Diyarbakır‘ın Kulp ve Batman‘ın Sason ilçeleri arasındaki Zori Çayı üzerinde yapılması planlanan hidroelektrik santrali (HES)’le ilgili yargının verdiği iptal kararına rağmen Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın ikinci bir “olur” verdiği ortaya çıktı.
Köylülerin açtığı dava sonucu 2022 yılında idare mahkemeleri iptal kararı vermişti.
Çermik Gazetesi’nden Özgür Ayaydın‘ın aktardığına göre, iptal kararına rağmen Bakanlık bugün “ÇED olumlu raporu”nu yeniden askıya çıkarttı. Diyarbakır Valiliği‘nin internet sitesinde, “Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü – ÇED Olumlu Kararının Askıda İlan Edilmesi Hk” başlığı ile yayımlanan ilanda süreç anlatıldı.
7 köyü etkiliyor
Buna göre, kurulması için çalışmalara başlanılan Metin HES‘in (Kayser Barajı) Zori Çayı çevresindeki yedi köyü etkiliyor. İlanda bahse konu projeye Bakanlıkça 2014 yılında “Çevresel Etki Değerlendirmesi Olumlu” raporu verildiği belirtiliyor ve kamulaştırma çalışmaları devam ederken 2021 yılında, kararın iptali için dava açıldığı ifade ediliyor.
İlanda şöyle deniliyor:
“Diyarbakır 3. İdare Mahkemesi tarafından bilirkişi görevlendirmesi yapılmış ve bilirkişi raporu 01.04.2022 tarihinde Diyarbakır 3. İdare Mahkemesine sunulmuştur. Bilirkişi raporu sonrasında Diyarbakır 3. İdare Mahkemesi bilirkişi raporu tespitlerini dayanak göstererek “ÇED Olumlu Kararı”nın iptali yönünde karar vermiştir. Ayrıca ÇED Olumlu Kararının yürütülmesinin durdurulması ve iptali talebiyle bakanlığımız aleyhine, Diyarbakır 3. İdare Mahkemesinde görülen başka davada ise, yapılan inceleme ve değerlendirme neticesinde; 31 Mart 2023’de ‘dava konusu işlemin iptaline’ karar verilmiştir.”
Mahkemenin bu kararından sonra projeye ait tüm faaliyetlerin durdurulması ve dava konusu işlemin iptaline yönelik tüm işlemlerin yerine getirilmesi için Kulp Kaymakamlığı’na 14 Nisan 2023’de yazı verildiği belirtilen ilanın son kısmında ise mahkemelerin kararlarına rağmen aynı projeye bir kez daha onay verildiği ve halkın görüş ve önerilerinin alınması için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü‘nde askıya çıkarıldığı belirtildi.
Yeniden dava açılacak
Köylüler adına Diyarbakır 3. İdare Mahkemesi’nde dava açan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Milletvekili Serhat Eren, 2014’te verilen olumlu ÇED raporlarını Diyarbakır ve Batman’da açtıkları davalar ile geçen yıl iptal ettiklerini söyledi: ”
Mahkeme kararını tanımıyorlar. Mahkeme verdiği kararda, arada yapılacak olan HES’in doğayı tahrip edeceğini, insanların temel yaşam kaynaklarını sonlandıracağını belirtmişti. Biz yeniden dava açacağız.”
6 Şubat‘ta meydana gelen ve 11 şehri enkaz haline getiren Maraş merkezli depremlerin üzerinden yedi ay geçmesine rağmen, vatandaşların ihtiyaçları tam olarak karşılanabilmiş değil. Hala konteyner ve çadırlarda kalınan deprem bölgesinde yerleşim yerinin dışında farklı acil talepler ve ihtiyaçlar da bulunuyor. Mor Dayanışma, deprem bölgesindeki kadınların acil ihtiyaçlarına dikkat çekiyor:
“Kadınların sağlığı tehdit altındadır! Deprem bölgesinde tüm Aile Sağlığı Merkezleri acilen açılmalıdır! Kadın hastalıkları ve jinekolojik muayene birimleri mobil ve yerleşik olarak tam teşekküllü çalışmalıdır!”
Bunların yanı sıra bölgede ücretsiz kreş, hasta ve bakım evleri ihtiyacı da artmış durumda. Mor Dayanışma tarafından konuya ilişkin yapılan çağrıda “Bu kurumların kamu bütçesinden karşılanıp acilen açılmasını ve yereldeki kadın derneklerinin, feministler ile beraber çalışılmasını istiyoruz” deniliyor.
‘Elektrik ve su kesintileri, yüksek faturalar kabul edilemez!’
Bölgedeki elektrik ve su kesintilerine ek yüksek tutarlı faturaların da kabul edilemez olduğunun vurgulandığı ihtiyaç talepleri arasında ücretsiz su ve elektrik de bulunuyor:
“Tüm sokaklar ışıklandırılmalı, depremzede emekçi sınıfına elektrik ve su ücretsiz sağlanmalıdır!”
‘Kadınların konteyner kentlerde izole edilmesini kabul etmiyoruz’
Mor Dayanışma tarafından dikkat çekilen bir diğer talep de ulaşıma ilişkin:
“Ulaşım hakkımızın ücretsiz olmasını ve daha sık seferlerle sağlanmasını istiyoruz! Kadınların konteyner kentlerde izole edilmesini, mahallelerin içlerinde bihaber bırakılmalarını kabul etmiyoruz!”
Depremin 7. Ayında Kadınların acil talepleri ve ihtiyaçlarını yineliyoruz.👇
👉Deprem bölgesinde ücretsiz kreş, hasta ve bakım evleri ihtiyacı artmış durumdadır. Bu kurumların kamu bütçesinden karşılanıp acilen açılmasını ve yereldeki kadın dernekleri, feministler ile beraber… pic.twitter.com/qAnJyPo4ek
6 Şubat’ta Kahramanmaraş’ta meydana gelen depremlerin ardından bölgede kadınların ihtiyaçlarının yeterince karşılanmamıştı. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmadığı Türkiye’de depremde de yine dezavantajlı kesimler arasında bulunan kadınlar ve LGBTİ+’lar ihtiyaçlarına ulaşamamıştı. Kadın pedi gibi ihtiyaçlar bile bölgedeki kadınlara bir süre sağlanamamıştı. Bu sorunlar nedeniyle afete karşı feminist dayanışma hareketleri yaygınlaşarak bölgeye destek olmuştu. Bu çalışmalar sürmeye de devam ediyor.
Kadın hakları savunucusu birçok topluluk, başta hijyen olmak üzere depremzede kadınların ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik yardım kampanyaları yürütmüştü.
Kadın hakları için çalışmalar yapan Ekmek ve Gül topluluğu, başlattığı Kızkardeşlik Köprüsü kampanyası içe afetzede kadınların hayatlarının yeniden kurulmasına destek olmaya çalışmıştı.
Afetin ilk günlerinde bölgedeki kadın ve LGBTİ+’ların ihtiyaçlarının yeterince karşılanmaması ve ihtiyaçlara erişimde ayrımcılığa uğraması nedeniyle feminist yardım tırı göndereceğini açıklayan Afet için Feminist Dayanışma Grubu, bölge için ihtiyaç malzemeleri toplamıştı.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü haftasında kadınlarla dayanışmak için Adıyaman’da olacağını açıklayan Rosa Kadın Derneği, birçok hijyen ürününün toplanmasının amaçlandığı kadın dayanışması kampanyasına destek çağrısında bulunmuştu.
Kadın Zamanı Derneği, “Kadın Dayanışması Yaşatır” diyerek afetten etkilenen kadınların yaralarını sarmak için 8 Mart’ı Maraş’ta kadınlarla karşılamıştı.
Mor Dayanışma’dan Pelin Songül Çiçek‘in de aralarında olduğu çok sayıda gönüllü, erzak dağıtımı ve halk toplantısı yapmak için gittikleri Hatay’ın Güzelburç köyünde özel harekatçılar tarafından fiili gözaltına alınmıştı.
Depremin olduğu ilk günlerde Hatay Samandağ’a giden Mor Dayanışma üyesi kadınlar, bölgede hemen kadın çadırı kurmuştu.
Brezilya’nın güney bölgesinde hafta sonundan bu yana etkili olan ve uzmanların “tropikal olmayan bir kasırga” olarak nitelendirdiği felakette hayatını kaybedenlerin sayısı 40’a yükseldi. Bölge Valisi Eduardo Leite, arama kurtarma çalışmalarının Pardo Nehri Vadisi’nde yoğunlaştığını belirterek, ölü sayısının artabileceğini söyledi
Leite, hafta sonundan bu yana tropikal kasırganın yol açtığı heyelan ve sellerde 40 kişinin yaşamını yitirdiğini ifade ederek, Rio Grande do Sul bölgesinde arama kurtarma çalışmalarının 900’ü aşkın kişiyle sürdürüldüğünü bildirdi.
Brezilyalı meteorolog Dr. Maria Clara Sassaki, bir hafta içinde eyaletin tüm eylül ayı boyunca beklenen ortalama yağış miktarını aldığını söylemişti. Leite’e göre geçen hafta görülen aşırı yağışlar, Rio Grande do Sul’da son üç ay içinde yaşanan dördüncü aşırı hava olayı.
1650 kişi evsiz kaldı, 3 bini aşkın kişi yer değiştirdi
Yetkililer, Rio Grande do Sul bölgesinde 67 kasabanın şiddetli fırtına ve sellerden etkilendiğini, 1650 kişinin evsiz kaldığını ve 3 bini aşkın kişinin de geçici olarak güvenli yerlere gittiğini duyurdu. Sosyal Kalkınma Bakanlığı (MDS), Rio Grande do Sul’daki Mucum şehrinin yaklaşık yüzde 80’inin sular altında kaldığını açıkladı.
Brezilya Devlet Başkanı Luiz Inacio Lula da Silva, kasırga sebebiyle hayatını kaybeden kişilerin ailelerine başsağlığı dileğinde bulunarak, “Halka yardım etmek için her türlü gayreti göstereceğiz” demişti.
Brezilya’da şiddetli yağışların yol açtığı sel ve heyelanlarda yılbaşından bu yana çok sayıda kişi hayatını kaybederken binlerce kişi de evsiz kalmıştı.
Haziran ayında da aynı bölge 16 kişinin ölümüne ve çoğu eyalet başkenti Porto Alegre çevresinde olmak üzere 40 şehirde yıkıma neden olan bir kasırgaya maruz kalmıştı.
Yeşil Düşünce Derneği‘nin Kömürün ABC’si kampanyası dahilinde düzenleyeceği Kömürsüz Gelecek Buluşması, 16 Eylül’de Devridaim Enstitüsü’nde gerçekleştirilecek.
“Sanayileşme ve büyüme odaklı ekonominin temel direği olan kömürden çıkış vakti geldi de geçiyor!” ifadeleriyle iklim krizine karşı harekete geçmenin aciliyetine dikkat çekilerek çağrıya çıkılan buluşma, 12.00 ve 17.00 saatleri arasında çeşitli atölyeler ve etkinliklerle düzenlenecek.
İlk bölümünde alanında uzman kişilerle yuvarlak masa yöntemiyle kömürden çıkış kampanyası, kömürün sağlık üzerindeki etkileri ve kömüre karşı enerji alternatifleri üzerine konuşulacak buluşmanın ikinci bölümünde ise kömürsüz gelecek temalı bisiklet, tasarım, kolaj, drama ve savunuculuk atölyeleri gerçekleştirilecek.
Katılımcıların ilgi alanlarına göre seçerek katılabileceği söyleşi ve atölyelerin yapılacağı buluşma çağrısında ise şu ifadelere yer veriliyor:
“Dünya ülkeleri, iklim krizi, beraberinde gelen felaketler ve ekolojik krizlerin en temel sebeplerinden biri olan kömür madenciliği ile kömürle enerji üretiminin durdurulması, yenilenebilir enerji kaynaklarının ve yeşil işlerin yaygınlaşması yoluyla 2050 net sıfır hedefine uygun düzenlemeler yapıyor.
Türkiye de net sıfır hedefini 2053 olarak belirledi ancak bu hedefi tutturmak için uygun politikalar ve uygulamalar ortaya koymuyor; üstüne üstlük hala termik santral yakıtı çıkarmak için Akbelen Ormanı’nı yok etmeye, Paris Anlaşması’na göre yurttaşlarına sürdürülebilir kentler sağlaması gerekirken, Dikmece’de zeytinlikleri ve tarlaları istimlak etmeye çalışıyor! Oysa, yurttaşların haklarını koruyarak kömürden çıkış ve gezegenin sınırlarını gözeterek refahı arttırmak mümkün!
Kömürün ABC’si kampanyası dahilinde, kömürden çıkışın nasıl mümkün olabileceğini sizlerle paylaşmaya çalışıyoruz. Bu çalışmaları da ‘Kömürsüz Gelecek Buluşması’ ile bir araya gelerek somut önerilere ve etkinliklere dönüştürüyoruz!”
Buluşma programı ise şöyle:
13.30 – 17.00 | İkinci Bölüm: Kömürsüz Gelecek İçin Aktivizm
13:30 – 16:45 | Bisiklet Bakımı Atölyesi ve Sohbet: Neden Bisiklet Sürmek Politik Bir Karardır? Şebnem Mısır, Seçil Orhan & Şaman Bayyurt | Don Kişot Bisiklet Kolektifi
13:30 – 14:15 | Kömürsüz Gelecek İçin Tasarım Atölyesi Gökalp Ceylan ve Cihat Demirtaş
Küresel Denge Derneği tarafından hazırlanan “İstanbul ve İzmir İlleri için Deniz Seviyesi Yükselmesi ve Olası Etkileri” adlı rapor, İstanbul’da düzenlenen bir toplantıda tanıtıldı. Üç yıllık bir çalışmanın sonunda hazırlanan raporun yazarları, iklim dinamiği ve ekoloji uzmanı Prof. Dr. H. Nüzhet Dalfes ile İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü‘nden Prof. Dr. Sedat Avcı.
Rapora göre,
İklim değişimine bağlı olarak deniz seviyesinin yüzyılın ortasında 0,5m, yüzyılın sonunda ise 1m yükselmesiyle, üç tarafı denizlerle çevrili Türkiye’nin kıyı şehirleri risk altında.
Sadece İstanbul’da 6 milyondan fazla kişinin yaşadığı 120 km2’lik bir bölge sular altında kalacak.
İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi Sarayı ve Ortaköy Camii gibi tarihi yapılar deniz seviyesinin yükselmesinden etkilenecek.
İzmir’de Körfez, Kordon ile Alaçatı ve Sığacak gibi tatil beldeleri, ayrıca GedizDeltası Kuş Cenneti tehdit altında.
İstanbul’da 16 atık su arıtma tesisinden 12’sinde, İzmir’de bulunan 20 atık su arıtma tesisinin dördünde sorun yaşanabilir.
Deniz suyu yer altı sularına karışabilir. Bu, özellikle İzmir’de tarımsal üretim açısından ciddi sıkıntı yaratacak.
IPCC verilerine göre hazırlandı
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) öngördüğü en olumsuz senaryo olan, deniz seviyesinin küresel olarak yüzyılın ortasında yaklaşık 0,5 metre, yüzyılın sonunda ise yaklaşık 1 metre yükseleceği hesabına dayanarak hazırlanan çalışmada İstanbul ve İzmir’e odaklanılıyor.
Raporun tanıtımında en kötü şartları hesaba katarak çalışmayı yürüttüklerini söyleyen Dalfes, “Bana sorarsanız bu en gerçekçi senaryo. Çünkü insanların bu konuda ciddi bir şeyler yapabileceği konusunda çok ümitli değilim” dedi.
‘Karar vericiler bütün insanlık’
Küresel Denge Derneği Başkanı Dr. Nuran Talu ise İstanbul ve İzmir’in seçilme nedenlerini “İzmir ve İstanbul; hem ekonomik hem de sosyal açıdan daha önemli şehirler olduğu için seçildi. Burada çıkacak sorunlar daha büyük zararlar getirebilir” şeklinde açıkladı.
Talu açılışta yaptığı konuşmada, “Ulusal ve yerel karar vericiler başta olmak üzere tüm paydaşların iklim değişimi bağlantılı deniz suyu yükselmesi sorununa dikkatlerini çekmek istedik” dedi ve karar vericilerin politikacılar olmadığını, tüm insanlığın karar verici olduğunu belirtti.
İstanbul Boğazı’nın tamamı etkilenecek
Çalışmaya göre, hem coğrafi yapıları hem de komşusu oldukları denizlerin farklı özelliklere sahip olması nedeniyle İstanbul ve İzmir, deniz seviyesi yükselmesi ve fırtına kabarması olaylarından farklı düzeylerde etkilenecek. Dalfes, İstanbul’da Marmara Denizi’ne kıyısı olan ilçelerde 6 milyondan fazla insan yaşadığına dikkat çekerek şunları söyledi:
Prof. Dr. H. Nüzhet Dalfes
“Şehirde, yüksekliği 2 metreden az olan yaklaşık 120 kilometrekarelik bir alan risk altında. Bu, neredeyse Maltepe ve Fatih ilçelerinin toplam yüzölçümüne eşdeğer bir alan. İstanbul’un güney kıyılarının deniz seviyesindeki değişimden daha fazla etkileneceği hesaplanıyor.”
Rapora göre, İstanbul Boğazı‘nın tamamının, özellikle de kıyılarda yer alan konak, saray, dini ve tarihi yapıların deniz seviyesindeki değişimden etkilenmesi bekleniyor. Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi Sarayı,Küçüksu Kasrı gibi saraylar ve Şemsi Paşa Camii, Ortaköy Camii gibi yapılar, etkilenme ihtimali bulunan değerli yapılar olarak öne çıkıyor. Bu yapıları korumak için daha kalıcı önlemler alınması gerekli.
Öte yandan deniz seviyesinin yükselmesiyle birlikte Göksu ve Küçüksu gibi akarsularda, akarsu yatağının bir bölümünün de sular altında kalması da söz konusu. Aynı etki, Kadıköy’deki Kurbağalıdere Vadisi’nde de bekleniyor.
Avcı, tarihi yapıların kurtarılabileceğini ama bunun için harekete geçmek gerektiğini vurguladı.
“Öncelikle, tarihi yapıların çevresinde, bu yapıların zarar görmesini engelleyecek yöntemlerin alınması gibi önlemler alınabilir ancak bu yapıların kurtarılmasını sağlamak doğal süreçlere pek gerçekleşecek gibi durmuyor. Bu hususta iyi bir yatırım ve iyi bir planlama gerektiren mühendislik hizmetleri şart ama bunun olacağını sanmıyorum.”
İskelelerde de tedbirler alınmalı
İstanbul’da deniz seviyesi yükselmesi, iskelelerde de bazı yenilemeler yapılmasını gerektirecek. Rapora göre, Üsküdar İskelesi’nde, lodoslu havalarda oluşacak fırtına kabarmalarına karşı mühendislik tedbirleri, Kadıköy’de ise deniz seviyesinde yükselmenin ardından yaşanabilecek fırtına kabarmaları, metro girişlerini etkileyebilir ve bunun için önlem alınması gerekebilir. Prens Adaları’nın da özellikle yerleşim yerlerinin bulunduğu iskele ve kıyı bölgelerinin etkilenebileceği öngörülüyor. Fenerbahçe-Maltepe sahil şeridi de riskli bölgelerden. Deniz seviyesinin yükselmesine bağlı olarak bu kıyılarda bazı düzenlemelerin yapılmasının şart olduğuna dikkat çekiliyor.
İzmir’in tarım alanları risk altında
Avcı, İzmir’de deniz seviyesindeki değişim en çok İzmir Körfezi‘ni etkileyeceğini vurguladı. Çalışmanın verilerine göre, özellikle Kordon’daki rıhtımın, dalgaları kıracak ve yansıtacak şekle dönüştürülmesi önemli. Karşıyaka’da mevcut düzenlemelere ek olarak, deniz seviyesinin değişmesinden sonra birtakım önlemlerin alınması gerek. Benzer şekilde, Karşıyaka’dan Mavişehir’in batısına kadar devam eden bir set bulunsa da deniz seviyesindeki yükselme nedeniyle yeni önlemlere gerek duyulabilir.
Deniz seviyesi yükselmesinin, kıyı boyunca bazı alanların sular altında kalmasına ve tuzlu suların yeraltı sularına karışmasına sebep olacağı tahmin ediliyor. Bu durum, tarım açısından ciddi sorunlar yaratabilir.
Turistikbeldeler yok olabilir
Deniz suyu seviyelerindeki yükselme, İzmir’in tatil beldeleri için de tehdit oluşturuyor. Çalışmada Güzelbahçe dahil, bazı plaj alanlarının daralması ve kıyıdaki iskele gibi yapıların özelliklerini kaybetmesinin söz konusu olduğuna dikkat çekiliyor. Buna göre, Sığacık Koyu’nda tekne bağlama yerleri ve marina, su seviyesinden etkilenecek başlıca yerler arasında. Alaçatı da risk altında.
Deniz seviyesindeki yükselmenin bölgede derinlik artışına sebep olması ve kıyı şeridinde de değişikliğe yol açması bekleniyor. Özdere de deniz seviyesinin yükselmesinden etkilenecek. Türkiye’nin önemli kuş üreme alanları arasında yer alan Gediz Deltası Kuş Cenneti de deniz seviyesi yükselmesi nedeniyle risk yaşıyor. Deniz yükselmelerinden etkilenebilecek doğal kıyılar ise Çamaltı Tuzlası, Küçük Menderes Deltası, Mavişehir, Çakalburnu Dalyan veİnciraltı Kent Ormanı.
Raporda ayrıca Karadeniz’e akan akarsuların, deniz seviyesindeki değişimden kısmen etkileneceği, bunun deniz suyunun iç kısımlara ilerlemesine ve yer altı sularının tuzlanmasına sebep olabileceği uyarısında bulunuluyor.
Deniz suyunun atıksulara karışma riski
Raporun tanıtımında deniz seviyesindeki değişimden kentsel alanlardaki üst yapıların yanı sıra altyapıların da etkileneceğinin belirlendiği vurgulandı. Mercek altına alınan her iki ildeki arıtma tesislerinin dağılımı ve meydana gelebilecek sorunların detaylı çalışmalarla ortaya konduğu belirtilen açıklamada; buna göre deniz seviyesindeki değişikliklerin atıksu şebekesinde fiziksel hasara yol açabileceği, ayrıca verim kaybından işletme maliyetlerinin artmasına kadar farklı etkileri olabileceği belirtildi:
“Arıtma sonrası oluşan atıksuda belirli oranlarda tuz kalması, bu suyun tarımsal sulamada kullanılmasının önündeki en önemli engel . Önlem alınmadığı takdirde, daha fazla deniz suyunun atıksu sistemine karışması kaçınılmaz.
İstanbul’da bulunan 16 atık su arıtma tesislerinden 12 tanesi, İzmir’deki 20 atıksu arıtma tesisinin dördü riskli olarak belirlenmiştir. Bunların içinde önem atfedilmesi gereken, günlük yaklaşık 605 bin m 3 kapasite ile İzmir’in en büyük arıtma tesisi olan Çiğli.”
‘Rapor, belge yazmakla olmaz’
İklimi ilgilendiren konuların Türkiye’de önemsenmediğini vurgulayan Talu, yapılması gerekenlere şöyle dikkat çekti:
Dr. Nuran Talu
“Kültür varlıklarımızın, tarihi eserlerimizin kıyılardaki deniz suyu yükselmesi nedeniyle tehdit altında olacağı ortaya çıktı. Bunlara baktığımız zaman bu tehditler için önlemler alınması gerekiyor. Bu önlemler de bir belge veya rapor yazmayla olacak konular değil. İşin doğrusu konferanslarla da değil ama işaret etmemiz gerekiyor ki yatırım yapmaları gereken kuruluşlar gereğini yapsın.”
Dalfes ise devletin kayıt sistemini eleştirdi. İklim değişikliğine bağlı olayların kayıtlarının tutulmamasını toplumsal bir ayıp olarak nitelendiren Dalfes, “Fırtına kabarmaları sonucundaki bu su baskınlarıyla ilgili kayıtları sorduk; nereye kadar su geldi, ne zamanlar oldu? Bunlara dair ayrıntılı kayıt bulamadık” diyen Dalfes, zengin bir veri tabanı oluşturulması için çalışma yapılmasının gereğine işaret etti.
‘Sinsi hareketlere dikkat etmek lazım’
Deniz seviyesinin yükselmesinin iklim değişikliğinin ciddi bir sonucu olduğunu aktaran Dalfes, “Deniz seviyesinde yükselme; suyun yer değiştirmesi, karalardaki buzların erimesi anlamına geliyor, okyanusların ısınması anlamına geliyor. Bütün bunların sonucunda deniz seviyesi yükseliyor” diye konuştu:
“İklim değişimi karşımıza iki türlü çıkıyor. Birtakım ekstrem olayların sıklıklarında ve büyüklüklerindeki değişmeler, sıcak dalgaların sonuçları buna örnek olabilir. Bir de bazı şeylerde yavaş yavaş çıkıyor. Deniz seviyesinin yükselmesi de bunlardan biri. Esas olarak bu sinsi hareketleri dikkatli izlemek lazım.”
Avcı ise iklim değişiklinin insan sebebiyle oluşan bir olay olduğunu tekrar vurguladı:
“Şimdi deniz seviyesi yükselmesini biz iki farklı şekilde düşünebiliriz. Bir tanesi jeolojik dönemler boyunca meydana gelen, milyonlarca yıl süren bir deniz yükselmesi. Bundan bahsetmiyoruz. Bizim esas burada bahsettiğimiz iklim değişikliğine bağlı olarak, iklimin değişmesine bağlı olarak ortaya çıkan yükselme. Özellikle biz bunu antropojenik yani insanın neden olduğu etkilere bağlıyoruz. İnsanların zararı sürekli gerçekleşen bir olay.”
İklim değişikliğinin çözümü hakkında çok ümitli olmadığını belirten Sedat Avcı, “Biz bu etkiyi ne zaman ortadan kaldırabiliriz? Eğer sera etkisi yaratacak olan gazların salımının ortadan kaldırmasını sağlayabilirsek. Sağlayabilir miyiz? İşte orası biraz zor” diye konuştu.
Vatandaş ne yapabilir?
Dalfes’e göre de iklim konusunda Türkiye çok geride: “İklimin fiziksel ve biyolojik tarafıyla uğraşan insanların sayısı, gerçekten uğraşan insanların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. İklim araştırmalarına daha çok enerji ve kaynak ayrılması gerekiyor.”
Vatandaşların bireysel olarak yapabileceklerine ise Avcı dikkat çekti:
“Doğrudan doğruya deniz seviyesinin yükselmesini engellemek için vatandaşın yapabileceği bir şey yok. Ama vatandaşın iklim değişikliğine neden olacak unsurları azaltıcı etki yaratması mümkün; karbon ayak izini azaltmak en önemlisi. Daha az ayak izi bırakılırsa dünyada telafi deniz seviyesinin değişimine, iklim değişimine katkı sağlamak mümkün olabilir diye düşünüyorum. Klimadan vazgeçmek, bisiklet kullanmak gibi küçük unsurların birey olarak bizim yapabileceğimiz çeşitli katkıları oluşturduğunu söyleyebilirim.”
Karar vericilere çağrı
Tanıtımın sonunda tüm karar vericilere çağrılarda bulunuldu:
Günümüzdeki fırtına kabarmaları, gelecekteki deniz seviyesinin yükselmesinin olası etkilerinin belirlenmesi açısından önemli ipuçları içeriyor, ancak doğrudan veri bulunmuyor. Bu nedenle fırtına kabarmasına dair verilerin tutulması elzem.
Merkezi ve yerel yönetimlerin temel şehircilik görevlerini ve hizmetlerini yerine getirebilmesi için şehirlerin, güvenli ve iklim değişiminin etkilerine dayanıklı hale gelmesi gerekiyor.
Deniz seviyesindeki yükselme, şehirlerdeki tüm sosyal ve ekonomik faaliyetleri etkileyecek. Raporda işaret edilen sektörler ulaşım, kültür ve turizm, emlak, konaklama, yeme-içme ile birlikte atık su arıtma suyuna bağlı olarak sağlık.
Diğer sektör etkilerinin araştırılması için koordineli ve kapsamlı çalışmaların ivedilikle yapılmasına ihtiyaç var. İklim değişiminin çok katmanlı bir konu olarak ele alınması zorunluluk.
“Biyolojik çeşitliliğin, doğal ve bununla ilişkili kültürel kaynakların korunması ve devamlılığın sağlanması amacıyla ilgili mevzuata göre yönetilen koruma statüsü bulunan kara, su ya da deniz alanlarıdır”. Bu tanım, Resmî Gazete’nin 19 Temmuz 2012 tarihinde yayınlanan sayısında “korunan alan” terimi için kullanılıyor.
Özel Çevre Koruma (ÖÇK) Bölgesi ise “Akdeniz’in Kirliliğe Karşı Korunması (Barselona), sözleşmesinin taraf ülkelere getirdiği bir yükümlülük gereği ülkemiz ve dünya ölçeğinde ekolojik öneme haiz ancak sanayi, turizm ve yapılaşma gibi baskılar nedeniyle bozulma veya yok olma riski altında oldukları için Bakanlar Kurulu Kararı ile özel koruma altına alınan alanlardır” olarak tarif ediliyor.
Türkiye’de Özel Çevre Koruma Kurumu Başkanlığı, 19 Ekim 1989’da yayınlanan kanun hükmünde kararname ile kuruldu. Şu anda ülkemizde Belek, Foça, Datça-Bozburun, Fethiye-Göcek, Gökova, Göksu Deltası, Gölbaşı, Ihlara, Kaş-Kekova, Köyceğiz-Dalyan, Pamukkale, Patara, Tuz Gölü, Uzungöl, Saros Körfezi, Finike, Salda Gölü, Karaburun-Ildır, Marmara Denizi ve Adalar olmak üzere 19 özel çevre koruma bölgesi var. Yani resmiyette var.
Kesici: Kamu yararı artık şahıs yararı oldu
Peki gerçekte neler yaşanıyor?
Dr. Erol Kesici
İlk sözü Göl Uzmanı Dr. Erol Kesici alıyor ve önce Salda Gölü’nde yaşananları, sonra da Tuz Gölü’nün geldiği son hali anlatıyor. Bu iki göl de ÖÇK statüsünde. Sözlerine şöyle başlıyor Kesici:
“Ülkemiz coğrafik açıları, bulunduğu enlem ve boylam dereceleri açısından da dünyada çok ender hassas alanlardan bir tanesi. Dünyada belirli alan içerisinde yer alan en çok sayıdaki doğal göllere sahip olan tek ülke idi. 1970’li yıllardan itibaren suların korunması, ormanların korunması, milli parkların korunmasıyla 10 milli parktan, 47 milli parka gelmişiz. Sulak alanlar, gen alanları var ama bunlar unvansız alanlar haline gelmiş. Yani siz birçok rütbe veriyorsunuz ama hiçbir yetki yok. Bugün baktığımız zaman bizim ülkemizde ne doğal göl kaldı ne doğal alan kaldı.
Millet bahçelerini ele alalım, doğal SİT alanıyla başlıyor, sonra buraya okul yapacağız, cami yapacağız deniyor. Ardından da bir sürü yapılar geliyor. Kamu yararı artık şahıs yararına dönüştü. O nedenle bizim ülkemizde ne yazık ki koruma alanlarıyla ilgili yapılan unvanlar, verilen statüler hiçbirinin doğru dürüst uygulandığını görmedim. Çok mücadele ettim sulak alanlarla ilgili. En az 50 yıldır bu iş içerisindeyiz, bir sürü özel alan ilan ettirdiğimiz yerler var. Ama maalesef yasaların hep arkasından dolaşılıyor.”
Salda Gölü
‘Şu anda Salda korunamıyor’
Salda’nın 1989’da çevresiyle birlikte birinci derecede doğal SİT alanı ilan edildiğini, yine belirli bir kısmının 1992’de ikinci derecede SİT alanı olduğunu, 2012’de ise ÖÇK’ya dönüştürüldüğünü hatırlatan Kesici sözlerine şöyle devam ediyor:
“Bugün Salda Gölü özel koruma alanı olmasına rağmen maalesef korunamıyor. Salda Gölü sadece göl aynasından ibaret değildir, çevresiyle bütün halindedir. 45 kilometrelik bir göl aynasının olduğu yerde 290 kilometrelik bir özel koruma alanı var deniliyor ama bugün buradaki beyaz adacıkların oluşturduğu Maldiv toprağı, Mars toprağı dediğimiz alanın belirli bir kısmı korunuyor.”
Salda Gölü
“Doğal alanlar ormanından tutun, göllerinden tutun; benim vücudum gibidir. Şimdi siz diyorsunuz ki senin sadece kolunu koruyalım, ayağını koruyalım veyahut da başını koruyalım, halbuki tümüyle korunması gerekir. Bu işe ilk başladığımız zaman demiştik Salda Göl alanına ayakkabınızla bile basmayın, burası çok hassas alandır, oradaki canlıları öldürüyorsunuz, o beyazlıklar canlıdır, biyomineralizasyon sonucu oluşan yapılardır. Beş senede zor anlattık ayakkabıyla basılmayacağını. Fakat siz şimdi öyle bir gölü plaj olarak kullanıyorsunuz, öyle bir göle millet bahçesi yapmayı düşünüyorsunuz. Engellendi ama Salda’ya bungalov ya da diğer tipli konutlar yapılması düşünülüyordu.”
Salda Gölü’nün 43 kilometrelik göl yüzeyi olduğunu ve 295 kilometrelik alanın ÖÇK olarak belirlendiğini belirten Dr. Erol Kesici; ama özel korumanın içerisinde de farklı korumalar olduğunu belirterek şöyle konuşuyor:
“Bu beyaz adacıkların en yoğun olduğu bölgede aşağı yukarı iki kilometrelik bir alana giriş yasak. Bir yeri koruma alanı ilan edeceğiniz zaman o doğal değerin özelliklerini çok iyi bilmeniz gerekir. Salda Gölü kapalı bir havza gölüdür, kapalı havza gölleri dışarıya sularını akıtamazlar. O zaman ne oluyor? Salda Gölü’ndeki biriken en küçük bir atık gölün dibine çöküyor, dışarıya akıtılamıyor. Ve göl zemininde bulunan toprak yapısını çok iyi bilmemiz gerekiyor.”
“Plaj olarak kullanılan kısımlarda bakterileşme, salyalaşma giderek arttı. Hala araç trafiği var, hala tarifeler yapılıyor, motosikletler şu kadar para, taksiler bu kadar para, otobüsler bu kadar para diye. Salda Gölü’nün bulunduğu alanın uzaktan sevilmesi gerekir, Salda Gölü’nün suyuna girilmemeli, etrafında tarım yapılmamalı, etrafına yol yapılmamalı, etrafında taş ocaklarının istilası olmamalı. Çünkü burada çok değerli bir biyotop var. Gölü besleyen çok az sayıda dere var, siz bunların üzerine göletler yapmaya başladınız. Defalarca gittik dava konusu oldu, bilirkişi olarak da bulunduk, oradaki insanlara da söyledik, sulama birliği başkanlarına söyledik. Dediler ki ‘hocam haklısınız buraya bu göletin yapılmaması gerekir, ama benim maaşımı çiftçiler veriyor.’ Burası oy potansiyeli değil ama maalesef bizim doğal alanlarımız oy deposu haline dönüşmüş, siyasi bakış var, popülist bakış var.”
‘Salda’da neler yaşandı?’
Salda’daki bu politikalarla bölgedeki çok özel aromatik bitkilerin de yok edildiğini belirten Dr. Kesici; bölgeye gelenlerin tuvalet, ibadet, yeme-içme ihtiyaçlarının gözetilerek yapılar yapıldığını hatırlatıyor:
“Salda yosun balığı dediğimiz endemik bir tür sadece burada yetişiyor, giderek azaldı. Eskiden dik kuyruklar gelirdi. Onlar da gelmiyor. Ekosistem değişti. Gölün içerisinde tatlı su süngerleri giderek kararmaya başladı. Günümüzde mobilize sistemler var, getirirsiniz bunları yaparsınız. Beş kilometre ilerisinde yerleşim alanı var, ibadetse oraya gidebilirsiniz. Bir de Türkiye’deki bazı tırnak içerisindeki bilim insanlarının gayretleriyle NASA buraya laboratuvar yapmaya kalkıştı biliyorsunuz. Salda Gölü’ne benzer bir göl Meksika‘da da var, Alicia Gölü. Orası NASA’ya bin kilometre uzaklıkta, Salda ise 17 bin kilometre uzaklıkta.”
Türkiye’de doğaya saygı duyulmadığını, doğayla barışık olunmadığını dile getiren Kesici; Pamukkale örneğini veriyor:
“Dedik ki Pamukkale nasıl korunuyorsa Salda Gölü’nü de öyle koruyun. Pamukkale’ye gittiğiniz zaman bir kilometre aşağıdan ayakkabılarınızı çıkarmak durumundasınız, her tarafa giremezsiniz, piknik yapamazsınız, çünkü travertenlerde kararma başlar. Salda’da da bunlar uygulansın dedik ama kimse dinlemedi, Salda’daki beyazlıklar giderek yok oluyor. Salda’daki plaja kaç kişinin geldiğiyle övünülüyor, bir vücut yağı, bir kıl, bir tüy hep orada kalıyor ve suyu kirletiyor. Otuz-kırk defa korumayla ilgili yasa ve yönetmenlikler çıkarılmış. Uygulanmıyor. Uygulasınlar. Uygulayamayacaklarını da çıkarmasınlar. Biyolojik çeşitlilik yok olursa renkler azalırsa çeşitlilikler azalırsa tek tipe gidilirse yaşam da kalmayacaktır, ekonomi de kalmayacaktır, sağlık da kalmayacaktır.”
Salda Gölü
‘Tuz Gölü’nü yanlış tarım ve su politikaları yok ediyor’
Dr. Erol Kesici Tuz Gölü’ne dair ise şu bilgileri vererek başlıyor sözlerine:
“Tuz Gölü’nde birinci doğal derecede doğal SİT alanı özelliği vardı ki, uygulanmadı. Yine aynı şekilde uluslararası A sınıfı sulak alandı. 1500 kilometrelik bir alanı oluşturmaktaydı, 16-17 metre ortalama su seviyesi vardı. Türkiye’nin yüzde 60’na yakınının tuz ihtiyacını karşılıyordu, burada her şeyden önce bir biyolojik zenginlik vardı, biyoçeşitlilik vardı, ekosistem vardı. Tuz Gölü’nde en büyük felaket ekokırım yaşandı, siz oradaki türleri de yok etmiş oldunuz. Önemli bitki türleri vardı. Tuzcul bir ortam ve aynı zamanda obrukların da güvencesiydi Tuz Gölü. Bazı kaynaklarda görüyoruz diyorlar ki obruklar artınca Tuz Gölü’nde de su seviyesi çekilmeye başladı. Eğer obruklarda su olmuş olsaydı Tuz Gölü korunmuş olacaktı. Tuz Gölü’nün başına gelen en önemli şey, yanlış sulama politikaları. İklimin kuraksa burada sulak tarım yapmak kadar yanlışlık olamaz. Kırk yıldır söylüyoruz. Şeker pancarının ne işi var, ayçiçeğinin burada ne işi var, vahşi bir sulama yapılıyor üstelik hem yeraltı suları var hem de yüzbinlerin üzerinde yeraltı kuyuları var, kimi yasal kimi yasal olmayan. Melendez Çayı’ndan gelen suyla göletleri yapıyorsunuz, barajları yapıyorsunuz, bu sefer aortu da tıkamış oluyorsunuz, yani gölü besleyen damarları kesiyorsunuz.”
Yanlış tarım politikaları ve yanlış su yönetiminin Tuz Gölü’ndeki su seviyesini yok ettiğini belirten Kesici; Tuz Gölü’ne su taşınma yönteminin çok palyatif ve ilkel tedbirler olduğunun altını çiziyor:
“Su kuşları için burası çok çok değerli, çok sayıda su kuşu var. Su bitkileri aynı şekilde. Biyoçeşitlik açısından, zooplankton ve fitoplankton açısından çok değil. Eğer orada zooplankton ve fitoplankton yoksa Tuz Gölü’yle özdeş olan flamingolar oraya gelmeyecektir. Hep söylüyoruz, kuşlar bir yerin göstergesidir. Eğer oraya kuş gelmiyorsa orada yaşam yok demektir. Ve orada kuşlar gerçekten katledildi yani, insan eliyle katledildi.”
‘Tuz Gölü’ne taşınan atık sular, göle zarar veriyor’
Tuz Gölü’nde yaşanan susuzluğa gerekçe olarak belirtilen küresel ısınmanın bir gerekçe olamayacağına da vurgu yapan Kesici “Ya kardeşim sen suyunu iyi yönetmiyorsun, su yönetimin yok, su kanunun hiç yok. Mevcut su kaynaklarının yüzde 80’ini tarıma ayırıyorsun ve popülist yaklaşımlarda son zamanlarda giderek artan sondaj kuyuları var. 200-300-500 metreye kadar gidiyor, su zor çıkıyor, çıkmıyor artık. Eğer sizin neminiz yoksa sizin Tuz Gölü’nüz kurumuşsa, sizin BeyşehirGölü’nüz yok olmuşsa, Salda Gölü giderek kötüleşiyorsa orada hangi iklimi bekleyeceksiniz, hangi yağışı bekleyeceksiniz? Nem varsa yağış var. Nem olmazsa yağış olmaz.”
Tuz Gölü’ne taşıma suyu getirilmesini ise bir aldatmaca olarak niteleyen Kesici, bunun zaman kaybı olduğunu, atık suların bile Tuz Gölü’ne götürüldüğü bilgisini aldıklarını söylüyor ve bunun tehlikesine dikkat çekiyor:
“Tuz Gölü doğal bir alan. Aynı kan uyumu gibi, su uyumu da şarttır. Dışarıdan getireceğiniz suyun içerisindeki bulunan mikroorganizmalar virüsler, bakteriler veyahut da diğer organizmalar oraya uyum sağlayacak mı? Orası bakir, doğal bir ortam ve bu şekilde daha tehlikeli organizmaları getirmiş olacaksınız.”
Tuz Gölü’nde öncelikle tuz alımlarına ara verilmesi gerektiğini kaydeden Erol Kesici; “Zaten göl kurumuş, gölün tuz kısmı var göl kısmı yok, orası Tuz ovası olmuş” diyor ve son olarak şunları söylüyor:
“Savaşların nedeni susuzluk, gıdanın yetersiz olmasının nedeni susuzluk, tarım yapılamayışın nedeni susuzluk, enerjiye ulaşamamanın nedeni susuzluk. Doğaya saygı duymamız gerekiyor, doğada yaşıyoruz. Doğa olmazsa ne ekonomi kalır ne siyaset kalır.”
Serdar Denktaş Gökova’yı anlatıyor
ÖÇK alanlarından biri de Muğla’nın Gökova bölgesi. Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) Gökova gönüllülerinden Serdar Denktaş, Gökova’nın 1988 yılında ÖÇK bölgesi ilan edildiğini ve bölgenin büyük oranda birinci derecede doğal SİT alanı statüsünde olduğunu hatırlatarak, bölgenin bundan beş-altı yıl öncesine kadar nispeten iyi korunduğunu, ancak Çevre Şehircilik Bakanlığı’nın Türkiye genelinde yaptığı doğal SİT alanlarının koruma statüsünü değerlendirme çalışmasıyla her şeyin tepe taklak olduğunu anlatarak başlıyor sözlerine:
Serdar Denktaş
“Bakanlık bu çalışmayı yaparken de şimdiye kadar ÖÇK bölgelerinin daha doğrusu doğal SİT alanlarının bilimsel olmayan çalışmalarla belirlendiğini, bu işi ekolojik temelli bilimsel temelde yapacağını ileri sürdü ve projeyi başlattı. Türkiye’yi 22 bölgeye böldüler, bunlardan bir tanesi de Muğla bölgesiydi. Muğla bölgesi için bir ekolojik temelli bilimsel araştırma raporu hazırlandı ve bu rapora bağlı olarak da bütün koruma statüleri yeniden belirlendi. Ne ilginçtir ki bu ekolojik temelli bilimsel çalışma sonucunda daha önce ‘kesin korunacak alan’ statüsünde olan yani eski deyimiyle birinci derece doğal SİT alanı olan yerlerin çok büyük bölümünün koruma statüleri düşürüldü.
Yeni tanımlar getirdiler. Eskiden birinci, ikinci, üçüncü derece sit olarak tabir ediliyordu. Birinci derece en yüksek korumayı sağlıyordu, onun yerine ‘kesin korunacak hassas alan’ tanımı getirildi. İkinci dereceye karşılık gelen ‘nitelikli koruma statüsü’, üçüncü dereceye karşılık olarak da ‘sürdürülebilir koruma alanı’ tanımları yapıldı. Ve eskiden birinci derece koruma alanı olan yerler büyük ölçüde ‘nitelikli’ ya da ‘sürdürülebilir’ koruma alanına dönüştürüldü, hatta bazı yerler koruma statüsünden çıkarıldı.”
MUÇEP’in bu bilgi üzerine kurulduğunu belirten Denktaş; “Çünkü bütün korunacak alanlarımız tehlike altındaydı ve yapılaşma tehlikesiyle karşı karşıyaydı” diyor ve devam ediyor:
“Burada ilginç olan bakanlığın bu çalışmayı bir sır gibi saklaması, hala saklıyor. Bilimsel çalışma yapılmış ama hiçbir şekilde, hiçbir yerde yayınlanmadı. Hatta bu raporu büyükşehir belediyesine dahi göndermediler. Sadece birtakım fotoğraflar gönderdiler. Artık yeni koruma statüleri bunlardır, dediler. Biz bu çalışmayı defalarca Bilgi Edinme Yasası kapsamında bakanlıktan istedik, verilmedi. Tam dört yıl sonra bu rapora ulaşabildik, o da şöyle oldu. Datça’da Alavara‘da da koruma statüleri düşürüldü ve ona karşı Datçalı arkadaşların açtığı dava mahkemeye intikal ettiği için mahkeme bu raporları talep etti bakanlıktan, mahkemeye intikal ettiği için biz bu raporları nihayet görebildik. Peki, ne gördük? Tamamen masa başında, hiçbir şekilde saha çalışması yapılmadan hızlıca yapılmış ve yeni rant alanları oluşturmak üzere yeni statüler belirlenmiş.”
‘İlk önce Okluk Koyu elden gitti’
Raporda Gökova’nın ÖÇK bölgesi olarak ilan edilirken, bakanlığın tayin ettiği bilim insanlarının ‘modifiye alan’ diye bir tanım getirdiklerini de söyleyen Denktaş bu alanın tanımının da şöyle yapıldığı bilgisini veriyor:
“Zamanında biyolojik çeşitliliği olan ancak sonrasında aşırı insan baskısı, turizm gibi nedenlerle tehlike altına girmiş, yani özelliğini yitirmiş alanlar. Ve bu alanların statüsünü düşürmüşler. Ekolojik bilimsel yaklaşım böyle mi olur? Eğer bir tehdit varsa, bu tehditlerin bertaraf edilmesi gerekmez mi? Çevre Şehircilik Bakanlığı daha önceki yapısında Özel Çevre Koruma Kurumu vardı ve nispeten özerk bir yapıya sahipti. Bu yeni hükümetle birlikte bu yapı da değişti, önce bakanlığın yapısı değişti ve Özel Çevre Koruma Kurumu’nun o özerk yapısı kaldırıldı. Ve yani daha önceden üniversitelerle, bilim çevreleriyle yakın temas halinde bu çalışmalar yapılırken bunlar bir kenara bırakıldı ve bilimsel çalışmalar ihaleyle yapılmaya başlandı.”
Peki bu statü değişikliği Gökova’ya ne yaptı, nasıl bir tahribat oluştu? Denktaş bu sorumuza ise önce Okluk Koyu’nu hatırlatarak yanıt veriyor:
“İlk şu oldu, Okluk’taki Cumhurbaşkanlığı konutunun yapıldığı yer daha önce birinci derece SİT alanıyken, yani hiçbir şey yapılması mümkün değilken statüsü değiştirildi. Sorduğumuzda bakanlık yetkilileri açıkça söylediler, ‘Cumhurbaşkanımızın inşaatının bir an evvel başlaması gerekiyor, o yüzden oraya öncelik verdik’ dediler. İlk tahribat o oldu. Onun dışında bizim Gökova sulak alanının olduğu bölge, yani buradaki biyolojik çeşitliliğin kalbi diyebileceğimiz bölge nitelikli koruma statüsüne düşürüldü. Bir kısmı da sürdürülebilir korumaya düşürüldü. Kıyı alanında yapılaşma başladı. Kitesurf sporuyla ilgili okulların binaları yapıldı, ova içinden ciddi bir araç trafiği başladı. Bunların dışında bir karavan meselesi var, her yere karavanlar konulmaya başlandı. Bir ara Süzer Holding‘le uğraştık, 14-15 karavan getirdiler ve karavan tatil köyü gibi bir şey planlamışlardı. Çünkü nitelikli koruma statüsü bunlara el veriyor, mücadelelerimiz sonucunda ondan kurtulabildik. O karavanlar kaldırıldı ama kitesurfun sahilde yarattığı tahribat devam ediyor.”
Serdar Denktaş; son yedi yılda Gökova sahilinde tahribatın gözle görülür olduğunu belirterek “Özellikle Azmak kenarındaki restoran ve otel işletmelerinin kıyı kenarını tahribatları çok ciddi olarak arttı, oradaki kamuya açık alanlar bir kere ticari alana dönüştürüldü. Yaptığımız bütün şikayetler de ne yazık ki karşılıksız kalıyor. Bakanlık yetkilileri, iki yıl önce toptan bir çalışma yapacaklarını söylediler ama henüz bir şey yapılmış değil” diyor.
‘Muğla Valiliği yasayı çiğneyerek yol yaptı’
Peki şu an Gökova’da tam koruma sağlanan, gerçekten korunan yerler var mı?
Denktaş bu soruya yanıt vermenin çok zor olduğunu vurguluyor ve geçen yıl yaşanan bir vakayı örnek veriyor:
“Geçen yıl kesin korunacak alan statüsünde olan bir orman alanında valilik kanalıyla bir çevre yolu projesi başlatıldı, bunu tesadüfen valiliğin web sitesine girdiğimizden öğrendik. Valilik ve Ula Belediyesi, Ula Kaymakamlığı saha çalışması yapmışlar. Gittik, gördük ağaçlar kesilmiş, 20 metre genişliğinde iki kilometre uzunluğunda bir alandaki bütün ağaçlar yok edilmiş, hemen bir suç duyurusunda bulunduk, öğrendik ki hiçbir yasal izin alınmamış. Vali hakkında bulunduğumuz suç duyurusuna Vali’nin imzasıyla, soruşturmaya gerek olmadığı şeklinde bir cevap geldi.”
Devlet tarafından yaptırılan ve adına ‘ekolojik temelli bilimsel araştırma raporu’ denen raporlarla bütün ülkedeki koruma alanlarının statülerinin düşürüldüğünü bir kez daha vurgulayan Denktaş; bunun korkunç bir tehlike olduğunun altını çiziyor ve ekliyor:
“Korunan alanlar yeniden koruma statüsüne kavuşturulmalı, tehditler varsa da bu tehditleri ortadan kaldıracak çalışmalar yapılmalı.”
‘Adalar’ın eski silüeti yok oldu’
Dünya Mirası Adalar Girişimi’nden Derya Tolgay, ÖÇK alanı olarak bilinen Adalar’ın yüz ölçümlerini hatırlatarak başlıyor yorumuna ve Büyükada’nın 5.4 kilometrekare, Heybeliada’nın 2.34 kilometrekare, Burgazada’nın 1.5 kilometrekare ve Kınalıada’nın ise 1.3 kilometrekare olduğu bilgisini paylaşarak; Adalar’ın kendi ekosistemlerine sahip olduğunu, bu yönüyle İstanbul’dan ayrıştığını vurgulayarak devam ediyor:
Derya Tolgay
“Adalar’ın henüz bozulmamış kesintisiz bir tarihi var, yüzde 60’a yakını ormanlık alan, son İstanbul diyebileceğimiz bir yer. Ancak ÖÇK bölgesi olmasına rağmen artık Adalar’da devasa mikserler, damperli araçlar ve kocaman vinçler görüyoruz. Öyle ki eskiden vapurla geldiğinizde adanın bir ön silüeti vardı, yeşil ve tarihi bir dokuyu görebiliyordunuz, şimdi orada sadece kocaman çıkmış vinçleri görüyorsunuz. Aşağı yukarı bir buçuk sene öncesine kadar Adalar yaya bölgesiydi, Atatürk’ün sanırım 1931’de ilan ettiği bir otomobil yasağı vardı, bu yasak bir buçuk sene önce kırıldı. Bugün ada yollarında birçok araç görüyoruz ismine elektrikli de dense, elektriğin nereden geldiğini de unutmamamız gerekiyor. Hangi enerji kaynağıyla biz bu elektriği üretiyoruz? O aküler nereye dönüşüyor?”
Derya Tolgay, Adalar için 1984 senesinin önemine dikkat çekiyor ve Adalar’da ilk kez belediye başkanının seçildiği bu senede, yönetime gelen ANAP’lı belediye başkanının “Adalılar benden inşaat istiyor” diyerek belediye meclisine de inşaat sektöründeki pek çok kişinin alındığını hatırlatarak şöyle konuşuyor:
“O zamanki kırımı size şöyle anlatabilirim. O kadar çok inşaat molozu çıkıyor ki, Büyükada İskelesi‘ne yanaştığınızda çok geniş bir alan vardır; orası bir falezdir ve falezlerden molozların tamamı denize dökülüyor, yetmiyor daha da çok moloz çıkıyor ve adanın doğu tarafındaki kumsal bölgesi bu inşaat molozlarıyla doluyor. Günümüzde o dolgu alanları değişen iklim krizi ve su seviyelerindeki yükselmeyle sular altında kalıyor, yani doğa geri alıyor. İlginç olan kamu idareleri doğayla büyük inatlaşmaya girmiş durumda, giden yeri tekrar asfaltlıyor, tekrar dolduruyorlar.”
‘Tiraje Dikmen’in mirası yerine getirilmedi’
Derya Tolgay Adalar’daki tek tek önemli yer ve noktaların da tahribattan payını aldığını belirterek örnekler veriyor. Bu örneklerden biri Tiraje Dikmen’in evi.
“Tiraj Dikmen çok önemli bir sanatçı ve ailesinin yaptırdığı modern mimarlık mirası tescilli bir binası var. Dikmen burada yaşarken birçok insanla birlikte Adalar’ın elden gittiğini fark ederek bütün köşklerinin, modern mimarlık miraslarının doğasının yok olduğunu görerek kuvvetli bir çalışmayla Adalar’ın SİT bölgesi ilan edilmesini sağlıyor. Kendisi çok varlıklı bir insan ve ölmeden önce bütün mal varlığını, tablolarını, eşeklerini, evinin mobilyalarını, evini İstanbul Üniversitesi‘nde burslu okuyan kız öğrenciler için bırakıyor. Fakat gelin görün ki maalesef vasiyeti getirilmiyor. Ve bu ev şu anda atanan kayyum avukat tarafından pansiyon, balıkçı lokantası olarak belli güç odaklarına veriliyor. Bugün o güzelim, üzerinde el işçiliğinin en nadide örneklerinin olduğu köşk, peynir kalıbı gibi beyaza boyanmış durumda, içindeki antika eşyalar kayıp.”
Derya Tolgay bir başka önemli yerin de Seferoğlu Korusu ve içindeki tarihi köşk olduğunu anlatarak sözlerine devam ediyor:
“Seferoğlu Korusu olarak bildiğimiz yine Adalar’ın ön peyzajından geldiğiniz zaman yemyeşil bir alandır ve muazzam tarihi bir köşk vardır, 1985 yılında mimar Perikles Fotiadis tarafından yapılmış birinci derecede tarihi eser. Koruda 450 kadar ağaç varmış eskiden, bunlar yok ediliyor. Bu alan dip dibe, yan yana apartman şeklinde üç-dört katlı binalar yapılıyor. Yassıada‘ya yaptıkları gibi bu bölgeyi SİT alanı olmaktan çıkıp çıkarıp Seferoğlu turistik tesisleri ilan ediyorlar, denize sıfır binalar, oteller yapılıyor.”
‘Sadık Bey Plajı’nda kent suçu işlendi’
Adalar’ın talan edilen bir diğer önemli noktası ise Sadık Pey Plajı ya da Güzel Osman Plajı. Bu plajın önemi, ikinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün denize çivileme atladığı yer olması.
Heybeliada’nın en güzel koylarından biri olan Sadık Bey Plajı’nda günümüzde bir kent suçu işlendiğini söyleyen Derya Tolgay “Peyzajı değiştiriliyor, topografyası değiştiriliyor, yeşil bitki örtüsü yok ediliyor, palmiyeler taşınıp getiriliyor ve yine devasa boyutta binalar yapılıp önüne de altı katlı bir apartman boyutunda Cevahir Holding aqua park yapılıyor. Aqua parkın inşaatı defalarca durduruldu. Üstelik bütün bu anlattıklarım ‘basit onarım’ izniyle yapılıyor. Örneğin Tiraje Dikmen evinde bahsettiğim düzenlemeler de basit onarımla yapılıyor, oysa basit onarımda bir evi otele çeviremezsiniz, lokantaya çeviremezsiniz. Koruma kurulları bunları görmezden geliyor, bütün kurumlar üç maymunu oynayarak işlerine devam ediyor.”
Derya Tolgay Asaf Plajı’na dair verdiği bilgelerde ise sadece altı aylık dönemde kazanılan ranta dikkat çekiyor:
“Orası da doğal SİT alanı, kıyısına 50 ton beton dökülüyor. Adalı bir avukat dava açtı, söküm kararı çıktı. Ancak belediye başkan yardımcısı sökmek için altı ay sezonun bitmesini beklediklerini söyledi. Nasıl paralar kazanılıyor biliyor musunuz o altı ay içinde, hayal edemeyeceğiniz miktarlar.”
Tolgay son olarak bir antroposen anıtı olarak Yassıada’ya sözü getiriyor ve 1960 askeri darbesinden, adanın Demokrasi ve Özgürlükler Adası adıyla müzeleşmesi sürecine kadar yaşanan süreci şöyle aktarıyor:
“2011 yılından başlayarak Yassıada adım adım, bir nevi hukuksal ayak bağından kurtarılarak, türlü SİT statüsü ve plan değişiklikleriyle tüm itirazlara rağmen inşaata açılıyor. Bu süreci özetlemek gerekirse, ada Hazine mülkiyetinde ve askeri alan olarak belirlenmişken 2011 yılında müze olarak kullanılmak üzere Kültür ve Turizm Bakanlığı’na tahsis ediliyor. 2011 yılının 1/5000 ölçekli planında Yassıada I. Derece Doğal SİT, Tarihi Sit ve üçüncü Derece Arkeolojik SİT alanı olarak gösterilirken, 2012 yılında Doğal ve Tarihi SİT statüleri kaldırılıyor ve ada Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı olarak belirleniyor.
2013 yılında da yapılan plan revizyonlarıyla turizm ve kongre merkezi üst başlıklı her türden kullanıma açık hâle geliyor ve adanın ismi de resmen Demokrasi ve Özgürlükler Adası olarak değiştiriliyor. Nitekim 2015 yılında da dönemin AKP Genel Başkan Yardımcısı Mimar Çiğdem Karaaslan tarafından adayı restoran, otel, müze, konferans salonu gibi yapılarla bir kongre ve turizm merkezi olarak işlevlendirmeye yönelik hazırlanan ve MESA Holding tarafından yürütülen projenin temel atma töreni gerçekleştiriliyor. Darbenin 60. yıldönümü olan 27 Mayıs 2020 tarihinde de Demokrasi ve Özgürlükler Adası’nın açılışı yapılıyor. Ve ada, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin neoliberal hat üzerinden ilerleyen kentsel siyasetinin canlı bir örneği hâline geliyor.”
Adalar’da “atların iyiliği” denilerek 800’e yakın atın öldürüldüğünü ve bunun bir kırılma noktası olduğunu belirten Derya Tolgay; atların bir günde ahırlara kapatılmasının, Adalar’ın yaya yolu statüsünün kaldırılmasının, bugün 10 binden fazla yasadışı akülü aracın Adalar’da var olmasının, çoğu devlet kurumu tarafından yapılan inşaatların her birinin birer gösterge olduğunu vurguluyor.
Son olarak Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından 27 Temmuz 2023 tarihinde Adalar İlçesi 1/5000 Ölçekli Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı ve 1/1000 Ölçekli Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı askıya çıkarıldı. Adalılar bu plana itiraz etti.
Erçil: Bir Bakanlık hem şehircilik hem çevrecilik yapamaz
MUÇEP Datça Gönüllüleri‘nden Avukat Güngör Erçil, Datça’nın en önemli farkının bütün ilçenin doğal SİT alanı yani yeni adlandırmayla ÖÇK sınırları içinde yer alması olduğunu belirterek başladığı sözlerinde öncelikle Datça Bozburun Yarımadası’na dikkat çekiyor:
Güngör Erçil
“1992 yılının Kasım ayında ilan edilen Bakanlar Kurulu kararıyla ilan edilen ÖÇK kararının kötü gidişatın başlangıcı olduğunu düşünüyorum. 2014 sonlarında yürürlüğe konulan çevre düzeni planından sonra hem Datça’da hem de Hisarönü Yarımadası’nda doğal SİT alanları ilan edildi.”
ÖÇK’ların yararı düşünüldüğünde esas sorumlu olan koruma kurullarının idari kurumlara dönüştüğünü belirten Erçil; sorunun ana kaynağının devletin örgütlenmesi olduğuna dikkat çekiyor ve “Bir bakanlık hem çevre hem şehircilik bakanlığı olamaz” diyerek şöyle devam ediyor:
“Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı yönetilemez düzeyde büyümüş durumda. Bu bakanlık hem koruma işlevini yerine getirmekten söz ediyor, hem şehircilik ilkelerinden. Bunlar birbiriyle çelişen şeyler. Şehirleşme ve korumanın birbiriyle zıt olduğu çok açık. Bu çerçevede bakanlığın kesinlikle bölünmesi lazım, zaten 2019’daki 2020’deki 2021’deki Sayıştay raporları da bakanlığın yönetilemediğini gösteriyor.”
Av. Güngör Erçil, bir ÖÇK bölgesi olan Datça’nın kaçak yapılaşma ile karşı karşıya olduğunu, belediyenin bununla az ya da çok uğraştığını ama ilçenin bir ÖÇK bölgesi olmasına rağmen bu yapılaşmaya göz yumulduğunu belirtiyor:
“Datça’da birçok doğal SİT alanı, kültürel SİT alanı, arkeolojik SİT alanı var. Buna rağmen değişik biçimler altında kaçak yapılaşma sürüyor. Bence bu sorun, bir süre sonra bütün Türkiye’nin derdi olacak.”
Karavanla yapılan yerleşimlerin de kaçak yapılaşma sayıldığını, plaka alma zorunluluğunun yapı olmasını engellemediğini belirten Erçil şu bilgileri veriyor:
“Su, elektrik, atık su gibi ihtiyaçlarla ilgili bir çeşit arkadan dolanma yöntemi yaygınlaştırmış durumda. Mesela komşudan alınıyor elektrik, su.”
Karavanların yapı sayılmaması durumunda tüm arsaların karavanlarla doldurulabileceğini söyleyen Erçil, Datça’ya dair yaşananları şöyle ifade ediyor:
“Bu sorun Datça’da giderek yaygınlaşıyor, giderek bütün Türkiye’ye de yayılacak. Bunun varacağı yer, koruma mantığının tümüyle terk edilmesi olacaktır. Datça açısından bakıldığında pek çok sorun var, mesela Bakanlık tarafından korumalı alanlar yönetmeliğine uygun olmayacak şekilde, çevre düzeni planında değişiklikler yapılıyor. Planlar delik deşik olmuş durumda. Yani koruma işlevi tartışmalı olan çevre düzeni planı dahi, parsel düzeyinde değiştiriliyor. Mevzuata ‘koruma-kullanma dengesi’ diye bir kavram girmiş durumda; koruma- kullanma dengesi dendiğinde artık kullanmayı amaçlayan değişikliklerin yapılacağını anlıyoruz.”
Avukat Güngör Erçil, kıyı bölgelerinde artan nüfusun da bir başka tehlike etkeni olduğuna dikkat çekerek, pandemi döneminde belediyenin Datça-Bozburun Özel Çevre Koruma Bölgesi‘nin nüfus öngörüsünün 35 bin kişi olduğunu ancak Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın aynı bölgeye 50 bin kişilik nüfus öngörüsü yaptığını belirtiyor:
“Bunun adı gayrı ciddiliktir. Birinde 35 bin diyorsunuz, başka bir planda 50 bin. Pandeminin büyük şehirlerden kıyılara ciddi bir akım yarattığını bütün Türkiye biliyor, şu anda Datça’da nüfusa kayıtlı olanın iki katı kadar nüfus olduğu söyleniyor, bu bizzat belediye başkanının verdiği rakam. Türkiye’de artık bir gayrimenkul rant düzeni işliyor, koruma amacı iyice geriye itilmiş durumda.
Eğer siz korumayı ekonomiye bağlarsanız ekolojiyi es geçmiş ve ekolojik varlıkların yok edilmesine göz yummuş olursunuz. Türkiye’de açıkça bu yapılıyor, ekoloji ekonomiye feda edilmiş halde, kalkınma adı altında doğaya saldırı devam ediyor. İklim krizi önlemlerinde Muğla pilot illerden biri, Avrupa Birliği finansal destek sağlıyor ancak bu eylem planında çok ilginç bir şekilde termik santrallerin iklim değişiminden nasıl etkileneceği, sigortacılık sektörünün bunun karşısında ne yapacağı tartışılıyor. Bunun ekolojiyle, ekolojik varlıkların korunmasıyla ilgisi yok.”
‘İmar affı ile yasa çiğnendi, çiğneniyor’
Devletin kamu adına doğayı korumakla görevli olduğunu hatırlatan Erçil; “Ancak Türkiye’de yurttaşın devlete karşı doğal varlıkları, ekolojiyi korumak gibi bir durumu var, benim bizzat davacı olduğum dava sayısını artık hukukçu olarak neredeyse unuttum” diyor ve özellikle altını çizdiği imar affı meselesine dikkat çekiyor:
“2017’de İmar Kanunu‘na bir geçici madde eklendi, Kültür Varlıklarını Koruma Kanunu özel bir kanun olmasına rağmen korunan alanlara imar uygulanmaya başlandı ve uzatılırsa bir süre daha uygulanacak. Ve bu İmar Affı Kanunu’nun ‘koruma-kullanma dengesi’ denilen tabirden hoşlanmıyorum ama koruma işlevinin çok ciddi biçimde yara almasına yol açacağı açık. Keza Özelleştirme İdaresi korunan alanlarda planlar yapıyor, Çevre Kanunu’na göre de Kültür Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’na göre de Özelleştirme İdaresi özellikle özel çevre koruma bölgelerinde plan yapamaz. Ama yürüyor bunlar, hukukçu olarak utanç verici bir şey olduğunu altını çizerek söylüyorum, yürüyor. Ve açıkça kanun çiğneniyor.”
Doğu Afrika ülkelerinden Kenya‘da düzenlenen dönüm noktası niteliğindeki Afrika İklim Zirvesi 6 Eylül’de sona ererken, kıtadaki liderler küresel finansal sistemde kapsamlı değişiklikler talep etti ve uluslararası toplumu yenilenebilir enerjideki yükselişi desteklemeye çağırdı.
Afrika, iklim değişikliğinin giderek şiddetlenen etkilerine karşı son derece savunmasız. Öte yandan 4-6 Eylül’de Kenya’nın başkenti Nairobi‘deki üç günlük zirveye katılan liderler, kıtayı küresel ısınmaya karşı mücadelede bir kurbandan ziyade, uzun süredir göz ardı edilen bir müttefik olarak göstermeye gayret etti.
Toplantının Afrika Birliği adına yayımlanan sonuç bildirgesinde, “Afrika, iklim değişikliğine küresel çözümün hayati bir bileşeni olma potansiyeline ve isteğine sahip” ifadesi yer aldı. Ancak kıta genelinde yeşil büyümenin “küresel ekonominin karbonsuzlaştırılmasına anlamlı katkıda bulunabilecek bir ölçekte” sağlanmasının finansmanda büyük bir artış gerektirdiği konusunda uyardı.
Le Monde‘un aktardığına göre bildirgede, uluslararası topluma Afrika’nın ezici borç yükünün hafifletilmesi ve temiz enerjinin önündeki yatırım engellerinin kaldırması için küresel mali sistemde reform yapma çağrısında bulunuldu.
Bazı hükümetler yenilenebilir enerjiye dayalı bir geleceği desteklerken diğerlerinin fosil yakıt rezervlerini savunduğu 1,4 milyar nüfuslu Afrika kıtasında fikir birliğine ulaşmak oldukça güç. Ancak Afrika Birliği Komisyonu başkanı Moussa Faki Mahamat, liderlerin deklarasyonu “oybirliğiyle kabul ettiğini” kaydetti.
Afrika İklim Zirvesi’ne ev sahipliği yapan Kenya’nın Devlet Başkanı William Ruto, “Zirvede ortak anlayışımız netlik kazandı: Afrika sadece insanlığın beşiği değil, aynı zamanda gelecek demek” dedi.
Liderlerin açıklamasına göre, son 10 yılda yenilenebilir enerjiye yapılan küresel harcamaların yalnızca yüzde 2’si Afrika’da gerçekleşti.
Ancak açıklamada 2022’de mevcut olan 56 gigawatt’lık (GW) yenilenebilir enerji kapasitesinin 2030’a dek en az 300 GW’a çıkarılması hedefine ulaşılması için, kıtanın önümüzdeki yedi yıl içinde yenilenebilir enerjiye finans sermaye akışında 10 kat artışa (yaklaşık 600 milyar dolar) ihtiyacı olacağı belirtildi.
Birleşik Arap Emirlikleri‘nin 5 Eylül’de Afrika’nın temiz enerjiye geçişini hızlandırmak üzere 4,5 milyar dolar taahhüt etmesiyle zirvedeki yenilenebilir enerji yatırımlarını artırma çabaları hız kazandı.
Ruto, zirvede kıtaya yönelik finansman taahhütlerinin toplamının 23 milyar dolara ulaştığını söylese de ayrıntılı bir döküm vermekten kaçındı.
Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi (COP28) Başkanı Sultan Al Jaber yaptığı açıklamada, “Nairobi Deklarasyonu, Afrika’nın kararlılığının ve iklim liderliğinin açık bir beyanı ve bu da COP28 Başkanlığı’nın hedefleri ve öncelikleriyle paralellik gösteriyor” ifadelerini kullandı.
Artan borç maliyetleri ve fon kıtlığıyla karşı karşıya kalan Afrika ülkeleri, küresel finansal mimarisinin tamamen elden geçirilmesi yönünde çağrıda bulunarak, yatırım ve iklim finansmanının önünü açması için Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası üzerindeki baskıyı artırdı.
Deklarasyonda, Afrika’nın borçların yeniden yapılandırılması ve hafifletilmesinin de aralarında bulunduğu ihtiyaçlarına cevap veren yeni bir finansman mimarisini mümkün kılacak reformlara yönelik “somut eylem” çağrısında bulunuldu.
Ruto, “Afrika uluslarını sürekli olarak geri planda bırakan” küresel finansal sistemlerini elden geçirmenin zamanının geldiğini belirtti ve “Ülkelerimizin, mevcut potansiyeli ortaya çıkarmak ve bunu fırsatlara dönüştürmek için gereken yatırımlara erişmeleri için adil bir oyun alanı talep ediyoruz” dedi.
Liderler ayrıca dünyanın varlıklı kirletilicilerine, temiz enerji ve iklim kaynaklı afetlere karşı tedbir alınması için yılda 100 milyar dolar sağlama taahhütlerini yerine getirmeleri konusunda baskı yaptı.
5 Eylül’de İstanbul ve Kırklareli‘de akşam saatlerinde etkili olan şiddetli yağış nedeniyle iki kentteki toplam can kaybı 8’e yükseldi. Bugün (7 Eylül) Kırklareli Demirköy‘e bağlı İğneada beldesinde kayıp olarak aranan bir kişinin daha cansız bedenine ulaşılmasıyla kentteki can kaybı 6 oldu.
İstanbul’da başta Başakşehir’deki Millet Bahçesi ile Çam ve Sakura Şehir Hastanesi’nde sel baskınına sebep oldu. Nisan 2020’de açılan şehir hastanesinin Çevresel ve Sosyal Etki Değerlendirme (ÇSED) raporu yıllar önceden yaşanacakları haber vermiş.
Raporda, İkitelli Entegre Sağlık Kampüsü tesislerinde yağmur suyu drenajı koşullarının uygun olmaması sahada sel baskınına yol açabilir” ifadelerine yer verilmiş.
Hastanenin çok yakınında inşa edilmesi planlanan bir alışveriş merkezi, otel ve lüks konut projesinin tanıtım dosyasındaysa “Proje alanı ve yakın çevresinde; 7269 sayılı yasa kapsamında kalan heyelan, kaya düşmesi, çığ, sel, su baskını, afet vb. risk bulunmamaktadır” diye yazıyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “En büyük hayalim” dediği şehir hastaneleriyle ilgili ülke bütçesine zararı ve yerleşim bölgelerine uzaklığı gibi olumsuzluklara iki gün önce gece afete ne kadar dayanıklı olduklarıyla ilgili bir endişe daha eklendi. Kameralara yansıyan görüntülerde hastanenin bazı kısımlarında su birikintileri göze çarpıyordu.
Diken‘den Canan Coşkun‘un aktardığına göre, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AnkaraBeştepe’deki sarayının müteahhidi olan Rönesans Holding’in inşa ettiği Çam ve Sakura Şehir Hastanesi’yle ilgili ÇSED raporunda da sel baskınına karşı uyarılarda bulunulmuş.
Raporda, şehir hastanesi sahasının ‘büyük bir yüzey suyu kaynağı potansiyeline sahip olan ve güney kenarından Marmara Denizi’ne bitişik olan Küçükçekmece havzası içinde yer aldığı’ belirtiliyor.
Proje sahasının yakınında kuzey – güney doğrultusunda Menekşe ve Hasanoğlu derelerinin olduğundan bahsedilen rapora göre söz konusu alan İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından tasarlanmış taşkın koruma geliştirme alanında yer alıyor. Rapora göre her iki derenin yatağı da taşkın riskine karşı yakın zamanda rehabilite edilmiş.
Menekşe deresiyle proje sahasının sınırı arasında 15 ila 130 metre mesafe bulunduğunu aktaran rapora göre, İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ) projeyle ilgili dereler boyunca 20 metre genişliğinde çalışma şeritlerinin korunmasını ve en yakın noktadaki taban yüksekliğinin sel riski yüksekliğinden daha fazla olmasını talep etmiş. SED raporunda, iki dereden kaynaklanabilecek taşkın riskiyle ilişkili etkilerin düşük olduğu belirtilmiş.
Raporda, yağmurla oluşabilecek sel baskınlarından da bahsedilmiş:
İkitelli ESK tesislerinde yağmur suyu drenajı koşullarının uygun olmaması sahada sel baskınına yol açabilir. Sağlık ve güvenlik açısından bakıldığında, sel baskınları yağış durumunda meydana gelen yüzey suyu akıntılarına bağlı olarak az veya çok önem derecesine sahip etkilere yol açabilir. Yağmur suyunun belediye altyapısına bağlı olacağı düşünüldüğünde bu konu ile ilişkili herhangi bir etkinin olmaması beklenmektedir.”
Başakşehir Şehir Hastanesi’ni kamudan en çok ihale alan şirketler arasında yer alan Rönesans Holding inşa ettiyse de ihaleyi RönesansHolding ve Sojitz Corporation firmasının özel maksatlı kuruluşu İstanbul PPP Sağlık Yatırım A.Ş. kazanmıştı. Raporda, şehir hastanesinin işletilmeye başlanmasından önce İstanbul PPP A.Ş. tarafından bir Acil Durumlara Hazırlık ve Müdahale Planı (EPRP) hazırlanacağı, söz konusu planın iş kazaları, yangın, yakıt ve kimyasal dökülmeler, sel baskını ve deprem gibi doğal afetleri kapsayacağı yazıyor.
Hastane projeleri 2014 yılından bu yana Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Yönetmeliği kapsamına girmiyor. Raporda, Sağlık Bakanlığı’nın 2014’te ÇED Yönetmeliği kapsamında projeyle ilgili Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın görüşünü sorduğu, Bakanlığın da ÇED muafiyet yazısı verdiği belirtildi. Rapora göre, Sağlık Bakanlığı, projeyle ilgili 2016 yılında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na ÇED yönetmeliği kapsamını yine sordu, ancak bakanlık daha önce verdiği muafiyet yazısının geçerliği olduğunu belirtti.
Avukat Özgür Erbaş’ın konuyla ilgili açıklamasına göre ÇED raporu daha önce 100 yatağın üzerindeki hastaneler için zorunluydu, ancak daha sonra yatak sayısının daha yüksek olduğu hastaneler ÇED kapsamı dışında bırakıldı.
Erbaş, mevzuat değişikliğinin zincir ve şehir hastanelerinin sayısının artışa geçtiği döneme denk geldiğini söyledi. Erbaş’ın verdiği bilgiye göre, Sosyal Etki Değerlendirme raporlarıysa Dünya Bankası’nın fonlarıyla ilgili bir gereklilik, ancak kâğıt üstünde yazanla sahada gerçekleşenler birbirini tutmadığı için Dünya Bankası söz konusu raporlar için yeni kıstaslar geliştirdi.
İnşaat tam gaz
Çevresel Etki Değerlendirmesi, İzin ve Denetim Genel Müdürlüğü’nün internet sitesinde Türkiye’nin herhangi bir yerinde inşa edilmesi planlanan enerji, atık, gıda, hayvancılık, madencilik, kimya, konut, sanayi, su, turizm ve ulaşım sektöründen yapılarla ilgili ÇED duyuruları yer alıyor. Duyurular arasında Başakşehir Şehir Hastanesi’nin yakınlarındaki bir proje dikkat çekiyor. ‘ÇED gerekli değil’ kararı verilen proje hastaneye iki kilometre mesafede yer alan bir alışveriş merkezi, otel ve lüks konut projesi. V Mall adlı projenin tanıtım dosyasındaki şu ifadeyse dün yaşananlardan sonra ilgi çekici bir hâl alıyor:
Proje alanı ve yakın çevresinde; 7269 sayılı yasa kapsamında kalan heyelan, kaya düşmesi, çığ, sel, su baskını, afet vb. risk bulunmamaktadır.”
‘Doğa, nükleer santral yapımı planlanan İğneada’nın afet riskini tescilledi’
Nukleersiz.org Koordinatörü ve Yeşil Gazete Nükleer Editörü Pınar Demircan, sosyal medya platformu X‘te (Twitter) yaptığı paylaşımda, sel felaketinin yaşandığı İğneada’da nükleer santral yapılması projesinin de gündemde olduğunu hatırlattı. Bölgenin afet riskinin doğa tarafından tescillendiğine vurgu yapan Demircan, şunları söyledi:
“İklim krizine bağlı aşırı hava olayları yangın gibi sel ile de afet halini alırken, Kırklareli’nin adı ile müsemma su basan ormanlarının yer aldığı İğneada beldesinde nükleer santral kurulmasına istinaden riskleri işte doğa böyle tescilliyor.”
İklim krizine bağlı aşırı hava olayları yangın gibi sel ile de afet halini alırken, Kırklareli'nin adı ile müsemma su basan ormanlarının yer aldığı İğneada beldesinde nükleer santral kurulmasına istinaden riskleri işte doğa böyle tescilliyor. #GeçmişolsunTrakya#nükleerehayırpic.twitter.com/2iAbqqytsR
Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), İstanbul Aile Vakfı’nın düzenleyeceği, bir kesim insanı yalnızca cinsel yönelim ve cinsel kimliği nedeniyle ötekileştiren ve hedef gösteren “LGBT propagandasına dur de” etkinliğiyle ilgili kamu spotu hazırlanmasına onay verdi. RTÜK’ün bu homofobik son hamlesiyle birlikte söz konusu nefreti yayan kamu spotu televizyonlarda yayınlanabilecek.
RTÜK üyesi İlhan Taşçı konuya ilişkin X‘te (Twitter) kamu spotuna oy çokluğuyla karar verildiğini belirterek Vakfın buna gerekçe olarak “Bu gidişe dur denmezse 23 Nisan ve 19 Mayıs’ı kutlayacak çocuk ve gençlerimiz olmayacak!” ifadelerini kullandığını bildirdi.
RTÜK üyesi Tuncay Keser ise kararı şu sözlerle duyurdu:
“Yayınların, toplumsal cinsiyet eşitliğine aykırı olmamasını sağlamakla görevli RTÜK, toplumsal cinsiyet eşitliğini reddeden İstanbul Aile Vakfı’nın İstanbul’da düzenleyeceği ‘LGBT propagandasına dur’ etkinliğiyle ilgili kamu spotuna oy çokluğu ile onay verdi. Karşı oy kullandığım kamu spotunun özeti:
‘Bu gidişe dur denmezse 23 Nisan ve 19 Mayıs’ı kutlayacak çocuk ve gençlerimiz olmayacak!'”
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Muğla’nın Bodrum ilçesine bağlı Gölköy mevkiinde bulunan Cennet Koyu’ndaki arazinin Cengiz İnşaat’a satışının iptaline ilişkin yerel mahkeme ve Danıştay kararlarına dikkat çekerek arazinin Hazine’ye devredilmesi için Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’na başvurdu.
Anka‘nın aktardığına göre başvuru dilekçesinde, “Taşınmazın Maliye Hazinesi üzerine dönüş işleminin bugüne kadar yapılmamış olması görevi kötüye kullanma ve zimmet suçlarının işlendiğini, dolayısıyla ilgililer hakkında işlem yapılması gerektiğini açığa çıkarmıştır… İlgililer hakkında suç duyurusunda da bulunacağımız bilinmelidir” denildi.
Bodrum Gölköy mevkiinde Cennet Koyu olarak bilenen alandaki taşınmazlar özelleştirme yoluyla Cengiz İnşaat’a satılmıştı. Açılan davada yerel mahkeme ve Danıştay, iptal kararı vermişti.
‘Cennet Koyu’nun Hazine’ye devri yasal bir zorunluluk’
CHP, Cennet Koyu’nun Hazine’ye devredilmesi için Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’na başvurdu. CHP Hukuk ve Seçim İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Zeynel Emre’nin imzasıyla yapılan başvuruya ilişkin dilekçede, arazinin özelleştirme süreci ve sonrasındaki itirazlardan kaynaklı verilen mahkeme kararları hatırlatılarak, gelinen aşamada arazinin Hazine’ye devrinin yasal zorunluluk olduğu vurgulandı.
Muğla 2’nci İdare Mahkemesi’nin 2014 yılında, Danıştay 6’ncı Daire’nin 2015 yılında, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun da 2016 yılında aldığı kararlarla Bodrum’un Gölköy mevkiindeki ‘Cennet Koyu’ kapsamındaki 423 parseldeki taşınmazın özelleştirme yoluyla Cengiz Holding bünyesindeki Bodrumbir Turizm Yatırım A.Ş.’ye satışının “yolsuz tescil”, “hukuken geçerliliği olmayan bir yolla yapıldığı” belirtilen ve mülkiyetin ihaleyi alan şirkete geçmediğine hükmedildiği vurgulanan dilekçede, şöyle dendi:
“Ne var ki bugüne kadar Maliye Hazinesine de Özelleştirme Yüksek İdare Kurulu tarafından taşınmazın Maliye Hazinesi üzerine dönüş işlemlerinin yapılmadığını öğrenmiş bulunmaktayız. Taşınmazın Maliye Hazinesi üzerine dönüş işleminin bugüne kadar yapılmamış olması görevi kötüye kullanma ve zimmet suçlarının işlendiğini, dolayısıyla ilgililer hakkında işlem yapılması gerektiğini açığa çıkarmıştır. Başvurumuz üzerine de ivedilikle söz konusu taşınmaz yönünden Maliye Hazinesine dönüş işleminin yapılmaması olasılığında değinilen suçlar yönünden ilgililer hakkında suç duyurusunda da bulunacağımız bilinmelidir.”