Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya

Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı
Bakıp  kapatıyorlar
Geceye giriyor türküler ve ince şeyler” [1]

Hindistan’da Jainistler vardır; tüm canlıların eşit olduğuna inanırlar ve yürürken minik bir canlıyı özellikle de zor göründükleri için karıncaları ezmemek için ellerindeki süpürgelerle yollarını temizleyerek ilerlerler. Jainistler deyim yerindeyse inceliğin, duyarlığın ve empatinin tarihini yazmıştır.

Gülten Akın’ın  müthiş dizelerinin arkasından Jainistlerin yaşam tarzını sizinle  paylaşmamın sebebi  ne kadar kalpsiz, empatisini yitirmiş ve nezaketsiz bir dünyada yaşadığımıza her ikisinin de çok iyi cevap olmasındandır.

Ölüm siyaseti

Dünyada uzun bir süredir ölüm politikaları kol geziyor. Savaşlar, sebep olunan kuraklık, yok edilen biyoçeşitlilik say say bitmez. Achille Mbembe buna “nekropolitika” diyor ve bu yaklaşımı şöyle özetliyor: “Nekropolitika görüşüne sosyal veya sivil ölüm dayatma hakkı, başkalarını köleleştirme hakkı ve diğer siyasi şiddet biçimleri de dahildir. Nekropolitika, teknik olarak yürüyen ölüler teorisidir, yani ‘yaşamın, ölümün gücüne tabi kılınmasının çağdaş biçimlerinin bazı bedenleri yaşam ve ölüm arasında farklı konumlarda kalmaya nasıl zorladığını’ analiz etmenin bir yoludur.” [2]

Ölüm siyasetinin en çok görüldüğü yerlerden birisi de cihatçı politik alanlar.  Örneğin, cihatçı politik aksiyon, gençleri rahatlıkla ölüme ve öldürmeye gönderebiliyor. Psikanalist Fethi Benslama’ya göre, “…küresel cihat çağında artık alçakgönüllü, dünyadan el ayak çekmiş, tevazuyu öğütleyen İslâm değil; kibirli, Müslümanlığını sergilemekten ve dayatmaktan haz duyan, nefret yüklü bir güç gösterisi içinde Allah’ı kendine bağımlı kılıp, onu tekeline alan bir cihatçı özne başrolde ve bu belki de İslâmın karşılaştığı en büyük tehlikedir.” [3]

Türkiye’nin politik iklimine baktığımızda ise yukarıda saydığımız hemen her yıkıcılığın mevcut olduğunu görüyoruz. Buna mülteci düşmanlığını, cinsel farklara tahammülsüzlüğü ve aşırı yoksullaştırmayı da ekleyebiliriz. Ülkemizde canlılık, neşe ve çeşitlilik gösteren her türlü insan ve insan dışı yaşam dümdüz edilmeye yemin edilmişçesine saldırı altındayken yaşam savunucusu insanlar ise nereye yetişeceğini şaşırmış durumda.

Kapitalizmin yok ediciliği karşısındaki öğretilmiş çaresizlik

Kıyılara vuran mülteci cesetlerinin ve depremlerde ölen insanların ve hayvanların iktidarlar tarafından birer rakama indirgenmesi, yok edilen hayvanların, mahvedilen deniz canlılarının ve floranın sadece istatistiklere yansımasına “kalpsizliğin biyoiktidarı” desem yeridir sanırım. İçinde büyük potansiyeller barındıran insanlık, tarih boyunca hiç bu kadar acze düşmemiştir. Sistem içi siyaset, genel olarak basit çıkarlar elde etmenin ötesine gidemiyor; kapitalizmin ulus devletleri, adeta her canlının bedeni üzerinde tepiniyor. Ve tüm canlı yaşamdan sorumlu olması gereken insanlar, bu yok oluşa isyan etmek yerine siyaseti iğrenç olarak görme lüksüyle evlerinin yalnızlığına çekiliyor.

Oysa binlerce yıldır siyasetin bize dayatıldığı gibi olmayacağına dair sayfalar dolusu teoriler üretiliyor. Ayrıca “devrim televizyondan yayınlanmayacak”, devrim de umut da sen olabilirsin ancak. Rahatsızlığın; içe kapanmanın değil, hareket etmenin kaldıracına dönüşmek zorunda. Bugün etmediğin veya edemediğin hareket, yarın kadınların, çocukların, işçilerin, farklı kimlik sahibi insanların, flora ve faunanın üzerindeki dipsiz zorbalığın sebebi olacaktır. Bu anlamda herkesin yapabileceği bir şeyler var veya olmalı…

Neşeli ve yeniden kuran politika

Daha çok şiire ve daha çok kalple yapılan, duygudan yoksun olmayan, yaşamda karşılık bulan felsefelere ihtiyacımız var. Ve tabii siyaset teorilerine… Eğer siz kendi yaşamınıza dair politika üretmez ve eylemezseniz sizin için biçilen politika gömleğini  giymek zorundasınız demektir. Ve bu gömlek çoğu zaman sevimsiz, dar, kaba, yaşam sevincinden yoksun ve asık suratlıdır.

Yaşam felsefesi deyince benim aklıma ilk Spinoza geliyor. Çağdaşları tarafından küçümsenen ancak görüşleri anarşizmden otonomcu Marksizme, duygulanım teorisinden derin ekolojiye, psikanalizden post-yapısalcılığa, queer teoriden nörobilime kadar sayısız radikal teoriyi etkileyen  Spinoza’ya bugün her zamankinden daha çok ihtiyacımız var:

“Spinoza için yaşamın tüm amacı, başkalarıyla birlikte yeni şeyler yapabilir hale gelmektir. Bu süreci neşe olarak adlandırır Spinoza. Neşe mutlulukla aynı şey değildir. Neşeli bir dönüşüm süreci mutluluğu da içerebilir, fakat daha ziyade, pek çok farklı duygunun aynı anda hissedilebildiği bir süreçtir. Neşe çok nadiren rahat ya da sakin hissettirir, çünkü insanları da ilişkileri de dönüştürür ve onlara bir yön verir. Başkalarını sömürme, denetim altına alma ve yönlendirme arzusundan ziyade; bir şeyler yapmaya, bir şeyler üretmeye, yorucu alışkanlıkları terk etmeye ve birlikte olabilmeyi mümkün kılan yolları güçlendirmeye dair kolektif ve gelişmekte olan kapasiteleri yansıtır.”[4]

Yakın zamanda ölüm iktidarı, her türlü imkanı kullanarak genel seçimleri kazandı. Buna ana muhalefetin seçim sonrası saçmalamaları da eklenince insanlarda büyük bir hayal kırıklığı oluştu. Seçim tartışmalarına girmeyeceğim, o konuda yeterince yazıldı çizildi. Yalnız şunu söylemeliyim ki bu kez ölüm iktidarını göndermeye çok yaklaşmıştık motivasyonu, düş kırıklığının büyüklüğünün de sebebi oldu, ki  muhalefet yeterince çalışsaydı gerçekten de öyleydi.

Ancak artık yas sürecinden ve depresyondan çıkmak zorundayız. Hem kendi yaşamımız hem de gözlerimizin içine bakan başka yaşamlar için bunu yapmalıyız. Siyasi partiler beklentinizi karşılamıyor olabilir ki bu gayet anlaşılır bir durumdur. Ya da hiyerarşik bir örgütlenmede bulunmak istemiyor olabilirsiniz. İktidar el artırıp yerel seçimlere hazırlanırken hayal kırıklığının iki katına çıkmaması için kendi politikalarımızı üretmeliyiz. Bir araya gelebileceğimiz her bireyle bunu yapmalıyız. Küçük kolektiflerin güç kazanmasına destek vermeliyiz. Umudu olan birey ve grupların umuduna birer can olmalıyız. Şartlar ne kadar kötü olursa olsun yaşam devam ediyor. Ve biz dur demezsek her zaman kötünün kötüsü dibin de dibi vardır bunu unutmayalım.

George Monbiot’un ölüm siyasetine karşı “aidiyet siyaseti” çağrısıyla bitirelim yazıyı; belki hepimize biraz umut olur:

“Nerede atomlaşma varsa orada kamusal hayatı yaratacağız. Nerede yabancılaşma varsa orada yeni bir aidiyet hissi yaratacağız doğaya, yaşadığımız mahalleye ve topluma yönelik. Nerede pazar ve devlet arasında ezildiğimizi hissedersek orada hem insanlara hem de gezegenimize saygıyla yaklaşan bir iktisat biçimi geliştireceğiz. Böyle yaparak mutluluğumuzu, özgüvenimizi, haysiyetimizi ve yerimizi kurtarabiliriz. Bir kez daha hem yaşadığımız topluma hem de kendimize ait olacağız.” [5]

*

[1] Gülten Akın, İlkyaz şiirinden alıntı.
[2] Necropolitics, Achille MbembeDuke University Press, 2019, Kaynak:Vikipedi
[3] Fethi Benslama,Ölüm Siyaseti Cihatçı “Üst – Müslümanlar”, İletişim Yayınları arka kapak yazısı çeviri: Orçun Türkay
[4] Nick Montgomery, Carla Bergman, Neşeli Militanlık, İletişim yayınları syf.37, Çeviri: Gülnur Elçik
[5] George Monbiot, Bu Enkazı Kaldırmak, Everest Yayınları syf.32, çeviri: Cem Alpan

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.