Ana Sayfa Blog Sayfa 369

Esat-Eryaman davasında 17 yıldır adalet aranıyor: 12’inci duruşma bugün

2006’da Ankara’da trans kadınlara saldıran çeteden dört kişinin yargılandığı davanın on ikinci duruşması 11 Eylül’de görülecek.

On yıldan uzun süredir Yargıtay ve mahkemeler arasında mekik dokuyan dava; saldırganların aldığı cezayı Yargıtay’ın bozması üzerine yeniden görülüyor. 5 Temmuz’da Ankara 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmada, bilirkişi raporunun halen eksik olması nedeniyle dava 11 Eylül Pazartesi gününe ertelendi.

Kaos GL‘nin aktardığına göre; 25 Mayıs’ta gerçekleşen bir önceki duruşmada ise dosya mütalaa aşamasına gelmişken Savcı değişmişti. Bu duruşmada da mütalaa verilmedi.

‘Bu davadan çıkacak hakkaniyetli bir karar, önemli bir kazanım olacak’

Eryaman-Esat davasının on ikinci duruşması bugün (11 Eylül) Ankara Adliyesi 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek. Duruşma, büyük salonda yapılacak.

Pembe Hayat Derneği, on ikinci duruşmaya şöyle çağırdı:

“Nefret suçlarına karşı önemli bir duruş ve hak arayışı olan bu davadan çıkacak hakkaniyetli bir karar, LGBTİ+ hareketi ve trans mücadelesi tarihi açısından önemli bir kazanım olacak. Çetelere ve erkek egemen düzenin öldüren normlarına karşı verilen bu mücadelede, herkesi 11 Eylül Pazartesi günü saat 10.00’da Ankara 30. Ağır Ceza Mahkemesi’ne çağırıyor ve davanın takipçisi olmaya davet ediyoruz.”

‣Eryaman-Esat davasında, aktivistlere adliye önünde polis saldırısı 

Ne olmuştu?

2006 yılının Nisan ayında Ankara Eryaman’da bir çete trans kadınlara saldırdı. Birçok trans kadın yaşadıkları Eryaman’ı terk etmek zorunda kaldı. Bir kısmı şehir değiştirdi, bir kısmı Esat’a taşındı. Saldırılar Esat’ta da devam etti.

Pembe Hayat Derneği’nin kuruluşu da tam bu saldırılara karşı örgütlenmeyle oldu. Saldırıya uğrayan trans kadınlar suç duyurusunda bulundu, dava açıldı. Avukatlar Senem Doğanoğlu ve Hakan Yıldırım’ın takip ettiği dava 2008’de sonuçlandı. Sanıklardan Şammas Taşdemir, trans kadınların gittikleri kuaföre yönelik baskında silahla yaralamadan 45 ay; diğer sanıklar Harun Çardak ve Ahmet Günay 40’ar ay, Kurtuluş bölgesindeki trans kadınlara yönelik silahla yaralama eylemlerinden dolayı Ahmet Günay‘ın 34 ay cezalandırılmalarına karar verildi.

Mahkeme, saldırganların çete olduğuna hükmetti ancak hükmü alt sınırdan kurdu. Yağma iddiasından ceza vermedi. Karar temyiz edildi.

2008’den günümüze kadar ise yargı süreci adeta yılan hikayesine döndü. Yargıtay, 2011 yılında kararı bozdu. O sırada davaya bakan mahkemeler değişti. Ceza Muhakemesi Kanunu’ndaki değişiklikler ile dava bir mahkemeden diğerine gitti, geldi. Nihayetinde 2018’de dava yeniden Yargıtay’a gitti. Yargıtay, 21 Eylül 2020’de aldığı kararla yerel mahkemenin saldırganlara verdiği cezayı bozdu.

Yargıtay bozma kararında saldırganların “çete olduğuna ilişkin” araştırma yapılması gerektiğini söyleyerek o dönemki telefon kayıtlarının incelenmesini talep etti. 30. Ağır Ceza Mahkemesi de Yargıtay’ın bu kararına uyarak Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’ndan saldırganların birbiriyle haberleşip haberleşmediğine dair bilgi istedi.

Yargıda köşe kapmaca

Eryaman-Esat davası yargı sistemindeki değişiklikler adeta bir köşe kapmacaya dönüşmüş durumda. Saldırganlar hakkında gasp, yaralama ve örgüt eylemi kapsamında yaralamadan 2008 yılında ceza çıktı ancak yağma suçundan hüküm tesis edilmedi. Kararda ‘toplumsal önyargıların tetiklediği düşüncelerle bir araya gelen bir çete’ tanımı yapılmıştı.

Hem saldırganlar hem de saldırıya uğrayan trans kadınlar kararı Yargıtay’a taşıdı. Yargıtay kararı, ‘Mahkeme yağmadan da bir değerlendirme yapmak zorunda’ diyerek bozdu. Yargıtay’ın kararı bozmasının ardından yaşanan süreç ise karmaşık bir hikaye. Kanundaki değişiklikler ile dosya mahkemeler arasında senelerce gidip geldi. Av. Doğanoğlu bu süreci şöyle anlatıyor:

“CMK 250 ile yetkili mahkemeler vardı onlar kaldırıldı. Sonra genel mahkemeye gitmek gerekli dendi, sonra TMK 10 ile kurulanlar yürürlüğe girdi, onlar bakmalıdır, dendi. Dosya çok fazla gitti geldi. Nihayetinde 2018 yılında çok absürd bir gerekçe ile dosya Ankara 30. Ağır Ceza Mahkemesi’ne iade edildi. Bir müştekiye tebligat çıkarılmaması idi gerekçe. Bir kişinin vekaletini bulamadıkları için iade ettiler. Dosya gide gele büyük ihtimal kayıpların da olduğu bir dosyaya dönüştü. Yıllar geçtikten sonra tekrar ulaşıp vekalet çıkardık ve dosya yeniden Yargıtay’daydı. Derken Yargıtay kararı bozdu ve sil baştan yargılama başlamış oldu…”

Av. Senem Doğanoğlu o dönem trans kadınlara dönük saldırıları ve göçe zorlanmalarını ise şöyle anlatıyor:

“Eryaman denmesinin sebebi Eryaman’da olması ama aslında bizim şu anda bahsettiğimiz dava Esat olayları bir yandan. Eryaman’da inşaat sektörü canlanması vardı ve orada yaşayan trans kadınlara dönük organize çete saldırıları yaşanmaya başladı. Zamanla hem polis işbirliği içerisinde hem de bu inşaat firmalarının tuttuğu adamlar bir çete olarak trans kadınlara saldırıları arttırdı. Bir zaman sonra ‘haraç vereceksiniz bize’ denmeye başlandı paramiliter güç tarafından. Ancak temel amaç sürgündü. Evlere doğru saldırı başlayınca kızların birçoğu Mersin’e kaçtı. Bir grup da Esat’a yerleşti.

“Eryaman’da da bir dava açtırabildik Şammas Taşdemir hakkında. 2008 yılında öldürülen Dilek İnce de şikayetçiler arasındaydı. Şammas Taşdemir’in mala zarar vermekten yargılandığı bir davayı da takip ettik. Oradan da Şammas ceza aldı ama para cezasına çevrildi. Ödedi. Karar kesinleşti ve bitti. Adli cezadan hükme bağlanmış oldu ve saldırganların motivasyonları araştırılmadı.

“Eşzamanlı olarak Esat olayları başlayınca çok uzunca bir süre bir şey yapmadı emniyet. Artık her gece birilerinin yaralandığı, malına zarar verildiği, telefondan da tehdidin başladığı bir sürece döndü ve o zaman işte kefenli eylem dönemi başladı. ‘Artık bu şiddet önlenmiyorsa biz açlık grevine yatıyoruz’ dendi. Her gece mumlu eylemler yapılmaya başlandı. Kefenlerle eylemler yapıldı. LGBTİ+ örgütlerinin ve kadın örgütlerinin katıldığı, sessiz protestolar başladı ve bir süre sonra Çankaya emniyeti bizi aradı. Kısacası toplumsal baskının çok etkili olduğu bir süreçti, toplumsal baskı olmasaydı Çankaya emniyetine kimse o talimatı vermeyecekti.

“Yaralamalar oluyordu. Kuaföre zarar veriyordu. Yine araçlara zarar çok yaygındı. Geceleri sallama satırla kendi araçlarından inip kızların üzerine yürüdükleri ve bir kısmını yaraladıkları vukuatlar çok fazlaydı. Hepsini bir araya getirdik. Şikayetler teker teker alındı. Ardından faillerin hepsi toplandı. Tutuklandılar ve dava süreci başladı.

“Dava önce genel mahkemede açıldı. Yağma iddiası olduğu için ardından Ağır Ceza’ya geçti. İlk celsede kızların çoğu geldi ve şikayetlerini bildirdi. Ayrıntılı olayları anlattılar. Biz ilk celsede, bunun örgütlü bir suç olduğunu ve çete olduklarını anlattık. O dönem adliyenin çehresini de değiştirdik. Orada özneyi görmek, hakkını arayan bir özneyi görmek, meşru olanı görmek açısından önemliydi.”

TKP’nin komedi filmi gösterimine kolluk engeli: 13 gözaltı

Türkiye Komünist Partisi (TKP) Kocaeli Özgürlük Semt Evi tarafından 9 Eylül’de gerçekleştirilen film gösterimi, polis engeliyle karşılaştı. Kolluk güçleri film izlemek üzere bir araya gelenlerden 13 kişiyi gözaltına aldı.

İzleyiciler, saat 20.00’de Gebze ilçesine bağlı İnönü Mahallesi‘nde bulunan Muhlis Akarsu Parkı‘nda yönetmenliğini Mert Baykal‘ın yaptığı “Pardon” (2005) komedi filmini izlemek üzere bir araya geldi.

Birkaç gündür engelleme girişiminde bulunulan etkinliğin öncesinde, etkinlik alanına sayısı 30’a yakın çevik kuvvet polisi konuşlandırıldı. Etkinliğin başlamasının ardından çevik kuvvet polislerince alana müdahahele gerçekleştirildi. Müdahale kapsamında 13 kişi gözaltına alındı.

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, konuya ilişkin “AKP [Adalet ve Kalkınma Partisi] iktidarı yine özgürlükçü! Çayırova’da film izleyenlerin tümünü gözaltına aldılar. Bütün partili arkadaşlarımızı ve dostlarımızı derhal serbest bırakın” açıklamasında bulundu.

Hollanda’daki iklim eyleminde 2,400 aktivist gözaltına alındı: Her gün geri geleceğiz

Hollanda’nın Lahey kentinde dün (9 Eylül) bir araya gelen 25 bini aşkın iklim aktivisti, devletin petrol, kömür ve gaz kullanan endüstrilere milyarlarca euroluk ödenek sağlamasına tepki göstererek en yoğun otoyollardan birini trafiğe kapattı. Protestolar sırasında 2,400 aktivist gözaltına alındı.

Bu haftanın başında yayımlanan bir raporda, Hollanda’da özellikle denizcilik sektörüne yönelik devlet desteklerinin 37,5 milyar euro’yu bulduğu bildirildi. Veriler kısa zamanda tepkiye neden oldu ve uygulamanın hızlı bir şekilde durdurulması çağrılarını beraberinde getirdi.

Yokoluş İsyanı (Extinction Rebellion/XR) tarafından düzenlenen gösteriye, aralarında Greenpeace‘in de bulunduğu 150 örgütten ve farklı ülkelerden yaklaşık 25 bin aktivist katıldı.

Extinction Rebellion’dan Deniz Ozkil, yaklaşık 10 bin kişilik bir aktivist grubunun polis bariyerini aşarak Lahey’deki A12 anayoluna oturduğunu, ardından parlamentonun alt meclisinin geçici alanına doğru yürüyüş gerçekleştirdiğini belirtti.

Ozkil, protestolar sırasında 180 kişilik bir orkestranın Alman besteci Wolfgang Amadeus Mozart‘ın eserlerini çaldığını ekledi.

Fotoğraf: Peter Dejong / AP

‘Her gün geri geleceğiz’

Eylemciler, devlet destekleri kaldırılıncaya kadar yolu kapatmaya devam edeceklerini, polisin onları dağıtması halinde ise her gün geri geleceklerini bildirdi.

Aktivistlerden Yolanda de Jager, “Bu, hepimizden çok daha önemli bir şey. Bu, tüm dünyayı ilgilendiriyor” dedi.

Bu yaz dünya çapında görülen aşırı sıcakların, fosil yakıtlar terk edilmedikçe geleceğin bir parçası olacağı konusunda uyarıda bulunan aktivistler, “Fosil yakıt ödenekleri hiç havalı [serin] değil” gibi ifadelerin yer aldığı pankartlar taşıdı.

Fotoğraf: Peter Dejong / AP

Eylem başladıktan birkaç saat sonra devreye giren polis, kalabalığın üzerine tazyikli su sıktı.

Ön saflardaki göstericiler tazyikli sulardan korunmak için yumruklarını kaldırıp başlarını öne eğerken, daha arkalardaki protestocular Hollanda için alışılmadık ölçüde sıcak bir eylül gününde suyla serinlemeye çalışıyor gibi görünerek spreyin altında dans edip zıpladı.

Fotoğraf: Peter Dejong / AP

Bazı göstericileri sürükleyerek araçlara bindiren kolluk güçleri 2,400 iklim aktivistini gözaltına aldı. Eylemler ve gözaltılar sırasında yaralanan olmadığı kaydedildi.

Yol kapatma eylemi, Yokoluş İsyanı’nın Hollanda parlementosunu hedef alan protestolarından biri. Aktivist grubu, ilerleyen günler için protesto planlarına devam ediyor.

Fotoğraf: Peter Dejong / AP

Hollanda’da fosil yakıt tüketen endüstrilere devlet desteği

4 Eylül’de Dünya Dostları ve Uluslararası Petrol Değişimi‘nin Hollanda kolu olan Çok Uluslu Şirketler Araştırma Merkezi (SOMO) tarafından yayımlanan rapor Hollanda hükümetinin fosil yakıt kullanan endüstrilere her yıl on milyarlarca dolar ödenek harcadığına dikkati çekiyor. Aynı zamanda milletvekillerini 22 Kasım’da yapılacak genel seçimler öncesinde devlet desteklerini aşamalı olarak kaldırmaya başlamaya çağırıyor.

Hollanda genellikle yenilenebilir enerji ve ilerici iklim politikalarında lider ülke olarak görülüyor. Ülkenin İklim ve Enerji Bakanı Rob Jetten daha önceki açıklamalarında fosil yakıt kullanan endüstrilere devlet desteklerinin sona erdirmesi gerektiğini kabul etmiş, ancak herhangi bir zaman vermemişti.

Yunanistan’ta görülmemiş sel felaketi üç can aldı: Bildiğimiz iklim şartları geride kaldı

8 Eylül’de Yunanistan‘ı vuran Daniel Kasırgası, özellikle Volos kenti ve çevresinde büyük hasara yol açarken, ülkede görülmemiş bir sel fekaletini de beraberinde getirdi.

Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis, sel felaketinin en büyük nedeninin iklim değişikliği olduğunu söyledi.

BBC‘nin aktardığına göre insanlığın iklim değişikliğine karşı omuz omuza mücadele etmesi gerektiğini söyleyen Miçotakis, şunları kaydetti:

Bildiğimiz iklim şartları geride kaldı. Bundan böyle yeni iklim şartlarıyla karşılaşacağız. İklim değişiklikleri gelecekte bu günleri aratacak.”

‣ Yunanistan’da sel devam ediyor: Burası deniz gibi
sel
Fotoğraf: @hzikas / X

Görülmemiş sel felaketi: Su seviyesi 1,5 metreyi buldu

Meteoroloji uzmanlarına göre Daniel Kasırgası, “Yunanistan coğrafyasında bugüne kadar görülmemiş bir sel felaketine” neden oldu. Birçok ev ve iş yerini su bastı. Mahsur kalanlar şişme botlarla kurtarıldı.

Ülkenin orta kesiminde birçok bölgede elektrik ve su kesildi, bazı köprüler ve istinat duvarları yıkıldı, sahiplerinin can havliyle terk ettikleri araçlar, sel sularında sürüklendi. Bazı bölgelerde su seviyesi 1,5 metreye ulaştı.

Fotoğraf: Alexandros Avramidis / Reuters

Volos, yalnızca 12 saat içinde eylül ayı ortalamasının 6 katı yağış aldı. Yunanistan’da birçok yerleşim merkezi boşaltıldı, bazı bölgelerde turistler daha güvenli yerlere sevk edildi. Yağışların etkili olduğu bölgelerde araçlarla trafiğe çıkmak yasaklandı.

Daniel Kasırgası başkent Atina’yı da kısmen etkisi altına aldı. Kentin bazı ana caddeleri sular altında kaldı.

sel
Fotoğraf: Alexandros Avramidis / Reuters

İklim krizi ve yanlış kent politikaları sel riskini artırıyor

Kömürpetrol ve gaz kullanımı başta olmak üzere çeşitli insan faaliyetlerinden kaynaklanan iklim krizi, yağış rejimleri üzerinde önemli bir etkiye sahip. İklim krizi nedeniyle bazı bölgelerde kuraklık artarken, bazı bölgelere düşen yağış miktarında artış gözlemleniyor.

Daha uzun periyotlarda düşmesi beklenen yağışın uzun bir kuraklık döneminin ardından kısa sürelerde düşmesi ise sel ve taşkın riskini ortaya çıkarıyor.

sel
Fotoğraf: Giorgos Moutafis / Reuters

Bu etkenler ise kentlerde su geçirgenliği olmayan beton ve asfalt yüzeylerin artması, afete dirençli olmayan kent politikaları izlenmesi ve kentlerdeki altyapının yetersiz kalması gibi durumlarda sel ve taşkınlara neden olarak insan ve çevre sağlığını tehdit ediyor.

Kentlerdeki sel riskinin azaltılması için devlet ve belediyelerin alabileceği önlemler arasında iklim krizinin etkilerine uyum çalışmalarının hızlandırılması başta geliyor.

Şehirlerde beton ve asfalt gibi yüzeyler yerine su geçirgenliği bulunan alternatiflerin tercih edilmesi, kentlerde yeşil alanların artırılması, yeşil altyapı teknolojilerinin kullanılması ve yağmur suyunun depolanması gibi tedbirler sel riskinin azaltılmasında yardımcı olurken, kuraklıkla mücadelede de fayda sağlıyor.

İklim krizi sel riskini nasıl artırıyor?

[İklim Masası] İnsan kaynaklı iklim değişikliği Türkiye’de kurak alanları artıracak

Kuraklık koşullarını ve gelecekte beklenen değişiklikleri inceleyen yeni çalışmalar, Türkiye’nin de içinde yer aldığı Akdeniz Havzası’nda kuraklıkların sıklığında ve şiddetinde artış öngörüyor.

Azalan yağışlar ve yükselen sıcaklıklar, kuraklık konusunda dünyanın en riskli bölgelerinden biri olarak tarif edilen Akdeniz Havzası’nda, yarı kurak veya kurak koşullara doğru kayma yaşanmasına neden oluyor.

İyimser, orta ve kötümser iklim değişikliği senaryoları doğrultusunda, Türkiye’deki kuraklık koşullarının kısa (2011-2040), orta (2041-2070) ve uzun (2071-2100) vadede ne şekilde değişeceği değerlendiren, Doç. Dr. Doğukan Doğu Yavaşlı tarafından yürütülen yeni bir çalışma, 2041 yılından sonra kurak iklim koşullarının tüm Türkiye’de artacağını ortaya koyuyor.

Yüzyıl sonunda karbondioksit salımlarının iki katına çıktığı ve ortalama sıcaklıkların 3,6°C yükseldiği orta iyimserlikteki iklim değişikliği senaryosuna göre (SSP3-7.0), aynı süre zarfında, kurak ve yarı-kurak alanlar Türkiye’nin yüzde 30’undan fazlasını kaplayacak.

Araştırmaya göre, kuraklık artışı en fazla Orta Anadolu, Güneydoğu Anadolu ve Doğu Akdeniz’in bazı bölümlerinde yaşanacak. Doğu Anadolu ve Ege Bölgesi’nin iç kesimlerinin de ciddi şekilde etkileneceği hesaplanıyor.

iklim

‣ Türkiye’de tarım kuraklık ve aşırı sıcaklar nedeniyle tehlike altında

Üç kuraklık indisi ve üç farklı senaryo çalışıldı

Yağış, sıcaklık, akış, toprak nemi ve yeraltı su seviyesi gibi çeşitli değişkenler kullanılarak hesaplanan kuraklık indisleri, meteoroloji ve iklim bilimlerinde, kuraklık seviyelerini belirlemek için kullanılıyor.

Bu çalışmada da ilk olarak üç farklı kuraklık indisinin (Pinna Birleşik Kuraklık İndisi, Erinç Kuraklık İndisi ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı Kuraklık İndisi), 1981 ve 2010 yılları arasında Türkiye’deki alansal dağılışı ve oranı belirlendi.

Çalışmada adı geçen bu indisler ve iklim değişikliğinin ne derece şiddetli yaşanacağına dair iyimser, orta ve kötümser senaryo ve modeller kullanılarak, Türkiye’deki kuraklık koşullarında kısa, orta ve uzun vadede gerçekleşebilecek değişikliklerin değerlendirilmesi yapıldı.

Araştırmanın bulgularına göre, çalışılan üç kuraklık indisi de benzer bir eğilime işaret ediyor: İçinde bulunduğumuz yüzyıl boyunca Türkiye’de nemli alanlar azalırken, kurak ve yarı-kurak alanlar artacak. İki indiste, kurak alanlarda artış öngörürken, Erinç indisinde ise nemli alanların azalacağı görülüyor.

‣ İklim ekstremleri artıyor, Türkiye riskli bölgede

Marmara ve Doğu Anadolu’da nemli koşullar azalacak

Çalışmada faydalanılan kuraklık indislerinden ilki, kurak iklim koşullarını, yıllar içindeki ortalama yağış ve en kuru aydaki sıcaklık verileriyle hesaplayan Pinna Birleşik Kuraklık İndisi.

Özellikle kurak mevsimlerdeki iklim koşullarını başarıyla ölçen bu indis, 1981-2010 yılları arasında Türkiye’nin neredeyse yarısının yarı-kurak olduğunu tespit ediyor. Yarı-kurak alanlar, özellikle Marmara Bölgesi’nin batısında, Ege Bölgesi’nin büyük kısmında ve Orta ile Güneydoğu Anadolu bölgelerinde bulunuyor.

Bu indise göre, ülkenin yüzde 42’si ‘nemli’ iken, yüzde 8’i ise ‘çok kurak’. Bu kurak alanlar ise çoğunlukla Orta ve Güneydoğu Anadolu’da yer alıyor. Ancak yapılan çalışma, iklim değişikliği nedeniyle, tespit edilen kurak alanlarda artış olacağını ortaya koyuyor.

Küresel ısınmaya sebep olan sera gazı salımlarında büyük azalma öngören ve 2050 yılında net sıfır emisyon hedefine ulaşılacağı varsayımıyla hareket edilen iyimser senaryoda dahi, bu indiste tespit edilen kurak alanların yaklaşık yüzde 4 oranında artacağı öngörülüyor. Öte yandan küresel sera gazı emisyonlarının gidişatı, bu senaryoyu giderek daha az muhtemel hale getiriyor.

Salımların mevcut düzeyde devam ettiği kötümser senaryoda ise, yüzyıl sonuna doğru, ‘çok kurak’ alanların ülkenin yüzde 15’ini kapsayacağı hesaplanıyor.

Bu senaryoya göre, içinde bulunduğumuz yüzyıl boyunca, Türkiye’de nemli alanlar giderek azalacak. Bu azalmadan en çok etkilenen bölgeler, Marmara ve Doğu Anadolu olacak. Ülkenin kuzey kıyıları ve Doğu Anadolu’nun bazı yaylaları haricinde ise, nemli iklim tipine sahip alan kalmayacak.

‣ Türkiye kömüre mahkum değil

Kurak alanlarda büyük artış bekleniyor

Türkiye’nin önde gelen fiziki coğrafyacılarından Prof. Dr. Sırrı Erinç’in geliştirdiği ve adıyla anılan Erinç Kuraklık İndisi ise kurak ve nemli alanların yanı sıra, kurak mevsimin süresini de ölçme konusunda faydalı bir yöntem.

Bu indise göre, kurak alanlar Türkiye’nin yüzde 0,3’ünü kaplıyor ve Güneydoğu Anadolu’daki Suriye sınırında gözleniyor. Toprakların yüzde 8’ine denk gelen yarı kurak alanlar ise Orta ve Güneydoğu Anadolu’nun yanı sıra, Doğu Anadolu’nun en doğu bölgelerinde yoğunlaşıyor. Bu indise göre 1981-2010 yılları arasında Türkiye topraklarının yüzde 36’sı, yarı nemli.

Kurak alanlar konusunda bu iki indis arasında görülen fark, büyük oranda, Pinna Birleşik Kuraklık İndisi’ndeki dört sınıfa karşı, Erinç indisinde altı sınıf bulunmasından kaynaklanıyor. Özellikle Türkiye için geliştirilmiş olan Erinç İndisi’nde kullanılan bazı veriler de farklılık gösteriyor. Bu indiste, kısa vade için (2011-2040) belirgin bir değişim beklenmese de, yüzyıl sonuna doğru tablo değişiyor.

2071-2100 dönemine gelindiğinde, kötümser senaryoya göre, kurak alanların yüzde 9’u bulacağı, yarı kurak alanların ise yüzde 29’a ulaşacağı görülüyor.

Ancak bu indisin tespit ettiği daha da büyük değişim, çok nemli koşullarda görülüyor. Kötümser senaryoda, bu alanların yüzyıl sonuna doğru yüzde 20 azalması bekleniyor.

‣ İstanbul’da sıcak dalgaları: En riskli ilçeler belirlendi

Yarı kurak alanlar yedi kata kadar genişleyebilir

Dikkate alınan üçüncü indis ise, dünyadaki kuraklık çalışmalarında yaygın olarak kullanılan ve sıcaklık, yağış ve doğal yüzeylerden buharlaşma gibi, Türkiye’de kuraklık koşullarını en çok etkileyen faktörleri dikkate alan Birleşmiş Milletler Çevre Programı Kuraklık İndisi.

Türkiye’nin yüzde 6’sını yarı kurak olarak sınıflandıran İndis’te, bu alanların yüzyıl sonuna doğru ciddi oranda artacağı öngörülüyor. Buna göre, kötümser senaryoda yarı kurak alanlar yedi kattan fazla artarak ülkenin yüzde 43’ünü kaplayabilir.

Gerçekleşmesi pek olası görünmeyen iyimser senaryoda ise bu alanların yüzde 10’a yükseleceği tahmin ediliyor.

‣ Türkiye’nin Avrupa Yeşil Mutabakatı’nı avantaja çevirmesi mümkün

Artan kuraklığın sebebi, insan kaynaklı iklim değişikliği

Atmosferdeki sera gazı miktarındaki artıştan kaynaklanan iklim değişikliği, dünya genelde sıcaklık değerlerinin yükselmesine ve bunun sonucunda da yağış döngülerinin değişmesine neden oluyor. Özellikle Akdeniz Bölgesi gibi bazı bölgelerde, bu değişiklikler daha az yağış ve daha yüksek sıcaklıklarla sonuçlanıyor. Nihayetinde su kaynakları azalıyor, buharlaşma artıyor ve toprak nemi azalıyor.

Kuraklık olaylarının sıklığını ve şiddetini artıran iklim değişikliği, su kaynakları, tarım ve doğal ekosistemler üzerinde ciddi baskılara neden oluyor. Bu nedenle, iklim değişikliği ile mücadele, aynı zamanda kuraklıkla da mücadele anlamına geliyor.

Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz bölgesi, kuraklık tehlikesi söz konusu olduğunda dünyanın en riskli bölgelerinden biri. Bölgedeki sıcaklık artışı, dünya ortalamasının üzerinde seyrediyor ve şimdiden 1,5°C’yi aşmış olabileceği değerlendiriliyor.

Akdeniz Havzası’nda kuraklıkların sıklığı ve şiddeti, 1970lerden bu yana artıyor. İklim simülasyonlarına göre, yüzyıl sonuna gelindiğinde yağışlar, 1986-2005 yılları arasına kıyasla yüzde 20-40 azalmış olacak.

Bir dizi kuraklık indisini ve senaryoyu bir araya getirerek, kuraklığın gelecekte ne ölçüde yaygınlaşacağına dair modeller ortaya koyan bu çalışmanın da gösterdiği üzere, Türkiye’nin artan kuraklık tehlikesine karşı aktif önlem alması gerekiyor.

‣ Sürdürülebilir Güneydoğu Anadolu Projesi için sulama verimliliği şart

İklim değişikliğine uyum politikaları geliştirmek şart

Gelecek projeksiyonlarına göre, kuraklık ve çölleşmeye karşı zaten savunmasız olan Türkiye, yeraltı su seviyelerinde azalma, ekosistemlerin zarar görmesi, biyoçeşitlilik kaybı ve gıda güvensizliği gibi birçok ciddi etkiyle karşı karşıya kalacak.

Ancak kuraklık koşullarındaki değişiklikleri daha iyi anlamak ve yönetmek, Türkiye’nin iklim değişikliğine dayanıklılığını artırabilir; su kaynaklarını, ekosistemleri ve tarımı koruyabilir; artan kuraklığa karşın nüfusun refahını sağlayabilir. Bu çalışmanın bulguları da, kuraklığın, su kaynakları yönetimi, tarımsal planlama ve uyum stratejileri üzerindeki etkilerinin daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir.

Artacak kuraklık koşullarına uyum için yapılması gerekenlerden biri, su yönetim planlarını, iklim modellemelerini dikkate alarak güncellemek ve su kaynaklarının sürdürülebilirliğini güvenceye almak. Su kaynaklarının etkin kullanılmasını sağlayacak önlemler almak ise bir diğer önemli adım.

Bunun için izlenebilecek bir yöntem, su tasarrufu sağlayan teknolojileri, suyun yeniden kullanımını ve geri dönüşümünü, ayrıca tarımda suyun verimli kullanılmasını destekleyen politikalar geliştirilmesi. Bunların yanı sıra, kuraklığa dirençli tarım ürünleri geliştirilmesi için araştırma-geliştirme çalışmalarına kaynak ayırmak, kuraklığın tarımsal üretim üzerindeki etkilerini asgaride tutabilmek için önem taşıyor.

Araştırma ekibi, politika yapıcıları, paydaşları ve tüm toplumu, durumun ciddiyetinin farkına varmaya ve sürdürülebilir çözümler üzerinde işbirliği yapmaya davet ediyor. Çalışmanın bulguları, hemen harekete geçilmesi gerekliliğini vurgularken, araştırma, planlama ve uyum stratejilerinin önemine dikkat çekiyor.

Fas’ta 6,8 büyüklüğünde deprem: Can kaybı 2 binin üzerine çıktı

Kuzey Afrika ülkelerinden Fas‘ın Marakeş kentinde cuma gecesi yerel saatle 23.11’de meydana gelen 6,8 büyüklüğündeki depremin bilançosu ağırlaşmaya devam ediyor. Depremde en az 2012 kişi yaşamını yitirirken, 1404’ü ağır olmak üzere en az 2059 kişi yaralandı.

Depremin merkez üssünün, ülkenin turistik kentlerinden Marakeş’in 72 kilometre güneybatısı olduğu açıklandı. En çok can kaybının yaşandığı El Huz bölgesinde ölü sayısı en az bin 293 olarak kaydedildi.

Deutsche Welle‘nin aktardığına göre, kıyı kentleri Rabat, Kazablanka, Agadir ve Suveyre‘de de hissedilen deprem sonucunda kırsal bölgelerde birçok köy yerle bir oldu. Arama-kurtarma ekiplerinin, ücra dağ köylerine ulaşmakta zorluk çektikleri belirtiliyor. Söz konusu bölgelerde çok sayıda kişinin enkaz altında kalmış olabileceği tahmin ediliyor.

Fotoğraf: Reuters

Komşu Cezayir, kapalı hava sahasını yardımlar için açtı

Ülkede üç günlük milli yas ilan edilirken, aralarında İsrail, Fransa, İspanya, İtalya ve ABD‘nin de bulunduğu birçok ülke Fas’a yardım göndermeyi teklif etti. Fas ile sorunlu ilişkilere sahip olan komşu ülke Cezayir ise, son iki yıldır kapalı olan hava sahasını, insani yardımlar ve yaralıların taşınabilmesini sağlamak amacıyla açtı.

Uluslararası Kızılhaç Örgütü, depremin getirdiği zararların bertaraf edilmesinin uzun zaman alacağını açıkladı. Örgütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika Direktörü Hossam Elsharkawi, “Bu iş bir iki haftada çözülebilecek bir mesele değil. Yıllar almasa da en azından aylar alacak” diye konuştu.

İçişleri Bakanlığı tarafından cumartesi akşamı yapılan açıklamada, “Kurtarma operasyonlarını hızlandırmak ve yaralıları tahliye etmek için devlet kurumları seferber olmuştur” denildi.

Söz konusu deprem, ülke tarihinde 1960 yılından bu yana gerçekleşen en büyük çaplı deprem olma özelliğini taşıyor. 63 yıl önce meydana gelen deprem, 12 bini aşkın can kaybına yol açmıştı.

Mikrodalga fırında saklama kabı kullanımı uyarısı: Plastik atom bombasından farkı yok

Kar amacı gütmeyen ABD‘li bir sağlık örgütü olan Henry Ford Health, mikrodalga fırınlardaki plastik kullanımının sağlık üzerindeki etkilerine ilişkin uyarılarda bulundu.

Araştırmacılar, özellikle plastik kaplarda ısıtılan hazır yiyecekler için “plastik atom bombasından farkı yok” benzetmesi yaparken, yiyecekleri hızla ısıtan mikrodalga ışınların katı ve sıvı gıdaların temel yapısını da bozduğunu ileri sürdü.

Nebraska Üniversitesi araştırma görevlileri, suni ve sentetik maddelerin mikrodalga fırınlardaki ışınlara maruz kaldığında insan sağlığına yaptığı olumsuz etkilerle ilgili bir çalışmaya imza attı.

Verilere göre mikrodalga fırınlarda ısıtılan plastik kap ve hazır paketlerdeki yiyeceklerin santimetre karesinde 2 milyar nanoplastik, 4 milyondan fazla da mikroplastik olduğu ortaya çıktı.

euronews‘ün aktardığına göre, plastik kullanımına karşı çıkarak bu kimyasalların günlük hayatımızdan çıkarılması için çalışan sivil toplum örgütü Beyond Plastic‘in başkanı Judith Enck, “Sadece bu çalışma bile plastiklerin ya da tek kullanımlık plastiklerin günlük hayatımızdan çıkarılması ya da gıdalarla temasının yasaklanması için yeterli deliller sunuyor. Bence bu çalışma bir uyanış çağrısı olmalıdır. ABD Gıda ve İlaç Dairesi‘nin (FDA) bu konuda acilen harekete geçmesi gerekiyor” diye konuştu.

FDA’nın bu konuda sessiz kaldığını belirten Enck, “Çok daha fazla aktif olmalı ve koruyucu önlemler almalılar” dedi.

‘FDA onaylı biberonlar dahi bebekler için tehlikeli’

Nebraska Üniversitesi’ndeki araştırma ekibinin başında olan Kazi Albab Hussain, yaptıkları çalışmalarda FDA’nın onayladığı bebek biberonlarının da alarm verdiğini kaydetti.

2021 yılında başlayan çalışmalar sırasında bebek biberonları su, meyve suyu, süt ve diğer katı-sıvı karışımı gıdalarla doldurularak sadece 3 dakika kadar mikrodalga fırında ısıtıldı.

Sonuçlara göre FDA onaylı biberonlar da ısıya maruz kaldığı zaman bebeklerin tükettiği içeceklere plastik parçacıkları bulaştırıyor.

Hussain, bu çalışma esnasında yeni bebekleri olduğunu kaydederek, çocuğunu plastik toksinlerinden yeterince koruyamadığını belirtiyor:

Bu tarz durumlardan kaçınmamız gerekiyor ve daha fazla dikkat etmeliyiz. Mikro ve nanoplastikler neredeyse hayatımızın her evresinde var. İnsanlar bu tarz araştırmaların sonuçlarını bilmeli ve daha fazla bilinçli olmalılar. Seçimlerini de daha akıllıca yapmalılar.”

Neredeyse herkesin kanında plastik var

Daha önce plastik kirliliği ile ilgili birçok araştırma yapıldı. Bir sivil toplum örgütü olan Henry Ford Health’in yaptığı araştırmaya göre, okyanusun en derin noktalarında bile plastik nano ya da mikro boyutta plastik parçacıkları bulunuyor.

Henry Ford Health verilerine göre insanların yüzde 77’sinin kanında plastik parçaları bulunuyor.

Birçok plastik madde PFAS denilen zehirli kimyasallar içeriyor. ABD’deki kamu sağlık yetkilileri ülkedeki nüfusun yüzde 97’sinin kanında PFAS kimyasalları içeren nano plastik bulunduğunu tahmin ediyor.

Fotoğraf: AFP

‘Toksik plastikler, böbrek hücrelerini öldürüyor’

Nebraska Üniversitesi’ndeki ayrıntılı araştırmada mikro-nano plastiklerin böbreklerle olan zararlı etkilerine dair bulgulara ulaşıldı.

Yapılan deneylerde plastik şişeler mikrodalga fırınlarda ısıtıldı ve bu şişelerin içerisindeki sıvılar böbreklerde bulunan hücrelerle temas ettirildi. Sonuçlar oldukça korkutucu. Mikrodalgada ısıtılan toksik plastiklere maruz kalan sıvılar böbrek hücrelerinin yüzde 75’ini öldürdü.

Araştırma görevlisi Hussain, mikro plasiklere uzun süre maruz kalmanın çok daha tehlikeli ve zararlı olduğunu, araştırma derinleştirilirse plastiğin sağlığa zararlarının çok daha ileri boyutlarda çıkacağını ifade ediyor.

Fotoğraf: Mark Schiefelbein / AP

Mikroplastiklerden korunmak mümkün mü?

Kaliteli plastikler daha az parçacık yaysa da uzmanlar azami seviyede gıda-plastik temasından kaçınmak gerektiğini belirtiyor.

Bunun yanında artık piyasada plastiğe benzeyen ancak içerisinde zehirli kimyasallar olmayan, ya da yüzde 100 oranda bitkisel (vegan) kaplar ve yiyecek paketleri, poşetleri ya da streç folyolar bulunuyor.

Gıdaları paketlerken bu tarz ürünlere yönelmek ya da cam, toprak, metal ya da ahşap kaplar kullanmak nano-mikro plastiklerden bizi büyük oranda koruyacaktır.

Yine piyasada plastik içermeyen kahve ve çay poşetleri, cam biberon, cam ve metalden yapılmış kettle, kapağı plastik içermeyen (metal) termoslar ve bitkisel bazlı taşınabilir saklama kapları bulunuyor.

Kazi Albab Hussain günlük hayatta gıdaların plastiklerle temasının tamamen kesilmesi taraftarı:

Bir gün gıda paketleri yüzde 100 olarak plastiklerden arındırılmış olacak. Bu tarz sağlıklı materyellerle paketlemiş gıda ürünlerinin yakın zamanda raflarda olacağını umuyorum.”

İstanbul’da ‘alkol yasağı’ karşıtı etkinliğe ’emre aykırı davranış’ cezası kesildi

Serbest Düşünce Derneği, İstanbul Valiliği tarafından yayımlanan içki genelgesine karşı dün (9 Eylül) İstanbul Kadıköy‘de düzenlediği “İçeceğini Al Gel” etkinliği sırasında içki tüketilmesinin kolluk kuvvetleri tarafından engellendiğini ve idari işlem uygulandığını açıkladı.

Serbest Düşünce Derneği, sosyal medya platformu X (Twitter) üzerinde yaptığı paylaşımda şu ifadelere yer verdi:

Bu akşam (09.09.2023) saat 18:00’da, İstanbul Valiliğinin 18.08.2023 tarihli ‘alkol yasağı’ olarak medyada geniş yer bulan ve hukuka açıkça aykırı genelgesine karşı özgürlüklerimizle birlikte haklarımızı korumak için planlanan ‘İçeceğini Al Gel’ etkinliğimiz kapsamında toplandığımız Kadıköy Moda Sahili‘nde alkol tüketilmesi, kolluk kuvvetlerince engellenmiş ve derneğimizin 3 kurucu üyesine 5326 sayılı Kanunun ’emre aykırı davranış’ başlıklı 32. maddesi uyarınca idari işlem uygulanmıştır. Yönetim Kurulu Başkanımıza ve diğer kurucu üyelerimize uygulanan kanunsuz emir dayatması ve neticesinde uygulanan idari işlem kabul edilemezdir. Anayasaya, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ve Kanuna aykırı olan bu idari işlemle birlikte söz konusu Valilik genelgesine karşı her türlü yasal haklarımızı kullanacağımızı saygılarımızla bildiririz.”

Ne olmuştu?

İstanbul Valiliği, “çevrenin rahatsız edilmemesi, olumsuz görüntülerin oluşmasına mahal vermemek” gerekçesiyle halka açık deniz ve sahil kenarlarında, plaj, park, piknik ve mesire alanlarında içki içmeyi yasakladığını bildirmişti.

‣ İstanbul Valiliğinden halka açık alanlarda içki yasağı ‘hatırlatması’: 617 TL cezası var

Kararda, halka açık alanlarda içki tüketenlere 617 TL para cezası uygulanacağı, içki kullanan kişinin sarhoş olması halinde, kişinin sarhoşluğu geçene kadar ‘kontrol altında’ tutulacağı belirtilmişti.

Karara tepki verilmesinin ardından Valilik, söz konusu kararın yeni olmadığını, kaymakamlık ve belediyeler için yalnızca bir ‘hatırlatma genelgesi’ yayımlandığını ifade etmişti.

‣ Valilikten genelgeyle ilgili yeni açıklama: Kendi halinde içene yaptırım yok

Valilik kararında “Park, piknik, mesire alanları, sahil bandı ve plajlarda alkol tüketilmeyeceği” bildiriliyor.

Öte yandan Kabahatler Kanununa göre, ruhsatlı yerlerden alındığı müddetçe açık alanda içki tüketmek yasak değil. Kanunun 35’inci maddesinde “Sarhoş olarak başkalarının huzur ve sükûnunu bozacak şekilde davranışlarda bulunan kişiye, kolluk görevlileri tarafından idari para cezası verilir. Kişi, ayrıca sarhoşluğun etkisi geçinceye kadar kontrol altında tutulur” ifadeleri yer alıyor.

G20 ülkeleri kömürü azaltma sözü verdi: Emisyon azaltımı için uzlaşma yine sağlanamadı

9-10 Eylül’de Hindistan‘ın Yeni Delhi kentinde düzenlenen 20 Grubu (G20) Zirvesi’nde ülkeler, mevcut yenilenebilir enerji kapasitelerini üç katına çıkarma ve “kömürün aşamalı olarak azaltılması” taahhütlerini içeren bildiriyi oy birliğiyle kabul etti.

Bildiride, dünyanın en güçlü ekonomileri arasında yer alan 19 ülke ve Avrupa Birliği Komisyonu‘ndan oluşan G20’ye Afrika Birliği‘nin katılımı da resmen onaylandı. Atılan bu adımla Afrika Birliği, Avrupa Birliği ile aynı statüye kavuşmuş oldu.

Afrika Birliği üyesi ülkeler, kömür, petrol ve gaz kullanımı başta olmak üzere insan faaliyetlerinden kaynaklanan iklim krizinin etkilerine karşı önlemler ve yenilenebilir enerji kaynaklarına geçişin önündeki engellerin kaldırılması gündemiyle 4-6 Eylül’de Doğu Afrika ülkelerinden Kenya‘nın başkenti Nairobi‘de bir araya gelmişti.

‣ Nairobi Deklarasyonu, Afrika İklim Zirvesi’nde 54 ülkenin oy birliğiyle kabul edildi

kömür

Bildiride emisyon azaltımına yer verilmedi

Öte yandan Yeni Delhi’deki iki günlük zirvenin birinci gününde kabul edilen bildiride bu konulara ve fosil yakıt kullanımlarının sonlandırılmasına ilişkin bir vaat yer almadı.

Batılı ülkeler 2035 yılına dek sera gazı emisyonlarının yüzde 60 oranında azaltılmasını önerse de, bu öneri görüşmeler sırasında Rusya, Çin, Suudi Arabistan ve Hindistan tarafından reddedildi.

Dünyadaki aktif kömürlü termik santrallerin yüzde 93’ünü barındıran üye ülkeler, yalnızca kömürün aşamalı olarak azaltılması ve mevcut yenilenebilir enerji kapasitesinin 2030 yılına dek üç katına çıkarılması taahhüdünde bulundu.

Küresel emisyonların yüzde 80’inden sorumlu olan G20 ülkelerinin karbonsuzlaşma için kümülatif çaba göstermesi, iklim değişikliğiyle mücadele için küresel ölçekte kritik önem taşıyor. Blok, çevre ve enerji konusundaki önceki toplantılarda uzlaşmaya varamamıştı.

kömür

Net-sıfıra erişim için yine tarih verilmedi

G7 ülkelerinin ısrar ettiği net sıfır taahhütlerine 2050’den daha hızlı ulaşma taahhüdü de bildiride yer almıyor. Bildiride bunun yerine “En son bilimsel gelişmeleri dikkate alarak ve farklı ulusal koşullar doğrultusunda, yüzyılın ortasına kadar veya buna yakın bir tarihte küresel net sıfır sera gazı emisyonu/karbon nötrlüğüne erişme taahhüdümüzü yineliyoruz” ifadeleri yer aldı.

Ayrıca gelişmekte olan ülkelerin daha düşük emisyonlu enerji sistemlerine geçişlerini desteklemek için düşük maliyetli ve sürdürülebilir finansman sağlama ihtiyacı vurgulandı.

Hindistan’ın G20 temsilcisi Amitabh Kant, 2030 yılına kadar yenilenebilir enerji kapasitesini üç katına çıkarma taahhüdü ve gelişmekte olan ülkelerin iklim hedeflerine ulaşabilmeleri için 5,9 milyon dolar finansmana ihtiyaç duyacaklarının belirtilmesiyle bildirgenin şimdiye kadar iklim eylemi konusunda hazırlanan “en iddialı belge” olduğunu öne sürdü.

Kömür kullanımının aşamalı olarak azaltılması iklim krizinin etkileriyle mücadele için hayati önem taşısa da bazı ülkeler sahip olduğu kömür yatakları nedeniyle kömür kullanımına yönelik sınırlandırıcı ifadelere karşı çıkma eğilimi gösteriyor. Bu nedenle diğer fosil yakıt kullanımlarını da içeren “emisyon azaltımı” gibi ifadeler, uluslararası taahhüt metinlerinde daha geniş yer buluyor.

Doğrudan “kömür” sözcüğüne yer verilerek buna ilişkin somut adımlar atma taahhüdü, ilk kez 2021’de Birleşik Krallık‘ın Glasgow kentinde düzenlenen BM İklim Zirvesi‘nde (COP26) imzalanan anlaşmada söz konusu olmuştu.

Ancak Rusya’nın Ukrayna‘yı işgaliyle tetiklenen enerji krizi nedeniyle sonraki anlaşma metinlerinde özel olarak kömüre ilişkin ifadelerden kaçınılmıştı.

Akbelen’den Cerattepe’ye enerjiden madene Türkiye’de orman tahsisi gerçeği-5

Bu yazı dizisinin bundan önceki dört bölümünde orman alanlarının ormancılık dışı kullanımlara tahsisi konusunu irdelemiş, madencilik amaçlı tahsisleri ise enikonu masaya yatırmıştım.

Akbelen’den Cerattepe’ye, enerjiden madene Türkiye’de orman tahsisi gerçeği-1
Akbelen’den Cerattepe’ye, enerjiden madene Türkiye’de orman tahsisi gerçeği-2
Akbelen’den Cerattepe’ye enerjiden madene Türkiye’de orman tahsisi gerçeği-3
Akbelen’den Cerattepe’ye enerjiden madene Türkiye’de orman tahsisi gerçeği-4

Madencilik amaçlı tahsisleri savunanların en büyük argümanları, tahsise konu orman alanlarının madencilik çalışmaları bittikten sonra rehabilite ediliyor oluşu. Bu bölümde, sihirli bir değnek misali tüm olumsuzlukları bertaraf ediyormuş gibi sunulan bu çalışmaların gerçek yüzünü göstermeye çalışacağım. Fakat bu konuya geçmeden önce, geçen hafta Akbelen Ormanı ve Ören’de gördüklerimi özetmek istiyorum.

Akbelen Ormanı izlenimlerim

Muğla Çevre Platformu ve İklim Adaleti Koalisyonu 31 Ağustos tarihinde Milas Ören’de “Akbelen ve Kömürden Çıkış” adını taşıyan bir panel organize ettiler. Sağ olsunlar, beni de konuşmacı olarak panele davet ettikleri için 31 Ağustos Perşembe ve 1 Eylül Cuma günlerini büyük ölçüde Akbelen Ormanı direniş alanında geçirdim.

Son tahsise konu 78 hektarlık orman alanında ağaçlar bütünüyle kesilmiş. Ancak direniş elbette devam ediyor. Amaç hiç değilse madencilik çalışmalarının başlamasına engel olmak. Direniş alanında anlık olarak nöbette olanlar 15-20 kişi arasında değişiyor. Buna karşılık direniş alanının civarında değişik noktalarda konuşlanmış en az 40-50 jandarma görev yapıyor. Meseleyi bilmesem, o kadar jandarmayı görünce, silahlı çok büyük ve tehlikeli bir grubun az ileride saldırı hazırlığı yaptığını sanırım. Tabii insan düşünmeden edemiyor, bu ülkenin barışçıl direniş gerçekleştiren her bir doğa savunucusu başına iki jandarma koyacak gücü varsa kapkaççısından uyuşturucu satıcısına, tecavüzcüsünden hırsızına, katilinden kadın düşmanına binlerce kişi nasıl oluyor da sokaklarda ellerini kollarını sallayarak dolaşabiliyor?

Tüm olumsuz tabloya rağmen direnişçileri son derece moralli gördüm. Haklı olmanın gücü moralleri yükseltiyor elbette. İşi olanlar gidiyor, yerine yenileri geliyor; şarkılar söyleniyor, danslar ediliyor; bütün işler imece usulü görülüyor. Orman için, doğa için kaygılılar; ancak, mücadele azimleri son derece yerinde. Çeşitli nedenlerle bu haklı direnişe katılmak herkes için mümkün değilse bile yolu o bölgeden geçenlerin uğraması, bir gün, bir saat ya da beş dakika olsun destek vermeleri oradakilerin gücüne güç katacaktır.

Rehabilitasyon mu yoksa ağaç dikmek mi?

Gelelim şu ballandıra ballandıra anlatılan rehabilitasyon konusuna. Önce şunu söyleyeyim: Orman ya da bir başka bozulmuş doğal alanın, bir ekosistemin eski ya da doğal haline getirilmesine dönük çalışmalar, amaç ve yöntem açısından birbirinden şu ya da bu şekilde ayrılıyor. Bu ayrılıklara göre de rehabilitasyon, restorasyon, ekolojik mühendislik, yeniden yabanlaştırma gibi değişik adlar alıyor. Ancak bir gazete yazısında bu derece detaya girmenin gereksiz olduğunu düşünüyorum. O nedenle maden alanlarında yapılan ve adına rehabilitasyon denilen çalışmaların bilimsel literatürdeki yerini bir kenara bırakıp yasal düzenlemelerde nasıl yer aldığına bakarak değerlendirmeye çalışayım. 6831 Sayılı Orman Yasası’nın 16’nci maddesinin dördüncü fıkrasının bir kısmı şöyle:

“Madencilik faaliyetlerinin sona ermesi neticesinde idareye teslim edilen veya terk edilen doğal yapısı bozulmuş orman alanları rehabilite edilir. Rehabilite maksadı ile bu alanların orman yetiştirilmek üzere…”

Bu yasa maddesinden şunu anlıyoruz: Madencilik faaliyetlerinden sonra rehabilitasyon çalışması yapılır ve bu çalışmanın amacı alanda orman yetiştirmektir. Basit ve net. Gelelim yönetmeliğe. Orman Kanunu’nun 16’ncı Maddesinin Uygulama Yönetmeliği diye bir yönetmelik var. Bu yönetmeliğin beşinci bölümü “Rehabilite, Rehabilitasyon Projesi, Takip ve Kontrol” adını taşıyor. Epey bilginin olduğu bu bölümde rehabilitasyon çalışmasının amacını ortaya koyan net bir ifade yok. Dolaylı yollardan çıkarım yapmak gerekiyor. Örneğin bu bölümdeki ‘Rehabilitasyon Projesi’ adlı 18’nci maddenin bir numaralı bendi şöyle:

“Rehabilitasyon projeleri; madencilik faaliyeti sonucunda oluşabilecek topoğrafik yapının madenin işletme projesine göre belirlenmesi sonrasında, rehabilite ile oluşturulabilecek yeni topoğrafyanın belirlenmesi, toprak ıslahı ve orman kurma esasları dikkate alınarak ormancılık bürosu tarafından Bakanlıkça izin verilen alanlar için düzenlenir.”

Yukarıda da belirttiğim gibi, dolaylı yoldan da olsa rehabilitasyon çalışmalarının birbiriyle bütünleşik üç amacı olduğunu anlıyoruz bu fıkradan.

  1. Madencilik çalışmalarıyla bozulan topoğrafyanın (yeryüzünün şekli) yerine yeni bir topoğrafya oluşturmak.
  2. Toprağı ıslah etmek.
  3. Orman kurmak.

Sizi daha fazla yönetmelik maddesi okuma sıkıntısından kurtarıp, bu yönetmelikten rehabilitasyonla ilgili çıkardığım önemli sonuçları yine maddeler halinde özetleyeyim:

  1. Rehabilitasyon sorumluluğu madencilik izni alan kurumdadır.
  2. Rehabilitasyon çalışması yapılacak alanın kullanım öncesi dönemde çoraklık ve verimsizlik gibi olumsuz nitelikler taşıyor olması, alanda rehabilitasyon çalışması yapılmaması için gerekçe olarak gösterilemez.
  3. Rehabilitasyon çalışmaları madencilik faaliyetlerinin başlamasıyla başlar, madencilik faaliyetleri süresince devam eder ve izin tarihi bittiğinde rehabilitasyon çalışmalarının da bitirilmiş olması gerekir.
  4. İzin sahibi kurum rehabilitasyon çalışmasını yapmazsa orman idaresi tarafından yapılır ve masrafları çevre ile uyum teminatından alınır. Bu teminat yetmezse izin sahibinden tahsil edilir.

Ve bence en önemli kısım: 18’nci maddenin altı numaralı bendi. Aynen aktarıyorum:

  1. “Rehabilitasyon projesinde çevre şartları dikkate alınarak tüm canlılara güvenli bir ortam oluşturulur.

Gelelim teoriden uygulamaya. Her şey kitapta yazdığı gibi yürüyor mu? Öncelikle, ben kendi adıma bütün maden sahalarında rehabilitasyon çalışması yapıldığından şüpheliyim. Maalesef Orman Genel Müdürlüğü (OGM) bu konuda herhangi bir istatistik ya da veri paylaşmadığı için şüphelerimi yurt çapında yaptığım gezilerdeki gözlemlerime ve meslektaşlarımla yaptığım görüşmelere dayandırıyorum. Sizler de hemen her yerde kazılmış, harap edilmiş ve o halde bırakılmış orman parçalarını görebilirsiniz. Dolayısıyla, bence, bu yönetmeliğin bütün maden sahalarında kusursuz uygulandığını düşünmek biraz safdillik olur. Nerelerde tam uygulanır, nerelerde eksik uygulanır, nerelerde hiç uygulanmaz; eksik uygulamanın ya da hiç uygulamamanın gerekçeleri nelerdir, inanın ben de bilmiyorum. Fakat farz edelim ki bütün maden sahalarında yönetmelik tam anlamıyla uygulanıyor. Gelin, birkaç örnekle size işin hiç de gösterilmeye çalışıldığı gibi güllük gülistanlık olmadığını göstereyim. Örneğin alttaki iki fotoğrafa dikkatlice bakalım.

Üstte soldaki fotoğraf (Foto 1) İstanbul’da bir orman alanında açılmış taş ocağı, yani bir maden işletmesi. Halen aktif olan bir işletme. Kemerburgaz tarafından İstanbul Havalimanı’na doğru giderken yolun sol tarafında herkes bu maden işletmesini rahatlıkla görebilir. Bölgenin ormanlarında nasıl bir tahribat yaratılmış olduğunu çıplak gözle ve 360 derece bakışla çok daha iyi algılayabilirsiniz. Sağdaki fotoğraf (Foto 2) ise aynı işletmeye başka bir açıdan bakış. Soldaki fotoğrafta sol yamaç olarak gördüğümüz kısma tam karşıdan bakıyoruz sağdaki fotoğrafta. Kırmızıyla çizdiğim alanda rehabilitasyon çalışması yapılmış kısmı görüyorsunuz. Evet, yanlış söylemiyorum. O kısımda rehabilitasyon çalışması yapılmış. Yani maden (taş) çıkarmak için oluşturulmuş basamaklara fidan dikilmiş. Buyurun size rehabilitasyon çalışması. Nasıl?

Başka bir örneğe yine fotoğraflarla geçelim. Önce aşağıdaki fotoğrafa (Foto 3) bakalım.

Burası yine İstanbul’da orman alanında açılmış bir kömür işletmesi. Kömür çıkarma faaliyetleri bitmiş, rehabilitasyon çalışmaları başlamış. Kırmızıyla çizdiğim alanda görebileceğiniz gibi kentten gelen hafriyatlarla oluşan çukur doldurulmaya çalışılıyor. Bir adım sonrasının nasıl olacağını görmek içinse aşağıdaki fotoğrafa (Foto 4) bakalım.

Bir önceki fotoğrafta gördüğümüz işletmeye çok yakın bir başka kömür işletmesi alanı. Alanın bir kısmında toprak dolgu çalışması bitmiş, çam fidanları (muhtemelen fıstıkçamı) dikilmiş. Yeşil görünüyor değil mi? Evet, yeşil. Mesele de bu değil mi zaten. Yeşil görünüyorsa sorun yok demektir yaygın düşünce biçimine göre. Ama ben orman mühendisiyim, bu beni tatmin etmez. Bir orman mühendisi yok edilen orman alanında doğal yapısına uygun bir orman ekosistemi oluşmuş mu oluşmamış mı ona bakar, değerlendirmesini ona göre yapar. Yukarıdaki fotoğrafta görülen alana girmemiz olanaklı değil. Ancak, benzer bir alanı daha yakından görme şansımız var. Onun için bu kez Foto 5’e bakalım.

Burası da tahminen 5-6 yıl önce rehabilitasyon çalışması yapılmış bir maden alanı. Çam fidanları yaklaşık yarım metre boya kadar gelmiş, otsu bitkiler doğal yollarla alana yayılmaya başlamış fakat davetsiz misafirler de var. 3-4 m boya ulaşmış kokar ağaçlar. Bilim literatüründe adı “Ailanthus” olan bu ağaçlar ne bölgenin ne de Türkiye’nin doğal türü. Üstelik istilacı bir tür. Yani geldiği alanda doğal türlerin gelişmesini engelleyerek kolayca yayılıyor, bölgeyi istila ediyor. Emekle dikilmiş çam fidanları yalnızca yarım metre boya gelmişken alana kendiliğinden gelen kokar ağaçların 3-4 m boya ulaşmış olması durumun kanıtı zaten. Birkaç yıl sonra, ilgili orman işletmesi müdahale etmezse kokar ağaçlar çam fidanlarının gelişimini baskın kök ve ışık rekabeti ile engelleyecek ve sahayı bütünüyle ele geçirecek.

Aslında bu bölümde başka pek çok örnek alandan söz edebilirim. Fakat gerekli olduğunu sanmıyorum. Buraya kadar verdiğim bilgileri özetlemem gerekirse;

  1. Türkiye’de yalnızca son 10 yılda (2013-2022) madenciliğe tahsis edilen orman alanı 100 bin hektardan (1.000.000.000 –bir milyar- metrekare) fazla. Toplamda yüzbinlerce hektar orman alanı madenciliğe tahsis edildi. Bunların bazılarının izin süresi doldu, bazıları işletilmeye devam ediliyor. Fakat ne kadarında süre doldu, ne kadarı işletilmeye devam ediyor, ne kadarında rehabilitasyon çalışmaları tamamlandı, ne kadarında eksik, ne kadarında hiç yapılamadı, bu soruların cevabını bilen yok. Öyle sanıyorum ki OGM bile bu soruların cevabını bilmiyordur. Biliyorlarsa o bilgileri kamuoyuyla paylaşmaya davet ediyorum OGM yetkililerini. Ama benim tahminim, alanların çoğunda yukarıda açıkladığım şekilde bile olsun rehabilitasyon çalışmalarının ya hiç yapılmadığı ya da yarım yamalak yapıldığı yönünde.
  2. Rehabilitasyon çalışmalarında, çok büyük bir çoğunlukla çam türleriyle ağaçlandırma yapılıp alan kaderine terk ediliyor. Fakat rehabilitasyonun amacı o sahayı doğal haline geri döndürmek ve yönetmelikte açıkça belirtildiği üzere, tüm canlılar için güvenli bir ortam haline getirmek değil miydi? Peki, örneğin İstanbul’un kuzeyi Avrupa-Sibirya bitki coğrafyası kuşağında kalan; meşe, kayın, gürgen başta olmak üzere kestane, kızılağaç, akçaağaç, fındık gibi geniş yapraklı ağaç cinslerinin hâkimiyetindeki ormanlarla kaplı doğal olarak. Hepiniz bilirsiniz ama yine de gözünüzde canlanması için örnek bir fotoğraf (Foto 6) koyayım aşağıya.

Orman mühendisi olmaya gerek yok, yalnızca çam fidanı dikerek böyle bir ormanın oluşmasına olanak var mı? Yok. O halde, madencilik faaliyetlerinden sonra alanın eski haline, doğal haline döndürüldüğü iddiaları da geçerliliğini kaybediyor.

  1. Hadi bırakalım doğal halini, rehabilitasyon adı altında fidan dikmekten başka bir çalışma yapılmamış alanların yeniden herhangi bir orman haline gelmesi olanaklı mı? Bu soruyu mekan ve zaman ölçeğinden kopararak yanıtlamak olanaksız. Nerede ve ne zaman? Dünyanın ya da Türkiye’nin her yerinde bu soruya evet ya da hayır yanıtı verilemez. Ayrıca, değişen iklim ve buna bağlı diğer ekolojik koşullar nedeniyle bugün evet yanıtı verebileceğimiz bir alan için 10 yıl sonra her şey tersine dönebilir. Aşırı kurak ve uzun süreli dönemler belli bir yaşa kadar sağlıklı bir şekilde büyümüş fidanlarda toplu ölümlere yol açabilir. Veya neredeyse bütünüyle aynı tür ağaçlarla monokültür şeklinde yapılan rehabilitasyon alanları yeni bir böcek ya da mantar hastalığıyla kitlesel çöküş yaşayabilir. Üstüne basa basa belirtmemde yarar var, iklim değişikliği nedeniyle Türkiye’de bu dediğim olumsuz gelişmelerin yaşanması son derece yüksek olasılık.

Özet olarak, orman alanlarında yapılan madencilik çalışmalarını savunmak için yere göğe sığdırılamadan anlatılan rehabilitasyon çalışmaları sihirli bir değnek değil. Aslında bilimsel anlamda rehabilitasyon da değil, sadece ağaçlandırma. Binlerce yıllık evrimin bir sonucu olarak ortaya çıkmış doğal ve dirençli orman alanlarını alternatifi olan madencilik ürünleri elde etmek için yok etmenin, sonra da rehabilitasyon adıyla ağaçlandırma yapıp kaderine terk etmenin günümüz koşullarında akılla savunulacak bir yanı yok bence. Hele de o ağaçlandırmaların nerede, ne kadar ve nasıl yapıldığı meçhulken.

Şu soruyu da sorup noktayı koyalım: En iyi ihtimalle 70-80 yıl sonra kabul edilebilir bir orman dokusu oluşturacak çalışmaları bahane ederek elimizdeki daha dirençli ve topluma çok daha yüksek yararlar sağlayan ormandan 70-80 yıl boyunca mahrum kalmamıza yol açacak kadar gözümüzü karartan gerekçe ne? Para olmasın!